YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6920f990a98c4
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 9 5 0
Bugün : 1839
Dün : 41199
Bu ay : 895762
Geçen ay : 1371576
Toplam : 45299583
IP'niz : 216.73.216.128

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Cazip jelatinler ve kazip (yalancı) gerekçeler altında gizlenen “GERÇEK”leri anlamak için, bazen tek bir soru yeterli sayılırdı. Evet, “Erbakan’a düşman olan ve her girişimini baltalayan Siyonist odaklar, niye acaba Tayyip Erdoğan Beylere, Abdullah Gül’lere ve Fetullah Gülen’lere, her türlü imkân ve iktidarı sağlamakta ve madalyalar takmaktaydı?”

O halde, ya bunlar, çok yüksek bir feraset ve stratejiyle şeytani merkezleri aldatıp oyalamayı başarıyorlardı, veya kendileri aynı mihrakların taşeronluğunu yapıyorlardı!

Milli Nizam Partisinin büyük kongresi öncesinde, Türkiye doğumlu Musa Saffet Bayramaşık adlı Sabataist dönme iş adamını Erbakan Hocaya gönderip:

“Ya Masonluk ve Siyonizmin aleyhtarlığını bırakacak ve önceki söylemlerinizden özür dileyen açıklamalar yapacaksınız” (Bak. Süleyman Arif Emre. Siyasette 35 Yıl. 1. Cilt. sh: 201 yıl: 2002)

Ve size güvenmemiz için aslında bizim adamlarımız olan, ama görünüşte muttaki Müslüman ve mücahit rolü oynayan bazı isimleri partinize alıp en üst makamlarda tutacaksınız;

Ya da, partiniz kapatılacaktır.”

Tehdidinde bulunan ve teklifleri kabul edilmeyince, hemen arkasından Anayasa Mahkemesince MNP’ye kapatma davası açtıran ABD Yahudi Lobileri, acaba nelerin karşılığında AKP’yi iktidara taşımış ve hangi hayırlı işlerini(!) kolaylaştırmışlardı?

Şimdi bu sinsi ve Siyonist odakların Erbakan korkularını ve gıcıklıklarını anlamak için Rahmetli Hoca’nın Körfez savaşı sırasında yaptığı Müslüman Topluluklar Birliği (MTB) Barış girişimini hatırlatmamız lazımdı.

Eğer Saddam Hüseyin ve diğer ilgili İslam ülkeleri bu barış projesine sahip çıkıp uygulasalar ve dış güçlerin kışkırtmalarına kapılmasalardı:

1- ABD ve yandaşları Körfez Savaşına gerekçe bulamayacaklardı.

2- Başta Suudi Arabistan ve diğer ülkelerin yardımını alamayınca, ABD bu savaşı başlatamayacaktı.

3- Böylece Irak yakılıp yıkılmayacak ve yerle bir olmayacaktı.

4- Sonunda Irak üç parçaya ayrılıp mezhep kavgaları yaşanmayacaktı.

5- 27 İslam ülkesini parçalamayı amaçlayan BOP, uygulama şansına kavuşmayacaktı.

6- PKK bu derece azgınlaşıp Türkiye’nin başına bela sarılamayacaktı.

7- Türkiye, etrafından kuşatılıp bu denli aciz ve çaresiz bırakılamayacaktı.

Evet, bugün yüksek askeri bürokratlardan, sefalet ve rezalet içinde kıvranan geniş halk katmanlarına kadar, herkes ve her kesim, Erbakan’ın kıymetini bilmemenin ve hatta nankörlük etmenin cezasını çekip durmaktaydı!

Rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Türkiye içinde Milli Görüş, Milli Şuur ve Adil Düzen hususundaki teorik ve pratik çalışmalarını hakikaten dur durak bilmeden sürdürürken, bir yandan da İslam Âleminin hemen her taraflıyla bağlantılar kurmayı ve hemen bütün ülkelerden değişik kesimlerle görüşüp, fikir alışverişinde bulunmayı da kesinlikle ihmal etmiyordu.

Çünkü Erbakan Hoca, Türkiye’nin ve herhangi bir İslam ülkesinin, tek başına içinde bulundukları sıkıntılı durumdan kurtulamayacakları, bunu başarabilmek için mutlaka işbirliği yapmaları gerektiğini iyi biliyordu.

Öyle denebilir ki, Erbakan Hoca’nın, İslam âleminin bütün ülkelerinde hem halk ve hem de yönetimler seviyesinde, tanınan ve sevilip saygı duyulan müstesna şahsiyetlerden birisi olduğunu herkes kabul ediyordu. Son derece açık sözlü ve inandığı doğruları bir şekilde mutlaka dile getirmekten hiç çekinmediği için, ülkelerinin tek hakimi konumunda olan yöneticiler nezdinde belki biraz tehlikeli bulunsa da, Erbakan Hoca dostluğu kesinlikle ihmal edilmeyecek bir insan olmalıydı ki, gittiği her ülkede hem halk ve hem de yönetimler nezdinde büyük bir itibar görüyordu.

1990’lı yıllar başladığında, bulunduğumuz coğrafya kaynayan bir kazan gibiydi nerdeyse. Uzun yıllar süren İran-Irak Savaşının ardından, o yıllarda batılı ülkelerin bir şekilde desteğini sağlamış bulunan Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak, İran’la sürdürülen savaş sırasında tecrübe kazanmış ordusu ve komutanları ve bu arada epeyce silah stoku yapmış olması dolayısıyla, batılı ülkeleri ve galiba esas olarak da İsrail’i rahatsız ediyordu.

1990 yılı Ağustos ayının 2’sinde, Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmeye başlayınca, bölgedeki fırtına da başlamış oluyordu. ABD’nin başını çektiği güçler, kısa sürede BM Güvenlik Konseyinden karar çıkartıp, görünürde Irak’ı Kuveyt’ten çıkarabilmek için müthiş bir bombardıman harekâtına girişiyordu. Kuveyt’i kurtarmak için harekete geçtikleri söylenen güçler, her nedense, daha çok bu ülkeyi bombalıyor ve ne var ne yoksa imha ediyordu. Üstelik daha saldırı başlamadan Irak güçleri Kuveyt’ten çekilmiş bulunuyordu.

Körfez Krizi denilen bu olayın ilk işaretleri ortaya çıktıktan sonra, neler olup biteceğini tahmin eden ve İslam Konferansı Örgütü’nün ve Arap Birliği’nin pasif kalması yanında, ABD ile beraber hareket etme kararlılığında gözüken Türkiye’deki hükümetin de bir şey yapmak niyetinde olmadığını sezen Erbakan Hoca, hemen harekete geçiyordu.

