ATATÜRK’ÜN SON İKİ HAFTASI
VE
YAKIN TARİHÇİLERİN BÜYÜK HATASI
Bu makale, hem bir tebrik, hem de bir tenkit yazısıdır. Atatürk’ün, özellikle hastalığını ve son haftalarını konu alan; kardeşi Makbule Hanım’ın hatıralarını araştırıp bulması, gündeme taşıması ve böylece yakın tarihimizin karanlık bir köşesine ışık tutması, Murat Bardakçı’nın tebrik ve takdir edilecek bir çabasıdır.
Ancak:
a- Tarihimizin bu puslu sayfalarını aydınlatmada ve Atatürk sonrasını daha iyi okuyup anlamada okurlara yardımı olacak “kişilerin ve haklarındaki kanaatlerin” yazılmaması, bu şahıslara hürmet kasıtlı olsa da, yakın ve karanlık tarihimize ve bizzat Atatürk’ün takipçilerine bir hakaret anlamı taşırdı… Çünkü bazı isimleri ve Atatürk’e yönelik ilgisizlikleri gizlemek, tarihi olayların ve sonuçlarının yanlış yorumlanmasına yol açardı… Yoksa, hürmet kılıfıyla bazı kişiler ve girişimler saklanarak aklanmaya mı çalışılmıştı?
b- Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım’ın bu hatıralarındaki bazı sözlerinin, serzenişlerinin ve haklı olarak şikayetçi olduğu şahsiyetlerin yazıdan çıkarılması da, ayrıca konunun anlaşılmasını zorlaştırmakta ve gerçek amacından saptırmaktadır.
c- İşte bu nedenle; hem yazım ve anlatım kusurlarını, hem parantezli çıkarmaların noksanlıklarını gidermiş olmak, hem de okurların algı ve anlayış kolaylığına katkı sunmak üzere, tarafımızdan parantez içi ekleme ve düzeltmelerle bu önemli hatıralar yeniden aktarılmıştır. Bu nedenle, yazımız bir alıntı değil, tebrik ve tenkit kasıtlıdır, ve bu olayların doğru algılanması için hazırlanmıştır.
Atatürk gibi önder ve ender bir şahsiyetin, hem de hastalığının iyice kendisini bunalttığı, belki de kasıtlı azdırıldığı bir süreçte; deneyimli ve şefkatli hasta bakıcılar yerine, böylesine ilgisiz, bilgisiz ve sevgisiz insanların insafına bırakılması… Hatta bunlara, hakarete varan kabalıklar ve kabahatler yaptırılması, hangi kumpasların ve karanlık kurguların icabıydı? Atatürk’ün etrafında ve Dolmabahçe Sarayı’nda, onu samimiyetle seven ve sahiplenen kişiler de vardı… Onları bile, Atatürk’e yönelik bu haksız ve ahlâksız davranışlar karşısında susmak zorunda bırakan, hangi dış odaklardı? Onların içerideki kiralık adamları kimler olmaktaydı?
Atatürk’ün daha önce, “Kökü dışarıda fesat ocakları…” oldukları gerekçesiyle kapattığı Mason Locaları da bu hıyanet ve hakaretlerin arkasında mıydı?! sorularının yanıtlarını araştırmak ve ortaya koymak lazımdı. Aksi halde Sn. Murat Bardakçı’nın yaptığı, sadece bir magazin yazarlığı ve aziz Atatürk’ün hatırasını istismar aracılığı sayılacaktı.
Mustafa Kemal’in kız kardeşi Makbule Hanım’a ait hatıralarda, Atatürk’ün hastalığına ve vefatına ait çok önemli bilgiler saklıdır.
“Doğum tarihi olarak kaynaklarda 1885 ile 1889 arasında değişik seneler verilen, Ankara’da bulunan kabrindeki mezar taşında ise 1892 yazan Makbule Hanım; ağabeyi Mustafa Kemal gibi Selânik’te doğmuş, Balkan Harbi’nin ardından annesi ve bazı akrabaları ile beraber İstanbul’a taşınmış, o senelerde Mustafa Lütfi isimli bir askerle evlenmiş, kocası sonraki yıllarda askerlikten ayrılmış, ismini değiştirip “Mustafa Mecdi” yapmış, iş adamı olmuş ve “Boysan” soyadını almıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın artık “Makbule Boysan” olan ve devlet katında “Büyük Hanım” diye bilinen kız kardeşi, 1930’da ağabeyinin talimatı ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’na katılacak, Çankaya Köşkü’nün yakınında inşa edilen Camlı Köşk’te yaşayacak, 1946’da kocasından boşanıp “Atadan” soyadını alacak ve 1956’da Ankara’da vefat edip bu dünyadan ayrılacaktı.
Makbule Hanım, ağabeyinin vefatından sonra gazetecilere birkaç defa konuşup röportaj yapmışlardı. 1953’te bir gazetede dört ay devam eden ve Mustafa Kemal’i gençlik senelerine kadar anlatan fakat bir başkası tarafından yazıldığı hemen anlaşılan bir hatırat çıkmış; 1955’te Şemsi Belli’nin Makbule Hanım ile hastanede yattığı sırada yaptığı, yine bir gazetede iki hafta boyunca çıkan ve onunla yapılmış tek mülâkat olan dizi yayımlanmıştı.
