YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
692321a2ad98e
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 9 5 4
Bugün : 28832
Dün : 47039
Bu ay : 969794
Geçen ay : 1371576
Toplam : 45373615
IP'niz : 216.73.216.189

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

“DEVLET VE DÜZEN” KAVRAMI

      

Devlet; toplumların tabii gelişim sürecinde, yönetimlerin kurumlaşması aşamasında ortaya çıkmıştır. Tarih öncesinde, aileler çoğalarak familyaları, familyalar birleşerek aşiretleri, aşiretler kabileleri, kabileler de birleşerek siteleri oluşturmuş ve bu dönemlerde toplumlar doğal ahlâk standartları ve sosyal disiplin kuralları içerisinde yaşamışlar ve Hz. Âdem’den başlayarak gönderilen peygamberlerin getirdiği ve gösterdiği iman ve adalet esaslarıyla hayatlarını tanzim etmişlerdir.

Tarihten sonra ise “sosyal disiplin“in yerini “sosyal düzen“ler almış ve “devlet” kurumu ve kavramı ortaya çıkmıştır. Bundan sonra peygamberlerin getirdiği vahye dayanan ve Hakkı üstün tutan medeniyetlerle, bu medeniyetlerin yozlaştırılması ve bozulması suretiyle ortaya çıkan ve kuvvete dayanarak, zulüm ve sömürü esası üzerine kurulan medeniyetlerin ve bu medeniyetlere uygun devlet şekillerinin çatışması başlamıştır. Mesela ilk yerleşik düzenin ve medeniyetin doğduğu ve Hz. İbrahim’in temellerini kurduğu Mezopotamya medeniyeti SİTELER BİRLİĞİ şeklindeki devlet anlayışından etkilenerek ortaya çıkan ve Firavunluk sistemini esas alan Mısır Krallığı dönemi vardır.

Bu, “Kanunları krallar koyar” şeklindeki zulüm yönetiminden, “Krallar da kurallara uyar” dönemine geçilmiş, Filistin’de Hz. Musa’nın getirdiği kanun ve kuralları uygulayan ve yine vahye dayanan bir HUKUK DÜZENİ devri yaşanmıştır.

Bundan etkilenen ve bu Hak düzenin yozlaştırılmasıyla şekillenen Eski Yunan’da “Devlet prensiplerinin ve idareci yetkilerinin Allah tarafından çizilmesi yerine halk tarafından belirlenmesi” demek olan DEMOKRASİ dönemi başlamıştır. Arkasından iman ve ahlâk esaslarının bütün insanlığa ait olduğunu bildiren ve dini düşünceleri evrenselleştiren Hz. İsa’nın saf inanç akidesinin Roma zulüm ve zihniyetiyle bozulması ve Yahudilerce yozlaştırılması sonucu Avrupa’da önce kilise yönetimi demek olan TEOKRATİK dönemi atlatılmış, bunun devamı olarak da ROMA / BİZANS’TA EMPERYALİZM ve sömürü düzenini kurmuşlardır.

Daha sonra Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (SAV) vahiyle getirdiği İSLAM Dini ve Medeniyeti, devlet yönetiminde “İÇTİHAT DÜZENİ” dönemini açmış, vahiyle belirlenen mutlak doğruları esas alarak, değişen ve gelişen şartlara ve standartlara uygun yeni çözümler üretmeyi ilim ehline bırakan bir sistemle Abbasi, Selçuklu, Endülüs ve Osmanlı gibi muazzam medeniyetler ve devletler kurup yaşatmıştır.

Cihat ruhunun ve içtihat şuurunun körlenmesi (milli savunma, ilmi ve yerli kalkınma gayretinin terk edilmesi), tembellik ve taklitçiliğin yerleşmesi sonucu Müslümanlar, hâkimiyeti yitirince, İslam’dan etkilenen Batı’da Reform ve Rönesans hareketleri başlamış, sonunda kilisenin ve kralların elinden kurtulan Batı, sanayi devrimi sonrasında Siyonizm’in planlarıyla, “bürokrasi düzenine” bağlanmış, sözde seçim ve demokrasi perdesi altında mason bürokrat ve teknokratların mutlak saltanatı ortaya çıkmıştır.

Kapitalist ve Sosyalist sistemlerle insanlığın bütün ahlâki değerlerini dejenere eden ve sınırsız bir sömürü hırsıyla toplumları ezen Siyonizm’in şeytan düzeni ve devlet modelleri artık tek tek çürümeye ve çökmeye başlamıştır.

Şimdi artık yeniden ilmi ve insani temellerin üzerine kurulacağı, her dinden her görüşten ve çeşitli kavimlerden herkesin birlikte barış içinde yaşayacağı ve bütün insanların can, mal ve namus emniyetinin, din ve düşünce hürriyetinin korunacağı “uzlaşma ve anlaşma” esasına dayanan “ADİL DÜZEN” dönemine, bütün insanlık acilen muhtaçtır ve inşaallah Türkiye’den başlayarak bu düzen yakında uygulamaya koyulacaktır. Çünkü Kur’an, sadece Arapları, Acemleri, Türkleri veya başka bir kavmi, hatta sadece iman edenleri ve İslam Dinine girenleri değil, bütün insanlığı kuşatacak ve kurtaracak genel ve temel kanun ve kurallar getirmiştir. Yani İslam “Bütün dünyada ortak bir barış ve bereket düzeni” kurmayı hedeflemiştir. İslam’ın inanç ve ibadet esaslarını kabul etmeyen kimseler, yani gayrimüslimler bile Kur’an’ın adil ve evrensel düzenine, İslam’ın ekonomik, siyasi, ilmi ve ahlâki prensiplerine uymadan asla huzur ve hürriyete erişemeyeceklerdir.[1] Kur’an’ın gelmesiyle “Din artık kemâle erdirilmiş“, şeriatların gelişmesi ve değişmesi dönemi bitmiş, din ve düzenle ilgili sorunların “içtihat ve icma” yoluyla çözülmesi devri başlamıştır. Kur’an; “Mutlak Delil“, Sünnet; “Delil” makamındadır. Bundan sonra İçtihat; “Hüküm“, İcma ise “Mutlak Hüküm” olarak sorunların çözümünde kolaylık sağlanacaktır. Zira artık yeni bir peygamber ve vahiy gelmeyecektir, bu kapı kapanmıştır.[2]

Elbette din ile düzen birbirine düşman değil, mutlaka uyum içinde olmak zorunda olan unsurlardır. Din ile düzenin çatışması halinde kişiler ya dininden taviz vererek vicdani ve ahlâki ayarını bozacak veya mevcut kanun ve kuralları çiğnemek zorunda kalacak ve tabiatıyla uyumsuzluk ve huzursuzluk çıkacaktır. Özellikle bir Müslüman için din ile düzenin uyuşmazlığı, ya onu sosyal ve ekonomik hayattan koparacak veya fasık ve münafık yapacaktır. Din ile düzenin çatışması, anarşiyi doğuracaktır. Ama zaten bir devlet sistemi ve hukuk prensipleri bulunmayan Hristiyanlar ve diğer gayrimüslimlerin hiç değilse düzen olarak “Adil Düzen”i benimsemeleri onlar için de dünyada hayır ve huzura vesile olacaktır.

Yeri gelmişken açıklamamız gereken bir husus da şudur: Aynı dine mensup insanlar ve tabi Müslümanlar ayrı ayrı devletlerde yaşayabilecekleri gibi, aynı devlet sınırları içerisinde değişik dinlere mensup insanlar da birlikte yaşayabilirler. Yani bütün Müslümanların tek bir devlet halinde birleşmeleri hem şart değildir, hem de zaten mümkün görülmemektedir.

Ancak İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı, Ortak Savunma Paktı, Kültür ve Eğitim İşbirliği Teşkilatı ve İslam Dinarı gibi, mutlaka Müslümanların yararına ve insanlığın hayrına olacak müşterek kuruluş ve kurallar etrafında güç ve gönül birliği yapmaları hem gerekli hem de güzeldir. Ve işte bunu da “Adil Düzen” gerçekleştirecektir. Konuyu, ilgili gördüğümüz şu ayet mealleriyle açıklayalım:

“(Ey Nebim!) Biz Seni (ve Kur’an-ı Kerim’i) bütün âlemlere (ve dönemlere) rahmet (vesilesi ve selamet rehberi) olarak gönderdik.”[3]

“Biz Seni bütün insanlığa (dünyada hürriyet ve adalet şartlarını; ahiret hazırlığında ise cennet ve ebedi saadet yollarını gösterici) ve müjdeleyici, inzar (ve irşad) edici (küfür ve kötülüklerden ve onların acı neticelerinden ikaz ve ıslah edici) olarak gönderdik…”[4]

“Siz (sadece Müslümanlar için değil bütün) insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. (Çünkü siz, ülkede ve yeryüzünde) Ma’rufu (Hakkı ve hayrı) emredip yürütecek, münkeri (zulmü ve kötülükleri) önleyecek (bir Adil Düzen kurmaya) çalışırsınız…”[5]

Herkesin ve Her Kesimin Yönetime Katılımı:

İslam’da fert ve devlet ilişkilerinin ve siyasi otoritenin körü körüne bir esareti ve kayıtsız şartsız bir teslimiyeti öngören, merkezi mutlakiyetin ve dikta rejimlerinin yeri olmayıp, hür irade ve seçimlerle gerçekleşen tam bir adalet ve haysiyet düzeni kurulmasını öngören:

“Ey iman edenler! (Yöneticilerinize:) ‘Raina-Bizi güt (şuursuz koyun sürüsü gibi bizi yönet)’ demeyin; ‘Ünzurna-Bizi gözet (organize ve koordine edip istişare ile idare et)’ deyin ve (Hakk ve adalet ettikçe onları) dinleyin…”[6] ayeti üzerinde durmamız gerektiğine inanıyoruz. Bu ayet genellikle “Ey iman edenler ‘Raina’ (Bizi güt) demeyin ‘Unzurna’ (Bizi gözet) deyin ve dinleyin.” şeklinde anlaşılmış ve anlatılmıştır.