Gelişme istidadı gösteren krizin, tam da batılıların arzu ettikleri gibi Müslüman ülkeler arasında bir savaşa dönüşmemesi için bir an evvel çözüm gerekiyordu. Bu yüzden Erbakan Hoca, Müslüman Topluluklar Birliği temsilcilerinden oluşan 25 kişilik bir heyetle, başta Bağdat ve Riyad olmak üzere, haftalarca sürecek bir mekik diplomasisi başlatıyordu. Eylül 1990’da başlayıp, 1 Ekim 1990’da biten 22 günlük bu maratonda, Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaliz, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, Kuveytli yetkililer ve faydaları olabileceği umulan bütün İslam ülkelerinin liderleri ve yetkilileri ile görüşmeler yapılıyordu.

Erbakan Hoca, gittiği her ülkede saygıyla karşılanıyor ve muhatapları Onun işini kolaylaştırmak için ellerinden geleni yapıyordu. İslam Âleminin hemen her tarafında sayılıp sevilen ve temelde hak ve adalet duyguları ile hareket eden bir insanla muhatap oluyorlardı çünkü.

Rahmetli Erbakan Hoca tarafından kaleme alınıp, 1991 yılı Mart Ayında Ankara’da Rehber Yayınları tarafından basılan Körfez Krizi Emperyalizm ve Petrol isimli kitapta bu konu detaylarıyla anlatılıyordu.

Erbakan Hoca, Körfez Krizine bir çözüm bulabilmek için, 22 gün 22 gece beraberce koşuşturdukları Müslüman Topluluklar Birliği (MTB) ile olarak, bahsini ettiğimiz kitapta şu bilgileri veriyordu:

“(…) Hatırlanacağı üzere, bu yıl (1991) Cezayir’de yapılan Mahalli Seçimlerde oyların % 60’a yakın kısmını “Selamet Cephesi” kazandı. Bundan dolayı genel seçimlerin gelecek yıl yapılması kararlaştırıldı. Muhtemelen bu parti Cezayir’de iktidara gelecektir. Ürdün Parlamentosu için yine bu yılbaşı yapılan seçimlerde de, seçilen üyelerin büyük çoğunluğunu “Müslüman Kardeşler” kazandı. Mısır’da iki yıl evvel yapılan Parlamento Seçimlerinde Müslüman Kardeşlerin parti kurmalarına izin verilmediği halde “Amel Partisi” bünyesinde seçime katıldılar ve büyük ağırlık sağladılar. Sudan’da dört yıl önce yapılan seçimlerde “Cephe” partisi oyların yüzde yirmisini alarak güçlü bir şekilde parlamentoya girdi.

Dış güçlerin desteklediği iktidar, ülkeyi iyi yönetmedi ve sonunda askeri bir müdahale oldu. Kurulan geniş tabanlı ve dış sömürüye karşı olan yeni yönetimde “Cephe” partisinin büyük ağırlığı oldu. Mevcut yönetim bu destekle yürümektedir. Pakistan’da Müslüman partilerin teşkil ettikleri “Birlik” büyük suiistimallere adı karışan Butto’nun işbaşından çekilmesini ve yeni seçimlere gidilmesini sağladı. Muhtemelen seçimden sonra yeni hükümeti bu “Birlik” kuracaktır. Malezya’da nüfusun çoğunluğu Müslüman olmadığı halde ülkedeki siyasi yönetim Ezen Güç’e karşı en güvenilir mücadeleyi verdiği için “Cemaati İslamiye” partisinin etkisindedir. Filipinlerde Aqino’ya karşı Müslümanların bağımsızlık savaşını “İslami Kurtuluş Partisi” sürdürmektedir. Afganistan’da cihadı “Mücahitler” yürütmektedir. İslami topluluklar ayrıca Tunus’ta, Fas’ta, Yemen’de Sovyetler Birliği’nin içindeki halkı Müslüman olan cumhuriyetlerde ve Çin işgalindeki Doğu Türkistan’da insan hakları ve bağımsızlık mücadelelerini yürüten organize güçler olarak büyük mana taşımaktadırlar.

İşte böylece değişen dünyada yeni bir oluşum meydana gelmekte ve bunun sonucu olarak bu Müslüman topluluklar gün geçtikçe, gelişmekte, yavaş yavaş iktidara gelmekte ve böylece Müslüman toplulukların hayatiyetini ve istikbalini temsil etmektedirler. Bu gelişim anti-emperyalist bir gelişimdir. Gün geçtikçe hızlanmakta ve kuvvetlenmektedir. Bu durumu gören Müslüman ülke yönetimleri evvelce bu organize güçlere karşı cephe aldıkları halde şimdi bunlarla beraber yaşamaya çalışmakta, bunlara büyük önem vermekte, bunları kendi yanlarına çekmek için her çareye başvurmaktadırlar. Bu maksatla Müslüman ülkelerde konferanslar yapılmakta, bu toplulukların liderleri özel olarak toplantılara davet edilmekte ve bunlara muhatap olmak üzere devlete bağlı yeni kurumlar oluşturulmaktadır.

MTB de işte Müslüman ülkelerdeki bu siyasi örgütlenmelerin liderlerinden oluşmaktadır. Saddam Hüseyin’in Haziran (1991) ayında, Bağdat’ta yaptığı Konferans bu siyasi oluşumlara yönelikti. MTB, Körfez Krizinde Saddam Hüseyin’in anti-emperyalist davranışlarını dikkatle izliyordu.

Fas, Cezayir, Libya! Suudi Arabistan, Irak ve diğer Müslüman ülkeler MTB’ye büyük önem verip, bunlarla ilgilenecek yeni kurumlar kurarak çeşitli özel davetler ve konferanslar vasıtasıyla yakın ilişki kurarken Türkiye’deki yönetimin bu gelişmelerden habersiz gibi duyarsız ve ilgisiz kalışı, milli menfaatlerimize aykırıdır. Aslında Türkiye’nin bu gelişimden geniş ölçüde yararlanması mümkündür. Bunun için takınılan yanlış yolu bırakıp gerekli kurumları oluşturup bu siyasi örgütlenmelerin temsilcileri ile yakın ilişki içine girmelidir.”

Her ne kadar açıkça vurgulanıyor olmasa da, MTB’nin oluşturulmasında ve İslam ülkeleri nezdinde belli bir itibar sahibi olabilmesinde, Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın büyük katkıları olduğunu, rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yapılması gereken bir şeyler var ve bunlar bu işi yapması gereken kuruluşlar tarafından yapılmıyorsa; en hızlı bir şekilde, o işin yapılabileceği bir yol ve yöntem bulmak, Erbakan Hocanın standart hareket tarzları arasındadır çünkü.

