Reklam
Reklam
Reklam

ATATÜRK’LE İLGİLİ ÖNEMLİ VE GİZEMLİ BİR RÜYA

Kullanıcı Değerlendirmesi: / 88
ZayıfMükemmel 

 

ATATÜRK’LE İLGİLİ ÖNEMLİ VE GİZEMLİ BİR RÜYA [1]

    

Erbakan Hocamız tarafından defalarca ve çok önemli ortamlarda dile getirilen ve aslında levha halinde yazılıp asılması ve üzerinde kafa yorulması gereken şu vecizeleri, maalesef yeterince anlaşılmış sayılmazdı:

“Bir kimse, Malazgirt’te inanışının şahlanışını yaşamadan; Kosova’da, Niğbolu’da bir kılıç olup parlamadan; Ulubatlı Hasan olup İstanbul’u fethetmeden, Sultan Fatih olup atını denize sürmeden; Kanuni olup şanlı ordularıyla Avrupa’nın içlerine yürümeden… (Çanakkale’de) Seyit Çavuş olup 250 kiloluk mermiyi ‘Ya Allah!’ diyerek namluya sürmeden… Bir insan (Kutlu Kurtuluş Savaşı’mızın ilk büyük zaferi sayılan ve Mustafa Kemal’in komutasında yapılan) Sakarya’nın siperlerine girmeden ve (bizzat kendisinin büyük bir dirayet ve cesaretle tarihi harekât ve çıkarma emrini verdiği) Kıbrıs’ta düşman tahkimatının arasından geçmeden, Milli Görüş’ün ne olduğunu anlayamaz!” sözleri, Kahraman Ordumuzun değerini ve Milli Görüş düşüncesini çok güzel anlatmak yanında, Şanlı Çanakkale savunmamızın ve Sakarya Meydan Savaşı’mızın Kutlu Komutanı Mustafa Kemal’i de sitayişle anmaktadır. Erbakan Hocamızın, Millî Görüş’ün ne olduğunu anlayabilmek için sıraladığı tarihi olayların içerisinde, özellikle Şanlı Sakarya Muharebesi’ni, dolayısıyla onun Komutanı Mustafa Kemal’i hatırlatmasının hikmetini merak edip durmaktaydım. Çünkü bizlere Atatürk çok farklı ve aykırı anlatılmıştı… Hatta Atatürk’ten nefret etmeyi, sanki imanın şartı gibi aşılamışlardı. Oysa Erbakan Hocamız, bizzat Mustafa Kemal’in katılıp destansı kahramanlıklar ortaya koydukları ve komutanlığını yaptıkları Çanakkale ve Sakarya savaşlarının Millî Görüş şuuruyla kazanıldığını ve bunları kavramadan Millî Görüş’ün anlaşılamayacağını vurgulamaktaydı. Allah razı olsun, Ahmet Akgül Üstadımız; “Bizim Atatürk” kitabıyla, kasıtlı olarak gizlenmiş hatta kirlenmiş tarihi gerçeklere projektör tutmuşlardı. Ama birtakım noktaların daha da açıklanması lazımdı, çünkü bazı sorular hâlâ kafamızı kurcalayıp durmaktaydı. İşte böyle bir sırada Aziz Erbakan Hocamız rüyada teşrif buyurmuşlar ve şunları aktarmışlardı:

Daha önce rüyamda Aziz Erbakan Hocamızın, Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili yaklaşımlarını ve yine Atatürk'ün şahsiyeti ve güzel özellikleri ile ilgili konuştuklarını görmüştüm, ama oturup yazacak kadar hatırlayamamıştım… 29.12.2022 tarihinde Aziz Erbakan Hocamız, bir önceki rüyada Atatürk’le ilgili anlattıklarına ilave ve ilginç detaylar kattıklarından dolayı önemine binaen bunları yazıyorum.

