GKB Org. İlker Başbuğ’un Amerika ziyareti birçok kesimleri tedirgin etmişti. Farklı ve karşıt takımlarda oynayan, ama rolleri değişik olsa da golleri aynı kaleye atan ılımlı İslamcı Fetullahçılarla, katı ulusalcı Aydınlık’çıların, ayrı gerekçelerle de olsa, Başbuğ’un görüşmelerinden ciddi bir rahatsızlık içine girmeleri dikkat çekiciydi. Çok hızlı değişen gündem nedeniyle, gecikmeli de olsa bu konuyu irdelemek gerekirdi.
Çünkü yaklaşım ve yorumları değişik de olsa, dışa vuran kuşkuları, Siyonist merkezlerin kaşıntısının işaretiydi.
Başbuğ’un Amerika ziyaretini nasıl okumalıydı?
Hatırlanacağı üzere, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ resmî bir ziyaret için ABD’ye gitmişti. Başbuğ, 30 Mayıs-3 Haziran tarihleri arasında ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral Michael Mullen ve Pentagon yetkilileriyle bir araya gelmişti. Ayrıca, Türk Amerikan Konseyi toplantısına Mullen’la birlikte girmişti. En son 2005’te, genelkurmay ikinci başkanı sıfatıyla ABD’yi ziyaret etmişti. Dört yıl aradan sonra bu kez genelkurmay başkanı olarak ‘önemli’ temaslarda bulunacak Washington’a uçması önemliydi. Kamuoyuna yansıyan bilgiler Başbuğ’un Amerikalı muhataplarıyla, iki ülke arasındaki ilişkilerin önümüzdeki dönemde nasıl seyredeceği hususunda görüş alışverişinde bulunacağının göstergesiydi.
Modern dönemde, bağımsız iki devlet arasındaki ilişkilerin ana çerçevesini genelde hükümetler ve devlet başkanları belirler, bürokratlar da bu temel stratejiyi uygulamaya geçirirdi. Demokratik ve çağdaş rejimler açısından bu kural hayatî öneme sahipti. Ama Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin tarihî seyrine bu açıdan bakıldığında söz konusu kuralın çoğu zaman ihlal edildiği” söylenmişti. Bu; “işbirlikçi siyasiler üzerinden yürütülen Siyonist mekanizmaya, asker eliyle çöp sokulduğu için sızlandıkları” anlamına gelmekteydi.
29 Mart’taki yerel seçimlerden bir gün sonra, yani 30 Mart’ta yayımlanan, Washington’ın etkili düşünce kuruluşlarından Stratejik ve Uluslararası Etütler Merkezi’nin (CSIS) yayımladığı raporun özünde şu vardı: “Genelkurmay’ın siyasî rolünün artması Türk-Amerikan ittifakını bitirmez.” Türkiye’den SAREM ve TEPAV gibi düşünce kuruluşlarının verdiği destekle hazırlanan raporda, Obama yönetimine tavsiyeler iletilmiş, onların da tıpkı eski Amerikan yönetimleri gibi Türkiye ile ilişkileri ‘askerler’ üzerinden kurmalarının yararlı olacağı görüşü dile getirilmişti. Yani, AKP’nin döneminde siviller üzerinden işleyen mekanizma bitirilmeli, bunun yerine askerlerin belirleyeceği yeni yol haritası benimsenmeliydi. “Böyle bir değişiklik iki ülke arasındaki ittifak ilişkilerini asla zedelemez” görüşü belirtilmişti.
CSIS’ın raporu Washington ve Ankara’da ne kadar karşılık buldu bilemeyiz. Ancak Obama’nın Türkiye ziyaretinden bir hafta önce neşredilmesi oldukça ilginçti. Nitekim Nisan aylarında peş peşe yaşanan bazı gelişmeler, mezkûr raporun ‘öylesine’ yayımlanmadığını da gösterdi. 6 Nisan’da Türkiye’ye gelen Obama, Ankara’da önemli temaslarda bulundu. Meclis’te tarihî bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı dinleyenler arasında İlker Başbuğ ile kuvvet komutanları da vardı. Askerler, 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan genel seçimlerde milletvekili seçilen DTP’lileri protesto etmek için Meclis’e gelmiyorlardı. Öyle ki, Meclis’in yeni yasama yılının açış konuşması yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü dinlemek için de TBMM’ye gelmemişlerdi.