Erbakan Hoca, Körfez Krizi Emperyalizm ve Petrol isimli kitabın girişinde, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in, 17 Haziran 1990’da Bağdat’ta yaptığı bir konuşmayı şöyle aktarır:

“Bağdat’ın tam merkezinde, zafer abidelerinin yanındaki görkemli büyük binanın avizeli salonundayız. Kırktan fazla Müslüman ülkeden davet edilmiş altı yüze yakın ilim, fikir ve devlet adamlarının karşısında Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin, askeri üniformasıyla kürsüde konuşuyordu. (…) Günlerden 17 Haziran 1990 … (…) O gün dört saat konuşan Saddam Hüseyin bizlere, bir gün evvel ABD’de Yahudi Lobisinin aldığı kararları açıklıyordu:

“İran-Irak Savaşının ardından Ortadoğu’da denge İsrail’in aleyhine bozulmuştur. Irak’ın ordusu dokuz yıl süren büyük bir savaş tecrübesi kazanmıştır. Ayrıca Irak Ordusu diğer Ülkelerin desteğiyle modern silah ve teçhizata kavuşmuştur. Füzeler, Kimyasal silahlar bakımından büyük bir güce sahiptir. Atom bombası yapmanın arifesindedir. Uzun menzilli füze rampalarının hazırlığı içindedir. Bu güç İsrail’e karşı büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Ne pahasına olursa olsun bu güç ezilmelidir ve Irak’a karşı bütün Batılı ülkeler tarafından silah ambargosu uygulanmalıdır.

(…) Bize fiilen ambargo konulmuştur. Sadece savunma ihtiyaçları bakımından değil, onarmak istediğimiz ve kurmak istediğimiz petrokimya sanayinin ihtiyaçlarını bile temine engel olmaktadırlar. Hatta yola çıkan kalın cidarlı çelik borularımız dahi başka ülkelerden geri çevrilmiştir. Üzerimizde çok yönlü bir plan uygulanmaktadır. Haksız tecavüzler ve davranışlar dayanılmaz boyutlara gelmektedir. Bu tecavüzde Irak hedef alınmışsa da gerçekte maksat bütün İslam Âlemini ezmektir. Onun için biz bu Konferansımıza slogan olarak ‘düşmana karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın anlamındaki Ayet-i Kerime’yi seçtik’

Körfez olaylarının arka planı neydi?

Peki, Körfez’de yaşanmaya başlanan olayların arka planında ne vardı? Erbakan Hoca, bunu da şöyle açıklıyordu:

“Gerek bu son Körfez olayını ve gerekse 40 yıldan beri cereyan eden olayları açıklayabilmek için petrolün ve Körfez’deki petrol yataklarının ehemmiyetini ve bunun dünya dengesinde oynadığı büyük rolü bilmek mecburiyeti vardır. (…)

Her türlü tedbire rağmen petrol bugün hâlâ insanlığın enerji ihtiyacını karşılamak bakımından çok önemli bir kaynak teşkil etmektedir. (…)

Ve yine petrol bugün bir yandan medeni ihtiyaçların, kimya ve ilaç sanayinin kaçınılmaz temel hammaddesi durumundadır. Bütün bu özellikleriyle petrol, çok önemli hayati ve stratejik bir madde mahiyetini taşımaktadır.

İşte bütün insanlık için her bakımdan çok büyük önem taşıyan bu petrolün, yeryüzündeki rezervleri ve üretimi sınırlı bulunmaktadır. Toplam rezervlerin yaklaşık %10’u Irak’ta, %10’u Kuveyt’te, %20’si Suudi Arabistan’da, %10’u da İran’da bulunmaktadır. Böylece Körfez bölgesindeki petrol, dünya rezervinin yarısına tekabül etmektedir. Bu petrol rezervlerinin bugünkü fiyatlarla değeri trilyonlarca dolar tutmaktadır. Bu kaynağı kontrol etmek demek, bir yandan dünya sermaye gücünü kontrol etmek, diğer yandan da bütün insanlığa hükmetme imkânını elinde bulundurmak demektir.

Ayrıca Körfez ülkelerinin bugüne kadar petrol üretimi vasıtasıyla elde ettikleri servetin halen yaklaşık olarak 700 milyar dolarlık kısmının Batı bankalarında bulunduğu ve bu servetin batı bankalarının temel kaynaklarından birisi olduğu dikkate alınırsa, Körfez politikasının her yönüyle ne kadar büyük önem taşıdığı açıkça görülür. Hali hazır dünya dengesinin temel yapısı dikkate alındığında bu önemin ne kadar büyük bir mana taşıdığı da ayrıca görülür. (…)

Körfez bunalımının bütün boyutlarıyla anlaşılabilmesi için emperyalizmin planlarının bilinmesinde zorunluluk vardır. “Ezen güç”ün kalbini teşkil eden Siyonizm planlarını 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde toplanan konferansta Theodor Hertzel 3 adım olarak tespit etmiştir:

1. İsrail Devleti’nin kurulması

2. İsrail’in hudutlarının “Arz-ı Mev’ud”a (vadedilen topraklar) kadar genişletilmesi yani Mısır, Irak ve Türkiye dahil edilerek “Büyük İsrai”e zemin hazırlanması.

3. Yeryüzünde sömürüye izin vermeyen İslam’ın kaldırılması ve bütün Dünya’ya Siyonizmin hakim kılınması.

Dünya Siyonizmi birinci adımı 50 yılda gerçekleştirdi. 1948’de İsrail Devleti’ni kurdu. Şimdi Basel konferansının yüzüncü yılına varmadan, yani 1997’den önce ne yapıp yapıp ikinci adımı, hatta üçüncü adımı gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bunun için çok yönlü bir plan yürütülmektedir. (…)

Müslüman ülkelerin büyük mali kaybına, zarar görmelerine ve yakılıp yıkılmalarına sebep olan İran-Irak savaşının 8 yıl devam ettikten sonra sona ermesi Müslümanları sevindirmişti. Ancak bu savaştan sonra Irak’ın tecrübeli ve güçlü bir orduyla ortaya çıkması İsrail’i büyük kuşku duymaya sevk etti. İsrail Irak’ı baş düşman ilan etti. Onu ezmek için her çareye başvuracağını ilan etti. Irak uzun süren savaş dolayısıyla 70 milyar dolar dış borç yapmıştı. Savaştan sonra, savaşın yaralarını sarmak ve kalkınmak istediğinde bu ağır borç onun elini kolunu bağlıyordu. Bu durum karşısında Suudi Arabistan ve Kuveyt’e müracaat ederek “Biz bu savaşı hepiniz için yaptık. Bu borçlardan kurtulmamıza yardımcı olun” dedi. Suudi Arabistan ve Kuveyt savaş esnasında Irak’a yardım etmişlerdi. Savaştan sonra Suudi Arabistan Irak’ın bu talebine müspet cevap verdi ve gereğini yaptı. Kuveyt ise aralarındaki toprak ihtilafını ortadan kaldırmak için Basra Körfezi’ndeki iki adayı ve ihtilaflı bölgedeki bir kısım toprakları vermeye razı olmadığı gibi savaş borçlarının ödenmesi için istenen katkıya da razı olmadı.

