YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
68c19a53f1393
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 7 2 8
Bugün : 33440
Dün : 46483
Bu ay : 449504
Geçen ay : 1415082
Toplam : 42125876
IP'niz : 216.73.216.17

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

AHMET AKGÜL ÜSTADIMIZIN HİKMETLİ ÖĞRETİLERİ
VE
İBRETLİK SERÜVENİ

Değişik vesilelerle Üstadımız, şu vecizeleri buyurmuşlardı:

● Allah’ın taksimine, yani hayır ve şerden kısmetine razı ol ki, takdire iman etmiş olasın. İbadet, hizmet ve hareketlerine nefsini katma; yani riyakârlık yapma ve üstünlük taslama ki, nefeslerin kıymet kazansın!..

● Herkesin kıymeti, gayreti kadardır; gayreti ise gayesi ve hedefi oranındadır. Hedefleri ve hayalleri kutsal ve kuşatıcı olanlar, büyük adamlardır. Gayesi ve gailesi (derdi) küçük olanlar da, ayarı düşük insanlardır.

● İslam’sız insan, Kur’an’sız irfan ve imansız vicdan olgunlaşamaz… En büyük akılsızlık; başkalarına haksızlık ve ahlâksızlık yapmaktır.

● Düşman gibi dine sataşanlar, şeytan gibi din istismarı yapanlar ve dünyalık hesapları için kutsalını ve davalarını satanlar; hepsi aynı ayardadır.

● Herkes senin aynandır. Akıllılık; kendinin güzel yönlerini de, çirkin hallerini de, başkalarında görüp anlamandır; yani yanlışlarının ve yamukluklarının farkına varmandır. Artık çirkinliğini gördüğün aynaları kıracağına, kendini düzeltip temizlemen daha akıllıcadır.

● Sadece kendisini ve ailesini düşünenler ve “başkasından bana ne” diyenler, şeytanın taifesidir. Çünkü şeytan da bu benlik ve bencillik yüzünden lanete uğramıştır.

● Biz Hak davanın ve onun şahs-ı manevisi olan ZAT’ın kapısındaki KITMİR’leriyiz. Hâşâ; bu kutsal hareketin kurmayı değil, komutanı değil, birim başkanı değil; sadece hizmetçileriyiz. Hem öyle resmi ve besili değil, hasbi bir köpeğiyiz. Tehlikeli bir süreçte, O’na suikastçılar ve saldıranlar olabilir düşünce ve endişesiyle Hz. Peygamber Aleyhisselam Efendimizin evi etrafında ve hiç kimseden talimat almadan ve başkasına çaktırmadan gizlice nöbet tutan ve Resulüllah’ın çok özel duasına mazhar olan Sahabe-i Kiram’dan Ebi Vakkas oğlu Sa’d gibi sevdamızın ve sultanımızın gönüllü neferleriyiz. Tevhid dininden dönmemek, zalim ve kâfir diktatöre boyun eğmemek için şehirden kaçıp bir mağaraya sığınan gençler olan (Bak: Kehf Suresi: 9-22. Ayetleri) Ashab-ı Kehf’in sadık köpeği Kıtmir bile (Kehf Suresi: 18) makbul sayılıp Kur’an-ı Kerim’de zikredilmek ve cennete girmek şerefine eriştiği halde; tarihin en büyük ve en muhteşem inkılâbı olan Yeni İslam (Barış ve Bereket) Medeniyetinin ve Mehdiyet Devriminin Kutlu Liderinin gönüllü Kıtmirlerinin, Rahmet-i İlahi’den mahrum bırakılacağını sananlara hayret etmekteyiz.

● Bakmak ve görmek farklı şeylerdir; ama hakikati sezmek ise daha özel bir meziyet ve hidayettir. Örneğin:

Duvarda asılı bulunan ve belirli aralıklarla çalıp bizi uyaran saati duymamak ve hatta görmemek; gaflettir. O saatin, sadece rakamlarını, akrep ve yelkovanını görmek ve kendi kendine hareket ettiğini zannetmek; cehalettir. O saatin perde arkasındaki onlarca dişliyi, çarkı ve mekanik yapıyı akla getirmek ve hayalen görmek de; basiret ve ferasettir. Ama asıl, o saati kurgulayan ve kuran zatı düşünmek ve bilmek ise, marifettir. Hadis-i Kutsi’de buyrulan;

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve bu maksatla âlemleri halk ettim” hikmetinin bir anlamı da; “Ey insanlar, siz Benim ilmimde saklı bir hazine idiniz. Sizi size bildirmek ve Habibim Muhammed’i (SAV) Zatıma bir ayna yapıp, Onda Kendimi görmek ve sizlere göstermek için mahlûkatı var ettim” demektir.

● Kızdığımız, kıskandığımız ve kin bağladığımız kimseleri, horlamak ve hırpalamak niyetiyle; onların hata ve haksızlıklarını ayet ve hadislerle ortaya koymak ve hatalarını yüzlerine vurmak: Allah için tebliğ ve tavsiye değildir. Sadece kendi öfkemizi ve nefsi hakaretimizi, o kişilere yansıtmak için, Kur’an’ı ve Resulüllah’ı istismar etmektir.

● İslam; kristal bir şişe içindeki safi ve şafi ilaç gibidir. Akıllı ve insaflı doktor, o şişeden çıkardığı ilacı; hastasına ölçüyle, tatlandırılmış şekilde ve tedricen verir. Ahmak kimse ise, hastasına o ilaç şişesini olduğu gibi ve hepsini zorla yutturmak için boşuna gayret gösterir… Ve tabii hastaların çoğu bu şişeyi yutamaz; yutanların da boğazına takılıverir.

● Tavşan besleyenin küheylan yetiştirdiğine, arpa ekenin de hurma devşirdiğine hiç rastlanmamıştır. Paslı demirden tas, ağaç kömüründen elmas yapıldığını gören de çıkmamıştır.

● Senin yuların; nefsanî gururunun, Siyonist gâvurunun elinde olduktan sonra; ha merkep olmuşsun ha deve… Ha fare olmuşsun ha fil… Ne fark eder be gafil!

● Küçük heveslerle, büyük hedeflere varılamayacaktır. Amacı küçük olanların, aracının büyük olması da işe yaramayacaktır. Tuvalete beygirle, meyhaneye lüks ciple gideni kimse alkışlamayacaktır. Davası Hakkın ve hayrın hâkimiyeti olanların, bütün sevdası ve maksadı; Allah’ın rızası ve insanlığın rahatı ve refahıdır. Nefs-ü hevâsını ilahlaştıran ve dünyaya tapınanların, aşk şiirleri safsatadır.

● Kâbe’si Amerika, Medine’si Avrupa olanların, Hacca gitmesi ile Haç’a secde etmesi farksızdır.

● Dostunu harcayan, postunu harcamıştır. Dostunu ucuza satan, kendisini şeytana kiralamıştır…

● Hak ve hakikat gözetmeyenlere hürmet gösterilmez. Şeriat (hukuk ve adalet) gütmeyenlere ise şefaat edilmez. Tapındığın putların heykeli, ha ağaçtan, ha altından yapılsın, fark etmez…

● Servet ve rütbe (etiket) için, şeref ve haysiyetini rüşvet verenler, ekmek parası için fahişelik edenlerden daha alçaktır. Makam ve menfaat için Hak davasından cayıp dönenler ve bu döneklere mazeret ve keramet düzenler, İslam’a açıkça düşmanlık güdenlerden daha zararlı ve aşağıdır.

● Zalimleri büyük gören ve destek veren kimselerin izzet-i nefsi ve insanlık haysiyeti kalmamıştır. Kahpeye “kahramanlık zırhı” giydirmek ve döneklere “akıllılık” sıfatı geçirmek ne işe yarayacaktır?

● Araştırıp düşünmeden, okuyup öğrenmeden; sadece gelenek ve görenek inancı, şeytanın oyuncağıdır. Taklidi Müslümanlık, itikadi sapıklığın açık kapısıdır.

● Dili uzun olanın, ömrü kısa olur. Dili yaralayıcı olanın, başı belalı olur. Dili tatlı olanın, kabahati tez unutulur. Dili acı olanın; kalbi sancılı, akıbeti feci olur. Dili bozulanın, dini de bozulur. Ancak haksızlıklar karşısında susanlar dilsiz şeytan olur ve imani haysiyet ve hassasiyeti kaybolur.

● Yalan ve palavrayla hava atılır, ama hedefe varılmayacaktır. Yalanla; belki o anı kurtarırsın, ama bütün geleceğini karartırsın. Yılana sığınmak, yalana sığınmaktan daha kârlıdır.

● Başkalarına hakaret edenin, onlardan hürmet beklemesi; insanlara nefret besleyenin, karşılığında muhabbet ve merhamet istemesi; hem boşunadır, hem de haksızlıktır.

● Tembellik, teneşir ehli cenazelerin halidir. Herkes bilmeli ki; yürüyen karınca, yan gelip yatan karacadan daha önce hedefine erişir.

● Herkesin ayarı, tarafıyla belli olur. Şeytani güçlerin safında olanların, Rahmani sıfatlı görüntülerine aldanmak saflıktır. Çünkü zalimleri destekleyen, dolayısıyla mazlumları ezen konumundadır.

● AB’den, ABD’den ve işbirlikçi partilerden hayır beklemek; akrepten hayır beklemekten daha akılsızcadır. Bin kere denenmişi, bir kere daha denemeye kalkışmak, vurdumduymazlıktan da öte, ahmaklıktır. İşbirlikçiliği, “işbilir”lik sanmak ise en yaygın, ama maalesef saygın bir saflıktır.

● Şahsi heves ve hesapları için; Saadet Partili olmakla, diğer sağcı veya solcu partilerden birine katılmak arasında fark yoktur. Allah ne aradığına bakar, nerede aradığına değil. Tabi bu arada makul ve makbul amaçlar için, gayrimeşru araçların kullanılmayacağını da bilmek gerekir.

● Döşek gibi semirmek isteyenler, eşek gibi mihnet çekerler. İman ve ümit pili bitenler, zulme direnemez, tez çökerler.

● Faziletli adam, “herkes su içsin ve doysun” diye; kötü tıynetli adam ise, “insanlar düşüp boğulsun” diye kuyu kazar… Ve elbette herkes niyetinin karşılığını bulur.

● Samimiyet ve merhametle yapılan öğüt ve uyarı; şifalı merhem yerindedir. Kötü niyet ve hakaretle yapılan nasihat ise, kuyruk altına batırılan diken gibidir. Biri yatıştırır, diğeri hırçınlaştırır.

● Huysuz kişiyi kışkırtmak, kuduz köpeğe karışmaktan beterdir. Unutmayın, huzursuzluk uğursuzluk getirir.

● Kendi iktidarını, milletin ıstırabı üzerine kuranlar; sonunda öfke infilakıyla derbeder olurlar.

● Büyük liderlerin, stratejik tedbir ve hedefleri, sadece kendisinde saklı bir sırdır. Çünkü Hz. Peygamber (SAV) Mekke’yi fetih niyetini ve projesini, herkesten saklamıştır.

● Elinden geldiğince herkese iyilik et. Böylece iyi kimseleri minnet, kötü kimseleri mahcubiyet altına sokarsın.

● Sonunda ölüm olduktan sonra, ha susuzluktan telef olmuşsun, ha suda boğulmuşsun! Akıllılık, ölüme ve sonrasına hazırlıklı olmaktır.

● Doktoruna âşık olan hasta; onunla buluşmak için, sağlığına kavuşmayı değil, hastalığının devamını ister. Mevlâ’sına sadık ve âşık kişi de; O’nun takdir ettiği belayı ve O’nun yolunda sıkıntıya katlanmayı bal kaymak bilir.

● Ateş böceği gece gündüz devamlı ortalıkta ve yazı yabanda bulunuyor. Ancak Güneş’in ışığından dolayı gündüzleri fark edilmiyor. Ahmaklar ise onun sadece geceleri yuvasından çıktığını sanıyor!

