Tarih, bir toplumun ortak bilincidir. Kendi tarihine yabancı olan, hatta utanıp ondan kurtulmaya çalışan bir toplum, millet olma özelliğini ve geleceğe yön verme ümit ve yeteneğini yitirmiş demektir. Siyonizm gerçeğini bilmeden yakın tarihimizi ve günümüzün problemlerini doğru değerlendirmek ve çözüm üretmek mümkün değildir. Bugün, Amerika Birleşik Devletleri tarihsizlikten kavruluyor. Bizim toplumumuzun kendi yakın tarihine takılmışlığı hala sürüyor. Ne var ki basın yayın üzerine düşeni yapmıyor. Ve yakın tarih üstümüze devriliyor.
Osmanlı döneminde ilk Celali İsyanları’nın temeli neydi? Şii inancını aşılama ve ona karşı çıkma gayretiyle halk yığınları birbirine girmedi mi?
Ona benzer hadiselerin hepsini tek tek incelesek, karşımıza çıkacak olanlar sinsi ve siyonist Yahudi hareketiydi.
Günümüze de bakarsak öğrenci olaylarının, sağ sol çatışmalarının Kürt-Türk ayrışmasını, Laik-dindar kamplaşmasının aynı dürtülerle olduğu bir gerçekti. 12 Eylül öncesi öz be öz gençlerimizi bize yani birbirlerimize düşman edenler, onlar değil miydi? Bunları bilmek için kâhin olmak ya da istihbarattan olmak gerekmez; açıktan oynanan oyunları sezmek için biraz feraset yeterliydi.
Yine Osmanlı tarihindeki dönme şeyh Bedreddin’in izini sürelim. Şeyh ve İslam alimi geçinen Mısır’da ders görmüş bir kişiydi.
Evet, ama İslam adına İslam’ı yozlaştıran birisiydi. İslam’ı ve Müslüman Türkleri içten yıkmakla görevliydi.
Osmanlı tarihinin hemen en önceki ayaklanması olan Simavnalı Şeyh Bedreddin’in İsyanı’ndan, başka cumhuriyetten sonraki din istismarcıları ve isyancıları da Şeyh Bedreddin’in izinde yürümüşlerdir. Yani dış ülkelerin aynı teşkilat çalışmalarının süre gelmesidir.
İsterseniz bir de Sabatay Sevi’yi (Şaptay Tsvi) izleyelim. Bu haham da işi, şöyle azıtmıştır. Kudüs’e gidip iki yıl hahamlık eğitimi görerek İzmir’e döndükten sonra Türkiye’deki İsraillileri Mesihlik iddiasıyla söz birliğine getirmiş, Müslüman Türkleri nasıl şaşırtacağı hakkında plânlar tertiplemiştir. “Esas adı “Veled Mordohay”dır. Yeniçerilerden bile elde ettiği adamlar olduğu bilinmektedir.
1670’lerden sonra yakalanmış, ama sarayda ifadesi alınırken, Sultanın hekim başı ve tercümanlığını yapan, saray adı Hayatizade Mustafa efendi (esas adı Levin Warner) olan ve Sabatay Sevinin akrabası bulunan kişi İspanyolca kulağına fısıldayarak “Müslüman olursan kurtulursun” demiş ve Sevi zahiren Müslümanlığı seçmiştir. Üstelik 150 akçe aylık bağlanarak taltif edilmiştir.
Ve sözde Müslüman olan Sevi Mehmed Aziz Efendi adını alıyor. Müslüman nasihatçisi olarak çıkıyor, yine eski hıyanetine devam ediyor. Sonra da Arnavutluk’a sürülüyor. Oradan Selanik’e gelip yerleşen Sevi, Selanik’te gizli teşkilât kuruyor. Onun şeytani adımlarını izleyen adamları Selanik’te dönme Cavit, Avukat Salem, Karasso gibi elebaşları yetiştiriyor. Bir yandan da Fransa’yla, İngiltere’yle, gizli misyon örgütleriyle el birliği yaparak sabataist ve Siyonist İttihat-Terakki kuruluyor.
