Burada adlarını ve sıfatlarını söylememiz münasip olmayan bazı önemli ve rütbeli şahsiyetler, 54. Cumhuriyet Hükümetinin Başbakanı olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamıza gelip:
“Sn. Hocam, yıllardır Sizi dikkatle takip ediyoruz.. Milli siyasetinizi ve insani projelerinizi hayranlıkla izliyor ve ülkemiz adına umutlanıyoruz. Ancak bir takım Belediye Başkanlarınızın, bazı milletvekili ve il başkanlarınızın, Sizin bu olumlu ve sorumlu yaklaşımlarınıza hiç uymayan çirkin ve çelişkili tavırlarını görünce doğrusu içimiz kaçıyor ve kafamız karışıyor.. Acaba, Erbakan Hoca mı, gerçek Milli Görüşçü ve samimi dava öncüsü, bunlar ucuz kahramanlık ve şarlatanlık peşinde koşuyor, yoksa gerçek Milli Görüşçü bunlar da, Erbakan mı bizi idare ediyor? Diye sormaktan kendimizi alamıyoruz” dedikleri ve bunu bizzat Hoca’nın üzülerek anlattığını biliyoruz.
Neyse ki, Milli Görüş davasının ve Erbakan Hoca’nın yanlış anlaşılmasına, hatta kasıtlı olarak işini zorlaştırmaya çalışan bu tür çıbanlar deşilip gitmiş bulunuyor.
Şimdi Aydınlık Dergisini okurken de, benzeri konular kafamıza takılıyor.
Sn Doğu Perinçek gibi, ciddi ve cesaretli tavırlı, Milli ve manevi konularda duyarlı ve saygılı aydınlarımız yanında, maalesef alakasız, hatta ahlaksız biçimde İslam’la AKP’yi özdeşleştiren ve inatla Milli Görüşle işbirlikçi dönekleri aynı gösteren ve her bahane ile Dinimize hücum edenlerin bu yanlış davranışları:
“Acaba bu iki yaklaşımın hangisi Aydınlık’ın gerçek yüzünü yansıtıyor?” sorularını hatıra getiriyor.
Asgari müşterekleri ve ortak değerleri: Atatürk’ün mirası Türkiye Cumhuriyetinin korunması, güçlü ve güvenli bir merkez konumuna taşınması, Milletimize her türlü temel insan haklarının ve çağdaş yaşam standartlarının sağlanması olan; Milli ve demokratik bir cephenin oluşturulması yolundaki samimi arzularımızın ve alt yapı hazırlıklarımızın umut çiçeklerini solduran bu soğuk ve sorumsuz sataşmalar, herhalde toplum barışımıza ve ikinci kurtuluş savaşımıza hizmet etmiyor..
Aydınlık’ın 17 Kasım 2007 sayısında “ulusalcılık: Akılcı, gerçekçi olmalı. Irk, din, mezhep esasına oturmamalı” başlıklı yazısında Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Akaydın’ın dışı hoş içi boş bir slogandan öteye geçmeyen şu sözleri yer almıştı:
“Bir milleti millet yapan gerçek husus ortak bir geçmiş ve gelecek hedefine sahip olmasıdır. Ortak bir ülküsü olmasıdır. Dil, din, ırk ve kültür birliği ikinci planda gelir.” Oysa bu sözler kendi içinde bile çelişkiydi. Çünkü hiçbir milletin ortak geçmişi ve geleceği, onların dilinden, dininden ve kültür birliğinden ayrı ve farklı düşünülemezdi. Bu kof iddialar Mustafa Kemal’in ilke ve ideallerine de ters düşmekteydi. Öyle seziliyor ki bütün gaye ve gayret, İslamsız bir milliyetçilik hevesini yerleştirmektir. Ama bu tutarsız tavır asla rağbet görmedi ve görmeyecekti.