● Akıllı ve hayırlı adamlar, hep kendisinden bilgili ve bereketli insanlar arar, daha da yücelmek için… Ahmak ve alçak adamlar ise, hep kendisinden aşağı kimseler içinde bulunmak arzular… Küçükler arasında büyük görünmek için.

● Tur Dağı, dağların en küçüğüdür, ama Hz. Musa’nın ve Tecelli-i Rahman’ın sayesinde en meşhuru ve makbulüdür.

● Seni kıskanandan, senden korkandan ve senin kahrına uğrayandan korkmak ve sakınmak lazımdır… En doğrusu, hırsını ve hıncını gizli tutmaktır…

● Münafıktan ve Masondan başkan, kurttan çobana benzer.

● Derviş hırkası giyen riyakâr, Kâbe örtüsünü eşeğine çul yapan adam gibidir.

● Paslı demiri cilalamak, boyamak değil; önce törpüleyip temizlemek gerekir. Bunun gibi, günah kirini tevbe ile temizlemeyenlerin, sarık-cübbe giymesi neyi değiştirecektir?

● Güneş kışın daha çok aranır ve sevilir, çünkü süreklilik bıkkınlık getirir.

● Bazen arpa kadar altın, altı bin uyuşuk ahbaptan daha etkilidir. Ama bir sadık ve sağlam dava yoldaşı da bin tonluk hazineye bedeldir.

● Kutlu sevgilini kendine tercih etmedikçe, aşkın sahtedir, bağlılığın gösteriştir.

● Nasipsiz ve beyinsiz insanı akıllandırmaya kalkışman, sonunda seni de deli edecektir.

● Nefsanî ve şeytani dürtülerine direnemeyen, hakikatte “akıl baliğ” değildir.

● Para kazanıp hayra harç etmeyen ve ilim öğrenip amel etmeyen, en ahmak kişidir.

● Aşırı hiddet muhabbeti, aşırı merhamet mehabeti (saygınlığı) giderir.

● Cahillerin takdirinden ise, âlimlerin tekdirini ve tenkidini tercih etmelidir.

● Şeytanlar ve şarlatanlar, ihlâsa ermiş samimi ve sabır ehli kimselerle; başkanlar ve yönetici konumunda olanlar ise, ahlâken iflas etmiş kişilerle başa çıkamazlar.

● Bir değersiz taş, mücevherden bir vazoyu kırabilir. Ama bu onu kıymetli hale getirmeyecektir.

● Kuvvetsiz fikir, çok zeki bir felçliye benzer; fikirsiz kuvvet ise, cahil ve beyinsiz vezire benzemektedir.

● Ahmak ve alçak insanlara hürmet ve rağbet etmek, onların azgınlık ve sapkınlıklarını körüklemek demektir.

● Nasıl ki eşek arısı bal vermezse, döşek hırsı (tembellik) de mal getirmez. Bunun gibi Hak davadan döneklerden vicdani hassasiyet ve haysiyet; ödlek tiplerden ise dini gayret ve cesaret beklenmez.

● Kendi nefsini gören, Rabbini görmez; derdini bilen ise dermansız ölmez. Sadece kendisini düşünen, ailesini ve çevresini küçümseyen kimseler, asla mutluluğun tadına eremez.

● Kibirli insan kirli vicdan sahibidir. Mütevazı günahkâr, gururlu abidden daha nasiplidir.

Hz. Süleyman rolüyle, onun yerine konulan İfrit’le Süleyman bir olmaz. Her tac-u taht sahibi de, sultan sayılmaz.

ŞİİR

“Bütün putların anası, nefistir
Münafık; nefs zindanında hapistir
Her süslüye, hoş sözlüye aldanma
Dışı güzel ama, içi habistir!”

“Riyakâr Müslümanla, sahte para basan insan aynıdır. Herkes onlara imrenir; ama o, pazardan bir ekmek bile satın alamaz.”

ŞİİR

“Seni de Allah besler, eşini de
Ondan bil, geleceği de, peşini de
Çünkü bebeğinin dişini veren
Aşını da verecek, işini de…”

“Kendini yenemeyen, rakibini yenemez… Nefsini aşabilen, engellerin hepsini aşabilir. Siyaset (idare etme sanatı) bilmeyen, riyaset (Başkanlık) yürütemez.”

ŞİİR

“Her hanım bir gonca güldür, onu tatlı söz güldürür
Her erkek âşık bülbüldür, onu da kem göz öldürür
Böcekte de, çiçekte de; tecelli eden Allah’tır
Bu vahdete eren insan, tüm mâsivadan özgürdür.”

ŞİİR

“Kalbin hayra, ayak şerre giderse
Adın Ahmet, tadın zahmet olmasın…
İman, akıl, vicdan; el ele verse
Bu âlemde, niye rahmet olmasın.”

Hz. Peygamber Efendimizin tavsiyesiyle; Allah’ın ve Resulüllah’ın ahlâkıyla ahlâklananlar” ve Kur’an’ın ifadesiyle; “Allah’tan kendilerine güzellikler (ve üstün özellikler) geçmiş bulunanlar…[1] Zahmet içindeki rahmeti, zorluk içindeki hikmeti, ibadet ve teslimiyet içindeki saadeti fark edip, zevk edip yaşayanlar kazanacaklardır… Ve sonuna, yani ölüm anına kadar hayırda yarışanlar… İyilerle kötülerin, sağlamlarla çürüklerin… Elmaslarla kömürlerin… Mü’minlerle kâfirlerin denenip elenmesi için, bu dünyada imtihanda bulunduğunun ve her an ayrı bir imtihana tâbi tutulduğunun şuuru ve sorumluluğu içinde davrananlar kurtulacaklardır… En başa çıkılmaz sıkıntılar… En dayanılmaz sarsıntılar ve en aşılmaz görünen sorunlar karşısında, kısaca Kur’an’ın “yüreklerin hançereye dayandığı anlar[2] diye tarif ettiği durumlarda bile, metanet ve istikametini bozmayan ve Allah’ın razı olduğu tavırdan ayrılmayanlar… Kısaca, ömür boyu küfürle ve kötülüklerle boğuşanlar, sonunda ayetlerin haber verdiği şekilde “yeryüzünün vârisi ve insanlığın hâmisi” olacaklardır.

Demir rengine boyandığından, çelik zannedilen düzgün sırıklar… Sarı suya batırıldığından, kıymetli altın zannedilen bayağı bakırlar… Mü’min ve muttaki rolü oynadıklarından, muhterem zannedilen münafıklar… Karşılaştığı ciddi bir zorlukta ve uğradığı önemli bir zararda veya umduğunu bulamadığında güzel ahlâktan yan çizen… Dünyalık bir makam ve menfaat karşılığı Hak davadan yüz çeviren sahte kahramanlar ise, insanlığın baş belâsı ve Müslümanların yüz karasıdırlar.

Oysa bize; İslam davası ve insanlık sevdasıyla yola çıkanlar ve asla hedefinden şaşmayanlar lazım… Bize; nefsi arzularını yaşamak için değil, kutsi değerleri ve duyguları yaşatmak için, yanıp tutuşanlar lazım… Bize; resmiyet ve mecburiyetle değil, samimiyet ve teslimiyetle çalışanlar lazım… Bize; sürekli itekleyerek ve sürükleyerek, emirle ve talimatla değil, öğütle ve işaretle koşuşanlar lazım… Ücretle iş yapan kiralıklar değil, özveriyle çırpınan sadıklar lazım… Görünürde halk ile, hayrın hizmetinde, ama gerçekte ise Hak ile, huzur zevkine ulaşanlar lazım… Bize; ele geçirdiklerine sevinip şımarmayan, yitirdiklerine ise dövünüp darılmayan… Yani kader sırrına kavuşanlar lazımdır..

ŞİİR

Yâri yarası olanlar, yarası yâr olan gelsin
Gönlünde bahar havası, kafası kar olan gelsin…
Hesabi olan riyakâr, hasbi olan fedakârdır
Sevdası âleme sığmaz, dünyası dar olan gelsin…

İkilik şirkinden uzak, kader sırrına kavuşan
Kesrette vahdeti bulan, vuslat zevkine karışan
Cümle cihanla barışık, canlı cansızla konuşan
Hasret ateşiyle işi, hep ah-u zar olan gelsin…

Azrail’e ödül verir, ölümü öldüren erler
Zalimlere izzetlidir, mazlumu güldüren erler
Hem, marifet bahçesinde, hikmet gülü deren erler
Nefsiyle bin kere ölüp, Hak ile var olan gelsin…

Ahmet Hoca bil ki gaflet, tüm gönüllere zehirdir
İlaç; iman, ilim, kulluk… Şifa; fikir ve zikirdir
Tembellik ve benlik; ruhu, öldüren manevi kirdir
Rahman’a dönüp gönülden, derdi didar olan gelsin…

Evet, bu dünyaya sadece zevk ve zenginlik için geldiğini zannedip, ruhundan ve Rabbinden habersiz yaşamak, hayvanlık mertebesidir. Hile ve hıyanete yönelmek, haksızlığa ve ahlâksızlığa heveslenmek ise, şeytanlık halidir. Ama, ibadet ve istikamet çizgisinde, fikir ve zikir disiplininde şehvet mikroplarını ve enaniyet putlarını öldürebilenler ise insanlık derecesine yükselir. İlim ve irfan mektebinde yetişmeyenler… Hizmet ve hikmet meclisinde pişmeyenler, ruhen çiğ kalır ve çirkinleşir. Hak davadan ve takvadan nasipsiz olanlar, şeytan gibi huzurdan kovulmuş demektir. Çünkü, eğer sevilselerdi, ibadet ve hizmetten mahrum edilmezlerdi.

Hâlbuki ömür sermayemiz, su gibi akıp gitmekte ve hızla tükenmektedir. Her nefes alışverişimiz, bir ağacı kesen hızar dişleri gibi, sayılı saniyelerimizi alıp götürmektedir. Allah’ın kudret ve sanat eserleri olan vücut nakışlarımız her geçen gün biraz daha pörsümekte ve giderek zayıflayan saçlarımız ağarıp dökülmekte… Hastalık ve arızalar çoğalıp gücümüz tükenmekte… Ve bütün bunlar dünyada imtihan için bulunduğumuzu ve fani olduğumuzu ihtar etmektedir.

Ruhumuz, gaflet zindanından ve şehvet tuzağından kurtulabilirse, o zaman gerçek özgürlüğüne ve kulluk bilincine ulaşacaktır. Artık; yalancılığa, yağcılığa ve başkalarına yalvarmaya tevessül ve tenezzül etmekten kurtulacaktır… Çünkü artık; onurlu, şuurlu ve huzurlu bir insandır. Ürkeklik, kahpelik ve kölelik ise münafıkların sıfatıdır. Kâfirler için bu hayat; keyfince yaşamak, hayvani lezzet ve şehvetlerine kavuşmak için tek ve son fırsattır. Mü’minler için ise, hayat; iman ve cihaddır. Yani sonsuzluk yolculuğunda bir imtihan ve hazırlanmadır. Ölüm; kâfirler için, korkunç bir ayrılık ve azap iken, mü’minler için Rabbine ve sonsuz saadet iklimine vuslattır.

Öyle ise, gönül evimizi kirleten ve feraset gözlerimizi körelten açık ve gizli günahlarımızı fark etmeyecek kadar GAFİL… Bilgi eksikliğimizi, yetersizliğimizi ve tembelliğimizi kabul etmeyecek kadar CAHİL kalmayalım… Her şeyin en iyisine ve en güzeline talip olalım ve ona ulaşmaya çalışalım… Ne kendimizi ne de başkalarını, asla dünyalık servet ve etiketleriyle tartmayalım. Unutmayalım ki, ahiret pazarında, Karun’un hazineleri ve Firavun’un rütbeleri, bir kuruşa bile müşteri bulamayacaktır.

