Görenlerin Gözü, Bilenlerin Sözü ve Milli Çözüm’ün Özü ile: ERDOĞAN İKTİDARLARININ İCRAATLARI VE MÜNAFIKLIK MANZARALARI
Görenlerin Gözü, Bilenlerin Sözü ve Milli Çözüm’ün Özü ile:
ERDOĞAN İKTİDARLARININ İCRAATLARI
VE
MÜNAFIKLIK MANZARALARI
Erdoğan iktidarları, bazı hayırlı ve yararlı icraatları yanında, birtakım öyle büyük tahribatlar da yapmışlardı ki; yararları, zararları yanında hiç kalırdı. Son yirmi yılda ülkemizdeki ekonomik ve siyasi talanlarıyla beraber asıl; ahlâki, ailevi ve manevi yıkımları üzerinde durmak lazımdı. Maalesef milleti; yediden yetmişe şehvet budalası, şöhret müptelası ve haksız menfaat fırsatçısı bir psikolojiye sokmuşlardı. Geçici ve rezil cinsi arzular, basit ve bedava çıkarlar, tamamen nefsani ve şeytani olgulara ve hayvani duygulara yönelik sosyal medya tuzakları uğruna tüm kutsallar ayaklar altına alınmıştı. Para uğruna her şey pazarlanmaya başlanmış, makam ve çıkar aşkına Din istismarı yaygınlaşmış, İslami şuura ve insani onura sahip kesimler ahmaklıkla suçlanır olmuşlardı. Milli duyarlılık ve vicdani tutarlılık laçkalaşmış; sağcısı solcusu, Dincisi dinsizi, yandaşı karşıtı, Siyonist ve emperyalist dünya sisteminin demokrat köleleri halini almış… Namus, hayâ, onur ve sorumluluk duyguları dejenerasyona uğramıştı. Yalancılık, palavracılık, iftiracılık, riyakârlık, sahtekârlık, kısaca münafıklık ve rol yapmacılık yaygınlaşmış, hatta sanat halini almıştı… Daha da tehlikelisi, siyasiler ve iktidar sahipleri ve onların kiralık kalemleri ve sözcüleri bu dalda ustalaşmışlardı.
Herkes rol yapınca, samimiyet ve dürüstlük azalmıştı!..
AKP iktidarının popülist politikaları yüzünden, giderek daha da yozlaşan ve yoldan çıkan insanların her birinin artık üç-beş maskesi vardı. Herkes duruma ve ortama göre tavır takınmakta, Türkçesi rol yapmaktaydı.
İşte bu nedenle Milli Gazete’de, Burhan Bozgeyik’in “Artistle Münafık irtibatına” dikkat çeken yazısı oldukça çarpıcı ve ufuk açıcıydı:
“Artistlik, san’atlar içerisinde en zor olanıdır. Kendisine biçilen rolü en iyi şekilde hakkını vermeye çalışır. İyi rol yaptığı nispette film piyasasında “aranan kişi” halini alır. Bazen iyi, bazen kötü adam olur. Rolünü çok iyi oynayanlar, seyirciyi öylesine etkiler ki; seyirciler onun artist olduğunu unutur. Kötü adam rollerinin kralı Erol Taş’ı dövmeye kalkar. Kurtlar Vadisi dizisinin efsane karakteri Süleyman Çakır (Oktay Kaynarca), rol gereği vurulup öldüğünde sevenleri ve seyircileri tutup gıyabî cenaze namazını kılar.
Artistlerin dizilerde rol icabı farklı karakterlere bürünmesi seyircinin kafasını karıştırsa da, kısa zamanda bu tuhaf duruma da alışır. Meselâ, Barış Bağcı, “Diriliş Ertuğrul” dizisinde Moğol Kumandanı Baycu Noyan karakterini canlandırdı. “Kötü adam” rolünü çok iyi oynadı. Aynı artist, bu defa “Alparslan Büyük Selçuklu” dizisinde seyircinin karşısına Tuğrul Bey rolü ile çıktı. “İyi adam” rolünü de çok iyi oynuyordu. Adı üstünde “artistti” ve artistlik yapıyordu.
Artistlik ve artistlerin farklı rollere bürünmeleri üzerine, çok çarpıcı bir misal daha verelim; Gürkan Uygun. Kurtlar Vadisi dizisinin meşhur “Memati Baş”ı… Şimdi “Teşkilat” dizisinin bir önceki sezonunda vatan haini “Yıldırım” rolünde idi. “Hain rolünün” hakkını hakkıyla verdi. Kötü adamı çok iyi oynadı. Ekran başındaki seyircileri hayli öfkelendirdi. Seyredenler, “Vay hain oğlu hain!” diye öfkelerini dile getirdiler. Aynı isim, aynı dizinin bu seneki bölümlerinde bu defa seyircilerin karşısına “Efkâr” karakteri ile çıktı. Bu defa vatanperver biri idi. Yine rolünü çok iyi oynuyordu. Bu defa da seyircilerin gönlünde taht kurdu. Zira rolünün hakkını veriyordu.