Askerler uyguladıkları bu ambargoyu 6 Nisan’da Obama için delmişti. Ancak istifhamlar da zihinleri kurcalamadı değil. Acaba askerlerin Meclis’e gelmesi ambargonun kalktığı anlamına mı gelmekteydi? Yoksa bu ziyaret Obama’ya verilen bir mesaj niteliğinde miydi? Galiba ikincisi daha ağır basıyordu; çünkü 14 Nisan’da Harp Akademileri’nde konuşan Başbuğ, tam 5 kez Obama’ya atıf yaparak bu niyetini ortaya sermişti. İşin doğrusu CSIS raporu İlker Başbuğ’a da bir meşruiyet alanı vermişti. Ne de olsa Washington’ın nabzını tutan isimlerin kaleme aldığı rapor, bundan sonraki süreçte iki ülke arasındaki ilişkilerin askerler üzerinden sürdürülmesinin Türk demokrasisine zarar vermeyeceğini, Genelkurmay’ın siyasî rolünün artmasının Türk-Amerikan ittifakını bitirmeyeceğini söylemekteydi.
Fetullahçı Zaman Yazarı Mehmet Yılmaz, asıl endişelerini şu sözlerle dışa vurmaktaydı:
“Aslında Başbuğ’un ABD’ye mesaj verirken bir başka yöntemi daha denediği de belirginleşmişti. Genelkurmay Başkanı, kendi asli vazifesinin dışında yer alan hemen her konuya değindi. Sivil-asker ilişkileri, laiklik ve terör ana başlıkları altında sosyal değişimler ve toplumsal dönüşümlerden bahsetti; devletin amaç ve görevlerini sıraladı; ulus devletlerin niteliğinden söz etti; din ve tarih konusunda sosyolojik değerlendirmelere girişti. Türk-Amerikan ilişkilerini yakından ilgilendiren ve askerin esas görev alanı olan güvenlik meselelerine ise değinmedi. İran’ın nükleer silah peşinde koşması hakkında görüş beyan etmedi. ABD’nin Afganistan’a ek asker talebine nasıl karşılık verileceğini söylemedi. Enerji güvenliği, NATO’nun yeni dönem misyonu, ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile oluşacak güvenlik boşluğunun nasıl doldurulacağı gibi hususlarda ne düşündüğünü belirtmedi. Türkiye’yi yakından ilgilendiren Rus-Gürcü, Ermeni-Azeri, İsrail-Filistin ihtilaflarıyla ilgili olarak görüş beyan etmedi. Türkiye’nin bekasını ilgilendiren tehdit değerlendirmesini PKK ile sınırlı tuttu. Kısacası, ABD’yi de yakından ilgilendiren bölgesel ve küresel pek çok meseleyle ilgili stratejik değerlendirme ve öngörülerde bulunmaktan çekinmişti.”!?
Bu konuşmadan iki gün sonra (16 Nisan) eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın İstanbul’da önemli bir ‘güvenlik’ değerlendirmesi yapması ilginçti. ABD ve NATO’nun Türkiye’den sürekli asker istediğini, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bir asker deposu olarak gördüklerini söylemişti. Bu çıkış, yeni dönemde ABD ile ‘temas’ kurmak isteyen askerler için pek de takdir edilecek bir analiz değildi. Gelen bu eleştiriler üzerine Başbuğ, Milli Güvenlik Toplantısı’ndan bir gün sonra, yani 29 Nisan’da medya mensuplarının karşısına geçmiş ve dış güvenlikle ilgili “sınırlı” açıklamalarda bulunmak ihtiyacı hissetmişti. Bu sırada ilginç bir çıkış da yaparak; “Madem siz sormuyorsunuz ben cevaplayayım.” diyerek ABD Genelkurmay Başkanı Mullen ve Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı emekli General James Jones’la özel görüşmeler yaptığını belirtmişti. Ardından da sanki Büyükanıt’a şu sözleriyle cevap verir gibiydi: “Türkiye’de bir alışkanlık var. İlla, birisi geldiği zaman Türkiye’den bir şey ister. Niçin böyle görüyoruz? Türkiye illa bir şey istenecek ülke midir? Bunu silelim artık. Benim görüştüğüm iki Amerikalının Türkiye’den ne Afganistan ne Irak’la ilgili hiçbir somut isteği olmamıştır” demişti.