Bu nedenle “Ahiret âlemi, hayret âlemidir” denmiştir. Çünkü görünürde “evliya”, gerçekteeşkıya” olan nice insanların içi dışa dökülecek, bunları gören herkes hayrete düşecektir. Yani sureti insan ama sireti şeytan olanları herkes tanıyıp bilecektir. Fakat burada rağbet edilmeyen ve kıymet verilmeyen, oysa Allah katında değeri ve derecesi yüksek olan yiğitlere ise, ahirette herkes imrenecektir. Zahiren muhterem ve muttaki, ama ruhen cılk ve cılız kimselerin ise yüzüne tükürülecektir.

Unutmayalım: Yerde ve göklerde bulunan canlı ve cansız her şey bir aynadır. Ve bu aynalarda her an tecelli eden ve bütün olayların arkasında görünen, Cenab-ı Hakkın Celal ve Cemal sıfatlarıdır. “Yaratılanları, Yaratandan ötürü sevmek” bunun için lazımdır.

Uyanık olalım: Sulardaki kabarcıklarda göz kırpan… Yaprak yaprak açıp, çiçek çiçek kokan… “Hu” zikriyle esen yellerde fısıldayan ve kanat çırpan kuşlarda cıvıldayan O’dur… Güneşle gündüzlere nur, imanla gönüllere huzur ve Kur’an’la beyinlere şuur akıtan… Ateşte hem pişiren hem yakan… Su ile hem yıkayan hem boğan… Her şeyi ve herkesi rızıklandırıp doyuran… Gözlere gördüren, kulaklara duyuran… Güldüren ve ağlatan O’dur. Her an ve her şeyi ve her birimizin ruh ekranı için ayrı ayrı ve yeni baştan yaratan… Dualarda çağrılan, Kur’an’larda okunan O’dur. O Rabbimize ve sahibimize sonsuz şükürler olsun ki bizi yoktan var etmiş, hidayet ve inayet buyurup, varlığından haberdar etmiştir. Öyle ise, Rabbimize teşekkür ifadesi olarak O’na ibadet etmek… Emir ve yasaklar çizgisinde hareket etmek… Din, dil, renk ayırmaksızın Allah’ın bütün kullarına ve tüm mahlûkatına şefkat ve merhametle yönelmek… O’nun dinine ve davasına hizmet etmek, inancımızın ve insanlığımızın gereğidir. Nankörlük ise hıyanettir. Ve sonunda herkes ektiğini biçecek ve müstahak olduğuna erişecektir. Ve son pişmanlık para etmeyecektir.

 

Ahmet Hocamız nefis terbiyesi için çileye girmek isterken, Erbakan Hocamızın Kerametli Uyarısı!

Ahmet Akgül Hocamız birkaç sohbetinde anlatmışlardı: Vaktimiz müsait bir tatil dönemiydi. Elâzığ’da merkez köylerinden, Keban Baraj Gölü kenarında, yeşillikli, sade ve rahat bir köy var… İlami Köyü derler. Oradan bize bir haber ulaştı; köyün imamı olan kardeşimizin aniden tayini çıkmış, Ramazan da yaklaşıyor… Bizden bir hafız istiyorlardı. Cami Ramazan’da imamsız kalmasın, namaz kıldırsın ricasında bulunuyorlardı. Ben de uzun zamandır kırk gün çileye oturmak için böyle bir fırsat kolluyordum… Rahmetullahi Aleyh Üstadımızın da çile usulü zordu; sahurda ve iftarda çay bile yasak, su ve bir parça kuru ekmekle yetiniyorsun, zaten kırk gün oruçlusun… Bu bir fırsattı; Ramazan geliyor, 10 gün de evvel oturursam 40 günü tamamlarım diye düşündüm… Hatırladınız; Hz. Musa (AS), Tur-u Sina’ya çıkarken Allah öyle buyuruyordu: “30 ile sözleştik, 10 gün daha ekledik… 40 güne tamamladık…” dedik, hayatın meşgalesi, bir kısım siyasi mücadeleler, ister istemez bazı hataları da beraberinde getiriyor… Eğer takva dairesinde, Allah rızası çerçevesinde kalamazsan laçkalaşıyorsun… Biraz kendimizi toparlamak, günaha bulanmış, gaflete dalmış nefsimizi ıslaha çalışmak niyetiyle o köyde 40 gün çileye girme kararı aldık. Şehir yerinde oturursan, göze batıyor, riyakârlık oluyordu, orası köydür, sakindir, gelen giden olmuyordu, rahatsız eden yoktu… Arkadaşa; ‘Acaba ben gitsem olur mu?’ deyince daha çok sevindiler, ‘keşke sen gelsen’ dediler… 2 saat gece uykusu var, 1 saat kadar da gündüz… Zaten bir şey yemedin mi uyku da kalmıyor, insana yemek uyku veriyordu… İşte gece gündüz, Zikrullah’la, Kur’an’la, ibadet ve huzurla vakit geçirmek üzere söz vermiş olduk… O arada dedim ki; çoktandır Erbakan Hocamızı ziyaret etmedim, daha 15 gün kadar var… Hemen gidip Erbakan Hocamı ziyaret edip döneyim, gelip o köyde 40 gün çileye oturayım diye kendi kendime bir plan yaptım. Otobüse bindim, Ankara’ya gidiyorum. İçimden dedim ki; Hocam sorup der ki “Ne iş yapıyorsun?” Ben ise; “40 gün bir köy camisinde çileye niyetlenmişim” desem, belli olmaz, Hocam belki; “Bırak git Tunceli’de teşkilat kur! Git Hakkâri’de, Bingöl’de teşkilat kur!” buyurabilir. Gitsem, söz verdiğim şeyden (camiden) geri kalacağım, gitmesem Hocam’ı kırmış olacağım… En iyisi bu konuya hiç girmeyeyim. Ve zaten o köyün muhtarı ve aracı olan arkadaş dışında hiç kimsenin orada 40 gün çileye oturmak için sözleştiğimden haberi de yoktu… Derken, yola çıktık, gittik Ankara’ya. Genel Merkez’e uğradım… Sıra beklettiler. Nihayetinde Hocam çağırdı, girdik içeriye… Hocam genellikle sohbetlerinde ve seminerlerinde konu daha iyi anlaşılsın ve mesele daha rahat kavransın diye bazen sorular sorardı biliyorsunuz… Ama bana hiç soru sormazdı, herhalde şaşıracağım için böyle davranırdı. Oturdum, çay ısmarladı Hocam, döndü ve dedi ki: “Sana bir soru sorayım Ahmet Hoca…” Buyur Efendim dedim… “Ashab-ı Kiram’ın tarikatı ne idi?” diye sorunca ben şaşırıp kaldım, ne diyeyim. Tarikatlar, Efendimizden 150-200 sene sonra sistemleşmiş, şekillenmiş manevi eğitim ocaklarıydı… Evet, tarikat öz olarak Efendimizin ve Sahabenin hayatında yaşanan şeydir, amma sistemleştiği zaman 150-200 sene sonrasıdır. Hatta bazı tarikatlar 400-500 sene sonra şekillenip bugünkü halini almışlardı. Aklıma ilk gelen “Sahabe-i Kiram’ın tarikatı, Tarikat-ı Muhammediyye idi” demek istedim, sonra topladım kendimi, bilmeden ezbere kafadan böyle bir şeyi atmak en azından edebe aykırıdır, sustum. Erbakan Hocam kendileri cevap buyurdular… Dediler ki: “Ashab-ı Kiram’ın tarikatı Cihad idi… Cihad; ülkemize, devletimize, milletimize dışarıdan saldıracak açık düşman ordularına karşı elbette bizim de silahlı ordularımız olacaktır, hazırlıklarımız yapılacaktır. Bu askeri cihad da önemlidir ve lazımdır… Ama bir ülke içinde toplum bâtıl sistemle, bozuk yönetimle, bozuk eğitim düzeniyle yozlaşmış, yoldan çıkarılmış ise o toplum içerisinde silah kullanamazsınız… O toplum içinde yeniden halkın ıslahına yönelik, ama gerekirse, en etkili vasıtaları da rahat kullanabilmek, yararlanabilmek için siyaset yoluyla cihad yapılır, fikri cihad yapılır, ilmi cihad yapılır, tebliğ cihadı yapılır. Şimdi, şu Anadolu’da hiçbir ev yoktur ki, sülalesinde en az beş-on tane şehit bulunmasın… Ama bu şehitlerin çocuklarının hali ortada. Hem dünyalık fakr-u zaruret, cehalet ve esaret içinde bir toplum haline getirildik, hem de ahlâken sefalete, rezalete, Hak’tan hayırdan uzak bir sisteme mahkûm edildik”. Bu sırada, döndü bana doğru parmağıyla işaret ederek, “Şimdi bizimkine ne olmuş ki ev ev, köy köy dolaşıp bu gerçekleri anlatmak, toplumun yeniden ıslahına ve huzura kavuşmasına vesile olmak için çalışmamız gerekirken, kendisini bir köy camisine 40 gün hapsetmeye karar vermiş?”

Anlattığım şeyde sadece Hocamın bin kilometre ileride düşündüğüm şeyi bana hatırlatması şeklindeki kerametini vurgulamak değil, asıl anlatmak istediğim; “Bizlerin; hayatın içinde kalarak, ama takva dairesinden çıkmayarak, helal-haram ölçülerinden asla uzaklaşmayarak, her türlü görevimizi mutlaka en iyi şekilde yerine getirmeye çalışarak, ama bütün bunları yerine getirmeyi Hakkın hâkimiyeti için cihadı da terk etmeye bahane yapmayarak uğraşmamız gerektiğini, aynen Sahabe tarikatı gibi davranmamız gerektiğini” hatırlatmasıdır.

Kolay mı, kolay değil elbette… İşte bakın, bir dergi sayımıza 5 ayrı dava daha açılmıştı… 5 kardeşimiz ayrı ayrı sorguya alınmış, yapılan 3. mahkemede soruşturmaya gerek olmadığına karar verilmişti. Neymiş, niye Hakkı söylüyorsunuz, niye toplumu uyandırıyorsunuz? Niye gerçekleri konuşuyorsunuz? Ne diyor Efendimiz (SAV)? Ahir zamanda iman bir kor ateş olur, elde tutmaya çalışanların eli yanacak, yere atsa o hakikatten mahrum kalacak. Rabbim yardımcımız olsun, elimize gönlümüze dayanma gücü versin… Yani gönlümüzde hakikati saklamaya, dilimizle gerçekleri haykırmaya bize gayret ve metanet lütfetsin ve Cenab-ı Hakk cehalet ve gaflet içindeki insanlara şuur, huzur versin, onların da ıslahına yol açsın inşaallah… Çünkü işi yapan Cenab-ı Hakk’tır… Hatta Allahu Teâlâ; “Siz düşünemezsiniz, Allah dilemedikçe” buyuruyor…

Ayet-i kerimeyi hatırlayın, Efendimiz (SAV) Bedir Harbinde, Uhud Harbinde, sayıca çok üstün, teçhizatça çok üstün düşmana karşı, yerden bir avuç kum alıyor, Bismillah-u Allah-u Ekber deyip düşmana savuruyor… O kum tanelerinin her biri bir bomba gibi, bir gülle, bir kurşun gibi düşman askerlerinin başına, gövdesine nereye isabet ederse deviriyordu… Allah ne buyuruyor? “O attığını da Sen atmadın, Ben attım!” Öyle ise bizzat Peygamber Efendimizin bu büyük mucizesine bile Cenab-ı Hak “onu yapan, yaptıran, o etkiyi yaratan Benim” derken biz hangi amelimizden dolayı kalkar da “ben ettim, ben yaptım, ben başardım” havasına düşeriz?

Mersin ve İlçelerinde Refah Partisi’ni kurma çalışmalarında bindikleri arabanın kontrolden çıkması!

Allah’ın ve Resulüllah’ın va’adine ve Erbakan Hocamızın müjdesine tam itimat, insana yüksek bir cesaret ve ihlas kazandırır.