Artistlerin bu şekilde san’atlarını icra etmelerini niçin anlattık? Sözü asıl konumuz olan münafıklara getirmek istiyoruz. Münafıkların anlaşılması için bu artistlerden örnekler veriyoruz. Bakınız yukarıda örneğini verdiğimiz ve daha pek çok örnek verebileceğimiz artistler, kendilerine verilen rolleri en iyi şekilde oynamaktadırlar. Münafıklar da öyle... Kendilerine verilen rolleri mükemmel şekilde oynamaktadırlar. Belki de en meşhur artistleri ceplerinden çıkaracak derecede bir maharetle rol yapıyorlar.
Artistler, en kötü adam rolünü oynasalar da onların verdiği zararlar sadece filmde kalmaktadır. Münafıkların verdiği zararlar ise filmdeki gibi değildir, gerçektir ve müthiş tahribat yapmaktadır. “Lawrence”yi (Lovrıns) hatırlayınız. Bir adam, koca İmparatorluğun kolunu kanadını kırmıştır. Yaptıklarının sonunda; Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır, Irak, derken Filistin, Suriye elimizden çıkmıştır. Diyeceksiniz ki; ona “münafık” denmez, “ajan” denir, öyledir ama o uzun bir müddet “Müslüman” rolüne bürünmüş, dindar ve kurtarıcı kahraman rolünü oynamıştır. Kendisi söylüyor; “Kendimi rolüme öylesine kaptırmıştım ki, kimsenin olmadığı zaman da bazen namaz kılıyordum” diyor.
İslam tarihindeki mel’un münafıkların yaptıklarını hatırlayınız. Asr-ı Saadet’teki meşhur münafık Abdullah b. Übey b. Selül’ün yaptıklarını ve Şiiliğin temelini atışını; Şii vezir Alkame’nin Moğollarla işbirliği yaparak yüz binlerce Bağdatlı Müslümanın hunharca katledilmesine zemin hazırlayışını, Selçuklu ve Osmanlı Devleti’nin içerisindeki münafıkların yaptıklarını hatırlayınız.
Kur’an-ı Kerim’i okuduğumuzda münafıkların ne kadar tehlikeli bir mahlûk olduklarını anlamaktayız. İşte bu yüzden Rabbimiz (CC) bizleri münafık tehlikesine karşı özellikle ve defaatle ikaz buyurmaktadır. Bunlar rollerini öylesine mükemmel oynamaktadırlar ki, bir zamanlar komünist iken bir anda takva ehli bir Müslüman olabilmekte, bir zamanlar her türlü haltı yemelerine mukabil, birden tavır değiştirip ahlâk timsali bir kişi rolüne bürünebilmektedirler. Gerçekte kalplerinde zerre kadar iman ve merhamet olmadığından, isterse bütün Müslümanlar cehenneme gitsin, umurlarında bile değildir. Teşkilat dizisindeki Yıldırım gibi, ecnebilerle iş birliği yapmaktan, vatanını satmaktan çekinmezler.”[1]
“Kirâmen Kâtibin” Meleklerimiz ve Internet Explorer Geçmişimiz!
“Artık kim zerre kadar (ya bizzat) hayır yapmış (veya iyiliklere vesile ve sebep olmuş)sa, onun karşılığını mutlaka görecek (ve alacaktır).” (Zilzâl: 7)
“Ve kim de zerre miktarı şer işlemiş (veya kötülüğe sebebiyet vermiş)se, onun da cezasını mutlaka görecek (ve bulacaktır).” (Zilzâl: 8)
İlahi hükmü gereği kıyamet günü zerreler üzerinden bir hesaba tâbi tutulacağımız açıktır. Zerrelerin bile hesabını vereceğimiz bir günde sanal âlemde yaşadıklarımız da elbette ki bu hesabın içinde olacaktır. Bir gönderi ile günaha sürüklediğimiz, hakkına girdiğimiz, alay ettiğimiz, iftira ettiğimiz, kötü niyetlerle resimlerini incelediğimiz kimseler de ahirette karşımıza dikilip bizden şikâyetçi olacaklardır.
Bir saniye bile sürmeyen bir tıkla paylaştığımız bir resim veya söz, binlerce hatta milyonlarca insanın hayatında iyi veya kötü bir etki bırakacaktır. Bu etkiler de bizim amel defterimize hayır veya şer olarak muhakkak yazılacaktır.
“Onun (insanın) sağında ve solunda oturan iki alıcı (melek, bütün yaptıklarını) anında (ve sürekli olarak) yazmaktadırlar. (Memur melekler onun her söz ve davranışını manevi kamerayla kayıt yapmaktadırlar.)” (Kaf: 17)
“(İnsanın ağzından veya kaleminden) Hiçbir söz çıkmasın (ve yazmasın) ki, yanında gözetleyen ve söylediklerini zapta geçiren (bir melek mutlaka) hazır bulunmasın.” (Kaf: 18)
İnsan, Allah tarafından görevlendirilmiş özel melekler aracılığıyla sürekli olarak izlenerek tüm hayatı kayıt altına alınır. Sanal âlemdeki tüm yapıp ettiklerimiz de bu meleklerin kayıt defterlerinde yer alacaktır.
Takipçilerimiz, beğenilerimiz ne kadar artarsa artsın bizi takip eden o görevli iki meleği hiç unutmamak lazımdır… Belki Internet Explorer geçmişini silebiliriz, hatta hard diskimizi bile yok edebiliriz ama meleklerin kayıt defterlerini silmemiz imkânsızdır.