Raina” (Bize riayet et) denmesi şöyle izah edilir; Ashab-ı Kiram, ara sıra Peygamber Efendimize müracaat ederek, bazı sorunlarını aktarırken, “Lütfen bizim daha rahat anlayabilmemiz için acele etmeyip biraz yavaş konuşmanız ve icabında tekrarlamanız hususundaki temennimize uyarak bize ‘riayet et’…” manasına kullandıkları “Raina” kelimesini o zamanki Yahudiler kendi lisanlarında “ruunet“ten türeme “Ey ahmak kişi” manasında bir hakaret hitabı olarak veya “Raina“, yani “Bizim çobanımız” anlamında kullanıyorlardı. Efendimize de bu maksatla gizli ve alaylı bir yolla ve hakaret kastıyla “Raina” demeye başladılar. Cenab-ı Hak da bu yüzden “Raina” kelimesinin kullanılmasını ve Yahudiler tarafından istismar konusu yapılmasını önlemek için yasakladı.[7]

Her ne kadar “Raina” kelimesini yanlış manalara ve kötü maksatlara göre kullanan bazı Yahudilere muhalefet ederek “unzurna” tabirinin kullanılmasının emredildiği şeklinde rivayetler ve tefsirler yapılmış olsa da ve böylece bir edep ve hürmet dersi verilmesi amaçlansa da, biz bu ayetin, bazı alimlerin yaklaşımına katılarak “Bizi koyun gibi gütmeyin, bize sadece nezaret edin” şeklinde anlaşılmaya daha münasip ve müsait bulunduğunu görüyoruz.

Çünkü yalnız “Raina” kelimesini değil, Peygamberimize karşı kullanılan pek çok kelimeyi asli manası dışında alaylı ve dolaylı maksatlar için kullanmak mümkündür… Bunların her birisi için eş anlamlı başka kelime ve deyimler kullanılmasını istemek ise pek mümkün görülmemektedir.

Örneğin, yine Yahudi ve münafıkların selâmlaşmadaki “Esselamû aleyküm” yerine ölüm temennisi manasına “Essamû aleyküm” dedikleri bilinmesine rağmen “selam” kelimesinin değiştirilmesi asla düşünülmemiş ve bu konuda bir yasak getirilmemiştir.

Onun için ayetler, sadece böyle geçici ve hususi bir meseleye hasredilemez ve dar manalar içinde hapsedilemez. Bu ayet aslında daimi ve umumi manalar ve hükümler içermektedir.

Önce “Raina” kelimesi üzerinde duralım:

Ri’y: Hayvan otlatılacak çayıra denir.

Re’y: Hayvan otlatmak ve koyun gütmek işidir.

Raiy: Davar otlatıcısı, çoban demektir.

Raiye: Otlatılan, güdülen… manalarına gelir.

Mer’a: Otlak, çayırlık demektir.

Riayet: Koyunların çobanı dinledikleri gibi, verilen emirlere itaat etmektir.[8]

Peygamber Efendimizin; Hepiniz çobansınız ve raiyetinizden mesulsünüz şeklindeki Hadis-i Şerifi de hatırlanırsa, “Raina” demeyin “unzurna” deyin…” ayetini, “Ey iman edenler, bizi “güt” demeyiniz, bize “nezaret et” deyiniz, şeklinde anlamak ve açıklamak daha uygun düşmektedir.

Önce “Ey iman edenler” hitabıyla bu ayet Hakka ve adalete inanan insanlara yöneliktir… Yani emredilen hususlar ve hükümler iman edenler için gerekli ve geçerlidir. Zira Müslüman, Kelime-i Tevhid getirmekle İslam dininin bütün emirlerini ve adil hukuk ve ekonomik düzenin bütün hükümlerini peşinen kabul etmiş demektir. Bir dini ve düzeni kimseye zorla kabul ettirmek yoktur, ama kendi hür iradesiyle bir dini ve düzeni kabul eden insanlar da başıboş davranamaz. Aksi halde toplumda fitne çıkacak ve anarşi doğacaktır.

Bu ayette devleti yöneten ve başkanlık edenler değil bizzat halk muhatap alınıp:

Ey iman edenler, bizi güt demeyin, bize nezaret et deyin…” buyurarak “yöneticilerin toplum tarafından seçilmesi gerektiği” ifade edilmektedir. Bizzat yöneticiler muhatap alınıp; “Sakın halkı koyun gibi gütmeyin, onları keyfi yönetmeyin, adil düzen içinde herkesin işlerine nezaret edin ve denetleyin” şeklinde emredilmiş olması buna işarettir.

İslam; Müslümanlara şahsiyet kazandırmak, onların hak ve hürriyetlerini korumak ve bunların bizzat kendileri tarafından kullanılmasını sağlamak için, şahıs ve parti diktatörlüğü cinsinden merkezi yönetimleri “Bizi güt demeyin” buyurmak suretiyle yasaklamıştır.

Bunun yerine “Bize nezaret et deyin” buyurmakla hem yöneticilerin toplum tarafından seçileceğini, hem de bu sistemde başkanların sadece “nezaret etme, denetleme, genel organizeyi ve otoriteyi sağlama” yetkisi bulunduğu bildirilmektedir.

Zaten Adil Düzen’deki ilmi, ahlâki, siyasi ve ekonomik kurumlar arasındaki dengeyi kuran ve koruyan vücuttaki beyin mesabesindeki “Devlet Başkanlığı” makamıdır. “Ey iman edenler! Bizi güt demeyin, bize nezaret et deyin” ayeti, devleti yönetenleri ve hükümet olacak partileri seçerken, yani “rey” verirken başkalarının etkisinde kalarak veya rey hakkınızı ve haysiyetinizi menfaat karşılığı satarak değil, “kendi hür iradeniz” ve vicdani kanaatinizle karar verin ve öyle hareket edin manasını da taşımaktadır.

Siz nasıl olursanız öyle idare olunursunuz” Hadis-i Şerifi de bir bakıma “Nasıl bir sistemi ve nasıl bir şahsiyeti sever ve seçerseniz elbette onun yönetimine müstahak olursunuz” anlamındadır.

Ey iman edenler” şeklinde çoğul sigasının kullanılması ise, Müslümanların devlet düzeni ve teşkilat disiplini altında organizeli bir güç halinde hareket etmeleri ve hadiste buyrulduğu gibi “bir vücudun azaları” gibi birlik, dirlik ve dayanışma içinde olmaları gerektiğini anlatmak içindir. “Ey iman edenler… Bizi güt demeyin, bize nezaret et deyin ve dinleyin.” ayetinin sonunda “Dinleyin” emri, toplumun tensip ve tasvibiyle seçilmiş ve işbaşına gelmiş bulunan Devlet Başkanına ve diğer yetkili makamlara herkesin biat ve itaat etmesi ve bağlılık göstermesi gerektiğini vurgulamaktadır. Başkan ve komutanın ahlâka ve hukuka aykırı olmayan her emri dinlenecek ve ona itaat edilecektir.

Adil devlet düzeninde “Meşru Hükümete“, bâtıl ve zalim zihniyetlerin esaretinden kurtuluş döneminde ise “Cihat Emirine” biat ve itaatten kaçanların, cemaat ve teşkilattan ayrılıp nifak çıkaranların, cahiliye üzere ölecekleri Hz. Peygamber tarafından ikaz edilmiştir.[9]

Evet; Ey iman edenler, bizi güt demeyin, bize nezaret et deyin ve dinleyin…”[10] ayet-i kerimesi görüldüğü gibi İslam’daki siyasi disiplin ve düzenin temel esaslarını belirten hükümler içermekle beraber, ayrıca “adil ekonomik sistemin” önemli kurallarını da öğretmektedir. Demek ki İslam toplumu koyun gibi güdülmeye razı olan şuursuz ve onursuz bir kalabalık olmayacak, bulundukları ülkede denetim ve adaleti sağlayacak bir düzeni yerleştirecek ve ona itaat edeceklerdir. Fert-devlet ilişkilerinde daima nimet-külfet dengesi gözetilecektir. Peygamber Efendimizin, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorulacaksınız” Hadis-i Şerifi ise, yöneticilerin halkı hayvan sürüleri yerine koyup böyle gütmeleri ve yönetmeleri gerektiğini anlatmak için değil, başkanların cemaatlerinden sorumlu bulunduklarını hatırlatmak içindir. Bu ayet-i celile aynı zamanda Müslümanların, kendi haysiyet ve hürriyetlerini koruyan, İslam’ın verdiği hakları savunan ve kullanan, daima gerçeği araştıran ve doğruları konuşan, diri, dinamik ve disiplinli bir topluluk olduğu kadar, hayır ve hizmet yolunda itaat etmesini ve emir dinlemesini bilen şuurlu ve huzurlu insanlar olduğunu da haber vermektedir.

Emaneti Ehline Vermek:

Cenab-ı Hak Kitab-ı Kerim’inde; “Kesinlikle Allah (CC) size; emanetleri (devlet yönetimi ve milletin idaresiyle ilgili görevleri) mutlaka ehil ve emin kimselere vermenizi ve insanlar arasında (karar verirken ve tercih yaparken) hükmettiğiniz zaman ise adalet ve hakkaniyetle hükmetmenizi emretmektedir…“[11] buyurmakla herhangi bir göreve getireceğimiz, bir makam ve memuriyeti emanet edeceğimiz kişileri tayin ederken mutlaka dikkat ve riayet etmemiz gereken hususları hatırlatmaktadır. Bunlar:

1- Liyâkat ve Ehliyet: Yani o görevi yerine getirecek bilgi ve beceriye sahip bulunması.

2- Sadakat ve Emniyet: Yani samimiyet ve ciddiyet derecesinin bilinmesi, güvenilmesi ve denenmiş olması.

3- Kıdem ve Hizmet: Bir davada veya teşkilattaki hizmet süresinin, deneyim ve birikiminin, gayret ve fedakârlık derecesinin hesaba katılması.

4- Karakter ve Fazilet: Özü sözüne uygun, takva ve istikamet ehli olması, laubalilik ve laçkalıktan uzak durması.