Rüyamda: Aziz Erbakan Hocamızla birlikte, Duatepe'de, Sakarya Meydan Muharebesi’nin yapıldığı alanda oluyoruz. Erbakan Hocamız yere bağdaş kurup oturuyorlar, benim de oturmamı emir buyuruyorlar. Mübarek gözleri karşıya, boşluğa dalıyor. Uzun uzun karşıya bakıp düşündükten sonra Erbakan Hocamız: “Sana Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili birkaç olay anlatmıştım, hatırlıyor musun? Biz (mana âleminde ve ruhlar ikliminde) kendisini, aynı anda yedi cephede mücadele yönetirken geldik gördük. Tam da şu an oturduğum yerde kendisi bağdaş kurup oturmuştu; elinde bir dürbün, az önce Benim dalıp gittiğim karşı mevzilere bakıyor ve düşmanın durumuna göre strateji geliştiriyordu. Yüzünde büyük bir acı vardı, ayağa kalkamayacak kadar rahatsızdı. ‘Niçin Hocam?’ diye sorarsan, bir gün evvel bir başka cephede (Polatlı tepelerinde) çok yakınına düşen bir bombanın etkisi ile atı yalpalamış, Atatürk atın üzerinden düşmüştü. Sonunda Ankara Sıhhiye Hastanesi’ne götürülünce, doktorlar iki kaburgasının birden kırıldığını söylemişler ve en az iki ay istirahat edip tedavi görmesi gerektiğini belirtmişlerdi. Eğer hastanede kalıp tedavi ihtimalini seçseydi, hiç kimse kendisini yadırgamazdı. Fakat O: ‘Tüm milletim yedisinden yetmişine ayrı bir cephede vatan müdafaası için çırpınırken, ben istirahat edemem!’ dedi.” Doktorların ve silah arkadaşlarının tüm uyarı ve zorlamalarına rağmen trene bindi, Polatlı'ya kadar trenle geldi. Sonra şu an bulunduğumuz yere, Duatepe mevkiine çıktı ve bizzat birliklerini buradan yönetti. İki kaburgası da kırık olduğu için ayakta duramıyordu. Altına keçi kılından dokuma bir örtü serdiler. Örtünün üzerinde, düz duramadığı için sağ tarafına doğru yatık bir vaziyette oturdu. Çektiği acılar yüzünün her karesine yansımış bir halde savaşı yönetmeye devam etti.

Ordumuz o cephede, herkesin dünyayı dize getirdiğini söylediği İngiltere'nin desteklediği ve o zamanın her türlü teknik üstünlüğüne sahip olan Yunan’la savaşıyordu. Mustafa Kemal, elinde dürbün, acılar içinde karşı cepheyi inceliyor, bir sonraki hamlenin startını veriyordu. Yedi ayrı cephede aynı anda savaşan bu kahraman millete komutanlık yapan Atatürk… Ordusunun samimi imanı ve yüksek cihat aşkı ile düşmana geçit vermeyen Atatürk… Sayısız kahramanlıklar, madalyalar, savaşlar kazanan Atatürk’ten bahsediyorum. Bu meydanda düşman mevzilerini kontrol için bağdaş kurmuş bir halde oturunca bir de baktık ki, ayağındaki postalının altında ceviz büyüklüğünde bir delik… Kim bilir kaç zamandır giyiyor o postalları. Hemen yaverinin dikkati postala çekilmişti. Yaver gözyaşları içinde: "Paşam, ayakkabınız çok eskimiş, müsaade buyurun da hemen yenileri ile değiştirelim. Bir komutana bu şekilde giyinmek yakışmaz!" dedi. Atatürk: "Benim milletim açlık, yokluk ve her cephede ayrı bir azılı düşmanla mücadele ederken, komutana düşen; milleti ile aynı yemek, aynı giymek, aynı yaşamaktır. Düşmanla mücadele edecek olan postal değil ayaklardır. Sen gönlünü ferah tut yaver, milletim ne zaman yerse o zaman ben de yerim, ne zaman yenileri giyecek kudrete erişirse, ben de o zaman yenileri giyinirim! Allah bize savaşı kazanıp düşmanı topraklarımızdan atmayı nasip etsin, biz bu ayakkabılar ile zafer yürüyüşü de yaparız!" der.