Bu hususta Cidde’de yapılan müzakereler netice vermedi. Irak Kuveyt’i işgal ederek ilhak ettiğini ilan etti. Amerika olayı fırsat bilerek Körfeze ve Suudi Arabistan’a büyük bir askeri güç yerleştirdi, bu gücü sürekli olarak artırmaya devam etmektedir. Irak’ı ve Ürdün’ü ablukaya aldı. Bu ablukayı delmek teşebbüslerine karşı Birleşmiş Milletlerden silah kullanma kararını çıkarttı. Şimdi de abluka netice vermezse, doğrudan doğruya Kuveyt ve Irak’a karşı savaş yapılması kararını çıkartmak için hazırlıklar yürütmektedir.”

Erbakan Hoca ve Müslüman Topluluklar Birliği

Erbakan Hoca, beraberine Müslüman Topluluklar Birliği üyelerini de alarak, ne yapmaya çalıştıklarını ve tam olarak neler yaptıklarını şöyle aktarıyordu:

“Taraflar arasında yapılan müzakere netice vermemişti. İslam Konferansı meseleyi çözemiyordu. Türkiye yönetimi yanlış politikasıyla hakemlik vasfını kaybetmişti. Bu şartlar altında tek imkân yeryüzünde 1.5 Milyar Müslüman topluluklarını temsil edebilecek ve onların menfaatlerini ve haklarını gözetebilecek bir diğer mekanizmanın harekete geçmesiydi. Bu da Müslüman toplumların halklarının temsilcilerinin teşkil ettiği “Müslüman Topluluklar Birliğinin (MTB) meseleyi çözmek için gayret göstermesiydi.

İşte bizi 22 gün 22 gece sürekli olarak, canla başla çalışarak, “Körfez Barış Harekâtı” yapmaya sevk eden sebepler bunlar olmuştur. Bu çalışmalarımız 9 Eylül 1990 günü başladı. 1 Ekim 1990 gününe kadar, 22 gün 22 gece sürdü. Bu çalışmalarımız esnasında dört gurup faaliyetimiz söz konusu olmuştur:

Körfez Krizi ile ilgili olarak toplanan;

1. Bağdat, Mekke ve Trablus Konferanslarına iştirak etmek.

2. Körfez Krizine çözüm bulmak için Amman, Mekke ve Bağdat’ta MTB temsilcileriyle bir araya gelmek.

3. Suudi Arabistan ve Irak yetkilileriyle, MTB temsilcileri ile birlikte temaslar yürütmek.

4. Suudi Arabistan ve Irak yetkilileriyle ikili olarak bu konuları görüşmek.

Barış Harekâtı’nın ilk adımı Mekke’deki Konferansa iştirakle başladı. 9 Eylül gecesi bindiğimiz uçak ertesi günün sabahında saat 2.30’da, savaş krizinden habersiz, şehircilik bakımından göz kamaştırıcı güzellikte, bir ışık denizini andıran Cidde’nin havaalanına indi. (…) Aynı gün akşam Mekke Konferansının yapıldığı muhteşem salondaydık. Kırka yakın Müslüman ülkeden davet edilmiş, altı yüzden fazla ilim, devlet ve fikir adamının katıldığı konferansta, Suud yöneticilerinin yer almadığı dikkat çekiyordu. Bunun delegeleri etkilememek için yapıldığı daha sonra öğrenildi.

Üç gün süren konferansın ilk iki gününde söz alan konuşmacılar sadece Irak’ın haksızlığını ve Batılı kuvvetlerin Suudi Arabistan topraklarında bulunmasının zaruretten ileri geldiği ve caiz olduğu üzerinde duruyorlardı.

Hâlbuki konferansın ana mevzuu Körfez Krizinin nasıl çözülebileceği hususu idi. Bu sebepten dolayı ikinci gün akşam oturumunda söz aldım. Konuşmam bütün delegelerce büyük bir ilgiyle dinlendi. Karşılaşılan bu meselenin temel sebebini Müslüman ülkeler arasında atılması lazım gelen beş adımın henüz atılmadığından ileri geldiğini anlattım. Ulaşılması gereken çözümün ne olduğunu açıkladım. Bu çözüme ulaşabilmek için geçici bir çalışmanın çare olamayacağını, çözüme kadar aralıksız çalışacak bir barış komisyonunun seçilmesi gerektiğini önerdim. Bu konuşmamız konferansın nihai bildirisinin esasını teşkil etti.

Takdiri ilahiye bakınız ki, konferansın son günü 12 Eylüle rastladı. Bundan tam on yıl evvel aynı tarihte, Uzun Adada cuma namazına dahi gitmemize izin verilmezken, on yıl sonra aynı saatlerde siyah örtüler altındaki Kâbe’nin altın kapısı özel olarak açılmış ve ben içinde namaz kılıyordum.