5- Metanet ve Cesaret: Zorluk ve sıkıntılardan yılmaması, hak bildiğini konuşmak ve yapmak hususunda tehdit ve tecavüzlerden korkmaması gibi esaslardır.

Bir göreve getirilecek kişiler hakkında görüşümüzü beyan ederken veya tercih yaparken, bu sayılan ölçüleri esas alarak ve vicdani kanaatimize uyarak hareket etmek hem İslami bir görevdir hem de Hakka bağlılığımızın ve karakter yapımızın bir göstergesidir. Vicdani kanaatimize göre “layık ve sadık olanı” değil, “işimize yarayanı” tercih ve teklif etmek ise hem emanete hıyanettir, hem davamıza hakarettir, hem de bile bile bir insanın hakkına tecavüz demektir.

Kim (İslam’a ve insanlığa yararlı) iyi bir işe (haklı ve hayırlı bir kişiye) aracılık ederse, onun da o işten bir sevabı ve nasibi vardır. Kim de kötü bir işe aracılık yapar (yanlış ve yararsız neticelere şefaatçi ve yardımcı olur)sa, onun da (bu kötülüklerden elbette) günahı ve payı olacaktır. Allah her şeyin (ve herkesin) üzerinde koruyucu ve hesap sorucu olandır (ve hak ettiği karşılığı verendir).“[12] ayetinin uyarısına dikkat etmemiz gerekmektedir.

Şunu kesinlikle bilelim ki; her konuda mutlaka Allah’ın dediği olacak ve ezel takdiri asla bozulmayacaktır. Biz ise tercih ve tarafgirliğimizde “Nefsimize göre mi, vicdanımıza göre mi?” davrandığımızın hesabını vereceğiz… Çünkü Allah, insanlar için rahmetinden her neyi (hangi nimet, fazilet ve başarı kapısını) açacak olsa, artık onu kısıp-tutacak (ve Rabbin takdirine engel olacak) yoktur; her neyi de kısıp tutarsa (her kime bir devlet ve nimet kapısını takdir buyurmamışsa), artık onu O’ndan salacak (ve zorla alacak) da yoktur“[13] Bu bakımdan “kendisinden daha layık ve müstahak birisi varken herhangi bir göreve gelmek için kulis yapan, rüşvet dağıtan, plan kuran kimseler” dinimizde şiddetle kınanmış ve bu durum yasaklanmıştır.

Cenab-ı Peygamberimiz (SAV): “Emanetler zayi edildiği zaman kıyameti (her türlü felaket ve musibeti) gözleyiniz” buyurunca, Sahabe (RA):

– Emanetin zayi olması ne demektir. Ya Resulüllah? diye sormuşlar. Efendimiz de:

“Devlet ve millet idaresiyle ilgili makam ve memuriyetlerin ehil olmayanlara verilmesi emanetlerin zayi edilmesi demektir” cevabını vererek bu hususta nimet-külfet dengesine, marifet ve samimiyet derecesine göre hareket etmemiz gerektiğine, aksi halde maddi ve manevi felaketlerin başımıza geleceğine dikkatlerimizi çekmişlerdir.

Ülkemizi ve milletimizi idare edecek ve hükümeti teşkil edecek partiye ve milletvekillerine oy verirken de bu esaslar ölçümüz olmalı, teşkilat içerisindeki istişarelerde fikrimizi sorarlarken de bu esaslara ve vicdani kanaatimize bağlı kalmalı, insanlar arasında karar verirken ve tercih yaparken de adalet ve hakkaniyetten asla ayrılmamalıdır. Çünkü dünyada huzur ve haysiyetimiz, ahirette ise hesabımız ve Allah katındaki kıymetimiz buna bağlıdır… Ve unutmayalım ki Aziz eden de Allah’tır. Zelil eden de Allah’tır.“[14] Ve sonuçta muttakiler kârlı çıkacak ve kazanacaktır.

Hilafet ve Saltanat Beklentisi

Son zamanlarda Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde “Hilafeti yeniden diriltme” hatta “Osmanlı hanedanını geri getirme” heveslerinin yoğunlaştığını görüyoruz. Bunların bir kısmı, kuru bir hayal peşinde de olsa, saf ve samimiyetli, bir kısmı da dış kökenli ve art niyetlidir. Her şeyden önce, Müslüman ülkeler gerçek anlamda ilmi, ahlâkî, siyasi, iktisadî ve askeri bağımsızlıklarına kavuşmadan ve İslam Birleşmiş Milletleri, Ortak Askeri Savunma Paktı, İslam Ortak Pazarı, Kültür ve Eğitim İşbirliği Teşkilatı ve Ortak İslam Dinarı gibi evrensel “dayanışma” unsurları oluşmadan… Ve bu mutlu neticelere örnek ve önder olacak bir ülkede, mesela Türkiye’de Milli irade tam iktidar olmadan ve Adil Düzen kurulmadan, kalkıp birilerini “Halife” ilan etmek veya Osmanlı hanedanından birilerini bulup bu makama getirmek;

a) Ya İslam’ın esaslarını ve dünya şartlarını bilmeyen ve hayal gemisinden yere inmeyen saf insanların düşüncesidir.

b) Veya Adil Düzen’in başını çektiği, adım adım hedefine yaklaşan “Evrensel barış ve bereket” döneminin gerçekleşmesi yolundaki gayretlerini kösteklemek ve dikkatleri başka taraflara çekmek isteyen Siyonistlerin ve dış güçlerin işidir.

Çünkü şu anda yeryüzü hâkimiyeti için çarpışan iki güç odağı vardır.

1- Mevcut haksızlık ve ahlâksızlık düzenini devam ettirmek ve Büyük İsrail hayalini gerçekleştirmek isteyen merkezler,

2- Bu zulüm ve sömürü saltanatını yıkıp evrensel “barış ve adalet” nizamını yerleştirmek isteyen ve bunun için gerekli olan kurum, kavram ve programlara sahip mü’minler…

Üstelik “Hilafet” mana ve maksat olarak ele alınmalı ve uygulanmalıdır. Yoksa, tarihte o dönemlerin şartları ve standartları için mümkün ve münasip olarak uygulanan “şekil“leri anlaşılmamalıdır. Bugün, mesela “İslam Birleşmiş Milletlerinin” bünyesinde oluşturulacak bir yüksek komite ve konseyin genel sekreteri statüsünde bir zât bu makamı temsil edebilir. Adına, ille de “halife” demek de gerekmemektedir. Hele hele bu zatın “Osmanlı soyundan gelmesi” de hiç lazım değildir.

Mevdudi’nin yakın talebelerinden iken bazı görüş ayrılıkları yüzünden ayrılan ve “Hilafetin Sesi” diye bir dergi çıkaran Dr. Israr Ahmet’in bu konudaki; “Bugün İslam Hilafeti başkanlık sistemi şeklinde veya parlamenter sistem biçiminde de pekâlâ olabilir. Yalnız bir şartla; Parlamento ve Reisicumhur ilmî, İslami ve insani değerlere bağlı kalmalıdırlar, o zaman bu modern sistemi de İslam Hilafeti sayabiliriz” sözleri bu gerçeği yakalamış olduğunu göstermektedir. Kısaca demokrasi ve laiklik gibi çağdaş kurum ve kavramların hedefleriyle İslam’ın prensipleri pekâlâ uyuşabilmektedir.

Halifelik Fertlere Değil, Devlete Aittir:

Yeryüzünde Allah’ın (CC) halifesi olabilecek ve O’nu hakkıyla temsil edecek imkân ve istidada, fertlerden ziyade devlet sahiptir. Devlet ve hükümet, demokratik yollarla oluşuyor ve adaleti uyguluyorsa, o takdirde halkın temsilcisi, Hakkın halifesidir. Zira Cenab-ı Hakkın bütün isim ve sıfatları, ancak şuurlu ve sorumlu insanların gayret ederek kuracakları bir “Adil devlet düzeni” içerisinde tecelli ve tezahür edebilir.

Örneğin Cenab-ı Allah’ın (CC):

Rezzak; (Sebeplerle rızıklandıran) sıfatını, vatandaşlarına insanca yaşama şartları ve geçim imkânları sağlayan, zekât vergisini mükelleflerden alıp müstahaklara dağıtan bir devlet en güzel biçimde temsil edebilir.

Mü’min; (Kullarını emniyetle tutan) sıfatını, insanların can, mal ve namus güvenliğini, din ve düşünce özgürlüğünü koruyan bir devlet en iyi şekilde temsil edebilir.

Adil; (Herkese ve her hususta hak ettiğini veren) sıfatı, ancak tabii ve evrensel hukuk nizamını kuran ve uygulayan bir devlet düzeninde hakkıyla tecelli edebilir.

Rab; (Basitten mükemmele doğru tedrici bir suretle terbiye edip yetiştiren ve hayatın dengesini korumak için fıtri kanun ve kuralları yerleştiren) sıfatı, en mükemmel şekilde ancak bütün fertlerini ve özellikle gençliğini çeşitli ve kademeli eğitim ve öğretim kurumlarında yetiştirip İslam’ın ve insanlığın hizmetine hazırlayan bir devlet düzeninde tezahür edebilir.

Şafi; (Şifa veren) sıfatı en güzel ve en geniş manada ancak, çeşitli hastalıklara karşı gerekli korunma tedbirlerini alan ve hastalıkların tedavisi için gerekli hastaneler, dispanserler vb. yerler açan, yeterli doktor ve ilacı hazırlayan bir devlet tarafından temsil edilebilir.

Ayrıca, Vali (Kâinatı ve hadisatı yöneten), Müntakim (Suçluları cezalandıran ve düşmanlarından intikam alan), Kadir (İstediğini yapmaya gücü yeten), Vekil (İşlerini kendisine bırakanlara sahip çıkan ve haklarını koruyan), Şehit (Her yerde ve her zaman hazır ve nazır olan), Mücib (Yalvaranların ve ihtiyacını anlatanların isteklerine cevap veren), Hafız (Her şeyi koruyan ve muhafaza edip saklayan), Melik (Mülkün ve memleketin gerçek sahibi ve hükümdarı bulunan), gibi diğer bütün esma ve sıfatlarını en geniş şekilde tecelli ve tezahür ettirecek ve yeryüzünde en güzel biçimde Allah’ı temsil edebilecek yani O’na halife olabilecek makam, fertlerden ziyade devlettir… Çünkü, fertler tek başına Allah’ı temsil edemezler ve hilafet sorumluluğunu yerine getiremezler. Zira, bir fert olarak Kur’an’ın adaletini yürütemezler. Bu nedenle Devlete, “İnsan-ı Kâmil sıfatına layıktır” diyenler bu manaya da işaret etmişlerdir.