Gazeteciler sormadığı halde Başbuğ’un Mullen’le 4 saat özel bir görüşme yaptığını açıklama ihtiyacı hissetmesinin sebebi neydi? Türkiye’nin kendisinden sürekli bir şeyler istenen ülke olmadığını vurgulaması ne anlama gelmekteydi? Bu sorunun cevabı sanırım Başbuğ’un Mullen’le Ankara’da ve 6-7 Mayıs tarihlerinde Brüksel’de yaptığı görüşmelerde, tabii bir de Washington’da yaptığı temaslarda gizliydi.”[1]
Her nedense, Zaman Gazetesi ve Fetullah avenesi İlker Başbuğ’un teması ve teşebbüslerinden oldukça tedirgindi!
Aydınlık ise, tam aksine İlker Başbuğ’un ABD görüşmelerinin AKP istikametinde ve “BOP’u yeni bir kılıf altında gerçekleştirme niyetlerine hizmet gayretiyle” yapıldığı iddiasındaydı.
PKK pazarlığı, ‘Avrasya hakimiyet projesi’nin karşılığı mıydı?
Evet, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ eşzamanlı olarak Washington’a gitmişti. İkisinin gündemi de PKK idi. Davutoğlu, ABD ile sorunun siyasi yönünün pazarlığını yaparken; Org. Başbuğ da güvenlik boyutunun pazarlığını mı yürütmekteydi?
Türk Amerikan Konseyi’nde konuşan ABD Genelkurmay Başkanı Org. Mike Mullen şunları söylemişti:
“İlker, PKK konusunda benim üzerimde çalışıyor. Ben de Pakistan konusunda onun üzerinde çalışıyorum. Çünkü Türkiye’nin Pakistan ile çok iyi ilişkileri var. Ve Afganistan ile de çok iyi ilişkileri var.”[2]
Türk Amerikan Konseyi’nin yıllık konferansında, Org. Mullen’dan önce konuşan Org. Başbuğ da, “PKK’yı bitirmek için özel bir noktadayız” demişti.[3]
Gerek Org. Bağbuğ’un gerek Org. Mullen’nın konuşmaları, çok ciddi bir pazarlığın yapıldığını göstermişti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Kırgızistan ve Tacikistan ziyaretleri de pazarlığın parçası gibiydi. Önce sorunun teorik boyutunu belirtelim.
ABD, Obama’lı dönemde, yeni bir taktikle BOP’u yeniden düzenledi. Aslında düzenleme, Bush’un son döneminde zaten gündemdeydi. Bu düzenlemeye göre ABD’nin “Avrasya Hâkimiyet Projesi”nin ağırlık merkezini artık AfPak diye isimlendirdikleri Afganistan-Pakistan hattı oluşturuyor. Obama bu nedenle, hem Irak hem de İran politikasında iki yeni değişiklik peşindeydi.
ABD Irak’tan, Irak’ın kuzeyine çekiliyordu:
ABD’nin, Irak’tan çekilme takvimini açıklaması, ABD’nin tümden Irak’ı terk etmesi anlamına gelmiyordu. ABD, esas olarak Irak’ın Güneyinden ve ortasından, Irak’ın Kuzeyine yani “güvenli bölge”ye çekiliyordu. Mevcut askeri varlığının bir bölümünü Irak’ın Kuzeyinde tutmayı düşünüyordu. İşgalin hemen ardından Irak’ın Kuzeyinde yapımı başlatılan devasa üs, ABD’nin bölgedeki yeni “saldırı merkezi” olarak tanımlanıyordu.
2007’de başlayan ve sadece “istihbarat paylaşımı”nı esas alan PKK’ya karşı Türkiye-ABD-Irak işbirliği de, aslında ABD devletinin bu stratejisi temelinde okunmalıdır. ABD, politik yönelimine uygun olarak, Türk Ordusu’na sınırlı istihbarat vermiş, sınırlı işbirliği yapmış ama karşılığında Türk Devleti’nden “Kürt Sorunu”nda “Kukla Devlet”i tanıma hedefli çözüm mutabakatı almıştır!