Muhterem Üstadımız Ahmet Akgül Hocamız anlatmıştı. O yıllarda Mersin’de bulunan, daha sonraları Dilovası Belediyesine atanan, ardından Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü’nden emekli olan Nihat Begiç isimli üniversite tahsilli bir kardeşimiz de bu olayın canlı şahitleri arasındaydı ve kendisi de birkaç yerde aktarmıştı.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra Milli Selamet Partisi kapatılmıştı. Bunun üzerine Refah Partisi’ni kurma çalışmaları başlatılmıştı. Mersin’de sadık dava kardeşimiz Mustafa Bey bizi arayıp, Antalya’ya kadar uzanan Mersin ve ilçelerinde RP’yi yeniden kurma çabalarına katılmamız ricasında bulunmuşlardı. Biz de Şubat tatiline denk getirip 10 gün kadar kendilerine yardımcı olmak amacıyla Mersin’e ulaştık. Maalesef eski Milli Görüşçülerin çoğu Turgut Özal’ın ANAP’ına kaymış, elde kimse kalmamıştı, Fıtratı ve fırsatı müsait kimseleri davamıza kazanmak üzere, Mersin’deki ev sohbetine katılanlardan, aslen Erzurum Oltu’dan cesaretli ve birikimli kardeşimiz Alaattin Bey konuşulanlardan etkilendiğini ve bizimle birlikte hareket edeceğini açıklamıştı. Biz de kendisine: “Maddi durumunuz müsait, hidroelektrik barajlarına su türbinleri üreten fabrikanızı kardeşleriniz yönetip yürütüyor. Siz Refah Partimizin İl Başkanı olursanız, hem büyük bir uhrevi sevap kazanacaksınız, hem de ailenizi ve iş yerinizi manen sigortalamış olacaksınız!..” deyince, biraz tereddüt ettikten sonra, Adalet Partili olduğu halde RP Mersin İl Başkanlığımıza razı olmuşlardı.

Vaktimiz kısıtlı olduğu için, ertesi sabah hemen ilçeleri, beldeleri hatta köyleri ziyarete çıktık… Kahvehanelerde ve iş yerlerinde yaptığımız konuşmalar etkisini göstermeye, partimize üye olmaya ve görev almaya başlamışlardı. Erdemli kazasında Rahmetli Doktor ağabeyi ziyaretimiz sırasında, daha önce Avrupa Milli Görüş teşkilatlarında çalışan ve o sırada arı peteği üretmekle uğraşan Ali Hayta kardeşimiz de bize katılmıştı. Silifke ve Mut’u taradıktan sonra Mustafa’nın köyünün bulunduğu Gülnar’a uğrayacaktık. O süreçte Mersin-Antalya yolu çok dar, virajlı ve bakımsızdı. Yolumuz üzerinde Akkuyu Nükleer tesislerinde çalışan ve Türkiye’nin birkaç Atom Mühendisinden biri sayılan ve bizim de Mersin Milletvekili adayımız olan bir kardeşimize, vefat eden annesi için bir taziye ziyaretine gitmeyi kararlaştırdık.

O esnada uğradığımız bir beldeden çıkışta, Erdemli’den aramıza katılan Ali Hayta kardeşimiz, yolları iyi bildiğini söyleyerek arabayı kendi kullanmaya başlamıştı. Tali yoldan asfalta çıkarken viraja çok hızlı dalmıştı. Yola da yeni mıcır döküldüğünden arabamız kontrolden çıkmış ve iki sol tekeri üzerinde altı deniz olan uçuruma doğru kaymaktaydı. Ön koltukta şoförün yanında ben oturmaktaydım, diğer üç arkadaşımız arka koltuktalardı. Bu korkunç tehlike karşısında şoförümüz ve arkadaşlarımız paniklemekten de öte korkudan sapsarı kesilmiş ve kanları donmuş durumdaydı.

O güne kadar hiç şoförlüğüm yoktu, hatta arabanın direksiyonu dışında vites ve fren kollarını bile tanımazdım. Ani bir kararla şoförümüzü sola itip direksiyonu hızla sağa çevirince, uçurumdan kıl payı kurtulan aracımız, bu sefer dağın yamacına tırmanıp ters dönme riskiyle karşılaştı, tekrar sola kırıp yola çıktık ve az ileride ormanlık alanda arabamızı durdurmayı başardık… Arkadaşlarımızı indirip yakındaki bir kır çeşmesinde yüzlerini yıkattık… Hepsi hayret ve hayranlık içinde bize bakmaktaydı. Alaattin Bey dayanamayıp sormaya başladı: “Hocam, bizler artık kurtuluşumuz yok, ölüme gidiyoruz, düşüncesiyle korkudan kanımız donarken, siz nasıl bu kadar sakin ve rahatsınız? Bizler sapsarı olup baygınlık geçirirken, siz neden moralinizi hiç bozmadınız?” diye sorunca kendilerine; “Yok canım biz de elbette kuşkulandık, ama sizin kadar açığa vurmadık!” dedikten sonra şu olayı hatırlattık:

Hz. Peygamber Efendimizden sonra, İslam orduları İran’da bir kaleyi kuşatmışlardı. Ancak bu kale çok yüksek ve sağlam taş duvarlarla çevrili olduğu için kolay alınamamıştı ve Müslümanlar büyük zayiata uğramıştı. Çünkü surların üzerinden sürekli ok ve yağlı ateş atılmakta ve yaklaşmak mümkün olmamaktaydı. O sırada ordu içinde bulunan sahabeden mübarek zat: “Arkadaşlar mancınığın içine taş yerine beni koyun ve kaleye fırlatın. Allah’ın izniyle bir fırsatını bulup kale kapılarını sizlere açarım!” deyince komutanlar önce karşı çıkmışlardı. Kendisine, kaleye düşerken sakatlanacağını hatta ölebileceğini, böyle olmasa bile düşmanların elinden kurtulamayacağını hatırlatmışlardı. O sahabe ise: “Hayır, endişelenmeyin… İnşaallah bana bir şey olmaz… Çünkü Peygamber Efendimiz bir sefer dönüşü kulağıma “Sen filan şehre vali olmadıkça ölmeyeceksin!..” buyurmuşlardı. Şimdi o şehir hâlâ alınmadığına ve ben valiliğe atanmadığıma göre, henüz ölmeme vakit var, bana bir şey olmayacak!” diye ısrar edince, kendisini mancınıkla kalenin arka taraflarında, nöbetçilerin bulunmadığı ve yumuşak toprak damların-depoların bulunduğu kısma fırlatmışlardı ve gerçekten bir yolunu bulup kale kapısını açmayı da başarmıştı.

Şimdi, neden benim aşırı korkmadığım ve telaşlanmadığım konusuna gelince… Aziz Erbakan Hocamız; “Önemli bir görev için bizi çağıracaklarını” buyurmuşlardı. Şimdi bu haber henüz gerçekleşmediğine göre, “henüz ömrümüz dolmamıştır” diyerek sükûnetimizi bozmadık!..

İşte Cenab-ı Hakkın ve Resulüllah’ın va’adine ve Aziz Hocamızın müjde ve haberlerine böylesine iman ve itimat ederek tevekkül ve teslimiyet gösterenler, gereksiz korku ve kuşkulardan emin oluyorlardı… Pek çok insanın keramet sandığı ve aklına sığmadığı yüksek bir cesaret ve örnek bir metanet kazanıyorlardı.

Ne mutlu Milli Çözüm sadıklarına ve Kur’an’la teselli bulan Hak dava arkadaşlarımıza!..

 

Erbakan Hocamızın, Ahmet Akgül Hocamızı, “Azarlayarak Azgınların Hücumundan Koruması”!

12 Eylül Askeri ihtilalinden sonra Erbakan Hocamız bir müddet hapis yatmış, ardından geçici bir süre serbest bırakılmış ve illerden gelen heyetleri Aşağı Ayrancı’da giriş kattaki dairesinde kabul etmeye başlamıştı. Hem Milli Görüş’e sızan marazlı takım arasında hem de bazı hasetçi-fesatçı kimseler arasında “Acaba bu Ahmet Akgül’le Erbakan arasında çok gizli ve samimi bir irtibat mı bulunmaktadır? Erbakan partiyi ve bütün yetkileri Ahmet Hoca’ya bırakmak için mi onu hazırlamaktadır?” kuşkuları yayılmaya ve bize yönelik hücumları ve karalama kampanyaları artmaya ve bu baskılar bizi sarsmaya başlamıştı. O sırada Elazığ’dan da 50 kişi kadar, bir otobüs dolusu Milli Görüşçü arkadaşlarımızla Ankara’ya Hocamızla buluşmaya izin çıkmıştı. Bundan haliyle haberi olan ve bizden kuşkulanıp gıcık alan malum kurmay takımı da hemen ne olup bittiğini anlamak üzere Hocamızın evine koşmuşlardı…

Böylece misafir salonuna 60-70 kişi toplanmıştı. O esnada Hocamızın evinde ve özel hizmetinde görevli İbrahim Titiz bana yaklaşıp, özel bir odaya almıştı. Bana: “Hocam, Erbakan Hocamızın sizinle ilgili bir talimatı var. Lütfen bunu uygulayın ve beni zor durumda bırakmayın…” deyince; ne emir verilmişse mutlaka uyacağımı, aksinin zaten mümkün olmadığını hatırlattım. Aziz Hocamızın talimatı şuymuş: “Herkes salondaki yerini aldıktan, kanepeler ve sandalyeler dolduktan sonra, bazıları da yere oturacaklardı. Ancak iki tane özel ve biraz görkemli koltuk bulunacak, bunlardan birine Erbakan Hocamız oturacaktı. Diğer boş kalan özel koltuğa ise; Hocamızın teşrifini bekleyip en son salona girmem şartıyla benim oturmam gerektiği ısrarla vurgulanmıştı.” Hatta İbrahim Titiz “Ne olur Hocam bu çok önemli talimatı uygulayın ve beni zor durumda bırakmayın!” diye de defalarca uyarmışlardı.

Biz, bu davranışın adaba aykırı olacağının ve açıkça haddimizi aşmak şeklinde yorumlanacağının ve başımıza yeni sıkıntılar açacağının farkındaydık, ama Hocamızın talimatına da uymak zorundaydık. Bu olayın zahiren ve kısa vadede aleyhimize kullanılsa da, gerçekte ve gelecek süreçte bizim lehimize sonuçlar doğuracağını ve Erbakan Hocamızın bizi olgunlaştırma ve koruma amaçlı böyle davrandığını düşünüp teselli bulmaya çalışsam da içimi garip bir telaş ve tedirginlik kaplamıştı.

O sırada, kapı önünde dikilip göze batmamak için, İbrahim Titiz, bizi çeşitli dosyaların saklandığı ambar gibi küçük bir odaya almışlardı. “Burada beklemem münasip görüldüğüne göre, bu dosyaları inceleyip okumama da izin vardır” diyerek yaklaşık 1 saat kadar, çok önemli mektuplara, yazışmalara ve detaylara da böylece vakıf olma fırsatı yakalamıştık.

Derken, Aziz Hocamız aşağı inmiş ve salona geçip özel koltuğuna oturmuşlardı. İbrahim Titiz gelip beni çağırmış ve yanlış yapmayayım diye kucaklar gibi sürükleyip, Hocamın yanındaki özel koltuğa oturtmuşlardı. Hain ve hasetçi takımı bu manzara karşısında önce şaşkına uğrayıp hırslarından morarmaya başlamış; “Yoksa Ahmet Akgül’le ilgili kuşkularımız gerçek mi çıktı?” diye telaşlanmışlardı. Bizi ise utancımızdan koltuğun kenarına iğreti şekilde oturup ter basmıştı. Erbakan Hocam beş dakika kadar sohbet yaptıktan sonra, birden bana dönüp, sanki kendiliğimden ve haddimi bilmediğimden o koltuğa oturmuşum gibi, sert ve azarlar bir tavırla; “İn o koltuktan aşağı!..” buyurmuşlardı. O an sanki bütün dünya başıma yıkılmıştı. “Keşke yer yarılsa da dibine girseydim” diyecek kadar psikolojim sarsılmıştı.

