Milli iradeyi içine sindiremeyen ve irtica bahanesiyle Yüce Dinimizle mücadele eden karanlık kafalı insanlar ve hıyanet hesaplı yapılanmalar bulunsa da, bu bahane ile başlatılan Ergenekon dalgaları, iddiaları, tutuklamaları, ev baskınları ve cehennem azabına dönüşen arama operasyonları; psikolojik bir hırpalama ve hırçınlaştırma aracı olarak acı meyvelerini vermeye başlıyor ve pek çok insan bu onur kırıcı ve kışkırtıcı baskılara dayanamayarak intihar ediyordu. Üstelik bunlar TSK’nın çeşitli kademelerinde ve stratejik görevlerde hizmet veriyordu.
Ergenekon senaryoları ve sayısız sözde darbe iddiaları ile TSK’ya yönelik neler amaçlanmıştı ve ne oranda başarıldı?
1- Türk Ordusu’nu bölme çabaları:
a) Dönemin Genelkurmay Başkanı Em. Org. Hilmi Özkök ile dönemin Kuvvet Komutanları ve Ordu Komutanları arasında ayrılık mı vardı!
Bunun en somut örneğini Balyoz tartışmalarında söylenen oluşturuyordu.
Em. Org. Çetin Doğan: “Hilmi Özkök yurttaşlık görevini yapsın” çağrısında bulunuyordu.
Em. Org. Hilmi Özkök: “Muhatap Aytaç Yalman’dır” yanıtını veriyordu.
Em. Org. Aytaç Yalman: “Org. Başbuğ kurmay başkanımdı, o bilir” diyordu.
Em. Org. Çetin Doğan: “Org. Özkök’ün açıklamalarını yetersiz” buluyordu.
b) Ergenekon tertibi nedeniyle yargılanan komutanlar ile yargılanmayan komutanlar arasında ayrılık mı vardı?
c) Ordunun tepesi ile ordunun gövdesi arasında ayrılık mı vardı?
“Amirallere sözde suikast iddiaları ile tutuklanan subayların horlanması, sahip çıkılmayan albayların, yarbayların intiharları, yaptığı görevler nedeniyle karargâhından gözaltına alınan komutanlara sahip çıkılmadığı” iddiaları TSK’yı parçalamaya mı, yoksa içindeki çürükleri ayıklamayı mı amaçlamıştı?
2- Ordu-Millet birliğini zayıflatmak hesapları:
TSK’ya güven, millet nezdinde yıllardır % 100’lere yakın seyretmekteydi. Ancak son yapılan anket çalışmalarında (doğruluğu tartışmalı bile olsa) bu oran % 60’lara kadar düşmekteydi! Peki, bu üzücü ve ürkütücü gelişme hangi güçlerin ve gelişmelerin eseriydi?
3- TSK’yı milli stratejiden yoksun bırakma planları:
2005 tarihli Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nden hükümetin çıkardığı Dış Güvenlik Eylem Planı ekinden sonra yapılacak (komşularla sıfır sorun politikası gereği!) yeni düzenlemeler, Türkiye’yi özellikle Irak’ın kuzeyinden ve Kıbrıs’tan gelen tehditlere karşı daha da zor durumda bırakacaktı ve tam bu süreçte Recep Erdoğan’ın “Kıbrıs’tan asker çekebileceklerini” açıklaması, endişelerimizi haklı çıkarmaktaydı.
Türk Deniz Kuvvetleri niçin hedef seçiliyordu?
Türk Silahlı Kuvvetleri içinde, “onur patlaması” olarak kavramlaştırılan intihar vakaları ülkenin gündemini sarsmaya devam ederken, intihar eden subayların çoğunluğunun Deniz Kuvvetleri’ne mensup olmaları anlamlıydı. Son olarak, bu Ağustos’ta amiralliğe terfisine kesin gözüyle bakılan Kıdemli Kurmay Albay Berk Erdenin intiharı, gözleri bir kez daha Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na çevirmiş durumdaydı.