Aynı Aydınlık’ın 34. sayfasında:
“Tarihten günümüze komplo teorilerinin basit gerçeği” başlıklı bir kitap tanıtımında: “Haluk Hepkon, Fransız Devrimi’ne karşı gerici sınıfların başlattığı mücadelenin bir ürünü olarak ele aldığı komplo teorilerinin sonraki gelişiminde de denklemin aynı olduğunu, tarihsel olaylar ışığında anlatıyor. Bunlar içinde 1945 sonrası gelişmeler, bugüne de ışık tutması açısından anlamlı. ABD merkezli komplo teorilerinin varlığını bu tarihten itibaren görüyoruz. Yazar son bölümde Türkiye’de komplo teorilerini ele alıyor. Bu bölümde mason karşıtlığının ortaya çıkışı, 1908 devrimi, Cumhuriyet devrimi ve sonrası, ardından da günümüzde komplo teorileri ele alınıyor” sözleriyle masonluğun ilericilik, mason karşıtlığının gericilik sayıldığı ve ırkçı emperyalizmin (siyonizmin) sinsi ve tehlikeli karakolları gibi çalışan mason localarının arkasındaki karanlık güçleri ve şeytani gayeleri açığa çıkaran yazı ve kitapları “komplo teorisi” olarak tanıtan ve toplumdaki milli ve manevi uyanışı gericilik hortlaması diye karalayan bir kitabın reklâmı yapılıyordu.
Peki o zaman kökü dışarıda hıyanet ocakları olduğu için bu mel’un mason localarını kapatan Atatürk’te mi gerici oluyordu?
Ama sevindiricidir ki, aynı Aydınlık’ın 64. sayfasında değerli aydınımız Demirtaş Ceyhun’un “Amerikan mandası ve Halide Edip” başlıklı yazısında:
“Emperyalistlerin işgali altındaki Anadolu’ya Charles Crane ile General Harbord’un başkanlığında kurtarıcı melekler(!) gibi gelen Amerikan heyetlerinin, tıpkı bugün “ılımlı İslam devleti” için Endonezya’yı örnek göstermeleri gibi Filipinleri örnek göstererek önerdiği “Amerikan mandası” fikrine Halide Edip ve kolejli aydınlarımız 1919 yılında dört elle sarılıp, konunun Erzurum Kongresi’nde tartışılmasını bile sağlamışlardır.
Çünkü Halide Edip ve arkadaşlarının da, tıpkı Fatih Rıfkı, Hüseyin Cahit, Nihat Erim, Fuat Köprülü vb. güya demokratik düzene geçtiğimiz 1946’larda gazetelerde, Meclis kürsüsünde açık açık yazıp söyledikleri gibi “Amerikanın emperyalist bir devlet olmadığından” şuncacık kuşkuları yoktur. Gerekli para ve bilgiye sahip olmadığımızdan, emperyalist Avrupa’nın elinden kurtulup, Filipin örneği gibi kalkınmamızın ancak Amerikan mandası ile gerçekleşebileceğini savunmaktadır.
Halide Edip, Mustafa Kemal’e gönderdiği 10 Ağustos 1919 tarihli, Söylev’de de yayımlanan mektubunda, “bağımsızlık ve mandacılık” konularını tartışmak şöyle dursun, “savaştan büyük yıkımlarla çıktığı için Fransızların, Müslüman sömürgelerine Halifenin başında bulunduğu güçlü bir Türkiye’nin kötü örnek olacağı için de İngilizlerin bizi mandalaştırmayı kabul etmeyeceklerini” vurgulayarak “Biz İstanbul’da, bütün eski ve yeni Türkiye sınırlarını kapsamak üzere geçici bir Amerikan mandasını ehveni şer olarak görüyoruz. Filipin gibi vahşi bir memleketi bugün kendi kendini yönetebilecek modern bir makina haline getiren Amerika bu konuda çok işimize geliyor. (…) Resmi Amerikanın önemli adamları arasında bizden yana epeyce eğilim belirdi. Sivas Kongresi’ne kadar Amerikan Komisyonunu alıkoymaya çalışıyoruz. Kongreye Amerikalı bir gazeteci göndermeyi de belki başaracağız.” diye açık açık yazmaktadır.
Mustafa Kemal’in belirttiğine göre de, “O günlerde İstanbul’dan, gelen bazı kişiler Sivas’a beraberlerinde Mister Brown adında bir de Amerikalı gazeteci getirmişlerdir.”