Evet Aziz Hocamızın bizi, hain ve hasetçi takımının kıskançlık duygularından kurtarmaya, Allah rızası ve dava hatırı için yaptığım hizmetlerde beni rahat bırakmalarına, insanlardan hiçbir şey ummayıp gerçek ihlası kazanmama çalıştığını seziyor ve bize bu denli güvendiği için seviniyordum. Ama insan sadece akıl ve vicdan değil, his ve nefis de taşıyordu. Gerçekten de bu olaydan sonra, bize yönelik haset ve hıyanetler azalmış ve rahatlamıştık. Evet, hâlâ hatırladıkça tüylerim diken diken olmaktadır, ama Erbakan Hocamızın böyle ağır terbiye ve tedavi metotlarını sadece bize uyguladığını düşündüğümde ise ruhuma büyük bir huzur ve mutluluk doluşmaktadır.

 

Milli Çözüm’ü Tutuklama Operasyonu: Bir Ergenekomik Senaryosu ve CIA-Fetullahçı Fiyaskosu!

Milli Çözüm Dergimizin; Cemaatin ve AKP Hükümetinin perde arkasını irdeleyen ve Milletimizi doğru bilgilendiren yayınlarından rahatsız olan çevrelerin ve özellikle İsrail-ABD Büyükelçiliği’nin aylar ve yıllar süren telefon dinlemeleri, bütün dergi ve kitaplarımızı incelemeleri sonucu, “Ergenekon’un Dinci Kanadı” yaftasıyla ve sabahın karanlığında onlarca polis baskınıyla tutuklanıp Konya’ya götürülüyorduk. Emniyetteki Fetullahçı kadroların ve AKP iktidarının tüm baskılarına, yandaş ve Cemaat medyasının aleyhimize başlattığı linç kampanyasına rağmen, yıllar boyu bizi haksız yere hapishanelerde ve mahkemelerde süründürmeyi tasarlayanların bütün şeytani planları ve temelsiz iddiaları üç günde boşa çıkıyor ve yetkili Adana Savcılığı bizleri suçsuz bularak serbest bırakıyordu! Bunun üzerine bütün hıyanet cephesinde bir şok depremi yaşanıyordu!

Milli Çözüm Ekibine, özellikle Ordumuzu karalama kampanyasıyla Ergenekon kapsamında gözaltına alınan şahsiyetlere yönelik bütün iddia ve isnatların tam bir iftira olduğunu resmen belgeleyen, ilgisizlik ve takipsizlik kararı; sahtekâr saldırganların yüzüne şamar gibi iniyordu. Ve sonunda Adalet yerini buluyor ve “soruşturmaya yer olmadığı kararı” veriliyordu.

Tamamı telefon kayıtlarımıza, dergi ve kitaplardaki alıntı yazılarımıza dayandırılarak ve kışkırtılmış birkaç gencin uydurma isnatları gerekçe yapılarak Ergenekon operasyonları kapsamında:

●  “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme;

●  Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine karşı silahlı isyana teşvik ve tahrik etme;

●  Silahlı Terör örgütü kurma ve yönetme” gibi asılsız ve alâkasız iddialarla Milli Çözüm Ekibi aleyhine açılan dava, Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2009-8 no’lu kararıyla kovuşturmaya gerek olmadığı sonucuna varılarak düşürülmüş bulunmaktaydı. Ve zaten Yargıtay 8. Dairesi “Maddi bulgularla desteklenmeyen telefon kayıtlarının delil sayılamayacağı” kararını açıklamıştı. Ancak bu iddialarla anarşistler gibi tutuklanmamız ve marazlı medyanın maksatlı yayınlarıyla karalanmamız sonucu, yaralanan onurlarımızın ve aleyhimizde oluşan ön yargıların tahribatı nasıl ortadan kaldırılacak ve bu yüzden uğradığımız maddi ve manevi zararlarımızı kim karşılayacaktır? Bu bir hukuk skandalıydı!

ABD ve AB’nin emperyalist planlarını, işbirlikçi AKP’nin perde arkasını, Fetullah Gülen’in kirli ve tehlikeli bağlantılarını, Ergenekon yapılanmasının dış patronlarını deşifre etmesi, Siyonist İsrail’in ülkemiz ve bölgemiz üzerindeki sinsi planlarını sıkça gündeme getirmesi, malum ve mel’un güçleri tedirgin etmiş ve masonik merkezleri harekete geçirmişti. Konjonktürün de müsait olmasını fırsat bilen fesatçıların (Fetullahçılar, AKP yandaşları, Milli Görüş’ün marazlıları) kışkırtmasıyla, bütün yazar ekibimizle birlikte “Ergenekon Davası çerçevesinde ve gizli örgüt kurma iddiasıyla” hakkımızda tutuklanma emri verilmişti. Ama üç gün içerisinde, bütün iddia ve isnatların temelsiz ve yetersiz olduğu anlaşılıp, arkadaşlarımızın hepsi salıverilmiş, bir iki ay sonra da savcılıktan takipsizlik kararı gelmişti. 

Öncelikle Polislerimizin; görevleri ve bize isnat edilen saçma sapan suçların mahiyeti gereği, gösterdikleri titizlik ve abartılı tedbirler dışında, hem yakalama ve tutuklama esnasında, hem yüzlerce kilometrelik taşıma ve gözaltında tutma sırasında, müdürlerinden ekip amirlerine, memurlarından diğer görevlilerine kadar hepsinin, olumlu ve olgun yaklaşımlarını, polisliğe yakışır ağırbaşlı ama saygılı davranışlarını takdir ve tebrik ediyor ve ülkem adına gurur duyuyordum.

İçeri alınmamıza sevinen, salınmamıza üzülen zavallıların gıcıklığı! 

Evet, haksız ve dayanaksız iddialarla Milli Çözüm Ekibini tutuklama sırasında; Ilımlı İslamcılardan, katı şeriatçılara… Avrupa âşıklarından Amerikan uşaklarına… Salak ve asalak sahte solculardan, milliyetsiz ve cibilliyetsiz masonlardan sığıntı sağcılara, TÜM MARAZLI MEDYA suçüstü yakalanmıştır! Şu CIA-MOSSAD maşası ve Amerikan şakşakçısı Fetullahçılardan, şu AKP’nin ve işbirlikçi akreplerin yandaşı marazlı münafıklara; hepsinin yargısız infaz gibi bize her türlü isnadı yakıştırmalarına… Kamuoyunda “anarşist, ihtilalci” gibi algılanmamız için çarpıtıcı ve saptırıcı bütün yayın ve yorumlarına rağmen, 4 gün sonra bütün iddia ve isnatlarının temelsiz ve geçersiz olduğu anlaşılıp, yüksek bir feraset ve hukuki dirayet sahibi ilgili Adana Savcılığı’nca serbest bırakılmamız üzerine; bu “doğruluk, soyluluk ve sorumluluk” kavramlarını katleden medyanın; bu utanmaz, bu uslanmaz, bu hokkabaz maymunların: Şahsımızdan, Milli Çözüm camiasından ve yanıltıp yamultmaya uğraştıkları toplumdan en azından bir özür dilemeleri gerekmez miydi? Bu edepsiz ve erdemsiz tavır; şu Saman TV’sinden A(rsız) TV’sine, şu en kahraman yazarlarının bile ne haltlar karıştırdığı mahkemelere taşınan şeriatçı münafık Vakit gazetesinden, İsrailci Hürriyet gazetesine kadar bütün bu yazar-bozar müsveddelerinin nasıl bir şeytan şebekesi olduklarını göstermeye yetmez miydi? Şimdi; ey şeytanın şakirtleri!.. Ey MOSSAD ve CIA’nın, ey Mason Localarının yalancı şahitleri!.. Söyleyin bakalım; toplumun dirliği ve devletin düzeni için, bizim yayınlarımız ve yorumlarımız mı tehlikeliydi, yoksa sizin insafsız infazlarınız mı teröristlikti? Bizi, “sivri dilli” bulduğunuz, ama “Bu sivriliğin ve keskinliğin kimin çıbanlarını deştiği?” sorusu karşısında sustuğunuz yazılarımız ve konuşmalarımız mı terbiyesizlikti, yoksa sizin soysuz ve sorumsuz tavırlarınız mı, halkımızı, ahlâkımızı ve insan haklarımızı tahrip ediciydi?

 

Erbakan Hocamız, Altınoluk’ta kendilerini ziyaret eden E. GİK üyesi ve Kocaeli E. İl Başkanı Sn. Alaattin Köksal’a söyledikleriyle Oğuzhan Asiltürk’ü ve yalakalarını yalanlamıştı:

Alaattin Köksal Bey, Oğuzhan Asiltürk’ün basında Milli Çözüm aleyhindeki açıklamalarına istinaden Erbakan Hocamıza: “Bu tür açıklamaların yanlış ve yaralayıcı olduğunu, çünkü kendisinin bu kardeşlerimizi tanıdığını ve teşkilatta beraber çalıştığını, bu beyanatların yersiz ve yararsız olduğunu” hatırlatınca Aziz Hocamızın cevaben: “Herkes görevini yapıyor. Bazıları beyanat vermede acele ediyor. Ben bu kardeşlerimi yakinen tanıyorum ve gözlerinden öpüyorum” buyurmuşlardı.

Ey, Ahmet Akgül Hocamızı “Ergenekon yanlısı, Perinçek Ulusalcısı” şeklinde karalamaktan utanmayan ve kendi pisliklerini başkalarının üzerine sürmekle temize çıkacağını sanan zavallılar! Hocamızın, azılı eşkıyalar gibi, onlarca silahlı özel timlerce ve sabah namazı vaktinde evi basılırken yakınlarına söylediği şu sözler, hiç hatırımızdan çıkmamıştır:

“Korkmayın ve telaşa kapılmayın. Onların tanrıları bizim Rabbimizle, hâşâ, baş edemez, bütün tuzaklarını boşa çıkarıverir!.. Çünkü, bizim Rabbimiz; yerlerin, göklerin, geçmişin ve geleceğin, yani her şeyin sahibidir. Ama onların tanrısı, sadece Filistin’in geçici işgalcisidir!”

Serbest kaldıktan sonra ziyaretine gittiğimizde ise, gelen bir telefon mesajı üzerine şunları söylemişti:

“Asıl olgunluk:

●  Kur’an hazinesinden ilim ve irfanla dolgunluk;

●  Gönüllü ve şuurlu olarak, Hakka ibadet ve halka hizmet üzerinde yorgunluk;

● Mazlum ve mağdur insanların acı durumu, zalim güçlerin ve hain işbirlikçilerin gaspettikleri iktidar konumu, manevi sorumluluk ve hesap korkusu yüzünden hüzünlenip solgunluk;

●  Dinine ve devletine saldırılınca coşup, nefsine ve menfaatine dokunulunca hoşgörü ve durgunluktur… Çünkü duasız, davasız ve hakikat hatırına düşmansız kimseler, görünüşte insan, gerçekte ise hayvan grubudur.”

İslam, olgun ve onurlu insan olmak içindir. Ey, ılımlısıyla, radikaliyle din istismarcısı marazlı ve garazlı mahlûklar, bırakın Müslümanlığı, duyarlı ve tutarlı bir insan olun yeterlidir…

Söz Sırası Onlarda.