Osmanlıya karşı ayaklanmalara destek olmaktan başka, I. Tanzimatı, II. Tanzimatı, Meşrutiyeti, II. Meşrutiyeti bunlar kışkırtıyor. Böylece. Mordahay’ın vasiyeti yerine getiriliyor.
Bunlardan başka Teodor Herzl’in ve haham Moşe Levi’nin 1893’lerde Sultan Hamid’e toprak, isteme müracaatını bunlar tertipliyor. Hatta Taşkışla oyunlarını, 31 Mart ayaklanmasını, Osmanlı imparatorluğunun parçalanmasını meydana getiren ittihat ve Terakki fırkasını kuranlar, işte bu çizgiden gelen yerli ve yabancı ajanlar ve misyonlar oluyor.
Sultan Hamid’i tahttan indiren, Osmanlı’yı hiçe doğru götüren ve nihayet Mondros ve Sevr’e kadar götüren aynı cins çalışmalar bizi uçurumdan yuvarlamayı hedefliyor.
Ve Atatürk’ün önderliğindeki İstiklal savaşı, bizim uçurumdan tırmanıp çıkmamızı sağlıyor.
İşte tarihi olayların içindeki talihsiz tuzakların hepsi bu yabancıların bizden görünmesiyle yürütülüyor. Bunlar Siyonist misyonlardan ve masonik ajanlardan oluşuyor. Yurdumuzda dünlerimizde neler olmuşsa, bu günlerimizde de aynı şeyler yaşanıyor.
Atatürk’ü İngiliz Masonlarının casusu Mustafa Sagir öldürmek istiyor
Afgan Emiri’nin de suikastla öldürülmesini tertipleyen İngiliz istihbaratı, aynı tertibi gittikçe güçlenen kemal Paşa’ya karşı da devreye sokma kararı alıyor. Bu iş için de Afgan Emiri’nin öldürülmesine karışan Mustafa Sagir adında Hintli bir Müslüman ajan devreye sokuluyor.
Dönemin İngiliz sömürgesi Hindistan’da doğan Mustafa Sagir çocuk yaşta bu ülkeden alınarak İngiltere’de eğitime yollanıyor. Yüksek öğrenimini Cambridge’te yapan Sagir İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın emrine girmiş, İngiliz istihbaratının en güvendiği Müslüman bir ajan olarak biliniyor. Sagir, İngilizlerin sömürgesi durumunda olan Müslüman ülkelerde çalıştırılıyor.
Milli Mücadele’nin başarısının tüm Müslüman coğrafyada bağımsızlık ateşini yakacağını bilen İngilizler, Paşa’ya suikastın onayını Londra’daki Dışişleri’nden alır almaz bu iş için Mustafa Sagir’i İstanbul’a yolluyor. Milli Mücadeleye büyük destek sunan Hint Müslüman Komitesi’nin adamı rolünde 20 Mart 1920 tarihinde İstanbul’a gelen Sagir, kısa sürede İstanbul’daki İngiliz işbirlikçilerinin de yardımıyla millici çevrelerin içine sızarak güven duyulan bir temsilci konumuna ulaşıyor. Hindistanlı Müslümanların Anadolu’nun kurtuluşu için topladıkları üç milyon İngiliz lirasının Ankara’ya teslim edilmesiyle görevli olduğunu söyleyen Sagir, keskin bir İngiliz karşıtı görünüyor ve milli çevrelerde ilgi uyandırıyor.
Atatürk kuşkulanıyor!
Gelişinden on ay sonra Ankara’ya yola çıkan Sagir, konakladığı her yerde en üst düzeyde ağırlanıyor. Ankara’da Paşa’nın da çevresine gireceğini düşünen Sagir, işlerin beklendiği gibi gitmeyeceğini kısa sürede anlıyor. Ankara’da yaptığı görüşmede Sagir’den kuşkulanan ilk kişi de Paşa’nın kendisi oluyor. Paşa bu tespitini Sagir ile ilgili görüşünü soran ve kendisinin de bu Siyonist komplodan haberi olduğu anlaşılan Sabataist Yunus Nadi’ye “Casustur casus!” diyerek açıkça ifade ediyor. Çok az sayıda kişinin bilgisi dâhilinde dönemin İçişleri Bakanı olan, daha sonra karısı Halide Edip’le Atatürk’e yönelik İzmir suikastına karışıp yurtdışına kaçan Sabataist Adnan Adıvar Bey’e gereken talimatları vererek Sagir’in her faaliyetini kontrol, gözlem ve denetim altına aldırıyor.