Denizci subayların intihar nedenleri üzerinde durmak lazımdı. Uzatmadan cevabı yazalım; irtica ile mücadele planı’ndan amirallere suikast planı ve kafes planı’na kadar birçok iddia ve buna eşlik eden çirkin karalama kampanyaları, Deniz Kuvvetleri’ni hedef almakta ve burada görev yapan personelin moralini bozmaktaydı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Gölcük’teki Donanma Komutanlığı’na yaptığı destek ziyaretini, her türlü insani ölçünün dışındaki bu vicdansız sinir harbinin yarattığı tahribatı onarma çabası olarak okumalıdır.
Bu noktada, Orgeneral Yiğit’in “Poyrazköy’de cephane saklamakla suçlananlar, birliğin komutanı; neden silahları dere yatağına gömsünler ki?” sorusu, Denizcilere karşı yürütülen kampanyanın gerçeklere dayanmadığı konusunda son derece ikna edici bir yanıt barındırmaktadır. O halde bütün bu haksız suçlamalar niçin Deniz Kuvvetleri üzerinde yoğunlaşmaktadır?
Karadeniz’de niçin egemenlik savaşı yaşanıyordu?
Bu sorunun cevabı, Siyonist maşası Amerika’nın Karadeniz’e yerleşme planlarına karşılık, Türkiye’nin bağımsız Avrasya çizgisinde Rusya’ya yanaşma politikalarının ayrıntılarında yatmaktadır.
a) 4 Şubat günü Romanya Başkanı Traian Basescu’nun, ABD’nin füze savunma sistemini Romanya’ya yerleştireceği yönündeki açıklaması, kuzeyimizdeki güçler dengesini önemli ölçüde değiştirecek bir adımdır. Nitekim Münih Güvenlik Zirvesi sırasında alınan bu “beklenmedik” karar, füze sisteminin İran’dan daha çok kendisine yöneldiğini düşünen Rusya’yı harekete geçirmiş ve ertesi gün devlet başkanı Medvedev, NATO’nun ve Amerika’nın yerleştireceği füze savunma sisteminin ulusal güvenliğe ve bölgesel istikrara tehdit oluşturduğunu kabul eden “yeni askeri doktrini” imzalamıştır.
Karadeniz’e kıyı olmayan ülkelere ait savaş gemilerinin üç haftadan daha fazla kalamayacağına veya üçüncü ülkelere ait savaş gemilerine konan tonaj sınırına ilişkin maddeleri Amerikan tarafının hangi yollarla aşacağı belirsizliğini korumaktadır. Ne olursa olsun, ortada olan tek gerçek şudur ki, Romanya’ya yerleşen Amerika’nın Montrö’yü ihlal etmeksizin gemilerini Karadeniz’de tutması imkânsızdır.
b) Karalama kampanyaları: GKB Başbuğ’un Habertürk’e verdiği mülakatta; “büyük devletlerin Karadeniz’e hâkim olma çabasına değinip, Karadeniz’in öneminin arttığını ve burada yapılacak ufak bir hatanın bile bedelinin elli-altmış sene sonra ortaya çıkacağını” söylemesi anlamlıdır. TSK’ya karşı yürütülen iftira ve yıpratma kampanyasının iç mihraklardan mı yoksa dış mihraklardan mı destek aldığına ilişkin soruya da İlker Paşa, “günü gelince konuşuruz onu da” yanıtı üzerinde durulmalıdır.
Montrö Sözleşmesi, Amerika’nın Rusya’yı kuşatma politikasının önündeki uluslararası hukuka ilişkin engellerden bir tanesidir; hem NATO tatbikatları hem de İsrail’le yapılan ortak tatbikatlarda bu sözleşmenin sürekli ihlal edilmesine bakılırsa, bu engelin kimlerin işini zorlaştırdığı ortaya çıkmaktadır. Ancak, Gürcistan Savaşı sonrasında lehine dönen güç dengelerinden taviz vermek istemeyeceği anlaşılan Rusya’nın, bundan sonra, Montrö ihlallerine karşı daha duyarlı olacağım ve geçmişte olduğu gibi sadece homurdanmakla yetinmeyeceği açıktır.