Bu ahlâk size kimi hatırlattı bilmem, ama Bize, halkının huzuru ve kurtuluşu için kendi hayatını ve rahatını feda eden ve pek ender görülen liderleri ve hepsinin ortak örneği ve önderi Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin Fetih anındaki ve sonrasındaki hallerini hatırlattı. Ne güzel karakter öyle değil mi? Daha sana öyle anılarını anlatacağım ki; "Biz bu adama nasıl büyük haksızlık etmişiz Aziz Hocam!" diyeceksin.

“Neymiş Efendim, şöyle dinsizmiş de, şöyle imansızmış da!” Kimmiş imanlı? Kapattığı tekke ve zaviyelerde şeyhlik yaparken, şuursuz müritlerin dini gayretini ve Milli mes’uliyetini körletenler mi? İngiliz’in uşağı, Yunan’ın kuklası, Fransız’ın maşası sözüm ona bazı şeyhleer! Allah'ın perçemlerinden tutup da cehenneme doğru yüzükoyun atıvereceği ve bırakın cenneti, Atatürk'ün yüzünü görebilecek mesafeye bile gelemeyecek o işbirlikçi ve din taciri şeyhleer!

Şimdi birkaçının ayarını anlatayım sana. Ne kadar şaşıracaksın kendin gör! Bu ülkede yıllarca vatanseverleri, din ve millet düşmanı; ama gâvur maşası ve işbirlikçi din istismarcılarını ise vatansever kahraman diye gösterdiler milletimize. Bile bile, kasıtlı olarak. Bakınız İskilipli Atıf’la ilgili gerçekler de çarpıtılmış ve saptırılmıştır. Bu zat, Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’i, Kuvay-ı Milliye hareketini ve bu harekete destek verenleri kâfir ilan edip işgalcilere arka çıkmıştır. Kendisi İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin mensuplarındandır. "İslam kilidinin anahtarını İngiltere'nin güvenilir ellerine teslim etmekte, İslam âlemi için hiçbir tehlike yoktur(!)" gibi fetvaları ve toplumu kutuplaştırıp kışkırtmaları sonucunda kendisiyle ilgili idam kararı alınmıştır. Tıpkı: "Amerika dünya gemisinin kaptanıdır. Onunla iyi geçinmek zorundayız!" diyen FETÖ elebaşının idamını şu an nasıl hepiniz gerekli görüyorsanız, o gün de İskilipli Atıf'ın idamı o işbirlikçi, teslimiyetçi ve işgalcilere desteği nedeniyle kararlaştırılmıştı Atatürk de gereğini yapmıştı. Yalnızca bu fetvada değil, Atıf'ın başında bulunduğu Teâli-i İslam Cemiyeti’nin tüm imkânlarını kullanarak İngiltere ve Yunan işgallerine karşı çıkılmaması için çalışmış, Milli Mücadele’yi aksatmış, bunun için hazırlattığı beyannameleri tüm Anadolu köylerine dağıtmıştır. O günkü mahkeme de, bunların tümünü belgelemiş ve sonrasında idam hükmünü vermiştir! İskilipli Atıf’ın bağlı bulunduğu o günkü İngiliz Muhipler Cemiyeti” yani İngiliz severler ve Türkiye’yi İngiltere’nin güdümüne vermek isteyenler partisi!? Bugünkü Haçlı AB heveslilerine ne kadar benziyor değil mi?