Makbule Hanım, nesiller önceki aile büyüklerinden başlayarak ağabeyinin vefatının birkaç sene sonrasına kadar yaşadıklarını anlattığı, tamamı eski harflerle 260 sahife olan bu hatıralarını 1947 ilkbaharında gittiği Niğde’deki Çiftehan kaplıcalarında iki yakın dostuna yazdırmış, metnin sonuna babası Ali Rıza Efendi ile annesi Zübeyde Hanım’a ait birkaç adet şecereyi, yani soyağacını da koymuşlardı. Makbule Hanım’ın çeşitli arşivlerde bulunan mektuplarını, ağabeyi Mustafa Kemal ile yazışmalarını, diğer evrakını ve kocası Mustafa Mecdi Bey’in yazdıklarını, Cumhuriyet tarihimiz bakımından son derece önemli olan bu hatıralarının tamamı ile beraber önümüzdeki haftalarda kitap olarak yayımlayacağım.” diyen Murat Bardakçı, yakın tarihimiz açısından oldukça önemli ve gizemli konuların gün yüzüne çıkmasına vesile olmuşlardı.
“Makbule Hanım’ın şu itiraflarında; çaresiz bir hastalığın çok sevdiği ağabeyini hayattan alıp götüreceğini fark eden bir kız kardeşin çektiği büyük acılar ve dayanılmaz ızdıraplar vardır. Bu kız kardeş ağabeyinin vefatından sonra kendisinin bir tarafa atıldığını aktarmaktadır; yalnızdır, kalbi yaralıdır, bir zamanlar etrafında pervane gibi dönenlerin yüzlerini çevirdiklerini gördüğü için kırgındır, kızgındır, üstelik maddî sıkıntılar içinde kıvranmaktadır.
Yazarın şu hususa özellikle dikkat çekmesi anlamlıdır:
Makbule Hanım ağabeyinin sağlığında olduğu gibi, onun vefatının ardından da İsmet Paşa’ya her şekilde muhalif tavırlıdır ve daha da tuhafı, Atatürk’ün yakını olan diğer bazı kişileri bile hatıralarında oldukça sert eleştirmekte, hatta ağır şekilde suçlamaktadır!..
Makbule Hanım’ın anlattıklarının bazı yerlerini abartılı bulanlar, yahut suçlamalarının gereğinden fazla ağır olduğunu sananlar çıkacaktır. Ama, unutmayalım; bütün bu ifadeler ve iddialar Mustafa Kemal’in “en yakını”na, yani kız kardeşine ait itiraflardır ve dolayısı ile söyledikleri Cumhuriyet tarihimiz bakımından her bakımdan önemli aktarımlardır.
Atatürk’ün hasta yattığı Dolmabahçe’de azap dolu günler ve sonrası
* …(Ağır hastalığı sürecinde ziyaretine gittiğim Atatürk’le) Ağabeyimle hususi görüşmelerimize de mâni olmak için birçok yalanlar tanzim etmişlerdi ve birçok kişiler de bunlarla hemfikir idiler… Saraya girdikten sonra ağabeyimle baş başa kalmak ve millî ıstırapları (ülkenin sıkıntılarını) olduğu gibi kendisine anlatmak fırsatı verilmemiştir. Hatta, Atatürk bana yatakta hasta hâlinde: “Otur, sıkılıyorum, konuşacağım” dediği halde biz konuşurken hemen içeriye, (…) Bey’e haber çekiyordu. “Birçok evraklar getirdim, mühürlenecek ve mahrem görüşülecek; Atatürk’ü tenha (yalnız) bulmak isterim” diyordu. (Yani Atatürk’le dertleşmem, sağlığıyla ilgilenip şikayetlerini dinlemem ve milletin sorunlarını dile getirmem istenmiyordu!..)
…Çok defa bu tekliflerle (ve güya tıbbi bahanelerle) beni Atatürk’le baş başa kalmaklığımıza mâni oluyorlardı.
Bu böyle iken (baygın ve bakımsız) ölüm hâlinde yatan ağabeyime (şayet) candan bakanı olsa idi (yine de) canım yanmazdı. Herhangi zaman bir ilâç arasa yerinde yoktur (bulamazdı), herhangi zaman su istese yerinde yoktur (bir bardak suya bile ulaşamazdı).
Bu hâli gören ben kardeşi, tahammülsüz bir halde telefon başına geçerek (Dr.) Neşet Ömer’i telefon başına çağırdım.
– “Doktor bey, anneme Atatürk’ten çok (daha) güzel bakıldı. Niçin (böyle) lakayt (ilgisiz ve özensiz) geçiyorsunuz, yazık değil mi Atatürk’e? (En azından) Bir kenara bir masa koyun, suyunu ilâcını bir kenara toplasın, aradığı zaman hemen versinler, (onu bu kadar) üzmesinler” dedim. (Ama maalesef Dr.) Neşet Ömer (filan filan kişiler ve yetkililer) ile birleşmişler, bana tuzaklar hazırlamışlar. Bir de ne bakayım, Atatürk’e beni çekiştirmişler. “Bize hakaret ediyor, size bakamıyormuşuz!” demişler. Hemen ağabeyim (Atatürk ise, mecburen): “Kardeşim üzülmeyin, bana iyi bakıyorlar, üzülmeyin siz” dedi. Ben de: “Ağabeyciğim tahammül edemiyorum, size iyi bakmıyorlar, hakikaten annem daha iyi bakıldı” [dedim]. Ağabeyim (buna rağmen) beni teselli etmeye çalışıyordu. Bitkin hali ile: “Üzülme kardeşim, bana da iyi bakarlar, üzülme kardeşim, bana da iyi bakarlar”… (şeklinde beni teskin ve teselli etmeye çalışıyorlardı…)
Bir gün (Atatürk;) “Çağırın hemşiremi, (kız kardeşim Makbule’yi) ben çok iyiyim, kendisiyle konuşmak istiyorum” diyor. (Ama maalesef) Beni çağırmıyorlar, “(Yerinde) Yoktur, sokaktadır, geziyor, eğleniyor” diyorlar. (Yani yalan söylüyorlar.)