Konferansın ardından ilk temasımızı Suudi Arabistan Savunma Bakanı Prens Sultan Bin Abdülaziz ile yaptık, iki saate yakın süren görüşmemiz son derece samimi ve dostluk havası içinde geçti. (…)

Suudi Arabistan yetkilileriyle ikinci önemli temasımız İçişleri Bakanı Prens Naif Bin Abdülaziz ile oldu. İki saat kadar süren bu görüşmede Prens Naif olayların gelişimini özetledi. Ben de Körfez Krizinin bir tahlilini yaptıktan sonra bulunulan noktadan barış ve huzura nasıl ulaşılabileceği hakkındaki projemi kendisine açıkladım. Beni dikkatle dinledikten sonra “Akıllı ve hikmetle dolu konuşmanızdan çok memnun oldum. Teşekkür ederim” diye söze başladığı konuşmasını “Essulhu seyyidül ahkam” (Barış Hükümlerin en üstünüdür). Barış için çalışmak hepimiz için zorunlu bir görevdir” diyerek tamamladı. (…)

Üç saate yakın süren görüşmemizin başlangıcında Kral Faht (…) Körfez Krizinin nasıl geliştiğini detaylarıyla anlattı. Ve olayla ilgili olarak şu açıklamaları yaptı:

“Bilindiği gibi biz, İran-Irak Savaşı esnasında her türlü gücümüzle Irak’ı destekledik. Irak’ın silahlanmasına yardımcı olduk. Hatta bizde bulunmayan silahları Irak ordusu için satın aldık. Hiçbir zaman bu silahların bize karşı tehdit için kullanılabileceği aklımızdan geçmedi. Irak’ın Suudi Arabistan’dan olan taleplerini yerine getirdik, Kuveyt’ten olan taleplerine de mümkün olduğunca yardımcı olmaya çalıştık. Kuveyt’le Irak arasındaki son görüşmeler Cidde’de yapıldı. Biz her iki ülke arasındaki diyalogun bir anlaşmayla biteceğini umuyorduk. Irak’a huduttaki askeri hareketlerin ne olduğunu sorduğumuzda “Bizin askeri bir müdahaleye niyetimiz yoktur, yaptığımız iş normal manevralardır” cevabını aldık. Görüşmeler aniden kesildi ve az bir zaman sonra Irak’ın Kuveyt’i işgaline şahit olduk. Bu durum karşısında tedbirli olmaya mecburduk. Kendi kuvvetimize ilaveten ABD ve Müslüman Ülkelerden yardım istedik. O anda Müslüman Ülkeler yardım edecek durumda değildi. ABD ve Batılı ülkelerin kuvvetleri bu zaruretten gelmişlerdir. Bu tedbirleri almasaydık Irak bize de saldırabilirdi. Irak Kuveyt’ten çekilirse bu kuvvetler geri gideceklerdir. Bu şartla gelmişlerdir. Biz Körfez’de durumun sulh yoluyla biran evvel düzelmesini ve Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini ve yabancıların kuvvetlerinin Suudi Arabistan’dan çekilmelerini temenni ediyoruz”

Bu açıklamalarını “önemli olan birbirimizi suçlamamız değildir. Geçmiş olayların üzerinde durmayalım. İleriye bakalım” sözleriyle bağladı. Ben de kendisine Körfez’de barışın nasıl sağlanabileceğine ilişkin projemizi açıkladım. (…)

(…) Barış projesi teferruatıyla kendisine anlatılınca Kral Fahd teklifleri takdire şayan gördü ve “Biz barış istiyoruz. Kapıyı çalın. Açılmazsa bir daha çalın, bir daha çalın” dedi. (…)

Kuveyt Emiri El Sabah çok üzgün olduğu için hiçbir yabancı heyetle görüşme kabul etmiyor, mazeret beyan ediyordu. Müslüman Topluluklar Birliği (MTB) adına yaptığımız müracaata da aynı şekilde özür beyan ederek kendisini temsilen Bakanlarından müteşekkil bir heyeti görevlendirmişti. Bu heyet 20 Eylül Perşembe sabahı bizi Cidde’de “Kasr-ı Mutemerat”da ziyarete geldi. Bu heyet yapılan toplantıda bize şunları anlatıyordu:

“Bilindiği gibi Iran-Irak savaşı esnasında biz Kuveyt olarak bütün gücümüzle Irak’ı destekledik. Büyük maddi yardımlarda bulunduğumuz gibi limanlarımızı harp silah ve vasıtalarının ikmaline tahsis ettik. Harpten sonra Irak’ın taleplerini müzakere yoluyla çözmeye gayret ettik. Cidde’de iyi niyetle bu müzakereleri sürdürürken bu görüşmeler Irak tarafından aniden kesildi. Kısa bir süre sonra da askeri birlikleriyle harekete geçerek Kuveyt’i işgal ettiler, bir süre sonrada Irak’a ilhak ettiklerini ilan ettiler.” (…)

Heyet Kuveyt’in isteğini iki noktada toplamıştı:

1. Irak Kuveyt’ten kayıtsız ve şartsız geri çekilmeli ve (…) Sabah ailesi Kuveyt halkının o zamandan beri temsilcisi olarak yeniden yerine oturmalıdır.

2. Irak ile Kuveyt arasındaki anlaşmazlık konuları müzakere yoluyla çözüme bağlanmalıdır. (…)

Kuveyt heyetiyle görüşme bittikten sonra Suudi Arabistan’daki temaslarımızı tamamladığımız için Kasr-ı Mutemeraf’da bir basın toplantısı yaptık. Suud TV ve basınına temaslarla ilgili bilgiler verdik. Ardından Kral Fahd’ın tahsis ettiği özel uçakla Ürdün’ün başkenti Amman’a gittik. (…)                

Amman’da cuma günü önce Suudi Arabistan temaslarının bir değerlendirmesini yaptık. En yetkili kişi olarak Suudi Arabistan Kralı Fahd’ın bize “Ben Barış istiyorum. Geçmişin üzerinde durmayalım. Kapıyı çalın. Açılmazsa bir daha çalın, bir daha çalın” demiş olması bize gayelerimize ulaşmak bakımından kolaylık sağlamıştı. Toplantımızın ikinci bölümünde iki gün sonra Irak yetkilileriyle ne konuşacağımızı, nasıl konuşacağımızı, hangi soruları yönelteceğimizi tartıştık ve karara bağladık. Bu gelişmeler ve konuşmalar sayesinde 25 kişiden teşekkül eden MTB heyetinin fikir birliğine varması bakımından daha elverişli bir zemin oluşmuştu. MTB, Bağdat’ta yapılacak temasların bu safhasında yine daha ziyade Irak’ın görüşünün, Körfez Krizine nasıl baktıklarının anlaşılmasına ağırlık verilmesi ve ondan sonra yapacağımız bir toplantıda çözüm hakkındaki teklifimizi olgunlaştırıp, bu çözümü, çalışmaların ikinci safhasında taraflara bildirmeyi uygun görmüştük.

Bağdat’ta yetkililerin ve halkın yüzünde sakin bir hava görmüş olmanın rahatlığıyla bize otelde ayrılan geniş ve konforlu odalarımızda huzurlu bir gece geçirdik. Ertesi günü 23 Eylül Pazar’dı. O gün Körfez Barış Harekâtı çalışmalarımızın en önemli temasını teşkil eden Saddam Hüseyin ile yapılacak görüşmenin heyecanı içindeydik. (…)

Bu arada akşam saatlerinde, Suriye eski Cumhurbaşkanı Hafız Emin ile Suriye Baas Partisi eski Genel Başkanı Suriye Komünist Partisi Genel Başkanı ve Suriye Müslüman Kardeşler Teşkilatının her iki kanadının liderleri, beş kişilik bir heyet halinde otelde bizimle görüşmeye geldiler. (…)

MTB’nin 25 kişilik heyeti, tam saatinde sarayın mütevazı salonunda Saddam Hüseyin ile bir araya gelmişti!