Onları sahte hesaplarla asla yanıltamayız. Hiçbir hacker, tüm hayatımızı kayda aldıkları çekimlerin şifrelerini kırıp bilgilerini silemez. Onların kota sorunu yoktur. Bağlantı sorunu da yaşamazlar. Onları spam olarak da işaretleyemeyiz. Şikâyet edemeyiz, engelleyemeyiz.
“(Herkesin önlerine bütün amellerinin kayıtlı olduğu) Kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkârların, onda (amel dosyasında kayıtlı) olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıldıklarını göreceksin. ‘Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp her şeyi sayıp-döküyor?’ diye (pişmanlık göstereceklerdir. Bütün) yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulacaklar (ve şaşkınlık geçireceklerdir.) Rabbin hiç kimseye (ve hiçbir şekilde) zulmetmeyendir.” (Kehf: 49)
Ayette bahsi geçen “amel defterini”, bu dünya hayatında yaptığımız iyi ve kötü bütün işlerin ve sözlerin eksiksiz ve hatasız olarak kayıt altına alındığı bir uygulama olarak tarif edebiliriz. Bu kayıtlar davranışlarımızı, olaylar karşısındaki tavırlarımızı, sözlerimizi içerdiği gibi niyetlerimizi de kapsamaktadır. Hayatımızın hiçbir anı, hiçbir sözümüz, hiçbir hareketimiz bu kayıtların dışında kalmayacak, kıyamet günü insanlar hesaba çekilirken amel defteri tüm yapıp ettiklerimizi ortaya dökecektir. Elbette ki internet ve sosyal medyada yaptıklarımız, oralarda geçirdiğimiz zamanlar da bu defterin içerisinde kayıtlı olacaktır.
Amel defterimizde, sosyal medya hayatının kaplayacağı alan doğal olarak bizim orada geçirdiğimiz vakitle orantılıdır. Yani günlük ortalama birkaç saat sosyal medya ile vakit geçiren bir insanın amel defterinde internetin yeri oldukça geniş yer tutacaktır. Aslında insan sosyal medyayla kendi amel defterinin bir nevi küçük bir kopyasını da tutmaktadır. Ne yedik, neredeyiz, kiminleyiz, hangi saatte ne yaptık, Instagram ve Facebook paylaşımlarımız bunun en açık kanıtlarıdır. Ömür boyu Instagram ve Facebook paylaşımları hayatımız ve uğraşlarımız-amaçlarımız hakkında önemli ipuçları barındırmaktadır.
Unutmayalım, kıyamet günü gerçek âlemde yapıp ettiklerimizden daha fazla, sanal âlemdeki hayatımız başımıza bela olacaktır. Çünkü gerçek hayattaki insanlardan başka sanal hayatta, sosyal medyada ilişki kurduğumuz binlerce insanla da kıyamet günü hesaplaşacağız. Ne kadar çok insan ne kadar çok internet programı o kadar çok hesap anlamı taşır. Nüfusu bini geçmeyen bir kasabada yaşıyor olabiliriz ancak internet aracılığıyla milyonlarca insana ulaştığımızı da unutmayalım...”[2] Evet Abdulaziz Kıranşal’ın mükemmel tespitiyle “Internet Explorer geçmişimiz” aslında ayar ve ahlâk aynamızdır; bunlar bizim niyet ve amel kayıtlarımız ve kanıtlarımızdır!
“Tayyip Erdoğan’ın hiçbir kutsalı yok!” diyen AKP'nin eski milletvekili Ahmet Faruk Ünsal, AKP'li 20 yılı ve Erdoğan'ı yorumlamıştı!
AKP'nin ilk dönem milletvekillerinden, eski MAZLUMDER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, AKP'nin 20 yılını yorumlamıştı.
"Bugün geldiğimiz tablo itibariyle böyle antidemokratik, tek başına gücü kullanan, hukuku ayak bağı gören, devletin bütün kurumlarını ayağının altında çok rahat tepeleyen bir iktidar pratiğine bakıldığında 'bunların böyle olacağı' belliydi deniyor. Ama ben bu kadar kötülüğü bir ontolojinin konusu yapan siyasal analizleri çok doğru bulmam. 'Zaten kötüydüler ve kendilerini perdeliyorlardı, gücü elde ettiler ve gerçek yüzleri açığa çıktı' yaklaşımı bence hayatın realitesine de aykırı. Çünkü hayat nihayetinde diyalektik bir süreçtir."
“AKP’yi kapatma davası sonrası Fetullah grubu ile flört, nikâha dönüşmeye başladı!"
27 Nisan e-muhtırası ve Cumhurbaşkanı seçimiyle AKP'nin devletin sert yüzüyle, parti kimliğiyle karşılaştığını söyleyen Ünsal; AKP'nin kapatma davası sonrası Fetullah grubuyla arasındaki flörtün nikâha dönüştüğünü açıklamıştı:
"Bunun Fetullah grubunun sadece poliste ya da iç işlerinde örgütlü olmasıyla alâkalı bir konu olduğu kanaatinde değilim, biraz daha ötesi uluslararası boyutu olduğunu düşünüyorum. Düşünün; Genelkurmay koridorlarını dinleyip, bunları önce bir internet sitesinde yayınlatıp, sonra da falanca internet sitesinde bunlar yayınlanıyor diye Zaman gazetesinde, Samanyolu'nda habere dönüştürüyorsanız, bunlar polisin tek başına Genelkurmay’ı dinleme kabiliyeti olduğu için yaptığı şeyler değildir. Büyük bir tasfiye düşünülüyordu kanaatimce ve Büyük Ortadoğu Projesi dedikleri şey de oydu muhtemelen."