‘Milli Çözüm’, Ahmet Akgül yönetiminde çıkan bir yayın. Dergiyi, ilgiyle takip edenlerdeniz. Oluşumla ilgili olarak yapılan son soruşturma ‘Tüm gözaltına alınanların serbest bırakılmasıyla’ sonuçlandı. Bu yüzden, Milli Çözüm’ün ‘Ağustos Özel Sayısı’na ilgi gösterdik. Başlığın üstüne yerleştirdikleri “Ellerinde Patlayan Operasyon Balonu” aslında her şeyin özeti. Yazar ve Siyaset Bilimci Akgül’ün yazısını herkes mutlaka okumalı. “Orduya Hücum”, “AKP Kapatılmadı. Rehin alınıp, kapatma yapıldı”, “Marksçılıkla, Ulusalcılık Uzlaşır mı”, “Amerika en büyük terör teşkilatıdır”, “30 Ağustos Zaferi ve Türk Subayının Şerefi” şeklindeki ara başlıklar, Ahmet Akgül’ün Ulusal Kanal’daki ‘Başörtüsü Konuşması’yla tamamlanıyor. İlgi duyanlar için Milli Çözüm’ün internet adresini veriyoruz. (http://www.millicozum.com) Kapakta yer verilen ‘Bize Çete Diyenin de…’ başlıklı dizelerden bir dörtlüğü yayınlıyoruz:

“Orduma kin besleyerek
Kiri nurla süsleyerek
Gâvurluğun gizleyerek
Her hileyi denyenin de…”[3]

  1. Enbiya: 101
  2. Ahzâb: 10
  3. Akşam / 13.08.2008 / Burhan Ayeri
5 4 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Abone ol
Bildir
27 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

“Oysa bize; İslam davası ve insanlık sevdasıyla yola çıkanlar ve asla hedefinden şaşmayanlar lazım… Bize; nefsi arzularını yaşamak için değil, kutsi değerleri ve duyguları yaşatmak için, yanıp tutuşanlar lazım… Bize; resmiyet ve mecburiyetle değil, samimiyet ve teslimiyetle çalışanlar lazım… Bize; sürekli itekleyerek ve sürükleyerek, emirle ve talimatla değil, öğütle ve işaretle koşuşanlar lazım… Ücretle iş yapan kiralıklar değil, özveriyle çırpınan sadıklar lazım… Görünürde halk ile, hayrın hizmetinde, ama gerçekte ise Hak ile, huzur zevkine ulaşanlar lazım… Bize; ele geçirdiklerine sevinip şımarmayan, yitirdiklerine ise dövünüp darılmayan… Yani kader sırrına kavuşanlar lazımdır..

ŞİİR

Yâri yarası olanlar, yarası yâr olan gelsin
Gönlünde bahar havası, kafası kar olan gelsin…
Hesabi olan riyakâr, hasbi olan fedakârdır
Sevdası âleme sığmaz, dünyası dar olan gelsin…
İkilik şirkinden uzak, kader sırrına kavuşan
Kesrette vahdeti bulan, vuslat zevkine karışan
Cümle cihanla barışık, canlı cansızla konuşan
Hasret ateşiyle işi, hep ah-u zar olan gelsin…
Azrail’e ödül verir, ölümü öldüren erler
Zalimlere izzetlidir, mazlumu güldüren erler
Hem, marifet bahçesinde, hikmet gülü deren erler
Nefsiyle bin kere ölüp, Hak ile var olan gelsin…
Ahmet Hoca bil ki gaflet, tüm gönüllere zehirdir
İlaç; iman, ilim, kulluk… Şifa; fikir ve zikirdir
Tembellik ve benlik; ruhu, öldüren manevi kirdir
Rahman’a dönüp gönülden, derdi didar olan gelsin…”

***
“Kolay mı, kolay değil elbette… İşte bakın, bir dergi sayımıza 5 ayrı dava daha açılmıştı… 5 kardeşimiz ayrı ayrı sorguya alınmış, yapılan 3. mahkemede soruşturmaya gerek olmadığına karar verilmişti. Neymiş, niye Hakkı söylüyorsunuz, niye toplumu uyandırıyorsunuz? Niye gerçekleri konuşuyorsunuz? Ne diyor Efendimiz (SAV)? Ahir zamanda iman bir kor ateş olur, elde tutmaya çalışanların eli yanacak, yere atsa o hakikatten mahrum kalacak. Rabbim yardımcımız olsun, elimize gönlümüze dayanma gücü versin… Yani gönlümüzde hakikati saklamaya, dilimizle gerçekleri haykırmaya bize gayret ve metanet lütfetsin ve Cenab-ı Hakk cehalet ve gaflet içindeki insanlara şuur, huzur versin, onların da ıslahına yol açsın inşaallah… Çünkü işi yapan Cenab-ı Hakk’tır… Hatta Allahu Teâlâ; “Siz düşünemezsiniz, Allah dilemedikçe”buyuruyor… Ayet-i kerimeyi hatırlayın, Efendimiz (SAV) Bedir Harbinde, Uhud Harbinde, sayıca çok üstün, teçhizatça çok üstün düşmana karşı, yerden bir avuç kum alıyor, Bismillah-u Allah-u Ekber deyip düşmana savuruyor… O kum tanelerinin her biri bir bomba gibi, bir gülle, bir kurşun gibi düşman askerlerinin başına, gövdesine nereye isabet ederse deviriyordu… Allah ne buyuruyor? “O attığını da Sen atmadın, Ben attım!” Öyle ise bizzat Peygamber Efendimizin bu büyük mucizesine bile Cenab-ı Hak “onu yapan, yaptıran, o etkiyi yaratan Benim” derken biz hangi amelimizden dolayı kalkar da “ben ettim, ben yaptım, ben başardım” havasına düşeriz?”

Nasipsiz ve beyinsiz insanı akıllandırmaya kalkışman, sonunda seni de deli edecektir.

● Kendi nefsini gören, Rabbini görmez; derdini bilen ise dermansız ölmez.  Sadece kendisini düşünen, ailesini ve çevresini küçümseyen kimseler, asla mutluluğun tadına eremez.

Yâri yarası olanlar, yarası yâr olan gelsin
Gönlünde bahar havası, kafası kar olan gelsin…
Hesabi olan riyakâr, hasbi olan fedakârdır

Sevdası âleme sığmaz, dünyası dar olan gelsin…

Şimdi, neden benim aşırı korkmadığım ve telaşlanmadığım konusuna gelince… Aziz Erbakan Hocamız; “Önemli bir görev için bizi çağıracaklarını” buyurmuşlardı. Şimdi bu haber henüz gerçekleşmediğine göre“henüz ömrümüz dolmamıştır” diyerek sükûnetimizi bozmadık!..

İşte Cenab-ı Hakkın ve Resulüllah’ın va’adine ve Aziz Hocamızın müjde ve haberlerine böylesine iman ve itimat ederek tevekkül ve teslimiyet gösterenler, gereksiz korku ve kuşkulardan emin oluyorlardı… Pek çok insanın keramet sandığı ve aklına sığmadığı yüksek bir cesaret ve örnek bir metanet kazanıyorlardı.

Ne mutlu Milli Çözüm sadıklarına ve Kur’an’la teselli bulan Hak dava arkadaşlarımıza!..

Ahmed Ahad’in zuhuru, Mehdi Muhammed aynası

Necm-i hidayet öğretir, Yüz dört Kitabın manası

Muhammed Mehdi’ye hizmet, dünya ve ukba saadet

Vuslat bayramı istersen, ateş-i aşka yanası…



(Bak: Yüz Kur’an’i Kavram ve Yorumları adlı Eser – Ahmet AKGÜL)

Oysa bize; İslam davası ve insanlık sevdasıyla yola çıkanlar ve asla hedefinden şaşmayanlar lazım… Bize; nefsi arzularını yaşamak için değil, kutsi değerleri ve duyguları yaşatmak için, yanıp tutuşanlar lazım… Bize; resmiyet ve mecburiyetle değil, samimiyet ve teslimiyetle çalışanlar lazım… Bize; sürekli itekleyerek ve sürükleyerek, emirle ve talimatla değil, öğütle ve işaretle koşuşanlar lazım… Ücretle iş yapan kiralıklar değil, özveriyle çırpınan sadıklar lazım… Görünürde halk ile, hayrın hizmetinde, ama gerçekte ise Hak ile, huzur zevkine ulaşanlar lazım… Bize; ele geçirdiklerine sevinip şımarmayan, yitirdiklerine ise dövünüp darılmayan… Yani kader sırrına kavuşanlar lazımdır..

Demir rengine boyandığından, çelik zannedilen düzgün sırıklar… Sarı suya batırıldığından, kıymetli altın zannedilen bayağı bakırlar… Mü’min ve muttaki rolü oynadıklarından, muhterem zannedilen münafıklar… Karşılaştığı ciddi bir zorlukta ve uğradığı önemli bir zararda veya umduğunu bulamadığında güzel ahlâktan yan çizen… Dünyalık bir makam ve menfaat karşılığı Hak davadan yüz çeviren sahte kahramanlar ise, insanlığın baş belâsı ve Müslümanların yüz karasıdırlar.

Oysa bize; İslam davası ve insanlık sevdasıyla yola çıkanlar ve asla hedefinden şaşmayanlar lazım… Bize; nefsi arzularını yaşamak için değil, kutsi değerleri ve duyguları yaşatmak için, yanıp tutuşanlar lazım… Bize; resmiyet ve mecburiyetle değil, samimiyet ve teslimiyetle çalışanlar lazım… Bize; sürekli itekleyerek ve sürükleyerek, emirle ve talimatla değil, öğütle ve işaretle koşuşanlar lazım… Ücretle iş yapan kiralıklar değil, özveriyle çırpınan sadıklar lazım… Görünürde halk ile, hayrın hizmetinde, ama gerçekte ise Hak ile, huzur zevkine ulaşanlar lazım… Bize; ele geçirdiklerine sevinip şımarmayan, yitirdiklerine ise dövünüp darılmayan… Yani kader sırrına kavuşanlar lazımdır..

Hakk’a tercüman olmak böyle bir şey. Aziz Erbakan Hocamız ne buyurmuşlardı… “Akıl işin sonunu düşünmektir”. İşte bizler de işin sonunu düşünüyorsak, hayırlı bir akıbet bekliyorsak elimizden, gönlümüzden ömür boyu düşürmeyeceğimiz bir kılavuz. Buradaki cümleler Kur’an ı Kerim’i ve Efendimiz’in (sav) hayatını özümsemiş bir kalbin ve aklın yansıması. Burada sabrın, mücadelenin, azmin, kararlılığın, samimiyetin ve inanmışlığın bir bütün olduğunu öğreniyoruz. Bizler de bu bütünlük içerisinde kalmalıyız.

Ey, Ahmet Akgül Hocamızı “Ergenekon yanlısı, Perinçek Ulusalcısı” şeklinde karalamaktan utanmayan ve kendi pisliklerini başkalarının üzerine sürmekle temize çıkacağını sanan zavallılar! Hocamızın, azılı eşkıyalar gibi, onlarca silahlı özel timlerce ve sabah namazı vaktinde evi basılırken yakınlarına söylediği şu sözler, hiç hatırımızdan çıkmamıştır:

“Korkmayın ve telaşa kapılmayın. Onların tanrıları bizim Rabbimizle, hâşâ, baş edemez, bütün tuzaklarını boşa çıkarıverir!.. Çünkü, bizim Rabbimiz; yerlerin, göklerin, geçmişin ve geleceğin, yani her şeyin sahibidir. Ama onların tanrısı, sadece Filistin’in geçici işgalcisidir!”