Bunun gibi Din Hocası tanınan ama çok zengin olmasına rağmen ayda sadece bir iki saat uğradığı Dini ve resmi bir kurumdan en az 10 işçinin ve memurun maaşını alan… Yetmez, Kurtuluş Savaşı’mızı “Fitne fesat çıkarmak!” sayan bir şahısla, Atatürk bir yerde karşılaşmışlardı. Atatürk masaya getirilen sıcak ekmekten bir dilim ikram edince o Hoca: “Bugün perşembe, ben niyetliyim!..” diye almamıştı. Bunun üzerine Atatürk: “Bu nasıl bir ibadet ve takva anlayışı ki milyonların hakkını hiç de hak etmediğiniz halde alıp cebinize atarken orucunuz bozulmuyor da şu bir dilim ekmekle mi bozuluveriyor!?” buyurunca mosmor olmuşlardı.

Atatürk: "Dindar bir milleti ancak din adına, İslam’ı yaşıyor görüntüsüyle istismarcılık yapan din adamları kandırabilirdi; öyle de oldu!" demiştir. Sizce şu anda da aynısı olmuyor mu? Bu söz, Milletimizin içinde bulunduğu durumu özetlemiyor mu? Dinsizlikle, tekke-zaviye kapatmakla suçlanan Atatürk, Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin Kabr-i Şeriflerini yıkıp yerini değiştirmek isteyen Suud Kralı’na çektiği telgrafta: "Suud Kralı’nın dikkatine! Duydum ki Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (SAV) mezarını yıkıp yerini değiştirmek istiyormuşsun. Eğer o kutsal mezardan bir tane taşı oynatırsan Kurtuluş Savaşı’nı bırakır, ordumla aşağıya inerim ve sizi tepelerim!.." diye yazmıştır. (26.06.1919)

Bütün herkes şahittir ki, Biz hayatımız boyunca, ne genel ne de özel sohbetlerimizin hiçbirinde Atatürk aleyhine tek bir cümle sarf etmediğimiz gibi, her fırsatta ve TV programında onun kadr-i kıymetini teslim eden konuşmalar yapmışızdır. Ancak, maalesef içimize sızan ve ucuz kahramanlık taslayan nice şarlatanlar, bütün uyarılarımıza rağmen onun aleyhinde laflar konuşmuşlardı: Ama şimdi onların hepsi ve tabi Reisleri, Atatürk’e ve Milletimize yaranmak için ne riyakârlıklar ve sahte tavırlar takınıp, taklalar atılmaktadır!..

Şimdi bu insanı siz nasıl dine ve kutsalına düşman olmakla suçlayabilirsiniz? Sıkça suçlandığı tekke-zaviye kapatması konusunda (17.12.1927) şu konuşmayı yapmıştır: “Efendiler, biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil, bunlar din ve devlet düşmanı oldukları için kapattık. Yoksa asli vazifelerini, ilmi-ahlâki ve insani hizmetlerini yapsalardı, biz onlara kolaylık sağlardık…” Maalesef aynı tekke ve zaviyeler Selçuklu ve Osmanlı’yı da aynı yanlış ve kasıtlı hıyanetle batırmışlardı! Çok değil, yüz yıla kalmadan bazı kişiler bazı cemaatlerle bir araya gelerek ve Atatürk’ün din düşmanı olduğunu öne sürerek ve Milletin oyunu devşirerek iktidara gelmişler, Siyonist sömürü merkezlerine uşaklık etmişler, sıra devleti ve ganimeti bölüşmeye geldiğinde ise birbirlerine düşmüşlerdir. Ayrıca unutmayın ki, o yıllarca birbirine övgüler dizen her bir taraf, diğerini ihanet ve dinsizlikle suçlamaktan da çekinmemişlerdir.