Atatürk: “İsyan edeceğim, çağırın hemşiremi!” diyor (ve ısrar ediyor). Haber veriyorlar, gittim.
Muayede salonunda beri taraf bana tahsis edilmişti, diğer harem kısmında da Atatürk bulunuyordu. Bulunduğu tarafa geçtim, huzuruna girdim. (Atatürk bana;)
– “Gel kardeşim, gel ben üzüm rejimine giriyorum. Doktor söyledi.”
Çilek renginde yine yorganlar altında oturmuş, kirpikleri yarım parmak uzamış, arasından bakan mavi gözlerle karşılaştım.
– “Ne yapıyorsun Paşam?” diye sordum.
– “Yemek yiyorum” buyurdular.
Bir küçük masa tabağı içinde nohutlu yahni, pirinç pilâvı, makarna nazar-ı dikkatimi celbetti. Ağabeyime:
– “Hiç nohutlu yahniyi sizin gibi hasta yiyebilir mi?” deyince bana;
– “Tabii, bana doktor verdi, Neşet Ömer Bey verdi” şeklinde cevap verdi.
– “Paşacığım, böyle bir nohutlu yahniyi benim midem bile hazmetmez, sizin mideniz buna nasıl tahammül edecek?” dedim.
(Anlaşılan) En kolay (hazırlanıp sunulan) yemek bu imiş!?
– (Atatürk yine;) “Neşet Ömer öyle söyledi, üzülme!” deyince, sükût etmeye mecburdum, sustum. (Atatürk bana dönüp:)
– “Kardeşim, şimdi ben üzüm rejimine giriyorum. Bana bir küfe üzüm gönderdiler, suyunu sıkıp sıkıp her gün üzüm suyu içeceğim, çabuk iyileşeceğim. Getirin o üzüm küfesini bakayım.”
Üzüm küfesi geldi.
– Bu mudur gelen üzüm? Küfe dedikleri bu mudur? Hani bunun üzümü nerede?” dedim.
Küfeyi salladılar, dibinde bir okka üzüm ya var, ya yoktu.
– “Hâ… Öyle ise haydi bana yapın üzüm suyu.”
Üzüm suyu sıkıldı, bardağının dibinde bir buçuk parmak üzüm suyu geldi.
– (Atatürk) “Verin, içeyim” (deyince, bardağı uzattılar).
İçti, “Yatırın yatayım” (buyurdular). Yatırdılar, (kendinden geçip) yattı.
* …Vücudu dehşetli ağırlaştı. Suyu pek fazla oldu. Buna çok üzülüyordum. Artık oynatılacak hâli de kalmamıştı. Müthiş acı hissediyordum. Bu acı ile Kemal Bey’in evine gittim. Hakiki durumunu sordum. Bana açık açık söyledi. İkinci defa suyunu almak üzere idiler. “Bu suyu da alınca tahammül edemez, muhakkak ölür” demişti. Tahammülsüz bir halde evlerinden çıktım. Figanıma kimseler dayanamadı.
O suyu da aldılar, (şükür) ölmedi. Bünyesi ve kalbi sağlam olduğu için tahammül etti. Fakat 18 gün uykudan evvel, birinci komaya girmeden evvel çok düşkün bir hâle gelmişti. Takati kalmamıştı. Elinden tutup kaldırıldıkça çok ıstırap çekiyor ve üzülüyordu. Kolları, parmakları çok zayıflamıştı. Kaldıranlar da hasta bakıcı olmadıkları için onun hâlinden pek anlamazlar idi. Bir gün bu hal üzerine beni çağırmadan içeriye girdim.
Gökyüzünden(?) gelmiş gibi beni karşıladı.
– “Gel kardeşim, bak hâlime!” İki elini kaldırdı ve bana gösterdi. “Bak hâlime, nezaket(?) kurbanı oldum, nezaket kurbanı oldum!” dedi. (Yani; ilgisiz, bilgisiz, dikkatsiz bakıcılar elinde perişan edildiğini beyan etmişlerdi…) Hemen teselliye başladım. “Korkma kardeşim kurtulacaksın, yeneceksin!” dedim. Bundan Atatürk’e büyük bir cesaret ve emniyet geldi. Kuvve-i maneviyesi yükseldi.
– “Yine geleceğim kardeşim, yine geleceğim kardeşim. Yeneceksin kardeşim, yeneceksin daha beterleri var, inşaallah iyi olacaksın” (sözlerimle biraz moral bulup kendine gelmişti.)