(Ey mücahit ve müstakim mü’minler!) O sizi yeryüzünün halifeleri kılıp (seçti) ve size verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti. (Kimilerinizi ötekilerinizden mal, mevki, marifet yönünden derece derece üstün kılarak, size verdiği nimet, fazilet ve fırsatlarla sizi imtihan etmektedir.)…“[15] “… Ad (kavminden) sonra Allah’ın sizi halifeler (yetkili temsilci ve takipçiler) kıldığını ve sizi yeryüzünde (Şam-Medine arası HİCR bölgesinde) yerleştirip barındırdığını hatırlayın…“[16] Biz Nuh’u (AS) ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık ve onları halifeler (yeryüzünde etkili ve yetkili kimseler) kıldık.“[17] (Asla unutmayınız ve sürekli hatırlayınız ki) Yeryüzünde sizi halifeler kılan O’dur (Rabbinizdir)…“[18] gibi ayet-i kerimeler de yeryüzünde Allah’ın halifesi olmak sıfatının ve sorumluluğunun fertlerden ziyade devlete ait olduğuna işaret etmektedir. Çünkü kendilerine kuvvet ve hâkimiyet verilenlerin “Halifeler” kılındığı belirtilmektedir.

Müslümanlar fıtrat dinine ve evrensel hukuk sistemine tâbi olacak ve O’nun prensiplerini uygulayacak bir Adil Devlet Düzenini kurmak ve yürütmek için bütün gayret ve samimiyetleriyle çalışır ve bunu başarırlarsa, yeryüzünde Allah’ın halifesi olma ve O’nu temsil etme şeref ve sevabına erişeceklerdir… Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde “Ben” yerine “Biz” zamirini kullanması ve Müslümanlara dua etmesini öğretirken de Fatiha’da olduğu gibi “Biz ancak Sana ibadet eder ve Biz yalnız Senden yardım dileriz” şeklinde yine “Ben” yerine “Biz” zamirini emir buyurması, hem hitabette iltifat-ı Rabbani sayılması, hem kullarını benlik ve enaniyetten kurtarmak için bir edep dersi olması ve en önemlisi “Müslümanların ferdi değil, cemaat ve teşkilat halinde hareket etmesi gerektiğini” anlatması bakımından önemlidir. Cenab-ı Hakkın meleklere hitaben: “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” buyurarak Hz. Adem’e işaret etmesi de; Hz. Adem ailesi ve kabilesi arasında Allah’ın anayasasını (10 sahifelik İlahi esasları) uygulayan bir peygamber olduğu yani aile ve kabile düzenini ve bir nevi çekirdek toplumunun temelini kurduğu ve yürüttüğü içindir…

Özlenen Cumhuriyet

Cumhur; Arapça bir kelime olup, halk, ahali, aynı fikir üzerindeki ekseriyet, Milli çoğunluk manalarına gelir. “Cumhurî” kelimesi ise “(halka ait, millete mahsus)” anlamını içerir. Cumhuriyet ise, milletin çoğunluğunun arzu ve iradesine uygun olan idare şekli demektir. Başka bir deyişle, Cumhuriyet, milletin kendi kendisini yönetmesi, daha doğrusu, “devleti yönetenleri milletin seçmesi” esasına dayanan siyasi rejimdir. Bu nedenle Cumhuriyet ve Demokrasi eş anlamlı kelimelerdir.

Bu anlamdaki cumhuriyetin en güzel örneği Hulefa-i Raşidin (dört büyük halife) döneminde ve özellikle Hz. Ebubekir’in hilafete (devlet başkanlığına) seçilmesinde görülebilir. Her şeyden önce, Peygamber Efendimiz (SAV)’in, kendi yerine, resmen ve alenen bir halife tayin etmemiş olması, ümmetine, kendi başkanını seçme yolunu açmak ve Müslümanları siyasi şuur olgunluğuna hazırlamak içindir. Efendimiz (SAV)’in bazı söz ve davranışları, her ne kadar kendisinden sonra Hz. Ebubekir’in halife olmasına işaret sayılsa bile, bunu seçkin Sahabeleri huzurunda açıkça ve kesinlik ifade eden bir emir sigasıyla ilan etmemesi, sözlü veya yazılı bir senetle bunu resmiyete dökmemesi, üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir meseledir. Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin vefatından hemen sonra, başsız ve biatsız devletin ve vahdetin korunamayacağını, dirlik ve düzenin bozulup parçalanacağını çok iyi bilen Ashab-ı Kiram (RA), ilk iş olarak devlet başkanını seçmeye yönelmiştir.

Bunun için de Muhacir ve Ensar’ın değişik adaylar çıkardıklarını, her hizip ve grubun tam bir serbestlik ve seçim havası içinde kendi adaylarının ehliyet ve liyakatlerini savunduklarını ve nihayet bu gayet tabii ve samimi tartışma ve görüşmelerden sonra, çoğunluğun ittifakıyla Hz. Ebubekir’in (RA) devlet başkanlığına seçildiğini ibretle görüyoruz.

Bu tür bir seçimi, “Cumhurbaşkanını, halkın vekâlet vereceği milletvekillerinden oluşan meclislerin seçmesi” şeklindeki çift kademeli bir seçime benzetmek de mümkündür. Zira, o dönemde Hz. Ebubekir’e biat eden zevat, halk arasında resmen seçilmiş olmasa da, her birisi belli bir kesimi veya kabileyi fiilen temsil eden kimselerdi. Ve zaten, insanların “kabile” seviyesinde düşünebildiği ve kabilelerin bir şahsı manevi (kabile reisi) ile temsil edildiği, ulaşım imkânlarının ve haberleşme araçlarının pek kısıtlı bulunduğu ve insanlara tek tek danışıp sormanın da çok zor olduğu o şartlarda, bütün halkın iştirakiyle bir seçim yapmanın mümkün ve münasip olmayacağını izah etmeye gerek yoktur. Daha sonraları bugünkü meclis yerine “Ehlül hal vel akt” (devlet ve hükümet başkanını seçmeye, gerektiğinde ise görevine son vermeye yetkili kimseler) müessesesi geliştirilmiş, âlim, adil ve asil şahsiyetlerden seçilen şura heyetleri (danışma kurulları) oluşturulmuştur.

İnsanların İslam’ı, Hak bir din ve hayat düzeni olarak seçmesi ve benimsemesi ise hiçbir baskı ve zorlama neticesi olmadığından, halk, evrensel adalet programı olan ve ilmi esaslara dayanan bir anayasanın uygulanmasını da zaten peşinen istiyor demektir. Şimdi %99’unu Müslümanların oluşturduğu bir ülkede, milletin müşterek inanç ve ihtiyaçlarına uygun bir anayasanın hazırlanması ve bütün insanların barış içinde yaşayabileceği adil bir düzenin kurulması ve bu genel çerçeve içerisinde hayır ve hizmet yarışı yapan liderlerin hür ve eşit şartlarda plan ve programlarını millete anlatması (propaganda yapması) ve neticede milletin istediği lideri ve hükümeti seçmesi esasına dayanan bir idare ancak Cumhuriyet sayılabilir ve “halkın kendi kendisini yönetmesi” olabilir ve zaten demokrasinin amacı da bu değil midir?

Yoksa, sadece bir kişinin veya belli bir kesimin menfaat ve saltanatını korumayı amaçlayan… Sağ-Sol gibi danışıklı dövüş içindeki partilerin ve perde arkasındaki masonik çevrelerin, kendi tekellerindeki basın ve televizyon gibi etkili araçları veya ordu ve para gibi baskı unsurlarını kullanarak halkı istedikleri gibi yönlendirdikleri… İstedikleri kişi ve zihniyetleri işbaşına getirip, istemediklerini ise çeşitli metotlarla devre dışı bıraktıkları veya devirdikleri… Toplumu çeşitli yanlışlardan birini seçmeye mecbur ettikleri bir rejim ise, cumhuriyet ve demokrasi kılıflı bir diktatörlükten başka bir şey değildir. Bu tür bir Cumhuriyet, aslında çağdaş bir firavniyettir ve açık bir hile rejimidir. Parçalanan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri, aslında bir parti diktatörlüğünden, Amerikan demokrasisi bir “Lobiler” imparatorluğundan, Avrupa tipi Cumhuriyetler gerçekte mason bürokratlar saltanatından, geri kalmış ülkelerdeki sözde Cumhuriyetler ise uzaktan kumandalı ve dış güdümlü kuklalardan ve halkları ise, “robotlaştırılmış demokrat köleler” konumundan başka bir şey değildir ve bu durumdan mutlaka kurtarılmaları gerekir.

Evet, biz, içi boşaltılıp samanla doldurularak vitrinlere süs diye koyulan cansız kuşlar gibi sadece göstermelik bir Cumhuriyet değil, inancımıza ve insanlık onurumuza yakışan, tam bir adalet ve hürriyet ortamı sağlayan gerçek bir Cumhuriyet istiyoruz ve bunun için çırpınıyoruz. Yoksa, Cumhuriyeti, ahlâksızlık serbestiyeti ve din düşmanlığı hürriyeti gibi anlayanları veya Cumhuriyet adı altında çağ dışı bir zulüm ve esaret rejimi uygulayanları veya “hâkimiyet milletindir” deyip sonra da ülkeyi sömürücü sermaye baronlarına teslimiyet sevdasında olanları hangi neticelerin beklediğini, İlahi adaletin ve milli haysiyetin nasıl tecelli edeceğini birlikte göreceğiz!..