Atatürk bir başka toplantıda: "Biz, milletimiz padişahlara, şahlara, şıhlara değil, yalnız Allah'a kul olsunlar istedik. İşte Cumhuriyet’in yegâne manası budur. Meleklerin kıblesi, Allah'ın halifesi olan insan, asla kula kul olamaz. Bize softalar, ‘dinsiz’ demişler. Hamdolsun, kula kul olanların dininden değiliz! Biz Allah'ın dinindeniz. Her Allah'ın kulu gibi de hesabımızı yalnızca âlemlerin Rabbine vereceğiz!" diyerek gerçeklere tercümanlık yapmıştır.

Aynı Atatürk: "Bize ‘yanlış yolda yürüyor’ diyen alçaklar, biliriz ki din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve dürüst halkımızı şeriat sözleri ile aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz; göreceksiniz ki milletimizi mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar, din kisvesi altındaki küfür ve alçaklıktan gelmiştir. Onlar her türlü yanlışı maalesef ki din adı altında yürütmüşlerdir!" diyerek dinle, imanla aslında hiç alâkası olmayan bu sözüm ona din istismarcılarının ayarlarını ortaya koymuşlardır!

Kendisi vatanının ve milletinin selameti için sayısız fedakârlıklar yapmış, 57 yıla sığdırdığı hayatının hiçbir anını boşa geçirmeden toplumuna ve topraklarına hizmet etmiştir. 57 yılda 3997 adet kitap okumuş, 11 adet kitap yazmış, içinden çıkılması imkânsız görünen 11 savaşa komutanlık yapmış, maddi zorluklara rağmen hepsini Allah'ın dilemesiyle kazanmış, üstün başarılarından dolayı 24 madalya, 7 nişan almıştır. Bu başarılı ömürde ana dili gibi konuşup anlatacak şekilde de Fransızca, Almanca ve Arapça gibi birkaç dil öğrenmiştir. Kendi tasarrufundan verdiği altınlarla Elmalılı Hamdi Yazır'a: "Milletimizin okuduğunu anlamasını sağlayacak, ibadetlerini anlayarak ve bilinçle yapacak şekilde Kur’an-ı Kerim'in mealini çıkarmak için hazırlık yapınız. Görüyoruz ki; hem dünyada hem ahirette insanın başına gelebilecek en kötü sonlar, Allah'ın dinini ve emirlerini anlayarak yaşamamaktan geçiyor. O halde milletimizin her birinin evine, hayatına yön verecek birer Meal-i Kerim girsin. Kimse Allah’a kulaktan dolma bilgilerle, yalan-yanlış yönelmesin!" demiş insandır. Hatta mübarek Ramazan ayının ilk iftarı için buluştuğu imam ve müezzinlere: "Beyler, sizlere Ramazan ayı boyunca teravihlerde okuyacağınız ayetleri halkımıza anlatma görevi veriyorum. Zira sizler namaz kıldırmakla yükümlü olduğunuzdan daha çok, arkanızda namaz kılanlara namazlarında ne okuduklarını anlatmakla yükümlüsünüz. Göreviniz ağır, fakat kutsaldır. Aman ha vebale girmeyiniz!" diye uyarmıştır.

Gördüğünüz gibi akıllara kazınan ve kasıtlı olarak çarpıtılan Atatürk'le, gerçek Atatürk arasında dağlar-taşlar kadar büyük farklılıklar vardır. Elbette her insan gibi onun da yanlışları ve hataları vardır. Fakat kendisi dinine, davasına, vatanına, milletine sadık bir insandır. Allah’ın kişiden istediği de bu değil midir? Asla milletinin maddi-manevi hakkına girmemiştir. Öyle ki, vatanı müdafaa için köyünde tek başına bıraktığı annesi Zübeyde Hanım bir gün bir telgraf çekerek: "Mustafa, hiç paramız kalmadı oğlum!.." diyerek darda olduğunu bildirmişti. Bunun üzerine Salih Bozok Atatürk'e: "Elimizdeki paradan gönderelim mi Paşam?" diye sorunca Atatürk: "Hayır, zira o para Millî Mücadele’ye aittir!" demiş ve annesine telgraf çekerek: "Anneciğim, siz de takdir edersiniz ki bu geçici bir durumdur. Evimizdeki halı ve kilimlerden bir kısmını satarak müşkülünüzü gideriniz. Allah’ın izniyle ilk fırsatta bu durumu düzelteceğim" demiştir. Annesine, kendisi de halkından bir kişi olduğu halde "Millî Mücadele’ye aittir" diyerek para göndermemiştir.