Cumhurbaşkanı Gül’ün 2009’u çözüm yılı olarak açıklaması ve tarihi fırsatı kurumlar arası işbirliği ve mutabakat diye tanımlaması da bu gerçeklik temelinde yorumlanmalıdır.
ABD, İran’a yumruk vurmak için yumuşuyordu!
ABD, yukarıda özetlediğimiz “Avrasya Hâkimiyet Projesi” temelinde yaptığı değişiklik gereği, daha önce “şer ekseni” ve “terörist devlet” ilan ettiği İran’la da yumuşama dönemine giriyordu. Daha önce Nevruz nedeniyle İran halkı ve liderliğini kutlayan Obama, şimdi de 4 Temmuz Bağımsızlık Günü’nü fırsat bilerek İran’a sıcak mesaj yolluyordu. ABD, 4 Temmuz Bağımsızlık Günü kutlamalarına İranlı diplomatları da davet ediyordu.[4] Ancak bütün bunlar, İran’a yapılacak sinsi ve ani bir saldırıya mazeret ve meşruiyet hazırlama taktiğine benziyordu. Çünkü son seçimlerde yeniden Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olması üzerine, Obama dişlerini gösteriyor, İran’daki isyan ve iç savaş girişimlerine arka çıkıyordu.
ABD zor durumda bulunuyordu
“Avrasya Hakimiyet Projesi”nin ağırlık merkezini AfPak (Afganistan-Pakistan) hattı olarak belirleyen ABD aslında çok güç durumdaydı. ABD, stratejisi açısından çok önemli bir yere sahip olan Kırgızistan’daki üssünü daha önce kapatmak zorunda kalmıştı. Çin ve Rusya’nın bölgesel ağırlığı, ABD’nin askeri varlığını ve başarı şansını sınırlamaktaydı. Bişkek’teki ABD üssü, Afganistan operasyonunun da ana üssü konumundaydı. Keza, Gürcistan konusunda Rusya duvarına çarpan ABD, Kafkasya koridoru açısından da büyük sıkıntı yaşamaktaydı.
Gül’ün ABD ile mutabakatı
2009 Nisan ayında Türkiye’yi ziyaret eden Obama’nın ajandasında yeralan en önemli gündem maddelerinden biri, bu sıkıntıları giderecek “ortak” hamleler üzerinde mutabık kalmaktı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Afganistan gündemli Kırgızistan ve Tacikistan ziyaretleri, işte bu mutabakatın sonucu kararlaştırılmıştı. Gül, Kırgızistan Cumhurbaşkanı Kurmanbek Bakiyev ile yaptığı ikili görüşmenin ardından şu açıklamayı yapmıştı: “Gerek ikili ilişkilerimizde, gerek çok taraflı ilişkilerimizde istişare içinde, ortak çalışma azmi içinde olduğumuzu tespit ettik. Özellikle Afganistan’ın istikrarına çok önem verdiğimiz ve bu konuda her türlü yardımı yapmamız gerektiği kanaatini paylaştık.” Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un Washington temasları da aynı mutabakatın bir izdüşümü olarak okunmalıydı.
PKK, ABD himayesinde büyüyordu!
PKK terörünün en çok tırmandığı birinci dönem 1991-1995 yılları, ikinci dönem ise 2003 sonrasıydı. Bu dönemlerin belirleyici özelliği ABD’nin bölgemize girdiği tarihler olmasıydı.
1991, ABD’nin 1. Körfez Harekâtı başlamıştı: ABD, harekâtın ardından Irak’ın Kuzeyini uçuşa yasak bölge ilan etmiş ve bölgeye yerleştikten sonra da PKK terörü tırmanmıştı.
2003 de, ABD’nin Irak’ı işgal ettiği tarih olarak hatırlanmalıydı. ABD, Irak’a yerleşmiş, tüm denetimi ele geçirmiş; ancak PKK, ABD’nin kontrolü altındaki bölgede giderek güçlenmesi, Türkiye’ye ve İran’a karşı terörü de azdırmıştı.