Ama ne yazık ki, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde reddedilen ülkeyi “silahla işgal ederek değil, anlaşmayla yönetimini devralıp sömürgeleştirecek” bu “Amerikan mandası” önerisi, üstelik İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez “kırgınlıkları giderme” yaftası altında ülkeye çağırdığı Halide Edip ve öteki Mustafa Kemal düşmanlarının öncülüğünde demokratikleştirme yaygaralarıyla 1946’lardan itibaren yeniden gündeme getirilip, IMF ve Dünya Bankası’na ortak olunarak, ikili anlaşmalarla on binlerce Amerikalının yurda doluşup yönetimi ele alması sağlanarak, ordunun üniforması değiştirilip NATO’ya girilerek tam anlamıyla bir “Amerikan mandası” olmamız sinsice gerçekleştirilirmiş de, meğer biz farkına varmazmışız.
Yeni adı stratejik ortaklık
Bilindiği gibi Halide Edip, hilafete son verilip laik Cumhuriyet kurulur kurulmaz ülkeyi eşiyle terk edip Amerika’ya yerleşmiş, hiç kuşku yok ki FBI, CIA gibi haber alma servislerinin izniyle de yıllarca üniversitelerde ders vermiştir. Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra 26 Mart 1939’da İsmet Paşa’nın çağrısıyla ülkeye geri döner dönmez de hemen İstanbul Üniversitesi’ne profesör olarak atandığı gibi, 1935 yılında İngilizce yazdığı “The Clown and His Daughter” (Soytarı ve Kızı) adlı “komprador” romanı “Sinekli Bakkal” adıyla Türkçe yayımlanıp 1942 yılında ilk ve son defa verilen CHP Roman Ödülü ile ödüllendirilmiştir. 1950’de de “demokrasi havarisi” olarak DP listesinden aday gösterilip milletvekili seçilmiştir.
Biliyorsunuz Soğuk Savaşla da “manda” sözcüğü emperyalistlerce sanki yasaklanarak, “manda” yerine “stratejik ortaklık”, sömürgelerin yöneticilerine de “stratejik ortak” denilmeğe başlamıştır artık….” sözleriyle Halide Edip Adıvar gibi Yahudi dönmelerinin ve İsmet İnönü gibi mason hizmetçilerinin, Atatürk devrimlerini ve Türkiye Cumhuriyetini ne hale getirdiklerini cesaretle ortaya koyuyordu.
Maalesef aynı Aydınlık’ın 18. sayfasında, Muazzez İlmiye Çığ “Ilımlı İslam ve laiklik” başlığıyla, hiçbir ilmi, insani ve İslami temele dayanmayan iddia ve iftiralarla, “dinin sadece vicdanlara hapsedilmesi gerektiğini ve laikliğin; dinin sadece devlet işlerine değil, insanların günlük işlerine bile girmemesi” lazım geldiğini söyleyecek kadar ayarını ve amacını ortaya koyuyordu.
Bununla yetinmeyerek ve hızını kesemeyerek, başörtülü Müslüman bayanlara “Başı bohçalılar” diye saldırmaktan utanmıyordu.
Hatta asılsız ve astarsız yalan ve iftiralar uydurarak, Erbakancıların fakir kızları para ile aldatıp başlarını örtme karşılığı maaşa bağladıklarını söylüyordu. İşte zırvaları:
“Erbakan takımı liselerde, üniversitelerde çalışkan ve fakir kızları bularak başlarını örtme koşulu ile aylığa bağladılar. Bu çocuklara da o zamanlar “laik devletin okuluna din kıyafeti ile gelemezsin, denmedi. Hatta bazı aydın geçinenlerimiz onu demokrasiye ve hoşgörüye bağlamaya kalktılar. Sonunda bu örtü bir baş bohçasına, alınlarındaki şeritle rahibe kılığına döndü. Etekler yerleri süpürecek kadar uzadı. Sonunda bu kıyafet bir parti ve dindarlık simgesi haline girdi. Bu kıyafette olanlar erkeklerimiz tarafından “namuslu” olarak kabul edilmeye başladı. Kızlar iyi koca bulmak için kapanmaktan çekinmediler. Çünkü onlar dişleri, tırnaklarıyla uğraşıp almamışlardı özgürlüklerini. Köleliğe alışmışlardı.”