Yapılan gizli izlemelerin sonunda, başta Ankara ve İstanbul olmak üzere yurdun her yanında her türlü yıkıcı çalışmaları örgütleyen İngiltere’nin, İstanbul’daki Damat Ferit hükümetinin ve Mustafa Kemal’in çevresini kuşatan Sabataist Çetenin casusluk şebekesi ve bu işte kullandığı yerli işbirlikçileri de deşifre ediliyor.
21 Mayıs 1921’de Ankara İstiklal Mahkemesi’nde başlayan Sagir ve işbirlikçilerinin davası 23 Mayıs’ta Sagir’in idam kararıyla sonuçlanıyor ve infaz üç gün içinde halka açık olarak gerçekleştiriliyor.
Şanlı tarihimiz gizleniyor!
Ve maalesef bizdeki ahmakların bazısı hala Osmanlı üzerinden İslam düşmanlığı yapmaktadır.
Avrupa’nın insaflı kaynaklarına göz atanlar, Osmanlı’nın ilk on padişahının dahi olduğunu, bunun bir başka örneğinin bulunmadığını okuyacaklardır.
Dünyanın haritasını ilk defa çıkaran adam Piri Reis
Tarihin en esaslı adamlarından biri olan Piri Reis, yalnızca Türk tarihi ya da Müslümanların tarihi açısından değil, tüm dünya tarihi açısından önemli bir isimdir. Bu önem sadece, günümüze ulaşan ilk dünya haritasını çizmesinden değil, ‘Kitab-ı Bahriye’ gibi bir denizcilik kılavuzunu yazmasından da kaynaklanmaktadır. 1513’de çizdiği harita, bugün hala bilim tarihine bilgi sunabildiği gibi, ilkini 1521 yılında yazdığı Kitab-ı Bahriye de bugün hâlâ kullanıma elverişli işlevsel bir metindir.
Tarihin en büyük soykırımında mazlumlara yardım ediyor
1486’da Endülüs’te Müslümanların hâkimiyetindeki son şehir olan Gırnata’da katliama uğrayan Müslümanlar, Osmanlı Devleti’nden yardım isteyince o yıllarda deniz aşırı sefere çıkacak donanması bulunmayan Osmanlı Devleti, Kemal Reis’i Osmanlı Bayrağı altında İspanya’ya gönderdi. Bu sefere katılan Piri Reis, amcası ile birlikte Müslümanları İspanya’dan Kuzey Afrika’ya götürmüşlerdi.
Venedik üzerine sefer hazırlığına girişen II. Beyazid’in, Akdeniz’de korsanlık yapan denizcileri Osmanlı donanmasına katılmaya çağırması üzerine 1494’te amcası ile birlikte İstanbul’da padişahın huzuruna çıkmış ve birlikte donanmanın resmi hizmetine girmişlerdi.
Piri Reis, Osmanlı Donanması’nın Venedik Donanması’na karşı sağlamaya çalıştığı deniz kontrolü mücadelesinde Osmanlı donanmasında gemi komutanı olarak yararlık gösterdi. Yaptığı başarılı savaşların sonucunda Venedikliler barış istediler ve iki devlet arasında bir barış anlaşması yapıldı. Piri Reis, 1495 – 1510 yıllarında İnebahtı, Moton, Navarin, Rodos gibi deniz seferlerinde de görev üstlendi.
Dünya denizciliğinin ‘ilk’ kılavuz kitabını yazan adam
Akdeniz’de yaptığı seferler sırasında gördüğü yerleri ve yaşadığı olayları, daha sonra Kitab-ı Bahriye adıyla dünya denizciliğinin ‘ilk kılavuz kitabı’ olma özelliğini taşıyacak olan kitabının taslağı olarak kaydetti.