Vatan hainleri örgüt kurup teşkilatlandığı halde, mazlumların hayır ve hizmet amacıyla bir araya toplanamadığı… Mason olmanın şeref, Müslümanlığı yaşamanın suç sayıldığı… Başörtüsü takanların toplumdan dışlandığı, fuhuş simsarlarına ve genelev patronlarına madalya takıldığı… Faizin, kumarın, karaborsanın teşvik edilip, meşru kazanç yollarının kapatıldığı… İnsanların servet ve şöhret sahibi olabilmek için haram ve hileli yollarda yarıştırıldığı ve buna mecbur bırakıldığı… Yüzde doksan dokuz çoğunluğun, yüzde bir azınlığa köle yapıldığı, milli gelirin yüzde seksenini, nüfusun yüzde yirmilik bir mutlu azınlığının paylaştığı, geri kalan yüzde seksenlik çoğunluğun ise yüzde yirmilik payla geçinmeye, daha doğrusu sürünmeye çalıştığı bir rejime Cumhuriyet demek Cumhurla (Milli Çoğunlukla) alay etmektir.

Hâlbuki Cumhuriyet, en kâmil manada adalet, eşitlik, refah ve emniyet demektir. Çünkü Cumhuriyet, Hakkın ve halkın isteğine teslimiyettir. Özünü ve örneğini evrensel hukuk kurallarından alan, temel insan hak ve hürriyetlerini sağlayan ve koruyan, bir barış, selamet ve fazilet rejimi olan gerçek Cumhuriyete kavuşmak ümidiyle… Ümitlerin ise, oturup beklemek ve hayal etmekle değil, ancak gayret ve cesaretle gerçekleşeceği bilinciyle!..

 


[1] Sebe’: 28 – Enbiya: 107

[2] Ahzab: 40

[3] Enbiya: 107

[4] Sebe’: 28

[5] Al-i İmran: 110

[6] Bakara: 104

[7] Beyzavi, Razi Hazin – Hulesaltül Beyan C.1 Sh. 193 – 194

[8] (Kamus Tercümesi Okyanus. C. 3 Sh. 825) Ahteri Kebir C. 1 Sh. 347, 348 1962 İST. Orijinal Baskı.

[9] Müslim 6 / 50 No: 53

[10] Bakara: 104

[11] Nisa: 58

[12] Nisa: 85

[13] Fâtır: 2

[14] Al-i İmran: 26

[15] En’am: 165

[16] A’raf: 74

[17] Yunus: 73

[18] Fâtır: 39

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Picture of Ahmet AKGÜL

Ahmet AKGÜL

Subscribe
Bildir
16 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Adil Düzen
Elbette din ile düzen birbirine düşman değil, mutlaka uyum içinde olmak zorunda olan unsurlardır. Din ile düzenin çatışması halinde kişiler ya dininden taviz vererek vicdani ve ahlâki ayarını bozacak veya mevcut kanun ve kuralları çiğnemek zorunda kalacak ve tabiatıyla uyumsuzluk ve huzursuzluk çıkacaktır. Özellikle bir Müslüman için din ile düzenin uyuşmazlığı, ya onu sosyal ve ekonomik hayattan koparacak veya fasık ve münafık yapacaktır. Din ile düzenin çatışması, anarşiyi doğuracaktır. Ama zaten bir devlet sistemi ve hukuk prensipleri bulunmayan Hristiyanlar ve diğer gayrimüslimlerin hiç değilse düzen olarak “Adil Düzen”i benimsemeleri onlar için de dünyada hayır ve huzura vesile olacaktır.

En güzel ve en şerefli akıbet muttakilerindir…
[b]”Ey aziz milletimizin kıymetli evladı;

Sana diyorum ki, ahlak ve maneviyat bayrağı neredeyse, onun altına koş.

Sana diyorum ki, adil düzen bayrağı neredeyse, onun altına koş.

Diğer yandan, milletimiz yeni bir dünya kurmak mecburiyetindedir. Çünkü bugünkü kurulmuş olan dünya, bir ifsat dünyasıdır.”[/b]

Aziz Erbakan Hocamızın bu vasiyetini bugün Milli Çözüm dertlenmiş ve sırtlanmış olduğunu görüyorum. Bu büyük bir şereftir. Diğer yandan MİLKO’ların hamasi söylemler ve Hocamızın konferans notlarının neşredilmesi haricinde bu denli ilmi bir çalışma içerisine girmemesi bu vasiyete kimlerin sahip çıktığının tarihi bir delilidir.

Yukarıda Adil Düzen’in akli ve ilmi zeminini oluşturan bir makale okudum. Gerçekten art niyet taşımayan her dilden, her dinden, her kavimden tüm insanların hayır diyemeceği bir zemin… Hilafet, Demokrasi, Cumhuriyet hasılı kâmil manada Devlet ve Düzen kavramlarını en doyurucu ve ayağı sağlam yere basan kronoloji ve tanımlamalarla ve ictihad ile aktaran sayın yazarımıza en kalbi saygı ve hürmetlerimi arz ediyorum. İnsanlığın su kadar ihtiyaç duyduğu bu yaklaşımı Üstad Ahmet Akgül ve Milli Çözüm ekibineden başka gösteren hiç bir kimse veya oluşum yok dünyada.

Allah Milli Çözüm ve Üstad Ahmet Akgül’den razı olsun. İnsanlığın kurtuluşu için ümid vaad ediyorsunuz…

Milli Çözüm yazılarının hepsi de; özünde, Aziz Erbakan Hocamızın Kur’an ve Sünnet kaynaklı düşünce ve ictihadlarının bir “Tefsiri”den başkası değildir.

Bu sebepten dolayı; O’nun İslam davasının gerçek tâbiîsi ve takipçisi olmak şerefi ve inşaallah ADİL DÜZEN projesinin de TATBİKÇİSİ olmak şerefi ve sevabı, Üstad Ahmet AKGÜL Hocamızın şahsında ve öncülüğünde Milli Çözümcülere biiznillah nasib olacağı aşikardır. Çünkü onlardan başka bu hususları dert edip dertlenen ve doyurucu çözümler sunan kalmamıştır.

En güzel ve en şerefli akıbet muttakilerindir…

İnsanlığın manen ve maddeten saadeti için ADİL DÜZEN PROJESİNDEN başka bir çalışmayı MİLLİ ÇÖZÜM’DEN BAŞKA ne düşünen dert edinen bir topluluk var ne de böyle bir hazırlığı olan var..!!
[b]Kapitalist ve Sosyalist sistemlerle insanlığın bütün ahlâki değerlerini dejenere eden ve sınırsız bir sömürü hırsıyla toplumları ezen Siyonizm’in şeytan düzeni ve devlet modelleri[/b] [u][b]artık tek tek çürümeye ve çökmeye başlamıştır.[/b][/u]

Peki bu insanlığı ezen sömüren düzen kapitalizm yıkılınca , insanlığın madden ve manen saadete erebileceği bir proje bir hazırlık var mı ki , kapitalizmin yıkılışına sevinelim sevinebilelim…. Yüzlerce tarikat cemaat sivil toplum kuruluşları akademisyenler alimler şeyhler mürşitler hocalar var ülkemizde… Bunların nasıl bir hedefi ve hazırlığı var acaba… Malesef üzülerek ifade ediyoruz ki, Aziz Erbakan Hocamızın hazırladığı YENİ BİR DÜNYA İÇİN ADİL DÜZEN projesi hazırlanılmamış olsaydı , bir tane bile böylesi bir hedefi ve proje hazırlığı yapan ne kişi , ne de vakıf dernek topluluk vardı… Sonsuz şükürler olsun ki ADİL DÜZEN PROJESİ ile insanlık hemde 8 milyar insanlık alemi inşaallah manen ve maddeten saadete erişecek…

[b]Şimdi artık yeniden ilmi ve insani temellerin üzerine kurulacağı, her dinden her görüşten ve çeşitli kavimlerden herkesin birlikte barış içinde yaşayacağı ve bütün insanların can, mal ve namus emniyetinin, din ve düşünce hürriyetinin korunacağı “uzlaşma ve anlaşma” esasına dayanan “ADİL DÜZEN” dönemine, bütün insanlık acilen muhtaçtır ve inşaallah Türkiye’den başlayarak bu düzen yakında uygulamaya koyulacaktır. Çünkü Kur’an, sadece Arapları, Acemleri, Türkleri veya başka bir kavmi, hatta sadece iman edenleri ve İslam Dinine girenleri değil, bütün insanlığı kuşatacak ve kurtaracak genel ve temel kanun ve kurallar getirmiştir. Yani İslam “Bütün dünyada ortak bir barış ve bereket düzeni” kurmayı hedeflemiştir.[/b]

[u][b]ÂL-İ İMRAN SURESİ 110. AYET[/b][/u]
“Siz (sadece Müslümanlar için değil bütün) insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. (Çünkü siz, ülkede ve yeryüzünde) Ma’rufu (Hakkı ve hayrı) emredip yürütecek, münkeri (zulmü ve kötülükleri) önleyecek (bir Adil Düzen kurmaya) çalışırsınız…”

[u][b]VAKIA SURESİ 10. AYET[/b][/u]
(En seçkin üçüncü sınıf olarak; iman, ibadet ve cihad hususunda, hem kendi nefisleriyle, hem küfür ve kötülük sistemleriyle mücadele edip hayırda yarış eden ve böylece) İleri geçenler(e gelince), onlar (hâkimiyet döneminde ve ahirette de) öne geçecek (ve şereflendirilecek bahtiyarlardır).

KAYNAK: http://www.mealikerim.com

Kavramların Fethi ile Adil Düzen
Devlet ve Düzen kavramını öyle sloganlarla değil ilmi gerçeklerle muhteşem bir şekilde kavramsallaştıran ve hilafet, laiklik, cumhuriyet gibi çağdaş kelime ve kavramların içini dolduran bu güzide makale için Milli Çözüm Dergisi’ne ve üstad Ahmet Akgül Hocamız’a teşekkürü bir borç biliyorum. Bu muazzam açıklamalar önümüzü aydınlatan bir ışık olmuştur.