Biz Hak davanın ve onun şahs-ı manevisi olan ZAT’ın kapısındaki KITMİR’leriyiz. Hâşâ; bu kutsal hareketin kurmayı değil, komutanı değil, birim başkanı değil; sadece hizmetçileriyiz. Hem öyle resmi ve besili değil, hasbi bir köpeğiyiz. Tehlikeli bir süreçte, O’na suikastçılar ve saldıranlar olabilir düşünce ve endişesiyle Hz. Peygamber Aleyhisselam Efendimizin evi etrafında ve hiç kimseden talimat almadan ve başkasına çaktırmadan gizlice nöbet tutan ve Resulüllah’ın çok özel duasına mazhar olan Sahabe-i Kiram’dan Ebi Vakkas oğlu Sa’d gibi sevdamızın ve sultanımızın gönüllü neferleriyiz. Tevhid dininden dönmemek, zalim ve kâfir diktatöre boyun eğmemek için şehirden kaçıp bir mağaraya sığınan gençler olan (Bak: Kehf Suresi: 9-22. Ayetleri) Ashab-ı Kehf’in sadık köpeği Kıtmir bile (Kehf Suresi: 18) makbul sayılıp Kur’an-ı Kerim’de zikredilmek ve cennete girmek şerefine eriştiği halde; tarihin en büyük ve en muhteşem inkılâbı olan Yeni İslam (Barış ve Bereket) Medeniyetinin ve Mehdiyet Devriminin Kutlu Liderinin gönüllü Kıtmirlerinin, Rahmet-i İlahi’den mahrum bırakılacağını sananlara hayret etmekteyiz.

Oysa bize; İslam davası ve insanlık sevdasıyla yola çıkanlar ve asla hedefinden şaşmayanlar lazım… Bize; nefsi arzularını yaşamak için değil, kutsi değerleri ve duyguları yaşatmak için, yanıp tutuşanlar lazım… Bize; resmiyet ve mecburiyetle değil, samimiyet ve teslimiyetle çalışanlar lazım… Bize; sürekli itekleyerek ve sürükleyerek, emirle ve talimatla değil, öğütle ve işaretle koşuşanlar lazım… Ücretle iş yapan kiralıklar değil, özveriyle çırpınan sadıklar lazım… Görünürde halk ile, hayrın hizmetinde, ama gerçekte ise Hak ile, huzur zevkine ulaşanlar lazım… Bize; ele geçirdiklerine sevinip şımarmayan, yitirdiklerine ise dövünüp darılmayan… Yani kader sırrına kavuşanlar lazımdır..

Bakmak ve görmek farklı şeylerdir; ama hakikati sezmek ise daha özel bir meziyet ve hidayettir. Örneğin:

Duvarda asılı bulunan ve belirli aralıklarla çalıp bizi uyaran saati duymamak ve hatta görmemek; gaflettir. O saatin, sadece rakamlarını, akrep ve yelkovanını görmek ve kendi kendine hareket ettiğini zannetmek; cehalettir. O saatin perde arkasındaki onlarca dişliyi, çarkı ve mekanik yapıyı akla getirmek ve hayalen görmek de; basiret ve ferasettir. Ama asıl, o saati kurgulayan ve kuran zatı düşünmek ve bilmek ise, marifettir. Hadis-i Kutsi’de buyrulan;

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve bu maksatla âlemleri halk ettim” hikmetinin bir anlamı da; “Ey insanlar, siz Benim ilmimde saklı bir hazine idiniz. Sizi size bildirmek ve Habibim Muhammed’i (SAV) Zatıma bir ayna yapıp, Onda Kendimi görmek ve sizlere göstermek için mahlûkatı var ettim” demektir.

Hepside hikmet içeren sözleri anlayıp yaşamayı Rabbimiz nasip eylesin..Amiin

Makale’de yer alan Üstad Ahmet Akgül Hocamız’ın hikmetli öğretilerinin her biri birer elmas değerinde bizi iki cihan saadetine ulaştıracak bir nevi öz niteliğindeydi. Ama bizi en çok etkileyen bölümler ise şu şekildeydi.
Oysa bize; İslam davası ve insanlık sevdasıyla yola çıkanlar ve asla hedefinden şaşmayanlar lazım… Bize; nefsi arzularını yaşamak için değil, kutsi değerleri ve duyguları yaşatmak için, yanıp tutuşanlar lazım… Bize; resmiyet ve mecburiyetle değil, samimiyet ve teslimiyetle çalışanlar lazım… Bize; sürekli itekleyerek ve sürükleyerek, emirle ve talimatla değil, öğütle ve işaretle koşuşanlar lazım… Ücretle iş yapan kiralıklar değil, özveriyle çırpınan sadıklar lazım… Görünürde halk ile, hayrın hizmetinde, ama gerçekte ise Hak ile, huzur zevkine ulaşanlar lazım… Bize; ele geçirdiklerine sevinip şımarmayan, yitirdiklerine ise dövünüp darılmayan… Yani kader sırrına kavuşanlar lazımdır..
Ayet-i kerimeyi hatırlayın, Efendimiz (SAV) Bedir Harbinde, Uhud Harbinde, sayıca çok üstün, teçhizatça çok üstün düşmana karşı, yerden bir avuç kum alıyor, Bismillah-u Allah-u Ekber deyip düşmana savuruyor… O kum tanelerinin her biri bir bomba gibi, bir gülle, bir kurşun gibi düşman askerlerinin başına, gövdesine nereye isabet ederse deviriyordu… Allah ne buyuruyor? “O attığını da Sen atmadın, Ben attım!” Öyle ise bizzat Peygamber Efendimizin bu büyük mucizesine bile Cenab-ı Hak “onu yapan, yaptıran, o etkiyi yaratan Benim” derken biz hangi amelimizden dolayı kalkar da “ben ettim, ben yaptım, ben başardım” havasına düşeriz?
“Asıl olgunluk:

● Kur’an hazinesinden ilim ve irfanla dolgunluk;

● Gönüllü ve şuurlu olarak, Hakka ibadet ve halka hizmet üzerinde yorgunluk;

● Mazlum ve mağdur insanların acı durumu, zalim güçlerin ve hain işbirlikçilerin gaspettikleri iktidar konumu, manevi sorumluluk ve hesap korkusu yüzünden hüzünlenip solgunluk;

● Dinine ve devletine saldırılınca coşup, nefsine ve menfaatine dokunulunca hoşgörü ve durgunluktur… Çünkü duasız, davasız ve hakikat hatırına düşmansız kimseler, görünüşte insan, gerçekte ise hayvan grubudur.”

Bütün akl-ı selimin kendisine alacak bir ders bulabileceği hikmet derslerini hayatımızı şekillendirmesi gereken öğütlerdendir. Küçüğümüzden büyüğümüze hepimize hayat dersleridir. Bu öğüt ve hatırlatmalar hocasının talebesine olan sevgi şevkatindendir.

Mazlum ve mağdur insanların acı durumu, zalim güçlerin ve hain işbirlikçilerin gaspettikleri iktidar konumu, manevi sorumluluk ve hesap korkusu yüzünden hüzünlenip solgunluk;

Bir değersiz taş, mücevherden bir vazoyu kırabilir. Ama bu onu kıymetli hale getirmeyecektir.

Sadece kendisini ve ailesini düşünenler ve “başkasından bana ne” diyenler, şeytanın taifesidir. Çünkü şeytan da bu benlik ve bencillik yüzünden lanete uğramıştır.

Emek çekmeden ekmek yutulmaz.Tembellikle kutlu beklentilere ulaşılmaz.Allah’ın nimetlerinden usanılmadığı gibi her an ihtiyaç duyulduğu gibi O’na hizmet ve ibadetten de usanılmaz ihtiyaç var.Ama unutmayacağız her nimet bir külfet, her hizmet bir zahmet gerektirir.

PEKİ YA ŞU NANKÖRLERE NE DEMELİ!

Hadi içimize sızmış hainleri anladık. Onlar zaten karşı çıkacaklar. Peki ya Ahmet Hocamızın vesilesi ile; ülkücülükten, solculuktan, ortada dolaşırken yolunu şaşırmış durumda iken gerçeği görmüş hakikate ulaşmış, Erbakan Hocamızı tanıyıp Hak davada safını almış ve sonradan hain takımının kışkırtmalarına kapılıp yine Ahmet Hocamıza cephe alan, tavır takınan ve düşmanlık besleyen nankörlere ne demeli?!..
Bu ne hazımsızlıktır. Bu ne nasipsizliktir. İnanın sırf kendi adıma bu zavallıların adını yazsam sayfalar dolup taşar. Düşünün ki; çamura batmış, karanlıkta yolunu kaybetmiş, şeytanın tuzaklarında çırpınan birini o girdaptan Cenab-ı Hak’kın izni ile çıkartıp, dünya ve ahiret saadetine ulaşma yolunda büyük mücadeleler veriyorsunuz ve işin sonunda o insanlar sizi bu kutlu mücadelede yalnız bırakıyor ve dava hainleriyle aynı safta yer alıyorlar. İnsanoğlu böyle işte…

Yediğin çanağa tükürme
Sonuçta varacaksın mahşere
Sana yol gösterene nankörlük etme
Hesabını vereceksin, demedi deme..

● Tur Dağı, dağların en küçüğüdür, ama Hz. Musa’nın ve Tecelli-i Rahman’ın sayesinde en meşhuru ve makbulüdür.

Varlığın Fatiha’sı vardır! Varlığın Fatiha’sı insandır. Yaratan, insanla varlıkların kilidini açar!

Çalışmalarında ihlas sahibi ol. İhlas, süt emen çocuk gibi kendisini övene de, sövene de hiç aldırış etmeyip hizmetlerine, işlerine, ibadetlerine devam etmendir! İhlas, Allah ile kul arasında bir sırdır. Onu melekler bilip yazamaz, şeytan ve avanesi bilip bozamaz, nefis bilip saptıramaz! İhlas; ameli gözle değil, gönülle görmektir! İhlasla çalışıp gayret ettikten sonra, Allah size öyle özellikler verir ki; bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakınca damlalarının sayısını, bir çöle bakınca kum tanelerinin sayısını bilecek hale gelirsiniz!

Dost kimdir? Sizi eksiğinizle, noksanınızla, kusurunuzla, günahınızla, sevabınızla kabullenip seven ve sizi doğru yola sevk etmek için sayısız yollara başvurandır. Bu dost, yanlış yaptınız, hataya saptınız diye sizi asla terk etmez. Şimdi bir bak etrafına; seni eksiğinle, noksanınla, kusurunla, günah ve sevabınla kabul edip seven, hata yaptın, yanlış yaptın diye terk etmeyip, seni her an doğru yola iletmek için çaba sarf eden dostun kimdir? İşte O hakiki dost yalnızca Allah’tır. O halde başkalarına kulluk etmekten vazgeçin!..
Ancak Allah’tan gelene razı olduğun zaman, Allah senden razı olur!..

Talebe ve Tâbi olmayı lütfeden Rabbimize sonsuz şükürler olsun.

“Duvarda asılı bulunan ve belirli aralıklarla çalıp bizi uyaran saati duymamak ve hatta görmemek; gaflettir. O saatin, sadece rakamlarını, akrep ve yelkovanını görmek ve kendi kendine hareket ettiğini zannetmek; cehalettir. O saatin perde arkasındaki onlarca dişliyi, çarkı ve mekanik yapıyı akla getirmek ve hayalen görmek de; basiret ve ferasettir. Ama asıl, o saati kurgulayan ve kuran zatı düşünmek ve bilmek ise, marifettir.” 

Her olayın sonsuz kuvvet ve kudret sahibi Cenabı Hakkın izni/yaratması ile gerçekleştiğine inanmak, unutmamak ve imtihanın kazanılması için Elçinin (ilahi kaynaklar yönünde en doğru yol çizen Kutlu Önderin) yolunda şaşmadan, şımarmadan, sapıtmadan Rahman olan Allah’a (cc) sığınarak yürüyebilme duasıyla.    
  
“Rabbimiz; (gelecek nesillerimize de) kendi içlerinden onlara bir elçi gönder, (ki) onlara Senin ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen Güçlü ve Üstün olansın, Hüküm ve Hikmet sahibisin.” Bakara 129

Sözün en güzeli söylenmişse, O’na tabi olmak da bizim güzelliğimiz olmalı.