Dünyanın haritasını çıkaran adam
Piri Reis, 1511’de emri hak vaki olup, amcası Kemal Reis’in bir deniz kazasında ölmesinden sonra Gelibolu’ya yerleşti. Barbaros’ların idaresi altındaki donanmada bazı seferlere çıktıysa da daha çok Gelibolu’da ikamet edip haritaları ve kitabı üzerinde çalıştı. Akdeniz’de korsanlık yaptığı yıllarda bir kısmı Kristof Kolomb’a bir kısmı ise başka korsanlara ait bazı haritaları ele geçirmişti. Bu haritalardan ve kendi gözlemlerinden faydalanarak 1513 tarihinde en kapsamlı ilk dünya haritasını çizdi.
Bugün bu haritadan günümüzde yalnızca Atlas okyanusu, İber yarımadası, Afrika’nın batısı ve -yenidünya- Amerika’nın doğu kıyılarını kapsayan üçte birlik bir kısmı kalmıştır.
Mısır seferinde Nil nehrini çiziyor
Barbaros Kardeşler, 1515 senesinde Osmanlı donanmasında dünyanın en büyük deniz güçlerinden birini oluşturmuşlar ve Kuzey Afrika’da birçok bölge ve kaleyi fetih eylemişlerdi. Piri Reis de 1516 – 1517 yıllarında İstanbul’a geldiğinde tekrar Osmanlı Donanması’na girip donanmada albay rütbesi almıştır. Mısır seferine gemi komutanı olarak katılmış ve sefer için gittiği Mısır’da Kahire’ye geçerek Nil ve çevresini çizme fırsatı bulmuştur. [Biz işte böyleyiz. Seferden vakit bulursak ilim de yaparız. Ne gerekiyorsa en iyisini yapacak bir ümmetiz biz]
Haritayı Yavuz’a sunuyor
Piri Reis, İskenderiye’nin ele geçirilmesinde gösterdiği başarılar sebebiyle padişahın övgüsünü kazanmış ve sefer sırasında haritasını padişaha sunmuştu. Bugün Piri Reis’in dünya haritası olarak bildiğimiz harita, Yavuz Sultan Selim’e sunulan haritanın bir bölümüdür. Diğer bölümleri kaybolmuştur.
Moliere, ‘Kibarlık Budalası’nda Türklere benzemek isteyenleri, Türkçe kelime kullananları hicvetmektedir. Paris’te en önemli cereyan ‘Türk-ü perest’likti. Evinde bir Türk köşesi yapmayanı, orada bir tesbih, bir seccade, bir nargile bulundurmayanı sosyetik çevreler gerici olarak nitelendirirlerdi. Bu topraklarda göz kamaştırıcı bir medeniyet kurulmamış olsaydı, Osmanlı’yı taklit etmeleri söz konusu olmayacaktır.
Sigrid Hunke gibi Batılı bilim insanları bin beş yüz yılını baz alıp İstanbul-Fatih Medresesi’ni, Latin dünyasının beyni olan Sorbonne’u, Cermenlerin iftihar ettikleri Frankfurt Üniversitesi’ni ele alarak mukayese yapmıştır. Bin beş yüz yılında, Fatih Medresesi’nde tıpla ilgili 926 kitap bulunurken; Sorbonne’da 11, Frankfurt Üniversitesi’nde sadece 12 tane vardır. Bunların da yedisi İbn Sina ve Biruni’den, yani bizden tercüme edilen kitaplardır.
Hammer değerli bulmuş ki, Osmanlı şairlerinin 2 bin şiirini Almanca’ya çevirdiği için övünç duymaktadır. Ünlü Shakespeare’nin Fuzuli’den alıntılar yaptığını bilmeyen Batılı aydın pek azdır. Baki, Nedim, Şeyh Galip ve daha nicelerine Batılılar hala hayrandır. Peki, bilim ve teknik olarak Osmanlı insanlığa ne vermiştir?’ diye sorulabilir. Havan topunu Fatih icat edip kullanmıştır; bir milletin devlet başkanı ilim adamı ve mucit ise, o millet yıkılmayacaktır. Ve yine çiçek aşısını Akşemseddin hazretleri bulmuştur. Bir tıpçıya sorarsak, çiçek aşısını bulmak için ne derece tıp bilgini olmak lazım geldiğini anlatacaktır.