Bu denli açık ve net gerçekler bile artık Türk Devleti tarafından tespit edilemez hale mi geldi? Devletin “merkezi kurumları” cemaat eldivenli “Ergenekon tertibi” korkusuyla, analiz bile yapamaz konuma mı itildi?” Sitemlerinde muhatabın GKB İlker Başbuğ olduğu belliydi. Acaba her iki kesim de, bölgemizde, hatta dünya genelinde dengeleri değiştirecek, ABD Siyonist derin devletinin ve İsrail’in hezimetini netice verecek girişim ve gelişmeler konusunda, Türkiye ve ABD milli güçlerinin stratejik hamlelerinden haberli miydi?
Bir zamanlar, İlker başbuğ’un GKB’lığına gelmesi ihtimalini, Fikret Otyam diliyle “Umutlu ve mutluyuz ki, Başbuğ Paşamız var!” cinsinden bayram sevincine dönüştürenler, yoksa yine ters köşeye yatırılıp gol yemenin hayal kırıklığı içine mi düşmüşlerdi?
Zaman’ın Telaşı: ABD, AKP yerine Org. Başbuğ’u niye muhatap almıştı!?
Evet, Zaman gazetesi Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un ABD ziyaretiyle iki ülke arasında yeni bir dönemin başladığını vurgulamıştı. 1 Haziran’da Zaman’ın Washington Temsilcisi Ali H. Aslan, ATK toplantısının konuşmacı listesindeki sivil-asker dengesizliğine dikkat çekerek: “Amerikan kabinesinden tek bir isim bile yoktu. Türkiye’den ise üç bakan Washington’da: Dışişleri bakanı Davutoğlu, Savunma Bakanı Gönül ve Ulaştırma Bakanı Yıldırım. Diğer taraftan askeri katılım çok daha adil ve dengeli. Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’a Amerikalı dengi Amiral Mike Mullen eşlik edecek” diye yazmıştı.
Ali H. Aslan “Türk-Amerikan ilişkilerini tüm sivilleştirme gayretlerine rağmen” vurgusunun ardından gelinen noktayı: “Pentagon, Türkiye’ye Beyaz Saray’dan daha fazla önem veriyor” sözleriyle açıklamış ve:
“Amerikan cenahında ilişkilerin askeri perspektifinin hâlâ baskın olduğunu gösteriyor” diye yakınmıştı.
“Devran farklı bir zeminde dönmeye başlamış”mış…
31 Mayıs 2009 günüyse Aksiyon dergisinin Yayın Yönetmenliği’nden Zaman’ın Genel Yayın Editörleri’nden birisi olmaya terfi eden Mehmet Yılmaz ise; ABD’nin AKP’yi muhatap almaktan vazgeçtiğini belirterek: “03 Kasım 2002’de AKP tek başına iktidar oldu. Farklı bir zemine oturan Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrini artık askerler değil sivil politikacılar belirlemeye başladı” diyerek, “Obama’nın başkan seçilmesiyle “devranın farklı bir zeminde dönmeye başladığını” hatırlatmıştı.
“Fetullah’a husumet ayyuka çıkacak”mış!…
1 Haziran günlü Zaman’da Ali H. Aslan’ın “ATC’nin gizli gündemi Ergenekon” başlığını atması da Fetullahçılardaki paniğini yansıtmaktaydı. Yazar, “Türk-Amerikan ilişkilerinde sivillerin ağırlığını artırmada ibreyi değiştiren tek kayda değer oluşum Gülen hareketidir” iddiasında bulunarak, Genelkurmay’ın Fetullah’a karşı “husumet”ini ABD yönetimine taşımasından korktuğunu açıklamıştı: “ATC toplantıları kapalı mahfillerde bu tür dezenformasyonların ayyuka çıktığı zeminlerdir. ABD yönetici elitinde askerleri kırmama kaygısı, demokrasiye desteğin hala öncesinde gelir” sözleriyle, artık toprağın ayakları altından kaydığını anlatmıştı. Oysa bütün piyonlar, selpak mendil gibiydi, kullanılıp atılacaktı!..