Özetleyecek olursak; Montrö üzerinden bir çatışma çıkarsa, hem boğazları elinde tuttuğu hem de Karadeniz’e kıyısı olduğu için, Türkiye bu çatışmanın dışında kalamayacaktır. Amerika türünden tarihsel bir “müttefikin, Türkiye yerine Romanya’ya yerleşmesi durumunda, terk edilme korkusu yaşayacak bazı unsurların Montrö’yü savunma konusunda bir direnç gösterme ihtimali bulunmaktadır ve Washington’un bu ihtimali göz önüne aldığı anlaşılmaktadır. Gerekçesi ne olursa olsun, bu direnci sergileyebilecek tek güç, Türk donanmasıdır.
Eşref Yiğit Paşa’nın,”gemiler teknoloji ile yüzüyor, ama morali bozulan personel gemiyi yüzdüremez” sözleri çarpıcıdır. Amerika’nın Montrö’yü ayak bağı saydığı bu aşamada, Türkiye’nin imzasının olduğu bu anlaşmayı savunabilecek güçlerin yıpratılmasını tesadüf saymak ahmaklıktır.[1]
En son, hastanede tutuklu E. Jandarma tuğgenerali Levent Ersöz’ün, hastane hücresi ve 11 yakınının adresi baskınlara uğrayınca ve kendilerine sızdırılan bilgiler marazlı medyada onur ve huzur cellâtlığı tavrıyla ve gerçekmiş havasıyla, sorgusuz infaza tabi tutulunca, artık dayanamayan kızı da bileklerini kesiyordu. Kısaca filler tepinirken arada fareler eziliyordu!
Sivil denetim diye masonik yönetime geçiş için Ergenekon düğmesine şöyle basılıyordu:
Tutuksuz Ergenekon Sanığı Ali Yiğit’in babası Şevki Yiğit, jandarmaya telefon edip kendi evladının ve askerde komutanı olan bir astsubayın, örgüt işlerinde kullandıkları boş bir evin çatı katında ve özel bir kısmında, el bombaları ve C-4 patlayıcı kalıpları bulunduğunu belirtip suç duyurusunda bulunuyordu. Telefon ses kayıtları da TV’lerden iştahla aktarılıyordu. Olayın teknik ve teorik boyutlarını bildiği ve birileri tarafından eğitilerek görevli olarak ihbar ettiği açıkça sırıtıyordu. Böylesine gizli ve tehlikeli mühimmat saklanan ve boş bırakılıp, çok seyrek uğranılan bir evi ve çatıdaki gizli ve tehlikeli bölmeyi, oğlu ve komutanı acaba, tetkik ve teftiş için mi götürüp babalarına gösteriyordu? Yoksa bu ihbarı yaptırmak ve Ergenekon davaları için düğmeye bastırmak üzere mi bu adam hazırlanıyordu?
Ve hele, bu ihbarın İstanbul polisine değil de Trabzon Jandarmasına yapılması, acaba Fetullahçı ve ClA’cı bazı emniyetçilerin “senaryoyu sahici gösterme ve doğruculuk sergileme” oyunu muydu? Oysa Ergenekon hâkimlerinin resmi sorusu üzerine, Genelkurmay; “orduyu karalama, muhalifleri tutuklayıp korkutma” operasyonlarına bahane yapılan “bu el bombaları ve mühimmatların TSK envanterlerinde kayıtlı olmadığını ve kayıp bulunmadığını” açıklıyordu.
Bu arada, 16 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan Ergenekon sanığı Adil Serdar Saçan avukat olan kardeşinin tahliye sırasında sarf ettiği;
“Biz uğradığımız haksızlık ve mağduriyet nedeniyle devletimizi ve hükümetimizi dış ülkelere (AB’ye) şikâyet etmeyi düşünmüyoruz” açıklaması da “karşılıklı uzlaşmayı ve danışıklı kavgayı” hatırlatıyordu.