“Fertlere Değil, Devlete Aittir:

Yeryüzünde Allah’ın (CC) halifesi olabilecek ve O’nu hakkıyla temsil edecek imkân ve istidada, fertlerden ziyade devlet sahiptir. Devlet ve hükümet, demokratik yollarla oluşuyor ve adaleti uyguluyorsa, o takdirde halkın temsilcisi, Hakkın halifesidir. Zira Cenab-ı Hakkın bütün isim ve sıfatları, ancak şuurlu ve sorumlu insanların gayret ederek kuracakları bir “Adil devlet düzeni” içerisinde tecelli ve tezahür edebilir.
Örneğin Cenab-ı Allah’ın (CC):
Rezzak; (Sebeplerle rızıklandıran) sıfatını, vatandaşlarına insanca yaşama şartları ve geçim imkânları sağlayan, zekât vergisini mükelleflerden alıp müstahaklara dağıtan bir devlet en güzel biçimde temsil edebilir.
Mü’min; (Kullarını emniyetle tutan) sıfatını, insanların can, mal ve namus güvenliğini, din ve düşünce özgürlüğünü koruyan bir devlet en iyi şekilde temsil edebilir.
Adil; (Herkese ve her hususta hak ettiğini veren) sıfatı, ancak tabii ve evrensel hukuk nizamını kuran ve uygulayan bir devlet düzeninde hakkıyla tecelli edebilir.
Rab; (Basitten mükemmele doğru tedrici bir suretle terbiye edip yetiştiren ve hayatın dengesini korumak için fıtri kanun ve kuralları yerleştiren) sıfatı, en mükemmel şekilde ancak bütün fertlerini ve özellikle gençliğini çeşitli ve kademeli eğitim ve öğretim kurumlarında yetiştirip İslam’ın ve insanlığın hizmetine hazırlayan bir devlet düzeninde tezahür edebilir.
Şafi; (Şifa veren) sıfatı en güzel ve en geniş manada ancak, çeşitli hastalıklara karşı gerekli korunma tedbirlerini alan ve hastalıkların tedavisi için gerekli hastaneler, dispanserler vb. yerler açan, yeterli doktor ve ilacı hazırlayan bir devlet tarafından temsil edilebilir.
Ayrıca, Vali (Kâinatı ve hadisatı yöneten), Müntakim (Suçluları cezalandıran ve düşmanlarından intikam alan), Kadir (İstediğini yapmaya gücü yeten), Vekil (İşlerini kendisine bırakanlara sahip çıkan ve haklarını koruyan), Şehit (Her yerde ve her zaman hazır ve nazır olan), Mücib (Yalvaranların ve ihtiyacını anlatanların isteklerine cevap veren), Hafız (Her şeyi koruyan ve muhafaza edip saklayan), Melik (Mülkün ve memleketin gerçek sahibi ve hükümdarı bulunan), gibi diğer bütün esma ve sıfatlarını en geniş şekilde tecelli ve tezahür ettirecek ve yeryüzünde en güzel biçimde Allah’ı temsil edebilecek yani O’na halife olabilecek makam, fertlerden ziyade devlettir… Çünkü, fertler tek başına Allah’ı temsil edemezler ve hilafet sorumluluğunu yerine getiremezler. “

Önemli olan bütün insanlığın saadetidir ve bu adil düzenle gerçekleşecektir ve adil düzen cumhuriyet yönetimi şeklinde yaşanacaktır.
İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı, Ortak Savunma Paktı, Kültür ve Eğitim İşbirliği Teşkilatı ve İslam Dinarı gibi, mutlaka Müslümanların yararına ve insanlığın hayrına olacak müşterek kuruluş ve kurallar etrafında güç ve gönül birliği yapmaları hem gerekli hem de güzeldir. Ve işte bunu da “Adil Düzen” gerçekleştirecektir.

“Ey iman edenler, bizi güt demeyin, bize nezaret et deyin…” buyurarak “yöneticilerin toplum tarafından seçilmesi gerektiği” ifade edilmektedir. Bizzat yöneticiler muhatap alınıp; “Sakın halkı koyun gibi gütmeyin, onları keyfi yönetmeyin, adil düzen içinde herkesin işlerine nezaret edin ve denetleyin” şeklinde emredilmiş olması buna işarettir.

Evet, biz, içi boşaltılıp samanla doldurularak vitrinlere süs diye koyulan cansız kuşlar gibi sadece göstermelik bir Cumhuriyet değil, inancımıza ve insanlık onurumuza yakışan, tam bir adalet ve hürriyet ortamı sağlayan gerçek bir Cumhuriyet istiyoruz ve bunun için çırpınıyoruz. Yoksa, Cumhuriyeti, ahlâksızlık serbestiyeti ve din düşmanlığı hürriyeti gibi anlayanları veya Cumhuriyet adı altında çağ dışı bir zulüm ve esaret rejimi uygulayanları veya “hâkimiyet milletindir” deyip sonra da ülkeyi sömürücü sermaye baronlarına teslimiyet sevdasında olanları hangi neticelerin beklediğini, İlahi adaletin ve milli haysiyetin nasıl tecelli edeceğini birlikte göreceğiz!..

Hâlbuki Cumhuriyet, en kâmil manada adalet, eşitlik, refah ve emniyet demektir. Çünkü Cumhuriyet, Hakkın ve halkın isteğine teslimiyettir. Özünü ve örneğini evrensel hukuk kurallarından alan, temel insan hak ve hürriyetlerini sağlayan ve koruyan, bir barış, selamet ve fazilet rejimi olan gerçek Cumhuriyete kavuşmak ümidiyle… Ümitlerin ise, oturup beklemek ve hayal etmekle değil, ancak gayret ve cesaretle gerçekleşeceği bilinciyle!..

KAVRAMLARI MİLLİ ÇÖZÜMCE YORUMLAMAK
En Kamil Düzen; Adil Düzen:
Yeri gelmişken üstadımızın tanımıyla; “Kainat zevale değil, kemale yönelik bir süreç içindedir.” Tarih boyunca insanlık Peygamberler vasıtasıyla kendi asrındaki şartlara göre en mükemmel yönetimler kurmuş ve uygulama yönüne gitmişlerdir. İmtihan süreciyle, Hakka dayanan sistemler, yada güce ve nefis esaretiyle gelişen batıl sistemler olmuş, bunların birbirleriyle mücadelesi de Hak- Batıl mücadele sürecini şekillendirmiştir.
Süreç olarak kaynağını vahiy, akıl, bilim, vicdan, tarihi birikimle adalet sağlayan hak sistemler kurulmuş, belli adil hakimiyet dönemleri de yaşanmıştır.
Günümüzde batıl sistemlerin hakimiyeti her türlü iflasla insani ihtiyaçları karşılayamadıkları hatta nefsi ve gücü esas aldıklarından zulmün sistemleşmiş demokratur düzeni konumundadırlar. İşte kominizm, kapitalizim birbirinin varlığı için kurulmuş sömürü düzenlerinin günümüzdeki adlarıdır.
İşte Hak düzenlerin temel prensipleri her dönemde şartlara göre adil yönetimlerin anahtarı olmuştur.
Fakat Kur’an, sünnet, hiçbir dönemde bu günün ilmi ve birikimiyle anlaşılabileceği bir şanslı dönem de gelmemiştir. Gerek batıl sistemlerin deneyimleri gerek hak sistemlerin deneyim ve avantajları teknoloji, iletişim ve müspet bilim sayesinde insanlığın önüne en geniş anlamda konulma imkanına kavuşmuştur.
Bir anlamda tartışılan sistemler en yaygın şekilde kamuoyunun denetimine de sunulmuş ve en geniş anlamda demokratik olarak tartışılma fırsatına da kavuşmuştur. Tabi yine iletişim sayesinde her türlü bilgiye ulaşım ve geniş kitlelerin görüşüne sunulması sistemin erken zamanda olgunlaşmasına da sebeptir.
İşte tüm bu şartlarda gelişen Adil Düzen sistemi de öyle hamasi slogan olarak değil bizatihi en gelişmiş ilmi tartışma ve en demokratik geniş halk kitlelerinin bilgisine sunulmuştur.
Daha hazırlık aşamasındaki düşüncelerinin mevcut şartlarda uygulanma imkanı bulabildiği her bölge her topluluk Adil Düzen sisteminin tatlı meltemini hissetmişlerdir. İşte 54. Erbakan Hükümeti bu tatlı esintiye örnek verilebilir. Unutmamak gerekir ki bu sadece tatlı bir esinti. Günümüz şarlarında daha da olgunlaşan bu Hak sistemin uygulanması da elbette büyük bir finalin yaşanmasını gerektirmektedir. İşte bu final; şimdiden alt yapısını Aziz Erbakan Hocamızın oluşturduğu ülkemizin teknolojik atılımlarıyla hedefe doğru ilerlemektedir.
Kavramların ehlileştirilip insanlığın hizmetine sunulduğu en kamil çalışma; Ahmet Akgül üstadımız tarafından MİLLİ ÇÖZÜM KÜLLÜYATINDA istifadeye sunulmıştur.
Yine Adil Düzen günümüzde en geniş anlamda Üstat Ahmet Akgül Hocamız tarafından kitaplaştırılmıştır. İşte DEVLET ve DÜZEN kavramını bir bütün halinde en modern anlamda bu çalışma da bulmak mümkündür. Yapılan ilmi konferanslar bu hakikatin gizli hamasi slogan olmadığının da ispatıdır.

DÜZENİN İNSANLARINA!
Söz sohbet kalmadı, haya bozuldu
Ticareti sakat, maya bozuldu
Edep yok olmuş, ayar bozuldu
Siyaseten çökmüş, ahlak bozuldu..

Hakkari’den Edirneye, herkes mutsuz
Maneviyat olmayınca, hayattan umutsuz
Ekonimik sıkıntıyla, her günü huzursuz
Battıkça batıyor, yinede akıllanmıyor şuursuz..

Zina serbest, faiz yaygın, domuz kasaplık
Açık kapalı arasında, kalmadı farklılık
Artık alelen yapıyor, paraya taparlık
Lafa geldimide, yapar şarlatanlık..

Sözde dindarlık taslar, yalan makinası
En iyi müslümanım der, yer her türlü haltı
Milliyetçi geçinir, düşünmez, ülkeyi vatanı
İncitirler bunlar, kefensiz şehit yatanı..