Protokoller, gerekler yerine geldikten sonra konuya Saddam girdi. Saddam konuşmasının önemli bir noktasında “Biz Barış istiyoruz. Ancak, insan bazen istemediği halde savaş yapmaya da zorlanabilir. Peygamber Efendimiz (a.s.) de bazı savaşları istemediği halde yapmaya mecbur kalmıştı” dediği zaman Irak’ın “Barış kapısını açık mı tutacağı yoksa kilit mi vuracağı” hususundaki heyecanımız doruk noktasına varmıştı.

Körfez Barış Harekâtımızın en önemli temasını oluşturan Irak Devlet Başkanı’yla yapılan görüşmede Saddam Hüseyin Kuveyt’i niçin işgal edip ilhak etmek mecburiyetinde kaldıklarının sebeplerini iki ana bölümde toplayarak bizlere açıkladı. Birinci bölüm “Tarihi ve Hukuki sebepler” idi.

(…) Saddam, Kuveyt’in ilhakıyla ilgili “Ekonomik ve Siyasi Gerekçeleri” şöyle dile getirmişti:

“Bilindiği gibi Irak ile Kuveyt arasında bugüne kadar bir sınır çizgisi tespit edilmemiştir. Yıllardan beri Irak’la Kuveyt arasındaki görüşmelerde bir ihtilaflı bölgenin sözü geçmiştir. Bu ihtilaflı bölge Basra Körfezi’ndeki Bubiyan ve Worba adalarını kapsadığı gibi Kuveyt topraklarının da takriben yarısını içermektedir. Bu bölge Îran-Irak Savaşına kadar Kuveyt’le aramızda bir tampon bölge olarak kalmıştır. Bu tampon bölge son derece zengin petrol yataklarına sahiptir. (…) Buradan petrol çekilirse bizim kaynaklarımız zayıflamaktadır ve üretimimizin verimi düşmektedir.

İran-Irak Savaşı esnasında bizim durumumuzu fırsat bilerek (…) Amerikalıların teşvikiyle büyük miktarda bu bölgeden petrol çıkarttılar, savaş boyunca itirazlarımızı önemsemediler. Biz İran Savaşı ile meşgul olduğumuz için bu işin muhasebesini savaş sonuna bırakmıştık. Savaştan sonra yaralarımızı sarmaya yöneldik. Savaş giderleri dolayısıyla Kuveyt’e, Suudi Arabistan’a büyük borçlar yapmıştık. Bu borçların taksitleri ve faizleri ekonomimize çok ağır bir yük getiriyordu. Kalkınmamızı imkânsızlaştırıyordu. Bu durum karşısında Suudi Arabistan ve Kuveyt’e müracaat ettik. “Biz bu harbi aynı zamanda sizler için de yaptık. Hâlihazır ağır yükten kurtulmamıza yardımcı olun. Borçların bir kısmım silin ve bize kalkınma için mali destekte bulunun” dedik. Kuveyt’ten de ayrıca ihtilaflı bölgeden çektiği büyük miktardaki petrolden hakkımızı istedik.

Bu taleplerimizi Suudi Arabistan anlayışla karşıladı ve taleplerimizi yerine getirdi. Kuveyt ise sadece reddetmekle kalmayıp emperyalizmin üzerimizde uygulamak istediği planlara alet oldu. ABD’nin telkinlerine uyarak tampon bölgeden petrol çıkartmaya devam etti. OPEC’te hep petrol fiyatlarının artırılmasını engelledi. Kontenjanından fazla çıkarttığı petrolü dünya piyasalarına ucuz fiyatla sürerek fiyatların daha da düşmesine sebep oldu. (…) Kuveyt bütün bunları yaparken, diğer yandan ABD zaten bizi hedef almıştı, İran-Irak savaşından modern silahlara sahip, deneyimli ve güçlü bir orduyla çıktığımızdan ve İsrail tehditleri karşısında ordumuzu terhis etmediğimiz için ABD bizim askeri gücümüzü bir yandan İsrail’e karşı, diğer yandan da Körfez petrolünü kendi kontrolünde tutmak stratejisine bir engel olarak görüyordu. Bu yüzden de Amerikan ve Batılı ülkeler elbirliğiyle bize karşı adım adım fiilen ambargo ve ekonomik baskılar uygulamaya başlamışlardı. Bizi ezmek için yürütülen bu planlar doruk noktasına ulaştı. O zaman Bağdat Konferansını toplayarak sizlere durumu açıkladım. Amerika’daki Siyonist lobinin o günlerde aldığı kararlar hakkında bilgi verdim. Sonra “Arap Birliği” toplantısında ve İslam Konferansında aynı şekilde durumu Müslüman ülkelerin yetkililerine anlattığım gibi bu durumu incelemek için Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten olan taleplerimizi kendilerine söyledim. Ayrıca bu ülkelerin yetkilileriyle yapılan ikili toplantılarda da isteklerimizi ısrarla ifade ettik. En son Cidde’de yapılan toplantıda bile Amerika’nın etkisiyle Kuveyt taleplerimizi reddetti. Bu durum karşısında Kuveyt’i ilhaka mecbur kaldık. (…)

Biz bölgede huzur ve barış istiyoruz. Körfez krizinin de barış yoluyla çözülmesine taraftarız. Suudi Arabistan’a hiçbir tecavüze niyetimizin olmadığını ispat için her türlü teminatı vermeye hazırız.

(…) Biz ilk kurşunu atan olmayacağız. Fakat eğer emperyalist güçler bize tecavüz ederse onlara layık oldukları cevabı vereceğiz. Bunu yapabilecek gücümüz mevcuttur. Bölgede huzurun temini için önce emperyalist güçlerin Suudi Arabistan’ı terk etmeleri şarttır. Eğer Suudi Arabistan kendini takviye ihtiyacı duyuyorsa bunu emperyalist güçler vasıtasıyla değil Müslüman ülkelerin “Barış Gücü” vasıtasıyla yapabilir.”