AKP'nin ayarlarını bozan en önemli süreçlerin başında Arap Baharı'nın geldiğini söyleyen Ünsal; bu konuda da şu vurguları yapmıştı:
"Arap Baharı AKP'ye şunu hatırlattı: Biz İmparatorluk bakiyesiyiz, biz esasında Tunus'un da Libya'nın da abisiyiz havasına kapılmışlardı. Arap Baharı’nın Tayyip Erdoğan'a İmam Hatip’te aldığı veya Ahmet Davutoğlu'nun geleneksel İslamcı çevrelerden kaptığı kültürün tekrar dirilmesine sebep olan bir etkisi yaşandı. Hem daha güçlü oluruz hem de Büyük Orta Doğu Projesi dediğimiz şeyin dünyayla entegrasyonu bizim üzerimizden olur, diye düşünmeye başlamışlardı. Hatırlayın, Tayyip Erdoğan Mısır'da, Tunus'ta mitingler yaptı. Bir ülkenin Cumhurbaşkanı’nın, gidip bir başka ülkenin sokağında miting yapmasına tarihte rastlanmamıştı!.."
Arap Baharı'nın yanı sıra 17-25 Aralık sürecinin AKP'nin "ayarını kaçıran" önemli tarihi kavşak olduğunu söyleyen Ünsal, 17-25 Aralık'ın etkisini şu sözlerle vurgulamıştı:
"17-25 Aralık AKP'nin bütün ayarını kaçıran, moralini-korkularını tetikleyip telaşlandıran büyük bir travmaydı. Çünkü devletin muktedirlerinin telefonlarını dinleyen, Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde onları doğrudan polis ve bekçi marifetiyle lojmanlarından kelepçeleyerek AKP'nin önüne servis edenler, 'Yetmez, seni de istiyoruz!' deyince film koptu, ve orada bir kavga başladı. Hukukun temel ilkelerinin ortadan kalkması, kurumların yerle bir edilmeye kalkışılması ve 15 Temmuz’da yaşanan sürecin aslında ilk adımı 17-25 Aralık'ta atıldı."
Kendisi de eski bir AKP'li olan Ahmet Faruk Ünsal; AKP'de yaşanan kopuşlara ve Erdoğan'ın eski arkadaşlarını gözden çıkarmasına dair de hayli sert eleştiriler yapmıştı:
"Kanaatimce Tayyip Erdoğan'ın hiçbir kutsalı kalmamıştır, hiçbir şeye inandığını sanmıyorum. Her şeyi siyasal ikbali için istismar eder, kullanırdı. Eğer zamanı geçmişse, atar gider başka şeyler de yapardı. Mesela bakın çok güncel bir konu, eşcinsellik meselesine bakalım. Hani anayasa değişikliği yapacağım, evlilik kadın ve erkekler arasındadır gibi bir madde koyacağım falan diyor ya. Ya kardeşim LGBT'ye karşıyım diyorsun ama sen Bülent Ersoy'u iftar sofralarına çağırıyorsun. Yani o LGBT'nin T'si Bülent Ersoy işte!?"[3]
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın İtirafları ve AKP İktidarının İkiyüzlü Politikaları!
TVNET’te Ayşe Böhürler’in sunduğu “Türk Kahvesi” programında “İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin kadına yönelik şiddetle mücadeleyi engelleyip engellemediğinin” sorulması üzerine AKP’li Adalet Bakanı Bekir Bozdağ: “İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye çekilmiştir, ama o sözleşmenin uygulama kanunu olan 6284 sayılı kanun şu an yürürlüktedir. O kanun fiilen ve resmen geçerlidir! Yani o kanundaki hükümler Türk mevzuatının ve iç hukukumuzun bir parçasıdır ve onlar şu anda uygulanmaya devam edilmektedir!”[4] gerçeğini ağzından kaçırmıştı.
“6 Yaşında Nikâhlandım, 7 Yaşında Tecavüze Uğradım!” itirafı!
Bir tarikatın önde gelen isimlerinden biri sayılan ve Hiranur Vakfı’nın kurucusu olan Yusuf Ziya Gümüşel’in kızı H. K. G. korkunç itiraflarda bulunmuşlardı. Henüz 6 yaşındayken imam nikâhı ile evlendirildiğini anlatan H. K. G. 7 yaşından itibaren tecavüze uğradığını aktarmıştı. Genç kadının 2012 yılında verdiği ilk şikâyetin ardından açılan soruşturmanın üstü tartışmalı bir şekilde maalesef kapatılmıştı.