Yoksa, Eski Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan, kendisinden ısrarla istendiği gibi “TSK’yı suçlayan ve JİTEM’i çete oluşumu olarak sunan” ifadeleri verdiği için mi serbest bırakılıyordu?
Bilindiği gibi Bay Serdar Saçan, Ergenekon davasına temel dayamak sayılan ve şu anda Kanada’da bir havrada haham çıraklığıyla uğraşan Tuncay Güney denen oğlanın sorgusunu yapan ve ses kayıtlarını alan kişi olarak biliniyordu.
Özetle; Siyonizmin Türkiye’de ki sömürü arabalarında uzun yıllar kullanıp koşturdukları: sahte Kemalist, suni Şamanist ve samimi komünist ve Mason takımını, iyice yıprandığı ve şımardığı için bunları emekliye ayırıp, yerlerine çok daha hesaplı, itaatli ve toplumda tabanı ve taraftarı olan ılımlı İslamcı, Din istismarcısı ve demokrasi tantanalı kadroları koşma kumpası ortaya çıkan bu Ergenekomik davasının gazabından kurtulmak için:
1- Ya dış güçleri ve hain işbirlikçileri ahlaksızca alkışlayacaktınız.
2- Ya itirafçı ve gizli (yalancı) tanık olacaktınız.
3- Veya intiharcı olup kırılan gururunuzdan dolayı canınıza kıyacaktınız.
4- Ya da, cezaevlerinde çürümeye bırakılacaktınız ve alnınıza yapıştırılan çete yanlısı yaftasıyla yaşayacaktınız.
Hatta, AKP İçişleri bakanının “demokratik açılım” kapsamında hazırladıklarını duyurdukları; “Bağımsız Kolluk Denetim Kurulu”nun da, TSK’yı tesirsiz bırakma ve töhmet altında tutma kurgusu ve komplosu olduğu seziliyordu. En azından yaklaşan seçimler de kullanacakları “Askeri hizaya sokuyoruz” kahramanlıklarına, propaganda malzemesi oluşturuyordu.
Güya vatandaşlara; hakaret ve haksızlığa uğradıkları iddiasıyla asker ve polis hakkında şikâyetçi olma hakkı ve imkânı sağlanıyordu. Burada “polis” kelimesi, kamuflaj maydanozu olarak kullanılıyordu. En azından F tipi şebekeye katılmayan polisler korkutuluyordu. Böylece askerler, sivil denetim altına sokuluyordu. Paşalar komutanlar Ergenekon Savcılıklarına taşınıp, psikolojikmen tartaklandıkları gibi, daha alt rütbeli subaylar da, bundan böyle “Fetullahçı, AKP şakşakçısı, din istismarcısı, menfaat fırsatçısı ve masonik medya yalakası” vatandaşların; “Askeri lojmanın önünden geçerken yan baktı”, “Aracıyla üstüme çamur fırlattı”, “Askerde oğluma sert yaptı” gibi şikâyetleriyle, daha alt rütbeli subaylar da mahalle karakollarına taşınmak mı isteniyordu?
Acaba biz mi, aşırı kuşkucu ve komplocuyduk, yoksa bu yandaş medya mı ters ve teres yorumcuydu.
Evet, evet, “ılımlı İslam” safsatasıyla papa Hz.lerinin ve siyonizmin hizmetine girerek cami duvarına pisleyenler şimdi de “Askere sivil denetim” densizliğiyle kışla duvarına, işiyordu.
EMASYA Protokolünü PKK ve BDP istemiyordu!
BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, düzenlediği basın toplantısında 29 Mart seçimlerindeki zaferinin hazmedilemediğini, bu nedenle KCK operasyonlarının başlatıldığını, şu an itibariyle bini aşkın parti üye ve yöneticisinin cezaevinde olduğunu öne sürüyordu. AKP Hükümeti’nin tahammül sınırlarını aştığını ve kitlesel demokratik tepkilere karşı “EMASYA gizli protokolünü” devreye sokmaya çalıştığını iddia eden Kaplan, “Hükümet, 2005 yılında bu gizli protokolü uzattı. EMASYA ile bazı illerde sıkıyönetim ve savaş hali uygulamasına geçilerek halk ile asker karşı karşıya getirilmek istenmektedir. Hükümet, gizli protokol ile aradan çekilmek, tüm sorumluluğu askeri komutaya devretmek, Meclisi devre dışı bırakmak istemektedir” diye konuşuyordu.
EMASYA Protokolü ne oluyordu!
İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında 7 Temmuz 1997’de imzalanan EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) Protokolü ile jandarmaya valilik talep etmese de, kendisinin gerekli gördüğü durumlarda, görev alanı dışındaki toplumsal olaylara el koyma yetkisi veriliyordu. Protokole göre bütün kolluk güçlerinin, yardıma gelen askeri birlik komutanının emrine girmesi öngörülüyor. EMASYA protokolü son olarak Şemdinli’de iki astsubay ile bir itirafçının Umut Kitapevi’ne bomba attığı iddiasıyla açılan davada gündeme geldiği hatırlanıyordu. Astsubaylar, EMASYA protokolünün verdiği yetkiye dayanarak Umut Kitapevi ile ilgili istihbarat çalışması yaptıklarını ileri sürdükleri biliniyordu.
BDP Grup Başkanı Nuri Yaman’a göre ise, orduyla hükümet arasındaki anlaşmayı içeren Emniyet Asayiş Yardımlaşma Protokolü, ordunun toplumsal olaylara e! koymasının yolunu açıyordu.
Öte yandan BDP ile aynı ağızla konuşan AKP Bursa Milletvekili Mehmet Ocaktan, “Demokratik açılımla ilgili çalışmaların sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi’ için 1997’de imzalanan gizli EMASYA Protokolü’nün hemen kaldırılması lazım” diye konuşuyordu.
AKP’nin Kızılcahamam’da yapılan toplantısında, 28 Şubat sürecinde Genelkurmay ile İçişleri Bakanlığı arasında imzalanan Emniyet Asayiş Yardımlaşma Protokolü de gündeme geliyordu. 7 Temmuz 1997’de imzalanan bu protokolü gündeme getiren AKP’li Ocaktan, protokolü, “Güneydoğu’da olağanüstü hal görüntüsünü ortadan kaldırıp bölgeyi normalleştirmeyi hedefleyen açılım süreci ile uyumsuz bir uygulama olarak” niteliyordu. Ocaktan, “İçişleri Bakanımız, açılım sürecine ilişkin açıklamalarında, bölgedeki yayla yasaklarının, yollardaki barikatların kaldırılacağını söylüyordu. Ancak bu protokol, jandarmaya, gerektiğinde vali ya da kaymakamdan izin bile almaksızın güvenlik uygulamaları yapabilme olanağı veriyor. Bu protokolün geniş yorumu, sadece kırsal alanda değil şehirlerde de operasyon yapılmasına olanak sağlıyor. Jandarmanın bu yetkisinin kaldırılması gerekiyor” diyordu. Ocaktan’ın, AB’nin ilerleme raporlarında da dikkat çekilen bu protokolün kaldırılması önerisine, AB Baş müzakerecisi Egemen Bağış, “Evet, bunu yapmalıyız” diye destek veriyordu. İçişleri Bakanı Beşir Atalay da “Hallederiz bunları” diyerek geçiştiriyordu.
AKP yalakası medya kalemşörlerinden Ali Bayramoğlu da, 1997’deki EMASYA Protokolünün 81 il Alay Komutanlıkları üzerinden, OHAL’in kaldırılmasıyla yaşanan boşluğu doldurmaya dönük faaliyetleri kapsadığını” söylüyordu.