                                                                                     

(…) Saddam sorularımıza verdiği bir cevabında da “Petrol Arap halklarına refah getireceğine kültür emperyalizminin olumsuz etkilerine yol açtı. Eskiden kız evlatlarımız anne ve büyükannelerini örnek alırlardı. Petrolden sonra Paris’teki artistlere benzemeye özeniyorlar. Petrol zenginliği bizim mutluluğumuz için kullanılmadı” görüşünü sergiledi.

Saddam Hüseyin ile 3 saat süren görüşmeden sonra saraydan yeni bir günün başlangıcında sevinçle ayrıldık. Çünkü görüşmenin neticesinde Saddam Hüseyin “Barış Kapısını” kapatmamıştı. Tam tersine açıkça “Biz barış istiyoruz” diyordu. (…) Bu durum karşısında biz de “Kapının açık kalması” için bilhassa “Kuveyt’ten hangi şartlar altında çekilmeniz mümkün olabilir?” şeklinde bir sual yöneltmekten özenle kaçındık. (…)

Saddam Hüseyin ile sarayda görüşürken konuyla ilgili teklif ye düşüncelerimizi Taha Yasin Ramazan vasıtasıyla kendisine ileteceğimizi söylemekle yetindik. O da, programdan haberdar olduğunu ve Taha Yasin Ramazan’a aktaracağımız proje ve tekliflerimizi ilgiyle beklediğini ifade etti. (…)

Ertesi gün, (…) hazırlık çalışmamıza başladık. Saddam Hüseyin’in konuşmalarını bir kere daha değerlendirdik.

Evet, netice itibariyle Saddam Hüseyin’le görüşme memnuniyet verici olmuştu, barış için kapı açık gözüküyordu. Ancak bütün konuşmadan çıkan netice şu idi:

Saddam gerek ambargoya, gerekse ABD kuvvetlerinin muhtemel tecavüzüne karşı tedbirlerini almıştı ve bekliyordu. (…) Esasen bu bekleme dahi Müslüman ülkelere yeterince zararlı oluyordu. Çünkü emperyalistler bir yandan Körfeze asker ve silah yığmaya devam ediyor, diğer yandan bunların büyük masraflarını Müslüman ülkelere ödetiyordu. (…) Bütün bunlara ilaveten Körfez krizi yüzünden gün geçtikçe petrol fiyatı artıyor, bunun etkisiyle bütün dünya ülkelerinin ekonomileri çöküyor, bu arada Müslüman ülkelerde bu çöküşün etkisi altında kalıyordu. (…)

İşte bu sebeplerden dolayı Irak inisiyatifi karşı tarafa bırakıp beklememeli bilakis, inisiyatifi eline alarak, tıpkı bundan önce İran a karşı yaptığı jeste benzer bir jesti de Suudi Arabistan’a yapmalıydı. İki kardeş Müslüman ülke olarak Körfez krizinin aralarında görüşerek barış yoluyla çözeceklerini ilan etmeli ve müzakereyle bu barışa nasıl ulaşılabileceğini tespit edip yürürlüğe koymalıydı. (…)

Bu düşüncelerle Irak’ın barış projemizi kabul etmesinin kendisine ne büyük faydalar sağlayacağının bir envanterini çıkarttım. Irak’ın inisiyatifi ele almasının 15 önemli yarar sağlayacağını tespit ettim.

Bütün bu hazırlıkları yaptıktan sonra 24 Eylül Pazartesi günü akşamı Taha Yasin Ramazan’ın sarayına gidilmişti.

Taha Yasin Ramazan askeri üniformasıyla makamında bizi karşıladı. Saat 17.00’de başlayan görüşmemiz 2 saat sürdü. Taha Yasine, Suudi Arabistan Kralı Fahd’a sunduğumuz “Barış Projesi”ni alternatifleriyle anlattım. Ayrıca Irak’ın barış yolunda inisiyatifi ele almasının sağlayacağı 15 önemli faydayı da etraflıca açıkladım. Kendisine, eğer bunları size açıklamadan Türkiye’ye dönseydim büyük vicdan azabı çekecektim. Çok şükür kardeşlik vazifemi yaptım. Bundan sonra maddi ve manevi mesuliyet size intikal etmiştir” dedim.

Taha Yasin Ramazan cevabi konuşmasına bizim Türkiye’de hükümet ortağı olduğumuz günleri hatırlatarak “Sayın Erbakan, Siz bizim uzun yıllardan beri yakın dostumuzsunuz. Türkiye ile Irak arasındaki işbirliğini geliştirmek için çalışmalar yaparken bir arada bulunduk. O günden beri size büyük itimadımız vardır. Bu proje ve teklifleri Irak’ın ve bütün Müslüman ülkelerin menfaatini gözeterek ve hepsinin iyiliğini isteyerek hazırladığınızdan eminiz” dedi. Ardından yanında bulundurduğu zabıt görevlisini göstererek, “Gördüğünüz gibi söylediğiniz her kelimeyi kaydettik. Dün de Başkanın yanında tespit edildiği gibi bu proje ve tekliflerinizi aynen kendisine arz edeceğim. Dün bu proje ve tekliflerin Irak’ın en yüksek organı olan İhtilal Komuta Konseyi’nde görüşülmesi ve değerlendirilmesine verdi. Proje ve teklifleriniz en kısa zamanda ele alınacaktır. Neticeden de sizi haberdar edeceğiz. Bundan sonraki çalışmalarda gerek olursa yardımlarınızı rica edeceğiz” diyerek konuşmasını tamamladı. (…)

Saddam görüşmesinden sonra MTB heyeti özel uçakla Tahrana gitmişti. Biz ise Taha Yasin Ramazan ile görüşmemizin ertesi günü Amman’a hareket ettik. Amman’dan Libya’nın Başkenti Trablus’da yapılan Uluslararası Müslüman Ülkeler Konferansına katıldık. 24-28 Eylül tarihlerinde yapılan bu konferansa muhtelif Müslüman ülkelerden 600’e yakın ilim, fikir ve devlet adamı iştirak etti. Konferansta “Körfez krizine nasıl çözüm bulunabileceği” konusu incelendi.