Artık bu takatsizliği çok sürmedi. Kendine geldiği gün bir kanama geçirdi. Bu kanamayı da bana bildirmediler. Epeyce rahatsızlık olmuş, fakat Atatürk’ün kapıları kilitli idi, kendisini göremiyordum. Kendisi de koma hâlinde idi. Sabiha Gökçen, yattığı odanın bitişiğindeki çıkma balkondan içerisini görüyormuş, bana da gizlice haber verdi. Derhal bir gece karanlığında oradan sarkarak Atatürk’ün uzaktan hâlini görebildik. Gece idi, herkes öleceğini zannediyor (ve bekliyor)du. Odasına giren “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diyor ve sıralanıyorlardı. Dîvan durarak duvara beş altı kişi sıralandı. Birisi Şükrü Kaya’ya benziyordu. Diğerlerini tanıyamadım. Gözlerim kararmıştı. Ben ve Sabiha bayıldık. Beyler -Hasan Rıza- bu hâli görünce o pencerenin perdesini indirdiler. Bir daha içerisini buradan da göremez olduk.
(Son) Üç gün ne olduğunu bilemiyoruz. Yalnız o gece çok çırpındığını, iki kişi üstüne yüklenerek tutmaya çalış(tıklarını aktarmışlardı). Bu tazyike tahammül edemeyen karyola kırılmıştı ve hemen değiştirmek (zorunda kalmışlardı). Komadan sonra gözünü açan Atatürk: “Niçin bu karyolayı değiştirdiniz? Ben kaç gün burada yattım?” diye sormuşlarmış… Çocuklara doktorlar öğretmişler, “Dört buçuk-beş saat kadar uyudunuz” demişler. “Benimle oynar mısınız? Bana gazeteleri getirin göreyim, size kaç gün uyuduğumu söyleyeyim!” demiş. Yalanları mucibince eski gazeteleri getiriyorlar.
– “Bu karyola niçin değişti, altıma bu münasebetsiz eşyaları neden koydunuz? Derhal karyola yerine gelecek!” demiş. Esasen karyola da bu müddet zarfında tamir edilmiş olduğundan hemen yerine geldi. Bu koma hâlinde idi, bu hal iki gün devam etti.
Üçüncü gün kendine bir sıkıntı gelmiş, iki kolunu atarak çırpınıyordu. Titreme geçti. Nereye elini vuruyorsa birer köşe yastığı konuyordu. Dördüncü günü “Diiil, diiil, diiil” diye diye bir bağırma çıkardı. Doktorlar şaşırdı. Neşet Ömer: “Şimdiye kadar Atatürk’e baktım, artık tahammülüm kalmadı!” dedi. Birçok doktor birden (bırakıp) gittiler.
Atatürk’ü bu hâlinde arkası üstü yatırıldığını görebildim. Akil Muhtar Bey’i yakaladım. Ellerini öptüm, yalvardım, “Ağabeyimin arkası üstü çok rahatsız olduğunu görüyorum, acaba azıcık yana çevirebilir misiniz?” dedim.
– “Ben de onun farkındayım kızım, derhal yapacağım!” dedi ve gitti, çevirdi.
Mim Kemal Bey son hizmetlerinde (Atatürk’ü) kimseye bırakmadı, fakat parmaklarını kaybettiği için damarlarını çok güçlükle bulabildi. Neşet Ömer o sırada hiç yardım etmedi. (Atatürk’ü) Bu hâle koyduktan sonra ölecek diye elini çekti. Ne zaman iğneleri Mim Kemal damarına batırdı, Atatürk’ün sadâsı: “Aman, aman” göklere kadar çıkıyordu. Fakat kendinde değildi. Ben de kardeş yüreği, bu acıları duyar diye zannediyor, bu sadâlarına baygınlıklar geçiriyordum. Saray tavanları çok yüksek olduğu için aks-i sadâ çok müthiş oluyordu!..
Artık doktorlar ümitsiz bir halde ellerini çektiler, bakalım ne olacak dediler. Başına üç nöbetçi adam, biri Mehmet, biri Rıdvan, hizmetçinin birini koydular ve istirahate çekildiler.
Dördüncü gün nihayetinde gözlerini açtı, “Ne oturuyorsunuz?” diye sordu. …Karyola yerine konduktan sonra orayı temizletti. Halıların yerlerini değiştirtti. Ondan sonra: “Çağırın gelsin kardeşim (Makbule’yi); gelsin odamı temizledim, görsün!” demişler. Derhal haber geldi koşarak gittim.
– “Gel kardeşim bak, temizlik yaptırdım, halının yerini değiştirttim, sandalyenin yerini değiştirttim, ben yapmadım, yaptırttım”.
Bunu sevinçle anlatıyordu:
– “Kardeşim ben yapmadım, yaptırttım.”
Bu hal karşısında sevinç yaşları döktüm. Ağabeyciğime:
– “Biz sizin odanıza gelemedik, bizi menettiler, fakat iyi ki haber etmişsiniz. Bak, iyi uyursunuz, sizi ne kadar iyi bulduk!” deyince bana:
– “Evet kardeşim, beni de görüşmekten doktorlar menettiler.” (şeklinde dert yanmıştı).
Kendisinin dört günlük komadan haberi yoktu. Artık bizi duyan kimseler, sevinç hediyeleri vermeler… Kendisine hiçbir şey de duyurmadık. 18 gün zarfında sevincinden artık ölmeyeceğini zannederek Bay Celâl Bayar’a dağlarda ev istedi. Kendi vaziyeti bence malûm idi. Gözyaşlarımı dindirecek ve bana ümit verecek bir şey kalmamıştı. Fakat kendisini teskin etmek için ağabeyciğime; “Dağlarda yaptıracağın ev çok rutubetli olmasın, çok güneşli olsun, akarsuyunu unutma, sana elimle sütlü börekler, muhallebiler yapacağım.” dedim. Atatürk sevinerek:
– “Yapacak mısın kardeşim, yapacak mısın kardeşim?” (diye tekrarladı).