Siyonist Mason “Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin düzenlediği “Türkiye Siyasetinde Ordunun Rolü” konferansının “Türkiye siyasi sistemi ve Ordu” başlıklı panelinde, EMASYA Protokolü yurttaşların fişlenmesi bakımından ortaya çıkardığı tehlikeler ve Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun (OYAK) ayrıcalıklı faaliyetleri de tartışmaya açılıyordu. Toplantının açış konuşmasını yapan Derneğin Türkiye temsilcisi Ulrike Dufner, “son olarak TESEV’in askeri andıç yoluyla fişlenmesini asla kabul etmeyeceklerini belirterek, “Korku yerine yeni bir anlayış gelişmeli. Tarihte neler yaşanmış olsa da Ordu demokratik alandan çekilmeli” diyerek TSK’ya olan kinini kusuyordu.
Gazeteci-yazar Cengiz Çandar da, “Kafes Operasyonu” ile cuntanın gayrimüslimlere yönelik suikast ve sabotaj planlarının ortaya çıktığını ifade ederek, son dönemde yapıldığı iddia edilen planın “TSK içerisinde üreyenlerden en vahimi” olduğunu kaydedip, bunun silahlı kuvvetlerin iç işleyişini sorgulamaya yol açan bir belge olduğunu” iddia ediyordu.
Özkök Paşa’nın tuhaf yaklaşımı kafa karıştırıyordu!
Ergenekon savcılarına tanık olarak ifade veren Genelkurmay eski Başkanlarından Özkök paşa kendisine atfen yapılan yayınlardan sonra “Ben öyle demedim” demek suretiyle yapılan yayınları yalanlıyormuş. Ve bu yanlış haberleri muhabirlerin tecrübesizliğine bağlıyormuş. Gazeteci Sevilay Yükselir de Özkök paşa ile telefonda bu söyleşileri konuşmuş! Bizi “Oldu mu şimdi Paşam” diye sormak durumunda bırakan söyleşi de bu görüşme de gerçekleşiyor!
Sevilay Yükselir soruyor: Ergenekon savcılarına güveniyor musunuz?
Özkök paşa cevaplıyor:
İnanmasam güvenmesem tanık olarak gitmezdim karşılarına! (Demek ki Ergenekon savcıları Hilmi Özkök’ün kafasına yatkındı?!)
İşte bu cevap bizi hoplatıyor! Normal hukuk devletinde savcıların bir görüşme talepleri olduğu zaman savcıya inanıp inanmamak gibi bir durum söz konusu olamazdı!..
İfadesine başvurulmak istenen kişinin savcılara “Size güvenmiyorum, inanmıyorum, bu nedenle de ifade vermeye gelmiyorum” deme lüksleri bulunmazdı.
Evet, Özkök paşa savcıların davetine icabet ederek hukuka olan saygısını ortaya koymuştur ama bu “İnanmasam güvenmesem tanık olarak gitmezdim karşılarına” sözü bile ülkemizde bir kesimin bakış açısını ortaya koyması açısından oldukça anlamlıydı.[2]
Her taşın altında Cumhuriyet Çalışma Grubu çıkıyordu!
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen Ergenekon’un 3. iddianamesine göre, Cumhuriyet Çalışma Grubu’nun (CÇG), Ergenekon sanığı eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur’un başkanlığını yaptığı Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) çatısı altında faaliyet yürüttüğü iddia ediliyordu. CÇG’nin bu faaliyetleri gerçekleştirebilmesi için başlangıç olarak asgari 200 bin ABD doları kaynak ayırması gerektiği belirtiliyordu.
CÇG’nin 19 Ocak 2004 tarihli devre raporunda, Cumhuriyet Platformu Çalışmaları başlığı altında Ulusal Birlik Hareketi STK Platformundan bahsedildiği, bu kapsamda Ulusal Birlik Hareketinin yaygınlaşması için işbirliğinin sürdürülmesi gerektiği ve bunun için hazırlanacak basın bildirisinin, bedeli 830 kaleminden ödenmek suretiyle Ulusal Birlik Hareketi ve Cumhuriyet Platformu imzası ile yüksek tirajlı gazetelerde yayımlanması gerektiği belirtiliyordu.