(…) MTB heyeti İran’da yöneticilerle temas ederek; emperyalizme karşı ortak hareketi sağlamaya çalışırken, biz de bu görevi Trablus’taki konferansa iştirak eden ülkelerin delegeleri vasıtasıyla yerine getirmeye çalıştık. (…)

ABD Senatosundaki müzakerelere dayanılarak yayınlanan belgelere göre İran-Irak savaşından sonra Amerika’nın Bağdat’taki bayan büyükelçisinin Iraklı yetkililere “Kuveyt’i niçin almıyorsunuz?” diyerek yeşil ışık yaktığı ileri sürülmektedir. Oysa aynı Amerikan yönetiminin diğer yandan Kuveyt yetkililerine de “Sakın Irak’ın tekliflerini kabul etmeyin arkanızda biz varız” dediği de ifade edilmektedir. Ne var ki Körfez krizi ister Amerika’nın inisiyatifiyle meydana getirilmiş olsun, isterse olayların tabii seyri sonucu doğmuş olsun hali hazır durumuyla insanlığın önündeki en mühim meseledir. [1]

İşte bu Erbakan’la, şimdi ABD, AB ve İsrail ile taşeronluk yapan AKP’yi “aynı ve biri birinin devamı” göstermek, ya hamakat (aşırı zeka geriliği)tır veya kasıtlı çarpıtma ve hıyanettir.



[1] Herkesin Hocası Erbakan. Ekrem Kızıltaş. (sh. 269 ve devamı)

 

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Picture of Ömer ÇAĞIL

Ömer ÇAĞIL

Subscribe
Bildir
6 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Bilen söylüyor
Rahmetli Prof.Dr.Erbakan hocam bu ayetin gereğini yapmıştır.

“Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Ve Allah’a karşı takva sahibi olun. Umulur ki, böylece siz rahmet olunursunuz.”hucurat 10.ayet

Akp ve diğer saydığın Durmuş Durduyan (Oğuzhan Asiltürk) ve şevket kazan da aşağıdaki ayete göre hareket etmektedir.

“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onların bazısı, bazısının dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse şüphe yok ki, o da onlardandır. Muhakkak ki Allah o zalimleri hidayete, doğru yola iletmez.” (Mâide Sûresi, 5:51)

Bilen söylüyor
Rahmetli Prof.Dr.Erbakan hocam bu ayetin gereğini yapmıştır.

“Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Ve Allah’a karşı takva sahibi olun. Umulur ki, böylece siz rahmet olunursunuz.”hucurat 10.ayet

Akp ve diğer saydığın Durmuş Durduyan (Oğuzhan Asiltürk) ve şevket kazan da aşağıdaki ayete göre hareket etmektedir.

“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onların bazısı, bazısının dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse şüphe yok ki, o da onlardandır. Muhakkak ki Allah o zalimleri hidayete, doğru yola iletmez.” (Mâide Sûresi, 5:51)

SAADET PARTİSİ NE YAPIYOR?
BU SÜREÇTE SAADET PARTİSİ NE YAPIYOR. SON DÖNEMDE ERBAKAN HOCA VEFAT ETTİKTEN SONRA OĞUZHAN VE EKİBİ AKP’nin EKMEĞİNE KAYMAK SÜRMEKTEN BAŞKA NE YAPMIŞTIR. ADAM GİBİ BİR MUHALEFET YOK. FÜZE KALKANI MÜSLÜMANIN BAŞINDA PATLAYACAK BİR MİTİNG DAHİ DÜZENLENEMEDİ. OĞUZHAN ŞEVKET VE ONLARIN YALAKALARI İLE AKP ARASINDA NE FAK VAR BİLEN VARSA SÖYLESİN.

SAADET PARTİSİ NE YAPIYOR?
BU SÜREÇTE SAADET PARTİSİ NE YAPIYOR. SON DÖNEMDE ERBAKAN HOCA VEFAT ETTİKTEN SONRA OĞUZHAN VE EKİBİ AKP’nin EKMEĞİNE KAYMAK SÜRMEKTEN BAŞKA NE YAPMIŞTIR. ADAM GİBİ BİR MUHALEFET YOK. FÜZE KALKANI MÜSLÜMANIN BAŞINDA PATLAYACAK BİR MİTİNG DAHİ DÜZENLENEMEDİ. OĞUZHAN ŞEVKET VE ONLARIN YALAKALARI İLE AKP ARASINDA NE FAK VAR BİLEN VARSA SÖYLESİN.

HAKİKATEN HELAL OLSUN!
HAKİKATEN HELAL OLSUN!

Milli Görüş Camiasının münafıklarının ve İslamcıların marazlı takımının bu MİLLİ ÇÖZÜM’e ve özellikle Ahmet Akgül Bey’e niye şiddetle karşı çıktıklarını, sonunda çözdüm.

Çünkü:

1-Onlar sizin sadakatinizi, cesaretinizi ve her iddianızdaki isabetinizi kıskanıyordu.

2-Sizlerin ayet ve hadislerle ortaya koyduğunuz aynada, münafıklar ve vefasız korkaklar kendi çirkin yüzlerini görüp sıkılıyordu.

3-Olayların, hep Ahmet Hoca’nın ferasetli yorumları ve faziletli duruşları istikametinde geliştiğini görüp, haset damarıyla hıyanet duyguları kabarıyordu.

Allah rızasına, dava aşkına ve Erbakan’ın Aziz hatırasına; herkese, her kesime, hükümete ve dış güçlere, böylesine net ve mert şekilde gerçekleri haykırmak, hem büyük bir CİHAT’tı, hem de çok zor bir imtihandı.

Ey Milli Çözümcüler, Allah yardımcınız olsun, ayağınızı Hakta sabit tutsun! Dualarımız sizinledir, yolunuz açık olsun…

Salih Ispartalı

HAKİKATEN HELAL OLSUN!
HAKİKATEN HELAL OLSUN!

Milli Görüş Camiasının münafıklarının ve İslamcıların marazlı takımının bu MİLLİ ÇÖZÜM’e ve özellikle Ahmet Akgül Bey’e niye şiddetle karşı çıktıklarını, sonunda çözdüm.

Çünkü:

1-Onlar sizin sadakatinizi, cesaretinizi ve her iddianızdaki isabetinizi kıskanıyordu.

2-Sizlerin ayet ve hadislerle ortaya koyduğunuz aynada, münafıklar ve vefasız korkaklar kendi çirkin yüzlerini görüp sıkılıyordu.

3-Olayların, hep Ahmet Hoca’nın ferasetli yorumları ve faziletli duruşları istikametinde geliştiğini görüp, haset damarıyla hıyanet duyguları kabarıyordu.

Allah rızasına, dava aşkına ve Erbakan’ın Aziz hatırasına; herkese, her kesime, hükümete ve dış güçlere, böylesine net ve mert şekilde gerçekleri haykırmak, hem büyük bir CİHAT’tı, hem de çok zor bir imtihandı.

Ey Milli Çözümcüler, Allah yardımcınız olsun, ayağınızı Hakta sabit tutsun! Dualarımız sizinledir, yolunuz açık olsun…

Salih Ispartalı

ÖZEL YAZILAR

YORUMLAR

Son Yorumlar
6
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...