Şanghay İşbirliği Örgütü Genel Sekreteri Nurgaliyev’in Türkiye mesajları
Geçen aylarda Şanghay İşbirliği Örgütü Genel Sekreteri Büyükelçi Bolat Nurgaliyev, TASAM’ın düzenlediği Uluslararası Asya Kongresi için İstanbul’a geliyordu.
Mütevazı kişiliği ve yüksek donanımı ile öne çıkan Genel Sekreter Nurgaliyev, yaptığı tespitlerle de değişen uluslararası konjonktürü çok yakından takip ettiklerini ortaya koyuyordu. Nurgaliyev, konuşmalarında sıklıkla Türkiye’ye verdikleri özel önemden söz ediyor, ülkemizin bölgesel gücünün arttığına vurgu yapıyordu.
Nurgaliyev’in ifadelerinden, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün ülkemize yönelik daha fazla işbirliği girişimlerinin yeterince karşılık bulmadığı anlaşılıyordu. Sanırım burada, Türkiye’yi yönetenlerin ABD/AB ekseninde bir dış politika yürütmeyi hedeflemeleri ve bu eksenin, Rusya ve Çin ile yakınlaşmamıza soğuk bakmaları önemli rol oynuyordu.
Oysaki Şanghay İşbirliği Örgütü’nün kısa sürede aldığı mesafeye ve değişen uluslararası güç dengelerine bakıldığında, Türkiye’nin bu örgüt ile daha yakın ilişki kurmasının, çeşitli alanlarda işbirliği imkânları aramasının gerektiği ortaya çıkıyordu.
İsterseniz şöyle kısaca uluslararası örgütler arasında yıldızı parlamaya başlayan Şanghay İşbirliği Örgütü’nün geçmişine bakalım. Örgüt 1996 yılında, Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın katılımıyla kuruluyor, daha sonra 2001 yılında örgüte Özbekistan da dahil oluyordu.
Örgütün kurulmasında ve gelişiminde Çin çok aktif rol oynuyordu. Büyüyen ekonomisinin petrole olan bağımlılığının artması nedeniyle Çin 1990’lı yılların başında petrol ithal eden ülke konumuna geliyordu. Enerjinin 2000’li yıllarda sorun haline geleceğini öngören Çin, Basra körfezine olan bağımlılığını azaltmak için Rusya ve Kazakistan ile petrol boru hattı konusunda çeşitli anlaşmalar imzalıyordu.
Şanghay İşbirliği Örgütü, Çin ve Rusya açısından aynı zamanda dünyanın “tek süper gücü” olan ABD’ye karşı da bir işbirliği niteliği taşıyordu. “Stratejik Ortak” gibi hareket eden bu iki ülke, aynı zamanda tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya geçişin de ilk adımlarını atıyordu.
Örgüt, dört yıl önce yaptığı zirvede ABD’ye karşı ilk ciddi çıkışını yaparak, Orta Asya’daki askeri varlığına son verme çağrısı yapıyordu. Bu çağrı, örgütün siyasi güç olarak rüştünü ispat ettiğinin de göstergesi oldu. Özbekistan’daki Amerikan askerleri ülkeyi terk etmeye mecbur kalıyordu. İki yıl önce gerçekleştirilen “Barış Misyonu 2007” isimli askeri tatbikat da, örgütün askeri gücünün ortaya konulması olarak değerlendiriliyordu.
Yine iki yıl önce Putin’in Örgütün Bişkek zirvesinde yaptığı konuşmada “ABD’nin egemen olduğu tek kutuplu bir dünya kabul edilemez” çıkışı da hafızalardaki tazeliğini koruyordu.
Hindistan, İran, Moğolistan ve Pakistan, Şanghay İşbirliği Örgütü’nde gözlemci statüsünde yer alıyor. Genel Sekreter Nurgaliyev, üye sayımız olan 6’dan daha fazla gözlemci statüsünde ülke kabul etmek istemiyoruz dese de, yakın gelecekte bu sayının artabileceği tahmin ediliyordu.