Oysa; “Laiklik, din işlerini sadece devlet işlerine değil, aynı zamanda gündelik işlerine de karıştırmamak ve inancını hayata yansıtmamaktır” yaklaşımı, eğer koyu bir cehaletten kaynaklanmıyorsa, kesinlikle bir şeytan mantığı ve din düşmanlığıdır. İslam’ı sadece vicdanlara hapsetmeye kalkışmak, onu yasaklamakla aynıdır. Çünkü İslam bir hayat tarzıdır, bir ahlak nizamıdır, bir medeniyet programıdır. İslam, öyle herkesin kendi zihnine ve zevkine göre yorumlayıp yakıştıracağı Sümer tabletleri değil, her şeyi en iyi bilen Allah’ın gönderdiği ilmi, akli, vicdani, ahlaki, hukuki ve insani temelli inanç ve yaşam kurallarıdır. En azından iyi niyetli bir insana gereken mertlikle ve samimiyetle; İslam’a inanmadıklarını, kendi felsefeleri ve ideolojileri açısından dini tehlikeli bir engel saydıklarını söylemek cesaretini gösteremeyip, türbana, Kur’an kursuna, İmam Hatip Okuluna saldırıp duranların niyetini de, tiyniyetini de bu toplum çok iyi okumaktadır.
Ve maalesef bunların din düşmanlığı ve İslam karşıtlığı yüzünden dindar halkımız AKP gibi din istismarcıların ve Fetullah Gülen gibi ılımlı İslamcıların ve sahte tarikatçıların safına katılmaktadır. Bir de böylelerinin Atatürkçü ve ulusalcı geçinmeleri, bu kavramların koflaşmasına ve korkup kaçılmasına yol açmaktadır.
Ve hele AKP’nin hıyanetlerini ve din tacirlerinin melanetlerini bahane ederek; “Türban yayılıyor, camiler artıyor, dindarlar etkinleşiyor”, “Türbanlıların başı havasızlıktan irin bağlayıp pis kokular saçıyor” diyerek, ikide bir İslam’a ve Müslümanlara sataşıp ağzından fossuran Fikret Otyam’larla, Aydınlık’ın 25 Kasım 2007 sayısında ve 26. sayfasında haber yaptığı Almanya’nın Münih kentinde, cami fotoğrafları üzerine: “Müslümanlar dışarı!” yazılı afişler asan ve “İslamcılık toplumumuzu gizlice sarmaktadır” düşüncesiyle özellikle Müslüman Türklere saldıran, Hitler uzantısı ve Nazi bozuntusu manyakların ne farkı vardır?
Ancak sağ olsun, Emcet Olcaytu daha ciddi ve gerçekçi bir yazar sorumluluğu ve şuuruyla, Radikal Laik ve başörtüsü karşıtı Ahmet Necdet Sezer’in hala sezilmeyen marifetlerini ortaya koyuyordu:
“Jak Kamhi’ye verilen madalyanın gerekçesi
Ahmet Necdet Sezer, 16 Ağustos 2007 günü, Jak Kamhi’ye, Devlet Üstün Hizmet Madalyası verirken, “Atatürk’ün Türk Ulusuna hedef gösterdiği kalkınma ve çağdaşlaşma yolunda önemli bir aşama olan Avrupa Birliği yönelimine güçlü destek sağlamış” olmasını gerekçe olarak göstermişti. Madalya töreni, holding medyasının sayfalarını ve ekranlarını doldura-doldura, övgüler eşliğinde aktarılmıştı. Biz de, 19 Ağustos 2007 tarihli Aydınlık’ta; Cumhuriyetin ne hale getirildiğine dikkat çekerek; “Jak Kamhiye madalya verilirken, Atatürk’ün Avrupa Birliği taraftarı olarak gösterilmesini” eleştirmiştik. Cumhuriyet mitinglerinde, “Ne ABD, Ne AB” diyerek ayağa kalkan milletimizin hissiyatı ile alay edercesine gerçekleştirilen madalya törenine karşı, CHP ve MHP’den de, Atatürkçü “geçinen” kuruluşlardan da bir “ses-seda” çıkmamıştı.