Atatürk'ün hayatına bakarsanız, sözü ile işi birbirine onunki kadar uyan bir devlet adamı çok az görürsünüz! Ki hepsinin gerçek rehberi ve örneği Aleyhisselatü Vesselam Efendimizdir! Ve Mustafa Kemal: “Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır!” diyecek kadar şuurlu ve onurlu bir şahsiyettir. Çünkü vatanınız ve bağımsızlığınız olmazsa Dininiz ve namusunuz da kalmayacaktır!

Vatanı müdafaa için canını dişine taktığı günlerin birinde, trenle başka bir cepheye doğru giderken kendisine şifreli bir telgraf geldiği bildirilir. Telgrafla görevli er yazıya bakar, yüzü hüzünlenir. Atatürk: "Evladım, telgrafta ne yazıyor?" diye sorar. Er: "Şifresini çözmeye çalışıyorum paşam!" der. Aslında şifreyi çözmüş, ama bunu Atatürk'ü üzmeden nasıl söyleyeceğini çözmeye çalışmaktadır. Atatürk erin gözlerinin içine bakar: "Ben çözdüm o şifreyi çocuk. Dün gece rüyamda annemle bir ormanda yürüyordum. Birdenbire şiddetli bir fırtına çıktı ve anneciğimi aldı götürdü. O yüzden, telgrafta ne yazdığını tahmin edebiliyorum, annem ölmüş öyle değil mi?" der ve gözleri yaşlarla dolar. Aynı Atatürk kendisine hasret içinde ölen anneciğinin kabrine, ölümünden 12 gün sonra gidebilmiştir. Annesinin cenazesi, Atatürk’ün vatani çalışmalarının ve toplantılarının en yoğun olduğu güne denk gelmiştir. Bu nedenle o; "Yurt müdafaası her şeyden kutsaldır!" diyerek cenazeye katılamamıştır. Tam 12 gün sonra yüzünde müthiş bir hüzün ve acı ile ziyaret eder annesini, geciktiği için kendisinden özür dileyip helallik ister ve anneciğine: "Sen de çok iyi biliyorsun ki, söz konusu vatan olmasaydı, seni bu kadar bekletmezdim!" buyurmuşlardır. Şimdi Kahraman Ordumuz da aynı çizgidedir ve yine yedi düvele karşı destanlar yazılmaktadır.

Milletine son derece nazik, anlayışlı ve içten davranan… Onların içlerine girerken yanında bir tane dahi koruma almaya ihtiyaç duymadan girip oturan, saatlerce milleti ile anlayacakları ses ve tonda sohbetler yapan bir liderdir Atatürk. Yaveri: "Paşam, yanınıza birkaç er versek, size koruma görevi yapsalar, halkın içerisine tek başına girmeseniz!" dediğinde Atatürk: "Evladım, ben halkıma hiçbir kötülük yapmadım. Ben halkım, halk ben… İnsan kendisi gibi olanların yanına beş on tane korumayla niçin gitsin?" demiş. Halkına bir baba şefkati ile yaklaşan bu insan; savaşta alaşağı ettiği gâvurla muhatap olacağında eğmeden, bükmeden yüzlerinin dikine dikine, en sert üslup ile konuşmuş ve asla dış odakların olurlarına gitmemiştir!