– “(Ben, evet) Yapacağım ağabeyciğim” (diye yanıtlayınca);
– “Çağırın Celâl Bayar’ı buraya” (buyurmuşlardı).
Bu sözlerim kendisine bir mevzu olmuştu. 18 gün yaşadı ve bu 18 günde dünya bizim olmuştu. Meğer biz de aldanmışız.
Celâl Bayar, Atatürk’e emirleri veçhiyle dağda ev yaptırmak için projelerini anlatarak Atatürk’ü avundurmaya çalışıyordu.
* …Metanetimi muhafaza ettim, (üzülüp şikayetçi olsam) doktorların beni uzaklaştırmalarından korkuyordum. Ertesi günü (o ana kadar kapıları kapatılıp) kilit altında yaşayan kardeşimin; (artık) kapı kilitleri açılarak arkalarına kadar dayanmıştı. Saray ortasında, geniş salon ortasında Neşet Ömer’le karşılaştım. “Hanımefendi, odaya mı giriyorsun?” dedi. Anladım ki artık ihtiyat kalkmış. Gözlerine hayretle ve manidar bakarak: “Evet doktor bey, Atatürk’ün odasına gidiyorum!” dedim ve vaziyeti anladım.
- “Haydi git, haydi git!” (deyince, ben) işi anladım. Dokuza yirmi dakika kala (Atatürk’ün) huzuruna girmiştim. Nihat Reşat, Atatürk’ün sol tarafına oturmuş, bir lâstik tulum içinde Atatürk’e su içiriyordu. Konuştum:
– “Atatürk niçin göğsünden nefes alıyor?”
– “(Durumu) Ağırcadır efendim!”
– “İyi olacak mı doktor bey?”
– “Tabii efendim iyi olacak!”
– “Uyanacak mı ağabeyim?”
– “Elbet efendim. Geçen defa nasıl uyandı. Yine uyanacak!”
Ben de karyolanın sol tarafına diz çöktüm. Gözyaşlarım yerlere akarak, başımı gözümü kimseye göstermeyerek gözyaşlarımı çeşmeler gibi döktüm. Onlar kendi vazifelerine -Doktor Nihat Reşat ve bir hizmetçi- bakarken ben de burada Atatürk ile konuşmaya başladım:
– “Ağabeyciğim, nedir bu uykun, üç gündür gözlerini derin uykulardan açamıyorsun, mavi gözlerine hasret kaldım. Mahşere mi kaldı görüşmemiz, bir daha mavi gözlerini göremeyecek miyim? Bana hakkını helâl et, ben hakkımı helâl ettim.” dedim.
Tam o sırada sağ gözünü açtı.
– “Doktor bey, hani ağabeyimin baygın olduğunu söylemiştiniz, ben konuşunca bak gözünü açtı.” dedim.
– “Vallahi baygındır hanımefendiciğim!” dedi.
– “Aman deme doktor bey, (ağabeyim) bana gücenecek, çok çirkin konuştum, helâlleştim Atatürk’le. Atatürk uyanıyor. Ben ne yüzle bakacağım Atatürk’e?”
– “Vallahi baygındır hanımefendi, merak etme!”
Saat dokuza sekiz dakika kalmıştı. Hemen Kılıç Ali içeri girdi. “Aman hanımefendi, çok ağladınız, biraz dışarı buyurun!” dedi. Elimden tutarak dışarı çıkardı. Her zamanki plânları üzerine.
Orada mevcut olan bütün doktorlar dışarıda hazırlanmışlar, hep birden içeri girdiler. Nihat Reşat: “Üzülme, ağlama hanımefendiciğim. Şimdi her günkü gibi doktorlar toplanarak konsültasyon yapacağız, ne lâzımsa iyi olması için yapacağız, üzülmeyiniz!” demişti. Biraz sonra doktorlar da hemen içeri girdiler. Hepsi Atatürk’ün karşısına sıralandılar, ben de dışarıda yumruklarımı başıma vuruyordum. “Bakalım ağabeyime ne olacak?” diyordum.
(Sonradan Atatürk’e özel) Hizmete bakan sofracı Kâmil anlattı: Atatürk iki gözünü açmış, bütün mevcut olan doktorların ve odada bulunan şahısların yüzlerine bakıyormuş… Ayrı ayrı dikkatle bakmış. Hepsi de kollarını bağlayarak ihtiram vaziyeti almışlar ve … bir halde (öylece) durmuşlar… Atatürk bu bakıştan sonra kendi kendine iki ellerini göğsüne kavuşturarak, ufak bir hırıltı ile (dua eder gibi mırıldanarak) ruhunu teslim edip (bu dünyadan ayrılmışlar…)
Atatürk’ün vefatından sonra:
* …Bir yandan (…)’ın anneannesi, çaldıkları eşyalarımızdan bugüne kadar kaçıramadıklarını, avcı tazıları gibi (evimizden alıp) kaçırmak derdine düştüler. Kanepelerin altını, koltukların arkasını ve salondan sakladıkları eşyaları kaçırmak telaşına düştüler. Hizmetçi kıza emir verdiler: “Çabuk durma, şimdi bizi buradan çıkaracaklar, eşyaları kaldırın!”