Yusuf Ziya Gümüşel’in kızı H. K. G. 1998’de İstanbul Fatih’te doğmuştu. Kadınların çarşaflı, erkeklerin uzun sakallı, cübbeli ve sarıklı olduğu tarikat dünyasında minik bir kız çocuğuydu. Savcılık iddianamesine göre, babası tarikatı yaymak için İstanbul Çengelköy’deki Hz. Hamza Cami Medresesi’ne yollanmıştı. Çengelköy’de müritlerin oturduğu bir apartmanda yaşıyorlardı. Karşı dairede tarikat mensuplarından hali vakti yerinde Kadir İstekli vardı ve 29 yaşındaydı. Henüz 6 yaşındayken H. K. G’ye gelinliğe benzeyen beyaz bir kıyafet yakıştırarak Kadir’i gösterip “O artık senin kocan!” diye fısıldamışlardı. Kadir onu bir fotoğraf stüdyosuna götürmüştü. Birlikte fotoğraf makinesine bakarken küçük kız evcilik oynadıklarını sanıyordu. H. K. G. imam nikâhı kıyıldıktan 1 gün sonra istismara maruz kaldığını anlatıyordu.
Evet, insanlarda değil, hayvanlarda bile böyle bir zulme ve rezalete rastlanmıyordu.
AKP’nin girmek için can attığı ve her türlü hakaretine katlandığı Haçlı dünyasında da Papa, çocuk istismarına göz yummaktaydı!
Hollandalı bir gazetecinin araştırması, Papa 2. John Paul'ün (2. Ioannes Paulus) Katolik Kilisesi'nin başına geçmeden önce piskoposluk yaptığı bölgedeki bazı rahiplerin çocuk istismarını görmezden geldiğini ortaya çıkarmıştı. Hollanda kamu yayıncısı NOS'ta yer alan haberde, gazeteci Ekke Overbeek'in üç yıl boyunca Papa 2. John Paul'ün doğduğu ve piskoposluk yaptığı Polonya'da yaptığı arşiv araştırmaları gündeme taşınmıştı. Söz konusu araştırmaya göre, Papa 2. John Paul piskoposluk yaptığı Polonya'nın Krakow şehrinde idaresi altındaki bazı rahiplerin cinsel istismarını göz ardı etmiş ve onları görevden almamıştı.
Gazeteci Overbeek'in araştırmalarını kitap olarak hazırladığı ve yakında Lehçe olarak basılacağı belirtilen haberde, Varşova Üniversitesi Kültürel Antropoloji Profesörü Stanislaw Obirek'in ilk taslağını incelediği kitap hakkında "2. Jean Paul'ün gençliğinde de aziz biri olduğuna ilişkin mitleri yıkacak derecede gerçek, ilk elden ve tutarlı tarihi bilgiler bulunuyor." yorumunu yapması enteresandı.
İşte Türkiye’yi bu Haçlı AB’ye sokmak için çırpınanların bizi nasıl bir ahlâksızlık batağına itmeye çalıştıklarını artık anlamak lazımdı!..
Bursa’nın CHP’li Nilüfer Belediyesi, LGBT İçin Özel Merkez Kurmuşlardı!
Her fırsatta LGBT'ye desteğini açıklayan ve aileye yönelik bir tehdit olmadığını dile getiren CHP, Nilüfer Belediyesi'nde LGBT için özel merkez kurmuşlardı. Ve yine İYİ Parti'nin Gençlik Uluslararası İlişkilerden Sorumlu Merkez Yürütme Kurulu, Sosyal Politika, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği'ni (SPoD) ziyaret edip kutlamışlardı. Bir tarafta AKP aile kavramının korunması için seçim yatırımı ve ayıplarını kapatıcı göstermelik adımlar atarken diğer yanda CHP'li Nilüfer Belediyesi’nin, LGBT için özel merkez kurması kafaları karıştırmıştı. Belediyenin sitesinden merkeze ilişkin yapılan açıklamada, "LGBTİ+bireylere (lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks) hizmet vermesi yönü ile Türkiye’de bir belediye bünyesinde kurulan ilk dayanışma merkezi olma özelliğini taşımaktadır." ifadeleri yer almıştı.
Özlem Zengin’in Eski Eşi Erkan Topal’ın Karanlık İrtibatları!
AKP’li Özlem Zengin’in eski eşi Erkan Topal, bir dönem Abdullah Gül’ün mali danışmanlığını yapmıştı.
Erkan Topal’ın çevresi geniş... Abdullah Gül ile 1990’da ABD’de tanışıp, çalışmışlardı. O dönem Özlem Hanım ile evli durumdaydı. İlk çocukları ABD’de doğmuşlardı. 2003 yılında da Abdullah Gül’ün mali danışmanıydı. Yani o derece yakınlardı. Erkan Topal Erciyes Üniversitesi İşletme Bölümü’nden 1983 yılında mezun olunca aynı üniversitede araştırma görevlisi yapıldı. Yüksek lisansı Ege Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünde tamamladı... Sonra, Milli Eğitim Bakanlığı yurt dışı bursuyla ABD'ye yollandı. Yurt dışı bursları Cemaat'in kontrol ettiği döneme rastlamaktaydı. 2003 yılından sonra AKP ile birlikte siyaset hayatı başlamıştı. Fetullah Gülen’e yakındı. Şimdi Sabahattin Zaim Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünde çalışmakta ve siyaset perdesini çekmiş gibi davranmaktaydı. Oysa, bir zamanlar Erdoğanlar, Abdullah Güller ve Binali Yıldırımlar ile oldukça sıkı fıkıydı! Şimdi ise attığı tweetlerle iktidarı acı ve acıtıcı şekilde iğnelemeye başlamıştı?![5]
AKP ve Erdoğan’la ilgili bazı gerçekleri açıklayan Sedat Peker, MHP ve Devlet Bahçeli’yle ilgili bildiklerini niye saklarlardı?