Görüldüğü gibi Şanghay İşbirliği Örgütü, çok kutuplu yeni dünya düzeninde çok önemli bir kutup olarak uluslararası arenadaki yerini almış durumda. Rusya ve Çin gibi iki önemli kutup başı ülkeyi içinde barındıran Örgüt, Hindistan gibi bir başka kutup başı ülkeyi de gözlemci statüsünde yanında bulunduruyordu.
Dünya petrol üretiminin ve kullanımının yarısını elinde bulunduran, siyasi, ekonomik ve askeri bir güç olarak yıldızı parlayan Şanghay İşbirliği Örgütü, öyle gözüküyor ki yakın gelecekte bugün olduğundan çok daha etkili bir konum arzediyordu.
AKP’li Türkiye’nin böyle bir örgüte kayıtsız kalması, gelişmeleri uzaktan seyretmesini ve kendisini sadece ABD/AB eksenine hapsetmesini Siyonist merkezler istiyordu.
Şanghay İşbirliği Örgütü Genel Sekreteri üç gün boyunca Türkiye’de kalıyordu, ama maalesef devletin hiçbir yetkilisinin kendisiyle görüşmediği söyleniyordu. Bu kadar ilgisizlik sizce de tuhaf değil mi? Oysa ABD ya da AB’den üst düzey bir görevli ülkemize gelse uşak kafalılar hizmet ve hürmet için sıraya giriyordu” diyen Abdullah Özkan haklıydı.
Hindistan-Pakistan rekabetini kimler kışkırtmaktaydı?
Hindistan savunmaya en çok para harcayan ülkelerin başında geliyordu. Söylenenlere göre, önümüzdeki 10 yıl içinde en az 100 milyar doları savunmaya harcayacağı bekleniyordu. Bu harcamalarda da iki ülke en çok payı alıyordu: Rusya ve İsrail.
Hindistan, Rusya’dan çeşitli savaş uçakları, helikopterler, gemiler, füzeler alırken İsrail’den de özellikle ileri teknoloji ürünü savunma donanımı ve silah alıyordu.
Bu arada en son olarak hem Rusya ve hem de İsrail’in birlikte yer aldıkları önemli bir savunma projesini de hayata geçiriyor, kısaca AWACS (Airborne Warning and Control Systems) diye bilinen havadan yapılan devriye, kontrol ve gözlem sistemini ihtiva ediyordu.
NATO bugün AWACS sisteminde en ileride bulunuyordu. Türkiye de bu çerçevede AWACS uçakları uçuran nadir ülkelerden birisi oluyordu. Esasen AWACS bugün dünyada en iyi biçimde Amerika, Rusya, İngiltere, Japonya, Avustralya ve Türkiye tarafından kullanılıyordu. Kısacası bugün dünya AWACS kulübü 6 ülkeden meydana geliyordu.
Hindistan işte bu kulübe, Rusya-İsrail ortak projesi çerçevesinde geliştirilen ilk AWACS uçağını teslim alarak yedinci ülke olarak dahil olmuş bulunuyordu. Yine bu çerçevede Hindistan’ın Amerika’dan 8 adet Boeing P-81 uzun menzilli keşif uçağı aldığı ve Brezilya ile kendi AWACS’ını gerçekleştirmek için anlaşma yaptığı da biliniyordu.
Hindistan’ın AWACS konusundaki hamlelerinin baş hedefi şüphesiz Pakistan oluyordu. Hindistan bu hamlelerle Pakistan’ın önüne geçmeye, bu ülkeyi bu konuda zayıf kılmaya çalışıyor. Pakistan ise bu konuda geri kalmamaya gayret ediyordu. Nitekim, Pakistan Hava Kuvvetleri Komutanı Mareşal Kamar Süleyman, Hindistan hamlesine kendi AWACS uçaklarını Eylül ayına kadar devreye sokarak karşılık vereceklerini açıklamış bulunuyordu. Pakistan bu çerçevede İsveç yapımı SAAB Ericsson uçaklarından satın almayı düşünüyor, ayrıca, Hint AWACS uçak tehdidine karşı 500 Amerikan yapımı BVR (Beyond Visual Range) kodlu füzeleri devreye sokacağını söylüyordu. [5]
Kısacası, Hindistan ile Pakistan arasındaki askerî rekabet arttıkça artıyordu ve bunu Siyonist emperyalist odaklar kışkırtıyordu.