Vakıf kurumunu geliştiren, çeşitlendiren, adeta onu medeniyetinin temeli haline getiren Osmanlı’dır. İstanbul’un ilk belediye reisi Hızır Bey’in aldığı kararlardan nasıl bir çevreci olduğu anlaşılmaktadır. Uzun lafın kısası, Jean Bodin’i okursak, bugünkü modern devlet anlayışını Osmanlı’nın öğrettiği gün ışığına çıkacaktır. Osmanlı yönetiminin hukukun üstünlüğüne dayandığı Avrupa’da biliniyordu. İngiltere Kralı VIII. Henry’nin Türkiye’ye bir heyet gönderdiğini, adalet teşkilatını incelettiğini ve bu heyetin raporuna dayanarak ileride cihana örnek olabilecek adliyesinde gerekli ıslahatları yaptığını inkâr mümkün mü? ‘Güneş Beldesi’nin yazarı Campanella’nın hapishaneden Kardinal Berul’e yazdığı şu mektup her şeyi ortaya koymaktadır: “İçinde yaşadığım şafaksız gecenin bir sabaha ermesini istemiyorum. Böyle bir sabahın sonu gecedir. Çünkü zindanın dışında istibdat var ve bu, hür fikirlere ancak gece vaat eder. Ben bir ‘Güneş Beldesi’nin hasretini çekiyorum. Bu ülkede gece olmasın ve insanlar karanlık mefhumunu orada tatmasın. Güneş ülkeyi yeryüzünde bulmak mümkün mü? Fikir hürriyetine, vicdan hürriyetine, lisan hürriyetine ilişmeyen Osmanlı Türklerinin varlığı, hiç olmazsa yarın, böyle bir ülkenin var olacağını bana zannettiriyor. Mademki düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Müslüman Türkler var; üzerinde yalnız hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir Güneş Ülke neden vücut bulmasın?”
Doktora ve doçentlik çalışmaları Osmanlı’ya ait olan Erlangen Üniversitesi profesörlerinden Hutteroht’a ‘Hocam, Osmanlı hangi hatasından dolayı çöktü?’ diye sorduğumda şu cevabı vermişti: “Öyle vesikalar gördüm ki donakalacaktım. Osmanlı insanlığın yüz akıdır. Onu henüz tanımıyor, ama huzurunda saygıyla eğilmek ihtiyacını duyuyorum.”
Avrupalılar tarihlerini keşfetmekten öte, İslam’ı ve Osmanlıyı çok iyi inceleyip örnek alarak medeniyetlerini geliştirdiler. Biz de yarınlarda ciddi bir medeniyetin insanı olmak istiyorsak, Osmanlı’yı enine boyuna araştırmalıyız. Geçmişimizi iyi bilirsek, önümüzü görebiliriz; Cumhuriyet’imizin geleceği de buna bağlıdır” diyen Zaman yazarına sormak gerekiyordu: Bunları bile bile, hala kalkıp ta, “Dünya gemisinin kaptanlığına layık olan Amerika’dır!” diyen Fetullah Gülen, hiç atalarından utanmıyor ve Allah’tan korkmuyor muydu?
31 Mart vakası ve Hareket Ordusunun perde arkası aralanıyor!
- Alaylıların ordudan tasfiyesine
- Medreselilerin askere alınma teşebbüsüne
- İttihatçıların kendi taraflarını bürokrasiye getirmesine
- Saray bürokrasisinde, diplomaside ve iç-dış ticaret ilişkilerinde Osmanlıyı avucuna alan Ermeni-Yahudi rekabeti arasında mağdur edilenlerin
Kısaca, makam ve menfaatleri kesilen bütün kesimlerin, İttihat ve Terakkiye karşı bir isyan hareketiydi. Sabataist ve Mason İttihatçıların Hareket Ordusu isyanına gerekçe hazırlamak üzere 31 Mart’ı kışkırtıp kullandıkları sezilmekteydi.