…Bu sözlere hizmetçi Zeynep (bile) isyan etti. “Allah’tan korkun alçaklar. (Siz hiç) Utanmaz mısınız? (dedi. Atatürk’ün) Daha henüz yüzüne tülbent örtüldü, daha teni soğumadı. Ne alçak insansınız, (…), alçak (…), namussuz, hırsız, merhametsiz (…), doymadın mı hırsızlığa? Şimdiye kadar çaldıklarınız yetmez mi? Sen Atatürk’ün hâline ağlamayacaksan bari bırak da ben ağlayayım!”
* …Birkaç gün sonra, bu ateşli dakikalarımda (…) gelir gelmez, eskisi gibi metanetimi muhafaza ederek gözlerine baktım, acaba ne okutacak… “Efendim, Atatürk’ü şimdi yıkayacaklar!” “Yaaa, öyle mi?” dedim, kendimden geçtim. Fakat senelerden beri bize rahat yüzü göstermeyen bu hain adama karşı metin olmaklığım icap ediyordu. Üsküplü (…) neler etti bize. İskemle üzerinde oturup arzuhal yazan adamın oğlu (sonunda) bize neler etti, neler etti!
* …Birinci gün öyle geçti. Ertesi günü İsmail Hakkı Bey, ağabeyimin yüzünü (bile) göstermedi. Kendisine külliyetli, karısına külliyetli mal bırakan kardeşim (Atatürk’ün), şimdi tek bir kız kardeşi (olan ben) haşin (bir) muamele görüyordum. Teselli değil, haşin bir muameleye lâyık görülüyordum. “Reisicumhur Mustafa Kemal öldü, yaşasın yeni Cumhur reisi!” diyorlardı. Tarih tekerrür ediyordu. Fakat kimsesiz olan ben bu hale sokulmamalıydım!..
* …Eve geldik. İlk iş olarak otomobilimizi hemen aldılar. Hizmetçilerimizi aldılar. Kapıya süngüsü takılmış bir nefer koydular. Sağa sola kıpırdanacak hiçbir serbest vaziyet bırakmadılar. Ne olduğumuzu şaşırdık, ateşçimiz gitti, vekilharcımız gitti, şoförümüz Arap Kadri bizim adamımız zannediyorduk, o tarafa geçti. Elimizde Atatürk’ün ilk neferi olan Şakir Koşar adındaki bir neferle bir Arap kızı kaldı. Bunları alırken de hiçbir nezaket kaidesine riayete dahi lüzum görmeden ve bize malûmat verilmeden doğrudan doğruya eşhâsa haber ve emir göndererek eşhâsı geri aldıklarını gördük. Duvarsız olan evimizin bütün etrafında iki camlı olan duvarlar arasında itina ile Atatürk’ün emriyle yetiştirilen çiçekler, akvaryumlarda itina ile bakılan balıklar, işçiler alınınca birdenbire söndü kaldı. Efendim, o bahçıvan İsmet İnönü’ye odacı olarak lâzım olmuş, gitti, yine üç gün sonra bir genç bahçıvan gönderdiler. Fakat hemen arkasından askerliği geldiğinden gönderildi. Başka bir bahçıvan geldi, o gün geri aldılar. Sorduk, cevaben: “Efendim adamlarımız azdır, bize lâzımdır, onun için almaya mecburuz” dediler. Şoförler de şoförlüğe lazımmış. Bu suretle hepsine birer hizmet buldular ve aldılar. Elimizde Şakir ile Arap kızı kaldı. Şakir de döndü, biraz geçti Şakir’i de başka yere aldılar.
Atatürk çileli bir hayat geçirmiştir.
İzmir suikastı ile öldürülmek istenmiştir.
Mason localarını kapatmıştır.
Arkadaşı da olsa kökenleri şaibeli eski ittihatçıları mahkeme ettirmiş ve idam ettirmiştir.
Atatürk’ün batıya bakış açısı bellidir, bir kez olsun yurt dışına resmi ziyarette bulunmamıştır.
Cuma namazlarına mütemadiyen giden Atatürk suikast haberi alıncaya kadar Cuma namazlarına devam etmiştir.
. Ancak şunun bilinmesi gerekir ki bir iddiaya göre Atatürk zehirlenerek öldürülmüştür.
Atatürk’ün dün sağlığı emanet ettiği Türkler bugün de onun misyonunu korumakla görevlidir.
Türk Atatürk’ün ifadesi ile Müslüman olan unsurlardır.
Zaten Atatürk’e yaşamında da ölümünden sonra en çok saldıranlar Türk olmayan yani aslı Müslüman olmayan unsurlar saldırmışlardır.
…
Topraklarımız üzerinde yapılan hesaplar dün de vardı bugün de vardır.
Özellikle Tanzimat’tan itibaren emperyalist güçler ülke üzerindeki yıkıcı etkilerini arttırmışlardır.
Milli Çözüm ün bu tarihi öneme haiz konulara dikkat çekmesi Ülkemiz ve geleceğimiz açısından çok önemlidir. Zalimin karşısında sessiz kalmadan Hakkı haykıran Milli Çözüme teşekkürlerimi sunuyorum. Hainler şunu unutmasın!…
“Gerçeklerin, bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır.” Birini engellersiniz, yerini yenileri doldurur.