‘’Habibin (Sevgilinin) diyarından gelen her şey mahbuptur! (sevimlidir…)”

Kur’an dan ve Rasulüllah’tan damıtılmış bu yüce Hakikatlerle bizi muhatap kılan Rabbimize sonsuz Hamd ve Sena lar olsun,
O’nun Rasülüne, Elçilerine ve Ehlibeytine Salat ve Selamlar olsun,
Her türlü şirkten ve şekavetten, küfür ve zulüme düşmekten, kibir ve nankörlükten bizleri korusun…🤲🌹🤲🌹🤲🌹

Ahmet Akgül üstadımız, yazılarıyla ve şiirleriyle hikmet ve hakikate tercümanlık yapmaktadır!

Milli Çözüm davetini doğrulayınız ve destek çıkıp tâbi olunuz.

“Ey iman edenler! (Her konuda) Allah’tan korkun (Kur’an’ın ve Resulüllah’ın yoluna uyun) ve (Hakk davasında sağlam duran) doğru (sadık)larla birlikte olun (ki iman; Hakka tarafgirlik ve davaya sadakattir).” (Tevbe Suresi 119. Ayet)

“(Karşılığında) “Sizden bir ücret de istemeyenlere (dünyalık bir beklenti gözetmeyenlere) tâbi olun (ve destekleyin!) Çünkü onlar hidayete ermişlerdir. (Kendilerine riayet ediniz.)” (Yâsîn Suresi 21. Ayet)

Hem Milli Görüş’e sızan marazlı takımının, hem Hakk davadan ayrılan hainlerin koruyucusu ve savunucusu olmayınız ve onların tarafını tutmayınız!

Kur’an-ı Kerimin lafzını okuyup duranlar, manasını ve mealini anlayıp uygulamaya yanaşmayanlar, hikmetini ve hükmünü araştırıp uygulamak üzere Onu temel başvuru kaynağı yapmayanlar, Ahmet Akgül üstadımızın hikmetli öğretilerinden mahrum kalmaktadırlar.

Ey Milli Görüş’e sızmış hain ve hasetçi takımı!..
Çok yakında, “ah keşke Milli Çözüm ile birlikte olsaydım, bazı fedakârlıklara katlansaydım ve ucuz kahramanlıklar yapsaydım” diye pişman olacağınız günler yakındır.  

Ey Siyonist Şeytanların işbirlikçileri!..
Ey şeytanın şakirtleri!..
Ey MOSSAD ve CIA’nın, ey Mason Localarının yalancı şahitleri!..
Milli Çözüm’e karşı soysuz ve sorumsuz tavırlarınıza, hainlerin ve zalimlerin peşlerine gittiğinize, halkımızı, ahlâkımızı ve insan haklarımızı tahrip etmelerinize pişman olacağınız günler yakındır!

Ne mutlu Milli Çözüm sadıklarına ve Kur’an’la teselli bulan Hak dava arkadaşlarımıza!..

Allah’ın taksimine, yani hayır ve şerden kısmetine razı ol ki, takdire iman etmiş olasın. İbadet, hizmet ve hareketlerine nefsini katma; yani riyakârlık yapma ve üstünlük taslama ki, nefeslerin kıymet kazansın!..

Herkesin kıymeti, gayreti kadardır; gayreti ise gayesi ve hedefi oranındadır. Hedefleri ve hayalleri kutsal ve kuşatıcı olanlar, büyük adamlardır. Gayesi ve gailesi (derdi) küçük olanlar da, ayarı düşük insanlardır.

Birbirinden kıymetli, Hikmetli öğretileri ve ibretli serüvenleri okurken insanın manevi duygularının faaliyete geçmemesi mümkün değil. Su gibi bir makale. Nefsi terbiye ve kulluk vazifemizi, cihat görevimizi diri tutmamızı sağlayan bir makale Allah razı olsun. Üstad Ahmet Hocamızın nefis terbiyesi için çileye girmek isterlerken, Aziz Erbakan Hocamızın kerametli uyarıları okurken, bizleri duygulandırdı. Hocamızında hatırlattığı üzere “Bizlerin; hayatın içinde kalarak, ama takva dairesinden çıkmayarak, helal-haram ölçülerinden asla uzaklaşmayarak, her türlü görevimizi mutlaka en iyi şekilde yerine getirmeye çalışarak, ama bütün bunları yerine getirmeyi Hakkın hâkimiyeti için cihadı da terk etmeye bahane yapmayarak uğraşmamız gerektiğini, aynen Sahabe tarikatı gibi davranmamız gerektiğini” hatırlatmasıdır.

Çok değerli bu serüven şöyledir;Ahmet Hocamız nefis terbiyesi için çileye girmek isterken, Erbakan Hocamızın Kerametli Uyarısı!Ahmet Hocamız nefis terbiyesi için çileye girmek isterken, Erbakan Hocamızın Kerametli Uyarısı!

Ahmet Akgül Hocamız birkaç sohbetinde anlatmışlardı: Vaktimiz müsait bir tatil dönemiydi. Elâzığ’da merkez köylerinden, Keban Baraj Gölü kenarında, yeşillikli, sade ve rahat bir köy var… İlami Köyü derler. Oradan bize bir haber ulaştı; köyün imamı olan kardeşimizin aniden tayini çıkmış, Ramazan da yaklaşıyor… Bizden bir hafız istiyorlardı. Cami Ramazan’da imamsız kalmasın, namaz kıldırsın ricasında bulunuyorlardı. Ben de uzun zamandır kırk gün çileye oturmak için böyle bir fırsat kolluyordum… Rahmetullahi Aleyh Üstadımızın da çile usulü zordu; sahurda ve iftarda çay bile yasak, su ve bir parça kuru ekmekle yetiniyorsun, zaten kırk gün oruçlusun… Bu bir fırsattı; Ramazan geliyor, 10 gün de evvel oturursam 40 günü tamamlarım diye düşündüm… Hatırladınız; Hz. Musa (AS), Tur-u Sina’ya çıkarken Allah öyle buyuruyordu: “30 ile sözleştik, 10 gün daha ekledik… 40 güne tamamladık…” dedik, hayatın meşgalesi, bir kısım siyasi mücadeleler, ister istemez bazı hataları da beraberinde getiriyor… Eğer takva dairesinde, Allah rızası çerçevesinde kalamazsan laçkalaşıyorsun… Biraz kendimizi toparlamak, günaha bulanmış, gaflete dalmış nefsimizi ıslaha çalışmak niyetiyle o köyde 40 gün çileye girme kararı aldık. Şehir yerinde oturursan, göze batıyor, riyakârlık oluyordu, orası köydür, sakindir, gelen giden olmuyordu, rahatsız eden yoktu… Arkadaşa; ‘Acaba ben gitsem olur mu?’ deyince daha çok sevindiler, ‘keşke sen gelsen’ dediler… 2 saat gece uykusu var, 1 saat kadar da gündüz… Zaten bir şey yemedin mi uyku da kalmıyor, insana yemek uyku veriyordu… İşte gece gündüz, Zikrullah’la, Kur’an’la, ibadet ve huzurla vakit geçirmek üzere söz vermiş olduk… O arada dedim ki çoktandır Erbakan Hocamızı ziyaret etmedim, daha 15 gün kadar var… Hemen gidip Erbakan Hocamı ziyaret edip döneyim, gelip o köyde 40 gün çileye oturayım diye kendi kendime bir plan yaptım. Otobüse bindim, Ankara’ya gidiyorum. İçimden dedim ki; Hocam sorup der ki “Ne iş yapıyorsun?” Ben ise; “40 gün bir köy camisinde çileye niyetlenmişim” desem, belli olmaz, Hocam belki; “Bırak git Tunceli’de teşkilat kur! Git Hakkâri’de, Bingöl’de teşkilat kur!” buyurabilir. Gitsem, söz verdiğim şeyden (camiden) geri kalacağım, gitmesem Hocam’ı kırmış olacağım… En iyisi bu konuya hiç girmeyeyim. Ve zaten o köyün muhtarı ve aracı olan arkadaş dışında hiç kimsenin orada 40 gün çileye oturmak için sözleştiğimden haberi de yoktu… Derken, yola çıktık, gittik Ankara’ya. Genel Merkez’e uğradım… Sıra beklettiler. Nihayetinde Hocam çağırdı, girdik içeriye… Hocam genellikle sohbetlerinde ve seminerlerinde konu daha iyi anlaşılsın ve mesele daha rahat kavransın diye bazen sorular sorardı biliyorsunuz… Ama bana hiç soru sormazdı, herhalde şaşıracağım için böyle davranırdı. Oturdum, çay ısmarladı Hocam, döndü ve dedi ki: “Sana bir soru sorayım Ahmet Hoca…” Buyur Efendim dedim… “Ashab-ı Kiram’ın tarikatı ne idi?” diye sorunca ben şaşırıp kaldım, ne diyeyim. Tarikatlar, Efendimizden 150-200 sene sonra sistemleşmiş, şekillenmiş manevi eğitim ocaklarıydı… Evet, tarikat öz olarak Efendimizin ve Sahabenin hayatında yaşanan şeydir, amma sistemleştiği zaman 150-200 sene sonrasıdır. Hatta bazı tarikatlar 400-500 sene sonra şekillenip bugünkü halini almışlardı. Aklıma ilk gelen “Sahabe-i Kiram’ın tarikatı, Tarikat-ı Muhammediyye idi” demek istedim, sonra topladım kendimi, bilmeden ezbere kafadan böyle bir şeyi atmak en azından edebe aykırıdır, sustum. Erbakan Hocam kendileri cevap buyurdular… Dediler ki: “Ashab-ı Kiram’ın tarikatı Cihad idi… Cihad; ülkemize, devletimize, milletimize dışarıdan saldıracak açık düşman ordularına karşı elbette bizim de silahlı ordularımız olacaktır, hazırlıklarımız yapılacaktır. Bu askeri cihad da önemlidir ve lazımdır… Ama bir ülke içinde toplum bâtıl sistemle, bozuk yönetimle, bozuk eğitim düzeniyle yozlaşmış, yoldan çıkarılmış ise o toplum içerisinde silah kullanamazsınız… O toplum içinde yeniden halkın ıslahına yönelik, ama gerekirse, en etkili vasıtaları da rahat kullanabilmek, yararlanabilmek için siyaset yoluyla cihad yapılır, fikri cihad yapılır, ilmi cihad yapılır, tebliğ cihadı yapılır. Şimdi, şu Anadolu’da hiçbir ev yoktur ki, sülalesinde en az beş-on tane şehit bulunmasın… Ama bu şehitlerin çocuklarının hali ortada. Hem dünyalık fakr-u zaruret, cehalet ve esaret içinde bir toplum haline getirildik, hem de ahlâken sefalete, rezalete, Hak’tan hayırdan uzak bir sisteme mahkûm edildik”. Bu sırada, döndü bana doğru parmağıyla işaret ederek, “Şimdi bizimkine ne olmuş ki ev ev, köy köy dolaşıp bu gerçekleri anlatmak, toplumun yeniden ıslahına ve huzura kavuşmasına vesile olmak için çalışmamız gerekirken, kendisini bir köy camisine 40 gün hapsetmeye karar vermiş?”

Anlattığım şeyde sadece Hocamın bin kilometre ileride düşündüğüm şeyi bana hatırlatması şeklindeki kerametini vurgulamak değil, asıl anlatmak istediğim; “Bizlerin; hayatın içinde kalarak, ama takva dairesinden çıkmayarak, helal-haram ölçülerinden asla uzaklaşmayarak, her türlü görevimizi mutlaka en iyi şekilde yerine getirmeye çalışarak, ama bütün bunları yerine getirmeyi Hakkın hâkimiyeti için cihadı da terk etmeye bahane yapmayarak uğraşmamız gerektiğini, aynen Sahabe tarikatı gibi davranmamız gerektiğini” hatırlatmasıdır.

“Ne mutlu Milli Çözüm sadıklarına ve Kur’an’la teselli bulan Hak dava arkadaşlarımıza!..”

Picture of Yakup GÖZÜBÜYÜK

Yakup GÖZÜBÜYÜK

YORUMLAR

Son Yorumlar
27
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...