Abdülhamit dönemine dönüş arzusu ve sloganları, bazılarınca irtica diye nitelendirilmişti. Padişah Abdülhamit’in bunlara karşı Hareket Ordusunu bastıracak gücü olduğu söylenemezdi.
Hareket Ordusu, Selanik’teki 3. Ordu ve Edirne’deki 2. Ordudan katılan 50 bini nizami, 20 bini çeteci, 70-80 bin kişilik bir kuvvetti.
Abdülhamit 1. Ordu ile karşı çıkabilirdi, ama hem çok kan dökülecekti, hem de güçleri yetmeyecekti.
Hareket Ordusu, Mahmut Şevket Paşa komutasında İstanbul’a girdi.
Mustafa Kemal 3. Ordunun, Kazım Karabekir 2. Ordunun Kurmay Subayları olarak görevliydi.
1909 23 Nisan gecesi hareket Ordusu Mahmut Şevket Paşa’nın fonografla kaydedilen tek yüzlü taş plaklardaki konuşması şöyleydi:
“Kardeşler!
Yüz binlerin kanı pahasına elde edilen meşrutiyetimizi mahvedip namusumuzu payimal edenlere karşı payitaht ve makarrı Hilafet bizden medet bekliyor!”
(Abdülhamit için baykuş diye hitap ediyor. Oysa yola çıkarken askerleri Padişahı kurtaracağız diye kandırıyor)
Nihayet çatışmalar başlıyor. 50-60 kişi hareket Ordusundan ve 400 kişi isyancılardan ölüyor ve yüzlercesi yaralanıyor.
Yeşilköy’de toplanan heyete soruluyor: Abdülhamit’in hallini isteyenler kalksın.. Kalkmayanlara silahlı Talat paşa sert sert bakınca hepsi kalkıyor. Sait Paşa: Talat Bey oğlum, biraz da şu tarafa nazar buyurun!? şeklindeki uyarısı espri konusu oluyor.
Kısaca 31 Mart’ı İttihatçı sabataistler tezgâhlıyor ve bir ihtilale bahane hazırlanıyor. Ermeni ve Rum azınlıkları, bazı medrese ve tekke mensuplarını da bunlar kullanıp kışkırtıyor. Osmanlı’nın azınlıkları sürekli hoş tutması ve geniş haklar tanıması başına bela oluyor ve merhametten maraz doğuyor.
Sultan Fatih İstanbul’u aldığında Yahudi ve Rum azınlıklara her türlü imkân ve imtiyazı sağladığı biliniyor.
Fatih’ten sonra İstanbul’a 25 bin kadar Müslüman Türk yerleştiriliyor. 1477 Osmanlı kayıtlarında İstanbul’da; 8500 hane Müslüman Türk, 3500 hane Rum-Ortodoks, 2000 hane Yahudi ve 1500 hane de diğer azınlıkların yaşadığı tespit ediliyor. Buna göre o tarihteki İstanbul’un nüfusu 60-70 bin civarında bulunuyor.