CÇG’nin 28 Ocak 2004 tarihli devre raporunda da yine yapılan bir harcamanın haber alma ödeneğinden karşılanması gerektiği belirtiliyor. Ergenekon zanlısı Mehmet Şener Eruygur’dan ele geçirilen Özden Örnek’in günlüklerinde, “3 Mart 2004 başlığı altında ‘Ankara Ticaret Odası’nda yapılan panele tüm kuvvet komutanları eşli olarak katıldık. Genelkurmay Başkanı İsveç’te olduğu için, Hava Kuvvetleri Komutanı ise dün şehit olan pilotların cenaze törenine Konya’ya gittiği için bu panele katılamadılar. Bu paneli el altından biz teşvik ettik. Coşkulu ve tatmin edici bir toplantı oldu. Salona girdiğimiz zaman katılanlar bizleri alkışladılar ve ‘Cumhuriyetin Koruyucuları’ diye slogan atmaya başladılar.’ ‘Diğer bir konu da Genelkurmay Başkanı Kara Kuvvetleri Komutanı ile görüşürken Hilafetin kaldırılması ile ilgili törenlere niçin gittiniz, bana İsveç’e sorabilirdiniz’ demiş. Bu adamla bizim aynı düşüncede olmamız mümkün değil… Halbuki olaylar ondan sonra ne güzel gelişti. Kıbrıs konusu ile ilgili yapılan gösteri. Bugün öğrencilerin Kızılay’da yaptığı YÖK aleyhindeki gösteri, hepsi halkın yavaş yavaş uyanmaya başladığının delili. Bu hareketler, yükü bizim üzerimizden alarak, bizim yasal düzende ve demokrasi sınırları içinde kalmamızı sağlayacakken o bunu anlamıyor ve idrak edemiyor” şeklinde ibarelerin yazıldığı görülüyordu. “Cumhuriyet Çalışma Grubu Devre Raporu-13 (08 Mart 2004)” başlıklı sunumda aydınlarla yüz yüze çalışmaları kapsamında; 3 Mart 2004 tarihinde Ankara Ticaret Odası Tesislerinde Atatürkçü Düşünce Derneği’nin görünür ev sahipliğinde gerçekleştirildiği belirtilen ve bütün ulusal birlik çizgisindeki Sivil Toplum Kuruluşlarının katılımı ile icra edilen ‘Hilafetin İlgası ve Tevhid-i Tedrisat Kanununun 80. Yılı ve Günümüz Türkiye’si’ konulu panelin icra edildiğinin anlatıldığı, ayrıca bahse konu panelin salon düzenlemesinin yanı sıra salonun dışında toplanan gençliğin organizasyonunun da Cumhuriyet Çalışma Grubu tarafından yapıldığı anlatılıyordu.
Genelkurmay Başkanı yurt dışına çıkınca ne işler çevriliyor!
Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, bu konularla ilgili Ergenekon savcılarına verdiği ifadelerde dikkat çekici cümleler kuruyordu. “830 kalemi ve Haber alma ödeneği” olarak belirtilen ödenekler nelerdir; hangi amaçla kullanılır; bu ödenekleri kullanma yetkisi kimlerindir; bu ödenekler Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde ise Şener Eruygur’un bu ödenekleri belirtildiği şekilde kullanma yetkisi var mıdır; şayet bu ödenekler Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde ise ve usulsüz olarak kullanılmışsa bu usulsüzlük ve kullanılan paranın miktarı nasıl tespit edilebilir?” şeklindeki sorulara Özkök, “Jandarma Genel Komutanlığının ödeneğinin ve bütçesinin ayrı olduğunu, harcamaları nasıl yaptıklarını ayrıntılı olarak bilemeyeceğini” söylüyordu.