Makbule Hanım’ın hatıraları; Üstad Ahmet Akgül Hocamızın “Atatürk’ün şaibeli ölümü” hakkındaki hatırlatmalarının ve paylaşımlarının ne kadar isabetli/önemli olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştı.
Üstadın bu yöndeki ilk yazı ve konuşmaları esnasında söylenen menfi sözler hala kulağımızda. Şu an en azından bir özür dilemek insani bir vecibeydi.
Makalemizde geçen, Makbule Hanım’ın “Doktor bey, anneme Atatürk’ten çok (daha) güzel bakıldı. Niçin (böyle) lakayt (ilgisiz ve özensiz) geçiyorsunuz, yazık değil mi Atatürk’e?” yönündeki sözleri ve Atatürk’ün ölümünden sonra Makbule Hanım’a yapılanlar, Atatürk düşmanlarının azılı öfkesini ve kindarlıklarının göstergesiydi.
Evet, özellikle ve en başta Üstadımızın dile getirdiği (anladığım ve ifade edebildiğim kadarıyla) “Atatürk’ün dini, milli duyarlılığı en üst seviyedeydi ve masonlara, mandacılara, yobazlara kesin düşmanlığı vardı. Devletimizi, milletimizi karlı çıkarmıştı. Üstün siyaset ve stratejiyle; vatana düşman cephelere büyük bir mağlubiyet yaşatmıştı.” Sonuçta İslam, vatan düşmanları yenilmiş, Atatürk’ün canına kast edecek kadar derin bir kinle dolmuş oldukları görülmekteydi.
Yine makaleden anladığımız kadarıyla “Atatürk” canına kast edildiğinin farkında olmakla birlikte; devleti yok olmaktan kurtarmanın, önderliğinde direniş hareketinin işgal kuvvetleri ve iş birlikçilerine karşı verdiği siyasi ve askerî mücadele de kazanmanın rahatlığıyla (milletinin kazandığı kesin zafer huzuruyla) şahsına yapılan eziyetlere katlandığı da hissedilmekteydi.
Gazi Ünvanı almış bir Cumhurbaşkanı..
Ömrünün büyük kısmı, cephelerde küffara karşı gaza ile geçmiş bir Osmanlı Evladı..
Aziz Türk Milletinin, köle yapılmaması için, ömrünü feda etmiş büyük lider.
Büyük İsrail’i kurmak isteyen Siyon-Haçlı Birliğine “İslam Ordularını toplar, üzerinize yürürüm.” diyen kahraman.
Anadoluda yaktığı İsyan Ateşiyle, Müslümanlarının umudu olmuş, Müslümanlarının bağımsızlığına vesile olmuş yiğit!
Erbakan Hocamızın buyurdukları gibi “Büyük İsrail kurulsaydı, bugün yeryüzünde her yer, Filistin’e dönerdi. Atatürk, bütün dünyayı kurtardı!”
En yakınları tarafından ihanete uğramış, çevresi mason, hain, işbirlikçilerle dolu olan..
Liyakat ve sadakat sahibi kadrolardan yoksun, ilim sahiplerinin bile kendisini anlamadığı hatta muhalefet olduğu bir zaman da, vatanı için elinden geleni yapmış..
Elinde bulunan kısıtlı imkanlarla, bize cennet bir vatan bırakmış, asil komutan!
Yanlışı, eksiği, fazlası illaki vardı ancak!
Yapmak istedikleri vardı..
Yaptırılmayanlar vardı..
Yapamadıkları vardı..
Atatürk’ü sevmeyenler kimlerdi?!
İngilizlerdi!
Fransızlardı!
Amerikalılardı!
Yunanlardı!
Masonlardı!
Ruslardı!
Atatürk’ü istismar eden, küfür edenlere inat! gerçekleri ortaya koyan ve taraf tutmak yerine “köprü olmak” gibi zor bir vazife üstlenen Milli Çözüm vardı!
Tarihin doğru okuyulacağı günlere ise çok az kalmıştı İnşAllah…
İnsanı çileden çıkaran bu hainliklere hala maruz kalıyoruz maalesef. Ülkeyi bataktan çıkaran bir Aziz Komutana ve O’nun aziz hatırasına hala ihanet ediliyor. Ama görünen o ki o gün Atatürk’ü bedenen öldürmeye kast edenler bir dönem kazanmış gibi görünseler de artık mızrak çuvala sığmıyor. Ülkemizin kahraman evlatlarına uygulanan bu sistematik ihanet dönemi bitiyor inşallah. Üstad Ahmet Akgül’ün yıllar öncesinde yazdığı kitabına verdiği isim gibi; “Bizim Atatürk” gerçeği ortaya çıkıyor. İşte bizim olan değerleri biz hatırladıkça ve anladıkça ihanet odaklarına 100 yıl önce uygulanan tarife yeniden uygulanmak üzere devreye alınıyor inşallah. Kimi fötr şapkalı, kimi fesli ne kadar simsar ve istismarcı varsa hepsinin ayarı ortaya dökülecek, Adil Düzen iktidarı her sahada görülmemiş açılımların sebebi olacak inşallah…
Milli Çözüm Dergisi’ne bu tarihi gerçekleri dile getirdikleri için teşekkürü bir borç biliyorum. Bu vatana çokça hizmetleri geçmiş Abdulhamid Han, Mustafa Kemal ve Erbakan Hocamızın imtihanları ne kadar da benzerlik taşımaktadır. Yakın çevresince anlaşılamamaları, yakın çevresine doluşan mason veya siyon güdümlü insanların kendilerine zorluk çıkarmaları ve miraslarına sahip çıkılmayışı… İşte Milli Çözüm bu tarihi ve manevi mirasa dikkat çekmekte, siyonizm güdümlü işbirlikçi miras yediler hakkında ülkemizi, milletimizi ve insanlığı uyarma görevini üstlenmektedir. Ve Milli Çözüm Davası kanalizasyon deliklerinde ayinler yapan şeytanın sıçanlarını ve şeytanla karar alan üstadlarını tarihin kirli çöplüğüne gömecektir. Fikri değişim Türkiye’den, fiili dönüşüm ise tüm insanlığın siyonizmin nasıl bir vahşet olduğunu gördüğü Filistin topraklarından başlamıştır. İnsanlığa kutlu olsun.