Siyonizmin güdümündeki ABD Türkiye’yi AB’ye sokmak istiyor
Türkiye’yi Avrupa’da eritmek ve onun ötesinde Türkiye ile de Avrupa’yı sulandırmak bir Amerikan projesidir. Politikanın ötesinde bu siyonizmin bir hedefidir. Bunu ilk defa açıklıkla dile getirenlerden birisi eski Almanya başbakanlarından Helmut Schmidt’tir. Helmut Schmidt, Türkiye’nin Avrupa Birliği perspektifinin ve yöneliminin aslında bir Amerikan projesi olduğunu belirtmiştir. Bernard Kouchner de zannederim aynı şeyleri söylemişti. Gerçekten de Türkiye’nin Avrupa Birliği istikameti bir Amerikan projesi midir ve öyleyse bunun arkasından ne elde etmek istemektedir? Soğuk Savaşın sonlarına doğru Amerikalılar Avrupa Birliği’nin esnekliğini kaybederek ABD karşısına bağımsız bir güç olarak çıkmasından endişe ediyordu. Özellikle siyasi birliğini temin etmesinden endişe ediyorlardı. Zira de Gaulle’ün temsil ettiği Avrupacı yaklaşım ABD’den bağımsız yekpare bir Avrupa’yı düşlüyordu. İngiltere ise bu tasavvura ne coğrafi ne de siyasi olarak uyuyordu. Tarihi nedenlerden ötürü İngiltere ile ABD arasında kopmaz bir bağlantı bulunuyordu ve işte bu yüzden İngiltere’nin AB üyeliği çok sancılı bir süreçle gerçekleşebiliyordu. Zira, İngiltere üzerinden AB, bir şekilde ABD’ye bağımlı hale geliyordu. Kararlarında bağımsızlığını koruyamıyordu. Türkiye’nin üyeliği ise İngiltere’den sonra, AB’yi sulandırma işlevinin ikinci ayağını temsil ediyordu.
Amerikalılar AB’yi sulandırması ve siyonizmin kontrolünde kalması için Türkiye’nin AB içinde yer almasını savunuyordu. Türkiye’nin bu hususta iki işlevi daha bulunuyordu. İkisinde de anahtar değil kilit rolü görüyor ve tıkayıcı bir görev yürütüyordu. Türkiye’nin AB eğilimi AB’nin gelişimini aksatıyor. Özellikle de siyasi birliğine zarar verecek boyutlar taşıyordu. Bu nedenle Türkiye’nin AB’ye katılımı AB projesi olmaktan ziyade bir Amerikan projesi olarak okunması gerekiyordu. Türkiye’nin Avrupa vadilerinde kaybolmasının ikinci nedeni de İslâm dünyasını başsız bırakma amacını taşıyordu. Tam da bu nedenden dolayı, bazıları Türkiye’nin AB istikametini aynı zamanda bir İran projesi olarak gösteriyordu. Hatemi’den bugünkü liderlere kadar hemen hemen bütün İranlı liderler Türkiye’nin AB üyelik perspektifini destekliyordu. Dolayısıyla Türkiye’nin ortada ve bağımsız durmasıyla birlikte hem AB hem de Ortadoğu kilitli kalıyordu.
Türkiye’ye dair ikinci Amerikan projesi de ideolojik olarak Türkiye’nin İslâm alemine Batıcı bir model sunmasıdır. Obama’nın seçimi de en modern ve laik İslâm ülkesi olarak Türkiye’den taraftır. David Furum ve Richard Perle gibi Siyonist Yahudi teorisyenleri bazı ortak kitaplarında, “ABD’nin 50 yıllık politikasının İslâm dünyasında Türkiye modelini yaymak ve tamim etmek olduğunu” yazmışlardır. Hatta Nasır’dan Suharto ve Saddam’a kadar bütün denemelerin aslında bir Türkiye kopyalanmasından ibaret olduğunu itiraftan sakınmamışlardır.”[1]
Çünkü Türkiye’nin AB’nin bir vilayeti ve nihayet İsrail’in eyaleti olması, İran’ı rakipsiz bırakacağı ve İslam Dünyasının tabii liderliği konumuna taşıyacağı düşünülüyordu.
BATI’nın Yalanları:
– Neden Avrupa’nın ancak 1500-1800 döneminde Doğu’yu yakalayabilecek bir düzeye eriştiği bilgisini öğretmiyoruz?
– Neden Andre Gunder Frank’ın: “Avrupa ‘ekonomik geriliğin avantajlarını’ kullanmak suretiyle erken değil, geç gelişen bir kıtadır.” İtirafını gizliyoruz?
İnsaflı gavur, J. M. Blaut’un “Amerikalılar (yerliler) keşfedilmediler, katledildiler.” Sözüne niye sahip çıkmıyoruz?