“3 Mart 2004 tarihinde Ankara’da ATO tesislerinde düzenlenen “Hilafetin İlgası” isimli panel hakkında bilginiz var mı; bu panelin Cumhuriyet Çalışma Grubu tarafından düzenlendiğini biliyor musunuz; Özden Örnek’in günlüklerinde belirttiği gibi kuvvet komutanlarının bahse konu panele size sormadan gitmelerine tepki gösterdiniz mi? Panelin düzenlenmesi, desteklenmesi ve katılım sağlanmasının amacı nedir? Sizin bu konuda tepkiniz ne oldu?” şeklindeki sorulara da Özkök, “Toplantının yapıldığı tarihte İsveç’te resmi bir ziyarette olduğunu, döndüğünde böyle bir toplantının olduğunu ve bu toplantıda AB aleyhine bazı konuşmaların yapıldığını sonradan öğrendiğini, ancak böyle bir konuşmanın yapıldığı yerde Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının bulunmasına üzüntü duyduğunu, ancak bu durumu onlara ifade edip etmediğini hatırlamadığını, ayrıca, kendisi yokken yerine Kara Kuvvetleri Komutanının vekâlet ettiği için bu tür faaliyetler kendisinin takdiri olduğunu” söylüyordu.
Cumhuriyet Çalışma Grubu Teşkilat ve Faaliyetleri başlıklı sunumda; CÇG’nin yıkıcı, bölücü ve irticaî unsurlar ile bunların uzantılarının, Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı giriştikleri eylem ve faaliyetlerine karşı; (1) toplumsal refleksi harekete geçirmek, (2) dezenformasyon ile mücadele etmek, (3) özel istihbarat bilgilerini üretmek, kullanmak ve arşivlemek ve (4) kurum kimliği adı altında yapılması mahzurlu olan ve fakat yapılması gereken eylem ve faaliyetleri organize etmek maksadıyla, ‘Jandarma Genel Komutanı’nın emirleri’ ile ‘bizatihi kontrol ve denetimleri” altında görev yürütülmek üzere kurulduğu aktarılıyordu.[3]
[1] Sait Çakır /odatv
[2] Zeki Ceyhan, Milli Gazete, 11.08.2009
[3] Cihan

CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Milli Çözüm, yaşam sürdüğümüz şu dünya hayatında gerçekleşen hadiseleri doğru anlamanın ve uyanık kalmanın tüyoları…
Özgür Özel, hapishanede bulunan İBB başkanı Ekrem İmamoğlunun yaptığı mitinglerle sesinini duyurmaya çalışıyormuş gibi görünürken…
"Başbakanlar, başbelasıdır bozuk düzende! Gizli gerçek hükümet, mason localarıdır Siyonist merkezler ise akıl hocalarıdır Amerika…
Sırtlanlar sadece, vergi yükler sırtlara BOP IMF görevlisidir, fatura hep yurttaşa Milli Görüş bereketle, zam…
Öyle anlaşılıyor ki hem CHP’de hem AKP’de hem de diğer muhalefet mahfillerinde, hâlâ en korkulan…
Bir toplumda iki sınıf vardır ki onlar bozulursa bütün toplumda ifsat olur bunlar yöneticiler ve…
"CHP’nin marazlı masonik takımı Kılıçdaroğlu’na karşıydı. Çünkü Kılıçdaroğlu, “Kirli, kiralık ve münafık cephenin” değil, “Milli ve duyarlı cephenin” yanındaydı.…
MİLLİ GÖRÜŞ - MİLLİ ÇÖZÜMDEN GAYRİSİ HAİM NAHUM DOKTRİNİN UYGULAYICISIDIRLAR. KİM DAHA İYİ UYGULAYACAKSA SİYONİZM…
Bugünlerde terörist başı bebek katili cani'nin ayağına gitmek için can atanların böylesine bir ihanete nasıl…
Anlaşılan amaç Özel'i bir şekilde aday yaptırıp tekrar kolaylıkla iktidarı sürdürmek. Tabi bu hizmet! falan…