Savaşlardan çıkmış, ülke kısmen feraha kavuşmuş halde iken bir gün yaveri ile bir yere kahvaltı yapmak için oturur. Arkasında duran bir kişinin kendisine öfke ile baktığını görür. Yaverine: "Git bak bakalım bu adam kimdir, derdi nedir, bize niçin bu kadar öfkeli bakar?" der. Yaveri gider, az sonra geri gelir ve: "Paşam, bu kişinin babasını Çanakkale'de denize döküp öldürmüşsünüz. O yüzden size öfkeyle bakmakta" der. Atatürk tarihe not düşülecek bir cümle kurar: "Git sor bakalım kendisine, babasının Çanakkale'de ne işi varmış?" der. Savaş sonrası ülkemize ziyaret için gelen Yugoslavya Kralı Atatürk'e elini uzatır, onunla selamlaşırken: "Mirim, sizin bu zaferden önce İngilizler, Yunanlar, Fransızlar hep gelip bize yalvardılar: ‘Gelin, Türklere karşı birlikte savaşalım’ dediler, fakat biz onlarla bu savaşa girmedik!" der. Atatürk, Kralın gözlerine ezici bir ifadeyle bakar ve: "Verilmiş sadakanız varmış ekselansları, çok geçmiş olsun!" der ve Kralı yaverine devrederek görev yerine geçer.

İşte Atatürk, aslında Bizim size anlattığımız gibi birisidir. (Ruhlar âleminde ve maneviyat ikliminde bir vesile ile kendisiyle sohbet ettiğimiz bir gün bize:) "Her nefis ölümü tadacaktır ayetini tabutların üzerine yazmak kadar yanlış bir şey var mı? (Hocam) Bu ayeti banka kapılarına, adliye binalarına, Cumhurbaşkanı’ndan muhtara kadar bütün makam odalarına yazmak daha akıllıca olmaz mı?” diyecek kadar ferasetli bir mü'mindir.

"Hiç korkmadan ve yorulmadan nasıl bir cepheden diğerine koşuyorsunuz ve her girdiğiniz savaşta Allah size yardım ediyor?" diye soranlara: "Ben her sabah güne başlarken ve akşam günümü tamamlarken ‘Ya Fettah, iftah lena hayral bab... Ey yegâne Fettah olan Rabbim, bize hayır kapıları aç...’ diye dua ederim ve asla Allah'tan gelecek yardım için ümidimi kesmem!" demiştir.

“Şimdiye kadar ve şimdiden sonra kıyamete kadar, vatana ihanetin bahanesi olmaz, er ya da geç bedeli olur... Gâvura vatanından toprak, fabrika vesaire satan, dinden, imandan ve namustan bahsetmesin!" diyecek kadar bilinçlidir.

"İslamiyet yobazlara bırakılamayacak kadar mükemmel bir dindir!" diyecek kadar şuurlu birisidir.

"Milletin hayatı, namusu ve toprak bütünlüğü tehlikeye girmedikçe çıkarılan savaş, savaş değil cinayettir!" diyecek kadar adil ve merhametlidir.

"Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki, sinesinde yetiştirerek başının üzerine kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i asliyi çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesinler!" diyecek kadar geleceği gören ve milletinin geleceğini de düşünen bir şahsiyettir.

"Bir milletin yaşlı vatandaşlarına ve emeklilerine karşı tutumu, o milletin yaşama kudretinin en önemli kıstasıdır. Geçmişte tüm gücüyle çalışmış olanlara karşı minnet hissi duymayan bir milletin, geleceğe güvenle bakmaya hakkı yoktur!" diyecek kadar hakkaniyetli bir kişidir.

"Bir devlet adamı, kerameti kendinde görmeye başladı mı devlet adamlığını yitirmiş demektir!" diyecek kadar bilinçli birisidir!

Kendisine 1923 yılında: "Paşam, vekillerin maaşını ayarlayacağız. Ne uygun görürsünüz?" diyen görevliye: "Aman dikkat edin, vekillerin maaşı, öğretmen maaşını geçmesin!" diyecek kadar vicdanlı birisidir!