Görünüşe bakılırsa, CHP de, MHP de, Atatürkçü geçinen Kuruluşlar da, “laik maskeli” holding medyası da Atatürk’e saygısızlık yapılmasını kabul etmiyordu. Haydi Holding medyasını bir tarafa atalım. Milletimizin “Mehmetçik Mitinglerinde, ABD’yi ve AB’yi nefretle kınadığı günlerde, parti programlarında ve seçim beyannamelerinde ABD ve AB’yi “stratejik ortak ve müttefik olarak” gösteren cümleler için özeleştiri yapması gereken CHP ve MHP’nin, Atatürkçü “geçinen” kuruluşların “Atatürk saygısı” ne kadar gerçekti acaba?
Kendi kalemize gol atmak başarısı
Bu yıl onuncusu gerçekleştirilen İstanbul Bienalinin düzenleyicisi olarak, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, “Hanru” adlı, bir “zıpçıktı”, bulmuş. Zıpçıktı diyorum çünkü, Hanru isimli adam, “sergi düzenleyicisi-küratör” sıfatı kendisine bahşedilince ilk iş olarak; “Atatürk’ün; çözülemez çelişkiler ve ikilemlerle dolu tepeden inme bir dayatmayı modernleşme projesi olarak savunduğunu, yaptığı reformların demokrasi ilkesine aykırı biçimde dayatmış olduğunu, bu yüzden Türkiye’de milliyetçi ideolojinin evrensel hümanizmin benimsenmesine aksi yönde işleyerek toplumsal bölünme ürettiğini” söyleyerek, işe başlamış. Bu zıpçıktıya, “sergi düzenleyicisi” payesini veren İstanbul Kültür Sanat Vakfı da, bu sözleri Bienalin “tanıtma kitabının başına koyarak, bastırdığı kitabı her yere dağıtmış.
Hanru’nun, bu “pespaye” görüşleri eleştiriye bile değmez. Hatta, bastırılan tanıtma kitabında; Bienali parasal olarak desteklediklerini övünerek ilan eden TÜSİAD’ın önde gelen ABD ve AB işbirlikçisi holdingler bile eleştiriye değmez. Bunlar, kendilerine verilen görevleri başarmaya çalışıyorlar.
Rezalet değil de, ne…
Ne var ki; tanıtma kitabında, bir de “Onur Listesi” yer alıyor. Tanıtma kitabında, Bienal’in onur listesinde Cumhurbaşkanının adı yazılı, iyi mi? işte “rezalet” kavramını kullanmama neden olan durum, burada karşımıza çıkıyor. Hanru isimli zıpçıktıya kim, nasıl bir teminat vermiş olmalı ki; bu zıpçıktı, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının “Onur Listesi”nin başında bulunduğu bir organizasyonda, Cumhuriyetimizin kurucusuna fütursuzca saldırıyor” diyerek, jelatinlenen gizli ve kirli gerçeklere projektör tutuyordu.
Yıldırım Koç’tan Telekom grevinin karşı ayağında emperyalist güçlerin ve Siyonist sömürü sermayesinin bulunduğuna dikkat çekiyordu:
“Grevdeki saflaşmada bir tarafta basit bir işveren yoktur. Karşıdaki işveren, ulusötesi bir şirkettir. Şirketteki kamu hissesine rağmen, hükümet sürece karışmamakta ve böylece insiyatifi tümüyle yabancı ortağa bırakmaktadır. Yabancı ortak hakkında çeşitli iddialar vardır. Görünen işverenin arkasında bulunduğu ileri sürülen güçler ürkütücüdür. Özetle; grevde taraflardan biri emperyalizmdir. Türkiye’ye kasteden emperyalizm, Telekom işçisine de kastetmektedir.”
Oger şirketinin arkasında İngiliz Dış İstihbarat servisi MI-6 ve Fetullahçı işbirlikçiler sırıtıyordu
Telekom, Arap dünyasında İngilizlere yakınlığıyla bilinen Suudi Oger şirketine peşkeş çekilmişti. Şirketin kurucusu Lübnan eski Başbakanı (ve İsrail ajanı) Refik Harriri’nin şirketi Oger’in arkasında kim var? Oger şirketinin arkasında İngiliz Dış İstihbarat Servisi MI-6 sırıtıyor. Oger’in mali kaynağını Arapların karşıladığı, teknik işlemlerin ve yönetimin ise İngiliz Telekomünikasyon şirketi British Telekom tarafından yapıldığı biliniyor.