“Sayın Sedat Peker,
Sizin beş videoda yapmış olduğunuz konuşmaların tümünde de şu ‘nakarat’ yer almaktadır:
Biz bu vatanın fedaileriyiz! Biz bu vatanın serdengeçtileriyiz! Biz bu vatanın delileriyiz!
Sayın Sedat Peker,
Son 35 yılda, özelleştirme adı altında, Vatanın Varlıkları, yani Türk Milleti’nin birikimleri ve zenginlikleri yabancı-yerli şirket ve kişilere satıldı. Vatanın yer altı ve yer üstü madenleri yağmalanırken siz kimlere fedailik yapıyordunuz? Vatanın fabrikaları ve işletmeleri yabancı ve yerli kişilere peşkeş çekilirken siz kimlere karşı serdengeçtilik yapıyor, yani kelle koltukta savaşıyordunuz?
Bodrum’da Yalıkavak Yat Limanı’na Mehmet Ağar’ın “çökmüş” olduğunu iddia ederek uzun uzun hesap soruyorsunuz. Peki, vatanın tüm limanlarına yabancılar “çökerken” görünür bir delilik yaptınız mı, yani vatanı delicesine sevdiğinizi dosta da düşmana da gösterdiniz mi?
Sayın Sedat Peker,
Vatanın tarım toprakları yabancıların eline geçerken siz kimlerin fedailiğini yapıyordunuz? Türk çiftçisinin yerli tohum kullanması yasaklandığında, başta Siyonist İsrail devleti olmak üzere yabancı ülkelerden ithal edilen, DNA’sı değiştirilmiş kısır tohumlar Türk çiftçisine dayatıldığında kimlerin adına serdengeçtilik yapıyor, yani “Kelle Koltukta” savaşıyordunuz? Türk bankaları birer birer yabancıların eline geçerken, vatanın delileri olarak ortaya çıktığınızı gören oldu mu?
Sayın Sedat Peker,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin malı, yani Türk halkının varlıkları Konya Şeker Fabrikası’na, Amasya Şeker Fabrikası’na, Kütahya Şeker Fabrikası’na ve Adapazarı Şeker Fabrikası’na, sizin deyiminizle, çöktüler! Neden o zaman, “Biz bu vatanın fedaileriyiz” deyip ortaya çıkmadınız?
2003 yılında, Türk halkının malı olan dev kuruluş PETKİM’e çöktüler! Biz bu vatanın serdengeçtileriyiz diyerek ayağa fırlamanız gerekmez miydi? Haziran 2003’te, Türkiye’de en çok ciro yapan, en çok para kazanan ve devlete en çok vergi veren, her yıl Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu listesinde birinci sırayı alan, 4 bin işçinin çalıştığı, Türk halkının malı, dev kuruluş TÜPRAŞ’a çöktüler! Biz bu vatanın delileriyiz, vatanımızı deliler gibi severiz, varlıklarımızı kimseye kaptırmayız deyip neden ortaya çıkmadınız?
Sayın Sedat Peker,
Şubat 2019’da, yani bundan iki yıl önce, “Vatanı Satanlar” adlı kitabımız yayımlandı. Bu kitabımın kapağında 76, içinde ise yaklaşık 300 Vatan Satıcısının adı bulunmaktadır. Toplam sayıları yaklaşık 400’ü bulan bu kişiler sıradan kişiler değildir! Bu kişiler Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Başbakan Yardımcılığı ve Bakanlık yapmış kişilerdir.
Devletimizin en üst yönetiminde bulunmuş bu kişilerin birer Vatan Satıcısı olduğunu doğruluğu tartışmasız belgelerle ortaya koydum. Sizin saygıda kusur etmediğiniz Devlet Bahçeli de, kitabımdaki kişilerden biridir! Sizin ağır biçimde suçladığınız Mehmet Ağar, Berat Albayrak ve Süleyman Soylu, kitabımda adları geçen Vatan Satıcılarıdır!
Sayın Sedat Peker,
Kitabımda adları Vatan Satıcıları olarak geçen dört eski bakan Yargı’ya koştular: Namık Kemal Zeybek, Abdüllatif Şener, Sadettin Tantan ve Rıfat Serdaroğlu. Bu dört eski bakan Yargı’dan şunları talep ettiler: Kitabın baskısı hemen durdurulsun, ülke genelinde kitaplar toplatılsın ve kitabın yazarı hapse atılsın! Sonuç ne oldu biliyor musunuz? Yargı tüm iddia ve talepleri REDDETTİ.
Sayın Sedat Peker,
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a “Recep Abi” demektesiniz. Şimdi size, “Recep Abiniz” hakkında biraz bilgi sunmak isterim. Vatanı Satanlar kitabımda kendisine 25 sayfa ayırdım, sattığı vatan varlıklarının listesi o denli uzun yer aldı! Şimdi size sormam gerekiyor: Vatanın varlıklarını satan “Recep Abinizin” karşısına dikilebilir misiniz, ‘Ben bu vatanın fedaisiyim’ deyip ondan hesap sorabilir misiniz?