Sağcısı solcusu, radikal takınan gafili
Entellik yarışında, dünün delikanĺı geçineni
Cehaletle yoğuruyor, maslesef yeni nesilleri
Ne farkı var; ha Akp’li, ha Chp’li, aynıdır hepsi..

İslamın Muamelat Kanunları Tüm Dünyada Barışı ve Huzuru Sağlayacaktır
İslam dinini dört ana bölüme ayırmak mümkün ve münasip görülmektedir. Bunlar:

1- İman ve itikat esasları,

2- İbadet ve istikamet düsturları,

3- Ahlâk ve muaşeret hususları,

4- Hayat ve muamelat kanunlarıdır.

Muamelat (tabii hayat) konusu ise:

a- Hukuk ve adalet,

b- İktisat ve ticaret,

c- Hükümet ve siyaset,

d- İlim, eğitim ve marifet,

e- Sanayi ve zanaat,

f- Dengeli ve güvenli sosyal hayat, prensiplerini içermektedir.

Muamelat yani tabi devlet düzeni kısmında belirtilen esaslar çağın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yukardaki maddelerin devlet yönetimi şeklinde organizasyonudur. Biz buna Adil Düzen diyoruz.
Tüm dünyaya huzur getirecek bu esasları uygulamak devlet yöneti şeklinde siyasi otorite sağlanacaktır. İnşaAllah yakında kurulacak Adil Düzene bütün ülkeler uyarak barış ve huzuru sağlayacaktır. Aksi halde siyonist sistemin faiz ve fuhuş çarkında ezilmeye devam edecek perişan olmaktan kurtulamayacaklardır.

Adil Düzen Geliyor
Siyonizm ve beyin takımı dünyanın idaresini ele geçirebilmek adına, hem büyük planda hem de küçük planda çalışmayı bırakmıyor, Aziz Erbakan Hocamızın ifadesiyle her taşın altına girmek için mücadele ediyor. Buna karşılık olarak, bu şeytani odakların kökünü kesmesi emrini alan İslam dünyası ise; terör, ekonomik buhranlar, düzensizlikler, kargaşalardan başını alamadığı gibi fırsatı olanların çoğu da batı özentisiyle hayatlarına devam ediyorlar. Öyle ki; Feto gibi şeytan kafalı münafıklar insanları dünya gemisinin kaptanı Amerika’dır fikrine alıştırmak için canhıraş bir çaba ortaya koyuyorlardı.
Bu iç karartan duruma karşın, içimizi ferahlatan ve bize ümit olan Milli Çözüm ve Üstad Ahmet Akgül ise pek çoğunun ümidini kesmesine, pek çoğunun batı hayranı olmasına aldırmadan; insanlığın kurtuluş projesi olan Adil Düzen projelerini ve uygulanma süreçlerini istifademize sunuyorlar. Bunu yaparken de bir matematik üzerinden ve gayet hesaplı bir yöntemle, batıl sistemin ve siyonizmin neden çökmeye mahkum olduğunu ortaya koyuyor, bir yandan da neden Adil Düzen’in gelmekte olduğunu ispat ediyorlar. Bu durumda birey olarak bizlere düşen ise, bu projelere sahip çıkmak suretiyle Haktan yana olmak oluyor. En azından bu görevimizi doğru yaparız inşallah.

Demokrasi ve laiklik
Öncelikle demokrasi ve laikliği Milli görüşçulerin anlaması gerekiyor. Bu konuda teşkilatımız çok yanlış bilgileri var

“Mevdudi’nin yakın talebelerinden iken bazı görüş ayrılıkları yüzünden ayrılan ve “Hilafetin Sesi” diye bir dergi çıkaran Dr. Israr Ahmet’in bu konudaki; “Bugün İslam Hilafeti başkanlık sistemi şeklinde veya parlamenter sistem biçiminde de pekâlâ olabilir. Yalnız bir şartla; Parlamento ve Reisicumhur ilmî, İslami ve insani değerlere bağlı kalmalıdırlar, o zaman bu modern sistemi de İslam Hilafeti sayabiliriz” sözleri bu gerçeği yakalamış olduğunu göstermektedir. Kısaca demokrasi ve laiklik gibi çağdaş kurum ve kavramların hedefleriyle İslam’ın prensipleri pekâlâ uyuşabilmektedir.”

Halifelik Fertlere Değil, Devlete Aittir!
Yeryüzünde Allah’ın (CC) halifesi olabilecek ve O’nu hakkıyla temsil edecek imkân ve istidada, fertlerden ziyade devlet sahiptir.

Devlet ve hükümet, demokratik yollarla oluşuyor ve adaleti uyguluyorsa, o takdirde halkın temsilcisi, Hakkın halifesidir. Zira Cenab-ı Hakkın bütün isim ve sıfatları, ancak şuurlu ve sorumlu insanların gayret ederek kuracakları bir “Adil devlet düzeni” içerisinde tecelli ve tezahür edebilir.

Örneğin Cenab-ı Allah’ın (CC):

Rezzak; (Sebeplerle rızıklandıran) sıfatını, vatandaşlarına insanca yaşama şartları ve geçim imkânları sağlayan, zekât vergisini mükelleflerden alıp müstahaklara dağıtan bir devlet en güzel biçimde temsil edebilir.

Mü’min; (Kullarını emniyetle tutan) sıfatını, insanların can, mal ve namus güvenliğini, din ve düşünce özgürlüğünü koruyan bir devlet en iyi şekilde temsil edebilir.

Adil; (Herkese ve her hususta hak ettiğini veren) sıfatı, ancak tabii ve evrensel hukuk nizamını kuran ve uygulayan bir devlet düzeninde hakkıyla tecelli edebilir.

Rab; (Basitten mükemmele doğru tedrici bir suretle terbiye edip yetiştiren ve hayatın dengesini korumak için fıtri kanun ve kuralları yerleştiren) sıfatı, en mükemmel şekilde, ancak bütün fertlerini ve özellikle gençliğini, çeşitli ve kademeli eğitim ve öğretim kurumlarında yetiştirip, İslam’ın ve insanlığın hizmetine hazırlayan bir devlet düzeninde tezahür edebilir.

Şafi; (Şifa veren) sıfatı en güzel ve en geniş manada ancak, çeşitli hastalıklara karşı gerekli korunma tedbirlerini alan ve hastalıkların tedavisi için gerekli hastaneler, dispanserler vb. yerler açan, yeterli doktor ve ilacı hazırlayan bir devlet tarafından temsil edilebilir.

Allah’ın Halifesi Olabilme dilegi ile….
Müslümanlar fıtrat dinine ve evrensel hukuk sistemine tâbi olacak ve O’nun prensiplerini uygulayacak bir Adil Devlet Düzenini kurmak ve yürütmek için bütün gayret ve samimiyetleriyle çalışır ve bunu başarırlarsa, yeryüzünde Allah’ın halifesi olma ve O’nu temsil etme şeref ve sevabına erişeceklerdir…

Özlem ve hasretle beklenen Adil Düzen…
Kapitalist ve Sosyalist sistemlerle insanlığın bütün ahlâki değerlerini dejenere eden ve sınırsız bir sömürü hırsıyla toplumları ezen Siyonizm’in şeytan düzeni ve devlet modelleri artık tek tek çürümeye ve çökmeye başlamıştır.
Şimdi artık yeniden ilmi ve insani temellerin üzerine kurulacağı, her dinden her görüşten ve çeşitli kavimlerden herkesin birlikte barış içinde yaşayacağı ve bütün insanların can, mal ve namus emniyetinin, din ve düşünce hürriyetinin korunacağı “uzlaşma ve anlaşma” esasına dayanan “ADİL DÜZEN” dönemine, bütün insanlık acilen muhtaçtır ve inşaallah Türkiye’den başlayarak bu düzen yakında uygulamaya koyulacaktır. Çünkü Kur’an, sadece Arapları, Acemleri, Türkleri veya başka bir kavmi, hatta sadece iman edenleri ve İslam Dinine girenleri değil, bütün insanlığı kuşatacak ve kurtaracak genel ve temel kanun ve kurallar getirmiştir. Yani İslam “Bütün dünyada ortak bir barış ve bereket düzeni” kurmayı hedeflemiştir. İslam’ın inanç ve ibadet esaslarını kabul etmeyen kimseler, yani gayrimüslimler bile Kur’an’ın adil ve evrensel düzenine, İslam’ın ekonomik, siyasi, ilmi ve ahlâki prensiplerine uymadan asla huzur ve hürriyete erişemeyeceklerdir.
Ya Adil Düzene geçilecek, yada bugünkü siyonist sistemler insanlığı ezmeye devam edecektir.
Hasretle beklenen Adil Düzen Zaferinde buluşmak üzere Allaha emanet olun.

Milli Çözüm Eliyle Cumhuriyet Demokrasi Kılıflı Diktatörlük Son Bulacak, Hakkın ve Halkın İstediği Gerçek Cumhuriyet ve Demokrasi Yeryüzüne Hakim Olacak İnşallah
Makalemizde; Cumhuriyet, Demokrasi… kılıfı altında yaşanan diktatörlük izah edilirken,
En kâmil manada Cumhuriyetin ve Demokrasinin temel esasları izah edilmiştir.

Kıymetli Yazarımız “Özünü ve örneğini evrensel hukuk kurallarından alan, temel insan hak ve hürriyetlerini sağlayan ve koruyan, bir barış, selamet ve fazilet rejimi olan gerçek Cumhuriyete kavuşmak ümidiyle..” dileklerine canı gönülden “Amin” diyor ve bu uğurda gereken sorumlulukları kuşanmanın “milli sorumluluk aynı zamanda dini bir vecibe” biliyoruz.

Adalet, eşitlik, refah ve emniyet demektir. Çünkü Cumhuriyet, Hakkın ve halkın isteğine teslimiyettir. . Ümitlerin ise, oturup beklemek ve hayal etmekle değil, ancak gayret ve cesaretle gerçekleşeceği bilinciyle!..