Telekom’un peşkeşi sırasında Oger adına ihaleye giren kişi de British Telecom’un eski idare müdürü olan Paul Doany’di. Paul Doany, British Telecom İdare Müdürüyken Kıbrıs Rum Kesimi’nde mahkemelik olmuştu. Hala görülen mahkemede Doany’ye yöneltilen suçlama Rum Kesimi’nde telefon abonelerinin gizlice dinlenmesiydi. Doany Rum Kesimi’nde telekulak skandalının baş aktörü durumunda. Ayrıca Doany’nin idare Müdürlüğü döneminde British Telecom, Rum Kesimi’ndeki İngiliz Üsleri Agratur ve Dikelya’nın iletişim ve denetleme faaliyetlerini de yürütüyordu. Bir başka deyişle askeri istihbarat işine de bulaşmıştı. Dahası bu üslerde iletişim casusluğu yapıldığına dair haberler Ortadoğu Basını’na sıklıkla yansımıştı. Haberlere göre British Telecom topladığı bilgileri daha sonra İngiltere’nin Yorkshire kentindeki MI-6 merkezine gönderiyordu. Bilgiler burada deşifre edilip İngiliz yönetimine veriliyordu. Bütün bu olayların merkezindeki isim olan Paul Doany şu anda Türk Telekom’un genel müdür koltuğunda oturuyor.”
Recep T. Erdoğan’a BOP eşbaşkanlığı görevini ve (bu hıyaneti karşılığı başbakanlık etiketini) veren mason localarının marazlı medyanın ve TUSİAD’ın asıl patronları da Yahudi Lobileri ve İsrail’di. Ve maalesef TBMM kürsüsü İran’a karşı katil Perez’e peşkeş çekiliyordu
İsrail Cumhurbaşkanı Perez TBMM kürsüsünden İran’ı hedef alırken Erdoğan ve Gül O’nu alkışlıyordu. Böylece İslam dünyasına mesaj verildi: “Biz, ABD ve İsrail’in yanındayız.” Dünyanın büyük bir dikkatle izlediği ziyaretin başından sonuna kadar, İran ve Türkiye, karşıt iki ülke olarak sunuldu.
Erdoğan yönetimi, Amerika’nın Annapolis kentinde düzenlenen Ortadoğu Konferansı’na Türkiye davetli olmadığı halde, özel bir görevi yerine getiriyordu. 13 Kasım günü İsrail Cumhurbaşkanı ile Filistin Devlet Başkanı, “Ankara Forumu” kapsamında aynı masada buluşturulup dünyaya mesaj veriliyordu.
Mesajın görünen yüzü Annapolis öncesinde Şimon Perez ve Mahmud Abbas’ın barışa ne kadar yakın olduğuydu. Oysa İslam dünyasına verilen mesaj bambaşkaydı. Türkiye, Erdoğan ve Gül’ün girişimiyle gerçekleşen ziyaret ve Perez’in TBMM kürsüsünden yaptığı rezalet ile; Türkiye’nin İran’la karşı karşıya olduğu görüntüsü veriliyordu. Üstelik PKK ve sınır ötesi konusunda Tahran’la bu kadar yakınlaşmışken, bunlar yapılıyordu.
Perez, İran’la başladı İran’la bitiriyordu
AKP’nin Ortadoğu konusundaki girişimi, başından itibaren, Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getirdi. İsrail Cumhurbaşkanı Perez, daha ziyaretinin başında Türkiye’nin barışçı, İran’ın ise savaş yanlısı olduğunu ileri sürerek, Ankara ile Tahran arasına bir kama sokmaya çalıştı.
Ve İran, Perez’in Türkiye ziyaretini büyük tepkiyle karşıladı.
Eli kanlı “güvercin kılıklı Perez”:
Kukla Kürdistan devleti için ilk adımı o atıyor, hem Peşmegeleri hem de PKK’yı bunlar eğitiyordu…
Şimon Perez, siyasi hayatının son görevi olan Cumhurbaşkanlığı’na Temmuz ayında seçildi. Ancak siyasi hayatı İsrail devletiyle yaşıttı.