– Neden bir 17 yüzyıl Bilimsel Devrim’inden söz ediliyor da, 10. yüzyılda gerçekleşen ve birkaç yüzyıl süren İslam Bilim Devrimi’nden söz etmiyoruz?
– Neden Avrupa Rönesans’ını okutuyoruz da, Müslümanların Rönesanslarını en az 5 yüzyıl önce gerçekleştirdiklerini unutuyoruz?
– Neden İslam kaynaklarından esinlenen Kolomb’un Amerika’ya giderken kullandığı gemilerin Çin donanmasındakiler yanında maket gibi kaldığını bilmiyoruz?
– Neden Vatikan yazmalar kataloğundaki İbnu’ş-Şâtır’a ait eserde, kendisi dindar bir Katolik olan Kopernik’in, gezegen teorisini açıklarken kullandığına tıpatıp benzeyen bir çizimin ondan çalındığını Batılılardan duyuyoruz?
– Yoksa ‘Batı Mucizesi’ni büyüsünün bozulmasından mı endişe duyuyoruz?
Avrupa’nın Elli Büyük Yalanı’nda cevabını bulabileceğiniz şu başlıkları da paylaşalım:
Florence Nightingale’in İngiltere’de ölüm meleği olarak tanındığını; Galile’nin kiliseye karşı çıkmış bir bilim kahramanı olmadığını; Magna Carta’nın Avrupa tarihinde ileri değil, geri bir adım sayıldığını; Hitler’in aslında Avrupa’yı işgal planı olmadığını; Einstein’ın son yıllarında beyninin yavaşladığını; İlk feministlerin fabrikalardaki kadınları evlerine kapatmak için kampanyalar başlattıklarını; Don Kişot’ta Endülüslü Müslümanlarla ilgili şifreler bulunduğunu; Kopernik ve Kepler’in güneşe tapanlar tarikatından olduklarını; Rönesans insanlarının Ortaçağ’daki atalarından daha pis yaşadıklarını; Haritaların emperyalizmin sözcülüğünü yaptığını, evet niye bu gerçekleri yazan konuşan tarihçilerden mahrum yaşıyoruz?..[2]
[1] Bak: Mustafa Özcan / Milli Gazete / 11 04 2009
[2] Milli Gazete / 03 08 2009 / Yunus Emre Tozal

CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Milli Çözüm, yaşam sürdüğümüz şu dünya hayatında gerçekleşen hadiseleri doğru anlamanın ve uyanık kalmanın tüyoları…
Özgür Özel, hapishanede bulunan İBB başkanı Ekrem İmamoğlunun yaptığı mitinglerle sesinini duyurmaya çalışıyormuş gibi görünürken…
"Başbakanlar, başbelasıdır bozuk düzende! Gizli gerçek hükümet, mason localarıdır Siyonist merkezler ise akıl hocalarıdır Amerika…
Sırtlanlar sadece, vergi yükler sırtlara BOP IMF görevlisidir, fatura hep yurttaşa Milli Görüş bereketle, zam…
Öyle anlaşılıyor ki hem CHP’de hem AKP’de hem de diğer muhalefet mahfillerinde, hâlâ en korkulan…
Bir toplumda iki sınıf vardır ki onlar bozulursa bütün toplumda ifsat olur bunlar yöneticiler ve…
"CHP’nin marazlı masonik takımı Kılıçdaroğlu’na karşıydı. Çünkü Kılıçdaroğlu, “Kirli, kiralık ve münafık cephenin” değil, “Milli ve duyarlı cephenin” yanındaydı.…
MİLLİ GÖRÜŞ - MİLLİ ÇÖZÜMDEN GAYRİSİ HAİM NAHUM DOKTRİNİN UYGULAYICISIDIRLAR. KİM DAHA İYİ UYGULAYACAKSA SİYONİZM…
Bugünlerde terörist başı bebek katili cani'nin ayağına gitmek için can atanların böylesine bir ihanete nasıl…
Anlaşılan amaç Özel'i bir şekilde aday yaptırıp tekrar kolaylıkla iktidarı sürdürmek. Tabi bu hizmet! falan…