Çok önemli bir konu daha var: Dünyadaki en büyük, en zengin Bor madenleri Türkiye’dedir. Başta Amerika olmak üzere çok sayıda ülkenin gözleri Bor madenlerimizdedir. Bakın ne oldu: Bor madenleri, Türkiye Varlık Fonu’na devredildi. Fonun başında da Recep Tayyip Erdoğan var! Sizin dilinizle söyleyeyim: Bor madenlerimize “Tayyip Abiniz” çöktü! İstediği zaman, istediği kişilere, istediği fiyata satabilir! Bu çok önemli konuyu da “Vatanı Satanlar” kitabımda, ayrı bir bölümde, belgeleriyle okurlara sundum.
Bu konuda size sorum şu olsun: “Tayyip Abiniz” bu Vatanın, bu Milletin varlığı olan Bor madenlerini yabancılara satmaya kalkışırsa, bir Vatan Fedaisi olarak, bir Vatan Serdengeçtisi olarak, bir Vatan Delisi olarak, karşısına dikilebilecek misiniz?
Sayın Sedat Peker,
Kişinin aynası, yaptığı işlerdir, söylemleri değil! Söylemleriyle tozu dumana katan, vatanseverliği, milliyetçiliği kimseye bırakmayan bir kişiye hemen inanıp kanar mıyız, yoksa dönüp somut olarak ne yaptığına, ortaya ne tür yapıtlar bıraktığına mı bakarız? İşte, ben öyle yapıyorum. Söylemlerinizdeki nakaratı ele alıyor ve vatanımız satılırken neden ‘Vatanın fedailiğini’ yapmadığınızı soruyor, sorguluyorum! Vatanın varlıklarına yerli ve yabancılar ‘çökerken’ niçin ‘vatanın serdengeçtisi’ olduğunuzu göstermediğinizi soruyor, sorguluyorum! Vatanın varlıkları birer birer yerli ve yabancı sömürgecilerin eline geçerken neden ‘vatanın delisi’ olduğunuzu haykırmadığınızı soruyor, sorguluyorum!
Sayın Sedat Peker,
Siz, konuşmalarınızda şu iki kavrama, haklı olarak, çok önem veriyorsunuz: Dürüst olmak ve namuslu olmak. Size suç atanlara, tüm karşıtlarınıza “Dürüst olun!”, “Namuslu olun!” diye parmak sallıyorsunuz. Şimdi ben de size, ama parmağımı sallamadan uygarca sesleniyorum: Dürüst olun, namuslu olun! Siz bugüne kadar ne bir vatan fedaisi, ne bir vatan serdengeçtisi ne de bu vatanın delisiydiniz!
Siz, adlarını kitabımda verdiğim bazı VATAN SATICILARINA, türlü biçimlerde UŞAKLIK yapmış bir kişisiniz! Henüz 50 yaşındasınız, yani gençsiniz.
Eğer bundan sonra dürüst ve namuslu davranırsanız gerçek bir vatansever olabilirsiniz! Ben, kişilerin geleceği hakkında her zaman olumlu düşünmeyi yeğlerim…” diyen Yılmaz Dikbaş’a cevap verip bazı gerçekleri ve kendi gerekçelerini açıklayacak mıydı? Yoksa Sedat Peker yerine bu soruları, Rahmetli Erbakan Hocamıza: “Şerbakan!..” diyecek kadar alçalan ve Erbakan’ın aynasında kendi sıfatını görüp havlayan Yeniçağ yazarı Cazim Gürbüz mü yanıtlayacaktı?!
Erdoğan İktidarı, Türkiye’yi İsrail’e Taşeron Konumuna Taşımıştı!
Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin yeniden normalleşmesiyle güya iki ülke arasındaki ticaret olumlu sinyaller vermeye başlamış-mış... 100 kişilik özel heyetle Türkiye'ye gelen Siyonist patronlar 12 milyar dolarlık açıklama yapmışlardı. İsrail’in önde gelen 60 firmasından 100 kişilik alım heyeti, Türk firmalarla yeni işbirlikleri için İstanbul’a taşınmışlardı. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri, Dindar Kahraman Erdoğan sayesinde ticarete de güya pozitif yansıyacaktı.
"Önümüzdeki 5 yılda ihracatımızı en az 12 milyar dolara, dış ticaret hacmimizi 15 milyar dolara çıkarabiliriz" Tuzağı!