Şimon Perez, 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kuruluşunu ilan eden David Ben Gurion’un yanındaydı. Devlet ilanından bir ay önce İsrailli militanlar, Kudüs yakınlarındaki Deir Yasin köyünde çok sayıda Filistinliyi katlederken Şimon Perez’in talimatıyla hareket ediyorlardı.
İsrail devletinin kurulmasından sonra Perez hep ön planda ve karar makamındaydı. Filistinlilere ayrılan topraklarla Suriye toprakları işgal edilirken Şimon Perez Savunma Bakan Yardımcısıydı. Bu görevini 1959-1965 yılları arasında yürüten Perez, 1974-1977 yılları arasında ise Savunma Bakanıydı. Yüzlerce kadın ve çocuğu katleden Ariel Şaron’la aynı hükümeti paylaştı. 84-86 ve 95-96 yılları arasında Başbakandı. Temmuz ayında Cumhurbaşkanlığına seçilince yaptığı konuşmada “Ben Gurion’dan, savaşta kazanmak için her yol mübahtır gerçeğini öğrendim” sözleriyle gaddarlığını ortaya koymaktaydı.
Batı yanlılarının güvercin olarak sunduğu Şimon Perez, İran’ın nükleer programının incelenmesini bile gereksiz buldu, doğrudan müdahale taraftarlığı yaptı. Şimon Perez, Ortadoğu’da kurulması planlanan kukla bir Kürt devleti için ilk girişimde bulunan İsrailli eşkıyaydı. Perez, Savunma Bakan Yardımcısı olarak Kürt aşiret reislerinden Kamuran Ali Bedirhan ile 1964 yılında gizlice bir araya gelip, onları kışkırtan insandı.
Özet olarak:
Bizim inanç ve ahlakımıza göre; “Tenkit meşru, tahkir memnu” sayılmıştır. Yani yapıcı eleştiriler mübahtır, gereklidir ve güzeldir. Ama hakaret ve iftira cinsinden karalama girişimleri ise; yasaktır ve çirkindir. Yeni bir Milli Mücadeleye mecbur bırakıldığımız şu süreçte; halkımızın inanç değerlerine karşı daha dikkatli ve edepli bir tavır sergilememiz gerekir. İnanmak veya inanmamak bir haktır, ama saygısızlık ve saldırganlık bir hak değildir.

CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Yahudi kucağında keramet satan O ırzı kırık, sahte; ermişe lanet! Hem parsel parsel elden; giderken…
Ve bekleyin göreceksiniz, Kur’an’ın İsrâ Suresi 4-7 ayetlerinde haber verildiği gibi, İslam coğrafyasının çıbanbaşı ve…
BUGÜN "HAMAS"SIZ KURULMAK İSTENEN BİR GAZZE VAR. O HAMAS VAR YA O HAMAS AZİZ ERBAKAN…
Atatürkçülük adına uydurulan Kemalizm sizi kurtarmaya yetecek mi? “Bugünün Türkiyesi’nde, AKP hükümeti ve yandaşlarının hemen…
Siyonist Merkezler, Türkiye için yeni bir izm arayışlarına başlamışlardı 40 sene önce diyebiliriz... Hatırlayınız Üstad…
A'raf 2 (Bu Kur’an öyle) Bir Kitap'tır ki Onunla (insanları) uyarman için ve mü'minlere bir…
Bil ilimsiz, irfansız; yol yok ümrana Ya Kur’an’a uyarız, ya da buhrana İslamsız bütün yollar,…
"...Kula kulluğu bozan, cumhuriyettir İslam’a uygun nizam, çün hürriyettir..." Ne güzel mısralar! İşte aydın olmak…
AHZAP SURESİ 67. AYETİ KERİME TAM DA BU KİMSELERDEN BAHSETMEKTE. LANET OLSUN KAFİR VE ZALİM…
İmam Gazali'nin Nasihatül Mülük (Hükümdarlık Ahlakı) adlı eserinde Yöneticilere yaptığı uyarılardan birisi de şöyledir: "Kalbinde…