İnsanlığın Kurtuluşu, Ancak Hakka ve Adalete Dayanan ADİL DÜZEN İle mümkündür!
“DEVLET VE DÜZEN” KAVRAMI

Devlet; toplumların tabii gelişim sürecinde, yönetimlerin kurumlaşması aşamasında ortaya çıkmıştır. Tarih öncesinde; aileler çoğalarak familyaları, familyalar birleşerek aşiretleri, aşiretler kabileleri, kabileler de birleşerek siteleri oluşturmuş ve bu dönemlerde toplumlar doğal ahlâk standartları ve sosyal disiplin kuralları içerisinde yaşamışlar ve Hz. Âdem’den başlayarak, gönderilen peygamberlerin getirdiği ve gösterdiği iman ve adalet esaslarıyla hayatlarını tanzim etmişlerdir.

Tarihten sonra ise, “sosyal disiplin”in yerini “sosyal düzen”ler almış ve “devlet” kurumu ve kavramı ortaya çıkmıştır. Bundan sonra peygamberlerin getirdiği vahye dayanan ve Hakkı üstün tutan medeniyetlerle, bu medeniyetlerin yozlaştırılması ve bozulması suretiyle ortaya çıkan ve kuvvete dayanarak, zulüm ve sömürü esası üzerine kurulan medeniyetlerin ve bu medeniyetlere uygun devlet şekillerinin çatışması başlamıştır. Mesela ilk yerleşik düzenin ve medeniyetin doğduğu ve Hz. İbrahim’in temellerini kurduğu Mezopotamya medeniyeti SİTELER BİRLİĞİ şeklindeki devlet anlayışından etkilenerek ortaya çıkan ve Firavunluk sistemini esas alan Mısır Krallığı dönemi vardır.

Bu, “Kanunları krallar koyar” şeklindeki zulüm yönetiminden, “Krallar da kurallara uyar” dönemine geçilmiş, Filistin’de Hz. Musa’nın getirdiği kanun ve kuralları uygulayan ve yine vahye dayanan bir HUKUK DÜZENİ devri yaşanmıştır.

Bundan etkilenen ve bu Hak düzenin yozlaştırılmasıyla şekillenen Eski Yunan’da, “Devlet prensiplerinin ve idareci yetkilerinin Allah tarafından çizilmesi yerine halk tarafından belirlenmesi” demek olan DEMOKRASİ dönemi başlamıştır. Arkasından iman ve ahlâk esaslarının bütün insanlığa ait olduğunu bildiren ve dini düşünceleri evrenselleştiren Hz. İsa’nın saf inanç akidesinin Roma zulüm ve zihniyetiyle bozulması ve Yahudilerce yozlaştırılması sonucu Avrupa’da önce kilise yönetimi demek olan TEOKRATİK dönemi atlatılmış, bunun devamı olarak da ROMA / BİZANS’TA EMPERYALİZM ve sömürü düzenini kurmuşlardır.

Daha sonra Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (SAV) vahiyle getirdiği İSLAM Dini ve Medeniyeti, devlet yönetiminde “İÇTİHAT DÜZENİ” dönemini açmış, vahiyle belirlenen mutlak doğruları esas alarak, değişen ve gelişen şartlara ve standartlara uygun yeni çözümler üretmeyi ilim ehline bırakan bir sistemle Abbasi, Selçuklu, Endülüs ve Osmanlı gibi muazzam medeniyetler ve devletler kurup yaşatmıştır.

Cihat ruhunun ve içtihat şuurunun körlenmesi (milli savunma, ilmi ve yerli kalkınma gayretinin terk edilmesi), tembellik ve taklitçiliğin yerleşmesi sonucu Müslümanlar hâkimiyeti yitirince, İslam’dan etkilenen Batı’da, Reform ve Rönesans hareketleri başlamış, sonunda kilisenin ve kralların elinden kurtulan Batı, sanayi devrimi sonrasında Siyonizm’in planlarıyla, “bürokrasi düzenine” bağlanmış, sözde seçim ve demokrasi perdesi altında mason bürokrat ve teknokratların mutlak saltanatı ortaya çıkmıştır.

Kapitalist ve Sosyalist sistemlerle insanlığın bütün ahlâki değerlerini dejenere eden ve sınırsız bir sömürü hırsıyla toplumları ezen Siyonizm’in şeytan düzeni ve devlet modelleri artık tek tek çürümeye ve çökmeye başlamıştır.

Şimdi artık yeniden ilmi ve insani temellerin üzerine kurulacağı; her dinden, her görüşten ve çeşitli kavimlerden herkesin birlikte barış içinde yaşayacağı ve bütün insanların can, mal ve namus emniyetinin, din ve düşünce hürriyetinin korunacağı “uzlaşma ve anlaşma” esasına dayanan “ADİL DÜZEN” dönemine, bütün insanlık acilen muhtaçtır ve inşaallah Türkiye’den başlayarak bu düzen yakında uygulamaya koyulacaktır. Çünkü Kur’an; sadece Arapları, Acemleri, Türkleri veya başka bir kavmi, hatta sadece iman edenleri ve İslam Dinine girenleri değil, bütün insanlığı kuşatacak ve kurtaracak, genel ve temel kanun ve kurallar getirmiştir. Yani İslam, “Bütün dünyada ortak bir barış ve bereket düzeni” kurmayı hedeflemiştir. İslam’ın inanç ve ibadet esaslarını kabul etmeyen kimseler, yani gayrimüslimler bile Kur’an’ın adil ve evrensel düzenine, İslam’ın ekonomik, siyasi, ilmi ve ahlâki prensiplerine uymadan asla huzur ve hürriyete erişemeyeceklerdir.

Kur’an’ın gelmesiyle “Din artık kemâle erdirilmiş”, şeriatların gelişmesi ve değişmesi dönemi bitmiş, din ve düzenle ilgili sorunların “içtihat ve icma” yoluyla çözülmesi devri başlamıştır. Kur’an “Mutlak Delil”, Sünnet “Delil” makamındadır. Bundan sonra İçtihat “Hüküm”, İcma ise “Mutlak Hüküm” olarak, sorunların çözümünde kolaylık sağlanacaktır. Zira artık yeni bir peygamber ve vahiy gelmeyecektir, bu kapı kapanmıştır.

Aynı dine mensup insanlar ve tabi Müslümanlar ayrı ayrı devletlerde yaşayabilecekleri gibi, aynı devlet sınırları içerisinde değişik dinlere mensup insanlar da birlikte yaşayabilirler. Yani bütün Müslümanların tek bir devlet halinde birleşmeleri hem şart değildir, hem de zaten mümkün görülmemektedir.

Ancak İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı, Ortak Savunma Paktı, Kültür ve Eğitim İşbirliği Teşkilatı ve İslam Dinarı gibi, mutlaka Müslümanların yararına ve insanlığın hayrına olacak müşterek kuruluş ve kurallar etrafında güç ve gönül birliği yapmaları hem gerekli, hem de güzeldir. Ve işte bunu da “Adil Düzen” gerçekleştirecektir.

Şu anda yeryüzü hâkimiyeti için çarpışan iki güç odağı vardır:
1- Mevcut haksızlık ve ahlâksızlık düzenini devam ettirmek ve Büyük İsrail hayalini gerçekleştirmek isteyen merkezler,
2- Bu zulüm ve sömürü saltanatını yıkıp evrensel “barış ve adalet” nizamını yerleştirmek isteyen ve bunun için gerekli olan kurum, kavram ve programlara sahip mü’minler…

Tek Çare Adil Düzen
Elbette din ile düzen birbirine düşman değil, mutlaka uyum içinde olmak zorunda olan unsurlardır. Din ile düzenin çatışması halinde kişiler ya dininden taviz vererek vicdani ve ahlâki ayarını bozacak veya mevcut kanun ve kuralları çiğnemek zorunda kalacak ve tabiatıyla uyumsuzluk ve huzursuzluk çıkacaktır. Özellikle bir Müslüman için din ile düzenin uyuşmazlığı, ya onu sosyal ve ekonomik hayattan koparacak veya fasık ve münafık yapacaktır. Din ile düzenin çatışması, anarşiyi doğuracaktır. Ama zaten bir devlet sistemi ve hukuk prensipleri bulunmayan Hristiyanlar ve diğer gayrimüslimlerin hiç değilse düzen olarak “Adil Düzen”i benimsemeleri onlar için de dünyada hayır ve huzura vesile olacaktır.

Bu düzen için çalışmak ve Bu düzenin mimarı Muhterem Erbakan hocamızın yolunda olmak ve sadık olmak ne büyük şeref. Rabbimize şükürler olsun. Her yönüyle Ne kadar muazzam bir sistem Adil Düzen… Rabbim Adil Düzenin Hakimiyeti için canla, başla cihad edenlerden eylesin bizleri!

Muhterem Erbakan Hocamızdan çok güzel bir örnek;

Farz et ki sen Hz. Peygamber (sas)’in Bedir Savaşını yaptığı gün o civarda develerini güden bir çobansın. Efendimiz Aleyhissalat Vesselam ile Ebu Cehil taraftarları Bedir Kuyuları yakınında savaşa tutuşmak üzereler…
Eğer, sen “Şöyle bir yüksek tepeye çıkayım da yaşanan savaşı seyredeyim” dersen kâfirler zümresinden olursun.
Eğer, “Yarabbi, bunlardan kim haklı ise ona yardım et” diye dua edersen, yine kâfirlerden olursun. Çünkü sen bu dünyaya hangisi haklı, hangisi haksız bilmek için gönderilmişsin. Bu ayırımı, haklı-haksız, hak-batıl ayırımını yapamayan mümin olamaz.
Eğer, “Yarabbi, Peygamberin Hz. Muhammed (sas)’a yardım et, onu muzaffer kıl” diye dua edersen günahkâr bir fâsık olursun. Çünkü o dua etme zamanı değil, eyleme geçme anıdır.

Eğer hakiki bir mümin isen yapacağın şudur: Olaydan haberdar olur olmaz, yerinden öyle bir fırlayışla fırlayacaksın ki, savaş alanına kadar birkaç kez yüzüstü yere kapaklanacaksın. Eline ne geçerse, ne bulursan onunla saldıracaksın!”..

ÖZEL YAZILAR

YORUMLAR

Son Yorumlar
16
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...