Heyete ev sahipliği yapan Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mustafa Gültepe, Türkiye ve İsrail’in bölgenin en güçlü iki aktörü olduğunu vurgulamıştı. Türkiye-İsrail ilişkilerinin zaman zaman sıkıntılı dönemlerden geçse de özellikle ticari bağların hep güçlü kaldığına dikkat çekerek; “İsrail en çok ihracat gerçekleştirdiğimiz ilk 10 ülke arasında bulunuyor. Sadece son 5 yılda ihracatımızı yüzde 100’ün üzerinde artırarak 6,4 milyar dolara çıkardık. 2022’nin Ocak-Kasım döneminde, geçen yılın tamamındaki hacmi yakaladık. İsrail’den yıllık ithalatımız ise 2 milyar dolarlarda seyrediyor. Kabaca toplam dış ticaret hacmimiz 9 milyar dolar seviyelerinde bulunuyor. Önümüzdeki 5 yılda ihracatımızı en az 12 milyar dolara, dış ticaret hacmimizi 15 milyar dolara çıkarabiliriz. Çünkü iki ülkenin üretim gücü ve coğrafi yakınlığı ticaretimizi çok daha büyütebileceğimiz bir potansiyeli barındırıyor. Çelikten kimyaya, otomotivden hazır giyime ülkemizdeki birçok sektörümüzün zaten İsrailli firmalarla işbirlikleri var. Karşılıklı ‘kazan-kazan’ ilkesi çerçevesinde ilişkilerimizi çok daha ileriye taşıyabiliriz. İşbirliğimizi gıda, tarım, hayvansal ürünler, kozmetik ve ev tekstili başta olmak üzere farklı birçok sektörle genişletip güçlendirebiliriz. Memnuniyetle görüyorum ki iki tarafta da bu potansiyeli harekete geçirme konusunda güçlü bir irade bulunuyor. Biz, ticareti sadece alışveriş olarak görmüyoruz, güçlü ticari bağların hem iki ülke ilişkilerinin daha sağlam temellere oturmasını sağlayacağını hem de bölgenin barış ve huzuruna katkı sunacağını umuyoruz!..” sözleriyle Erdoğan iktidarının, maalesef İslam Dünyasına lider ve lokomotif olma potansiyeli taşıyan Türkiye’mizi; ülkemizi de içine alan büyük İsrail projesinin takipçisi olan Siyonist İsrail’e ekonomik ve siyasi taşeron konumuna taşıdığını açığa vurmaktaydı.
İsrail Ticaret Odaları Federasyonu Başkanı Uriel Lynn ise: "Türkiye’yi biz evimiz kadar yakın hissediyoruz. Ticari ilişkilerimizin gelişmesine de büyük önem veriyoruz. Türkiye’de çalıştığımız firmalarla aramızda güvene dayanan dostane bir işbirliği var. 2022 Mart ayında TİM öncülüğünde yaklaşık 100 kişilik heyet İsrail’i ziyaret etmişti. Bu kez de biz yaklaşık 100 kişilik heyetle buradayız. Bu boyutta bir heyetle ilk kez Türkiye’deyiz. Heyettekilerin hepsi alım için geldi. 400’ün üzerinde Türk firması ile görüşmelerimiz olacak. Çin’den mi, Türkiye’den mi? derseniz elbette Türkiye’den almak istiyoruz. Türkiye’den üç dört günde İsrail’e sevkiyat yapılabiliyor. Türkiye’nin potansiyeli, ürün çeşitliği çok zengin, fiyat olarak da uygun. O nedenle Türkiye ile ticareti geliştirmeye büyük özen gösteriyoruz. Hedefimiz Türkiye ile ticaretimizi çok daha yukarılara taşımak. Ülkelerimiz arasında halen 9 milyar dolar civarında olan dış ticaret hacmini iki yılda 13 milyar dolara çıkarabiliriz" ifadelerini kullanmış ve bizi haklı çıkarmıştı. Çünkü Siyonist İşgalci ve Terörist İsrail’e sağlanacak her destek, Filistinli mazlumlara yönelik zulümlere arka çıkmaktı, meşruiyet kazandırmaktı…Yetmez; ülkemizin yarısı dahil, 26 İslam Ülkesini parçalamayı amaçlayan Büyük İsrail planına taşeronluk yapmaktı!..
Oysa artık ABD, İsrail ve müttefiklerinin, teröristleri Suriye ve Irak’ta eğittiklerinin bilinmeyen bir yanı kalmamıştı. Çünkü gerek Suriye ve Irak’ta gerek Yunanistan’daki Lavrion Kampı’nda bölgemizde faaliyet gösteren ve hedeflerinin Irak’tan sonra Suriye’de de özerk bir oluşumu hayata geçirmek olduğu bilinen terörün arkasında ABD ve İsrail vardı. Bunu anlamak için yıllar önce açıklanan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) uygulamaya konulmuş olduğunu hatırlatmak lazımdı. Zaten medyaya yansıyan haber ve yorumlarda Suriye’de, Fırat’ın doğusunda PYD/YPG kontrolünde özerk bir bölgenin oluşturulduğu anlaşılmaktadır.
Bu girişimlerin hedefinde İsrail’in güvenliğinin sağlanması ve Büyük İsrail’e giden yolun açılması vardı. Bu arada terör örgütleri sadece Suriye ve Irak’ta besleniyor ve eğitiliyor sanılmasındı. Yıllardan beri AB ülkelerinden devşirilip bu terör örgütlerine katılmadan önce eğitimlerinin tamamlandığı Yunanistan’daki Lavrion Kampı da işin AB boyutunu ortaya koymaktaydı. Çünkü her fırsatta Türkiye’den bazı Batılı ülkelere “teröre destek vermemeleri gerektiği” hatırlatılıyor olsa da, Haçlı Dünyası bize karşı ortak hareket sergiliyorlardı... Bu arada Yunanistan’ın başı sıkıştığında sadece AB ülkeleri değil ABD’nin de anında soluğu Yunanistan’ın yanında alıyor olması, aslında açıklanmamış olsa da Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulanması konusunda ilan edilmemiş bir ABD-AB ve İsrail mutabakatıydı.
[1] Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız
[2] Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız
[3] Röportaj: Müjgan Halis - 01.11.2022
[4] TVNET- Ayşe Böhürler - 17 Temmuz 2022 (https://www.youtube.com/watch?v=TT8-ay1bJDk)
[5] Hürrem Elmasçı - OdaTV - 24 Şubat 2021
< Önceki | Sonraki > |
---|