İşin acı tarafı Abdullah Gül, 6 Şubat 2005’te Rice ile yaptığı görüşme sonrasında, “Amerika kesinlikle doğru yolda. Dünya barışı için, son 50 senede en çok, Amerikalılar kendi insanlarını kaybetmişlerdir” diyebiliyordu.
13 Mart 2006 yılında ise Kızılcahamam’da “Biz, İran’ın nükleer programıyla ilgili olarak, BOP kapsamında ABD ile birlikte hareket edeceğiz. Amacımız İslam ülkelerine özgürlük ve demokrasi götürmek” diyerek Amerikan vahşetine ve İsrail’in hedeflerine hizmetkârlık yapılıyordu.
Bir hatırlatma:
Niye “Fetullah” diyoruz?!
Feth-ullah: “Allah’ın fethi, Allah’ın onun eliyle zafer ve rahmet kapısını açıverdiği” anlamında Arapça bir isimdir.
Ama, bu ismi taşıyanların pek çoğu, yukarıdaki anlam ve amaca aykırı işler ve gavurlarla kirli ve gizli ilişkiler peşindedir. Bu nedenle onlara “FETULLAH” demek daha uygun düşmektedir.
FETT: Arapçada;
Bir nesnenin parmakla ezilip ufalanmasına,
Sağlam kayaların yabani ağaç kökleri ve balyoz darbeleriyle çatlayıp parçalanmasına,
Ve, bir şeyin kuvvetinin ve etkinliğinin giderilip zayıf bırakılmasına denir. (Bak: Komusu Okyanus c.1, sh.316)
“FETULLAH” ise: “Allah’ın imtihan hikmeti ve kader projesi gereği, haklı ve hayırlı bir hareketi parçalayıp zayıflatmaya uğraşmak ve gizlice zalimlere yaranıp yanaşmak” gibi şerli ve şeytani işlerde kullanılmaya müsait ve müstahak gördüğü bozuk tiyniyetli kimse demektir.
Yani, ey okur! “Fethullah” yerine, “Fetullah” dememiz, kelimenin aslını ve anlamını bilmediğimizden değil, işte bu yüzdendir.
[1] mehmet.yilmaz@zaman.com.tr
[2] Vatan, 2 Haziran 2009
[3] Vatan, 2 Haziran 2009
[4] Hürriyet, 3 Haziran 2009
[5] Fikret Ertan / Zaman

CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Anlaşılan amaç Özel'i bir şekilde aday yaptırıp tekrar kolaylıkla iktidarı sürdürmek. Tabi bu hizmet! falan…
Milli Çözüm, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, Kripto Yahudiler ve Pakraduniler” kitabında yakın siyaset tarihimizi doğrudan ve derinden…
Siyonizmi en iyi tanıyan ve tanıtan üstadımızdan sistemler değişse de güncelliğini asla yitirmemiş bir şiir.…
Sn. Kılıçdaroğlu'na önlem olarak getirilen Özgür Özel, CHP'nin Kılıçdaroğlu ile başlayan ve olumlu yönde gelişen…
Bu yüzyılda Hak davaya önderlik eden Necmettin Erbakan ve Onun Adil Düzen plan ve programlarıdır.Elbette…
Halkı yıllarca IMF ve AB uyum yasaları arasına sıkıştırılan güçlerin emrindeki yöneticiler ; canım ülkemi…
İSRA SURESİ 71. AYETİN HIŞMINA UĞRAMAMAK İÇİN ASRIMIZA VE KUR'AN'A TERCÜMAN OLAN MİLLİ ÇÖZÜM'E TÂBİ…
TUTARSIZLIK = KILIÇDAROĞLU KORKUSU!.. ÇÜNKÜ KILIÇDAROĞLU MİLLİ MUTABAKAT TARAFTARIYDI!... Özgür Özel CHP'sinde evet bir tutarsızlık…
Saf 8 يُر۪يدُونَ لِيُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ Onlar, Allah'ın…
Tarihten günümüze hak davaya katılmış belli mevkilerde görev almış,farklı teşkilatlarda cemaatlerde bulunmuş olduklarını anlarken Hakkın…