Sonuç olarak Atatürk, İslam'la değil, din istismarıyla, cehalet ve softalıkla mücadele etmiş, İslam’ı yüceltmiştir! Ve hayatını vatanına, milletine, Kitabına, kutsalına adamış bu “Adam gibi adam”, son nefeslerini vermeden evvel, yani ölüm anında doktoru Neşet Ömer Bey onun yanına girer: “Efendim, dilinizi çıkarsanız da bir görsem, muayene edip ona göre ilaç versem!" derken Atatürk, Ömer Neşet Bey’e bakar, ama gördüğü artık Ömer Bey değildir. Gülümser, gözlerini kapatıp açar: "Ve aleyküm selaam!" der. Hiç kimse anlam veremez, kimse kendisine selam vermeden, Atatürk ne için ve kimin selamına cevap vermiştir? Bu sorunun cevabını Nahl Suresi 32’nci ayetinde verir Rahman olan Rabbimiz:

"Ki melekler, onların canlarını (tertemiz ve aziz vaziyette) güzellikle (ve kolay halde) aldıklarında: ‘Selam size’ (şeklinde iltifat edilir ve) ‘Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere (buyurun) cennete girin’ denilecektir.” (Nahl Suresi: 32)

Evet; Atatürk, halkın hatırını ve refahını arzular, ama sadece Hakkın rızasını arardı… Kalabalıkların dedikodularını değil, Kur’an’ın ve vicdanın sesini esas alırdı. Hatta bir gün yakınlarından birisi: “Efendim, çoğu zaman susuz rakı sanılan ama içinde sade su bulunan kadehinizden dolayı ileride zatıâlinizin ‘sarhoş’ diye anılmasından korkuyorum!” deyince, Atatürk ona: “Bize, ‘Milletin malını ve yetim hakkını çalan, şahsi makam ve çıkar uğruna düşman odaklara taşeronluk yapan, kahraman kılıklı bir hain’ denilmesinden ise, sarhoş denilmesini şeref sayarız!..” diyecek kadar karakterli ve kalender bir devlet adamıdır.

Atatürk'ün ölmeden evvel son olarak gülümsemesi, gözleri ile ve dili ile meleklerin getirdikleri Kutlu selamı alıvermesi, bütün bu anlattıklarımızı doğrular niteliktedir aslında. Elbette herkes kendi hesabını Rahman’a kendisi verecektir! Fakat bilinmelidir ki, asıl iman ve şuur; kişinin insanı, vatanı, bayrağı aşkına ve bunlara hizmet yolunda gösterdiği gayret ve fedakârlıktır! Elbette her şeyin en doğrusunu Allah bilmektedir!" buyurdular, o esnada uyandım.

 


[1] Fatma Betül Erişkin’in Rüyası – Konya - 02.11.2022


Bu yazarin diger makaleleri

Bilmem hasretine, nasıl dayandım Yoluna canımı, serdiğim Sensin! Ebedi dirilten, bir oda...
Devami
  ÖZÜME DÖNDÜM        Gaflet dalaletten, kurtardın şükür Hidâyet buyurdun, özüme döndüm… Riya gizli...
Devami
  MÜ’MİNCE DURUŞ VE DUA          “Ya Rab, ya derman ver; hep...
Devami
   YÜCE HAKİKAT        Tüm mevcudatın madeni, ol kün emrinde saklıdır Her şeyde...
Devami
NEFSİME NASİHAT   “Lime tekulune, ma-la tef’alün”[1] Kendin yapmadığın, niçin yazarsın… Münafık sahtekâr, Kur’an’da...
Devami
  YORULMAYAN YOĞRULMAZ!    Adım adım çıkılır, zafer köşküne General olunmaz, er olmadıkça! İki...
Devami

Makale Paylaşım Sayısı: 566

SON YORUMLAR