Atatürk vatanı milleti için mücadele etmiş bir insandır. Şahsi hataları günahları onu bağlar. Yönetim esnasında yapılan hatalarda o dönemki konjüktürel alanda değerlendirilmeli. Ama artık sahte Atatürkçülerdende, Atatürk karşıtlığı yapan sözde dindar görünen münafıklardan da bıktık. Bu mevzu artık kapanmalı ve Atatürk konusu uzun uzadıya sağa sola çekilmemeli.
Gerçekler ortaya çıkmalı ki bahsettiğiniz kesimler ne sağa ne de sola çekebilsin. Milli Çözüm’ün gayesi “olayları doğru okumak ve sorumluluklarımızı kuşanmak” olduğundan gerçekleri kitabın ortasından aktarıyor.
Tarihimizin bu puslu sayfalarını aydınlatmada ve Atatürk sonrasını daha iyi okuyup anlamada okurlara yardımı olacak “kişilerin ve haklarındaki kanaatlerin” yazılmaması, bu şahıslara hürmet kasıtlı olsa da, yakın ve karanlık tarihimize ve bizzat Atatürk’ün takipçilerine bir hakaret anlamı taşırdı… Çünkü bazı isimleri ve Atatürk’e yönelik ilgisizlikleri gizlemek, tarihi olayların ve sonuçlarının yanlış yorumlanmasına yol açardı… Yoksa, hürmet kılıfıyla bazı kişiler ve girişimler saklanarak aklanmaya mı çalışılmıştı?
b- Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım’ın bu hatıralarındaki bazı sözlerinin, serzenişlerinin ve haklı olarak şikayetçi olduğu şahsiyetlerin yazıdan çıkarılması da, ayrıca konunun anlaşılmasını zorlaştırmakta ve gerçek amacından saptırmaktadır.
c- İşte bu nedenle; hem yazım ve anlatım kusurlarını, hem parantezli çıkarmaların noksanlıklarını gidermiş olmak, hem de okurların algı ve anlayış kolaylığına katkı sunmak üzere, tarafımızdan parantez içi ekleme ve düzeltmelerle bu önemli hatıralar yeniden aktarılmıştır. Bu nedenle, yazımız bir alıntı değil, tebrik ve tenkit kasıtlıdır, ve bu olayların doğru algılanması için hazırlanmıştır.
İsmet İnönü hayatı boyunca Atatürk ile bir çok konuda fikren ters düşmüştü.Mustafa Kemal ile İsmet İnönü’yü karşı karşıya getiren meselelerin başında Hatay krizi gelmekteydi.Mustafa Kemal, gerekirse silah kullanarak Hatay’ın anavatana katılım sürecinin hızlandırılması gerektiğini düşünürken İsmet İnönü savaş konusunda istekli değildi.Mustafa Kemal ve İsmet İnönü arasında ciddi tartışmalara sebep olan bir başka tartışma Atatürk Orman Çiftliği ve Bira Fabrikası kriziydi.Mustafa Kemal birçok yanlışını gördüğü İsmet İnönü’yü Başvekili olarak görevden almıştır. Atatürk ölümünden 1 yıl sonra Atatürkçü düşüncü dernekleri ile Atürk’ün yanlış anlaşılması veya tanıtılması sağlanmıştır.Gerçek Atatürkü Muhterem üstadımız Ahmet AKGÜL’ÜN 30 yıl önce yazdığı “BİZİM ATATÜRK” adlı eserini mutlaka temin etmenizi tavsiye ederim.
Eserde geçen önemli başlıklar;
Türkiye Kuşatılırken Herkes Atatürkçü Ama Gerçek Atatürkçü Kim?
Atatürk Aslen Nereli? Askeri ve Siyasi Dehası Nasıl Gelişti?
Atatürk’ü Anlamak Zordur.
Atatürk’ü Bazıları Anlamadı. Bazıları da Çarpıttı!..
Asıl Ortadoğu Projesini Atatürk Hazırlamıştı.
Batılılaşma Kiminle Başladı?
Atatürk Samimi bir Müslümandır.
Atatürk’e Dinsiz Diyenler Kimlerdir..
Protestan İslam ve Atatürk.
Siyonitler ve Masonlar Atatürk’e Niçin Sahip Çıkarlar?
Niye Beni Türk Hekimlerine Emanet Ediniz?
Atatürk’ün Vasiyeti
Kurtuluş Savaşı ve Şeyh Sünusi.
Komünist Enternasyonal Belgelerinde Mustafa Kemal ve İslam
Atatürk’le Bediüzzaman’ın Münasebetleri
Atatürk’ün Milli ve Manevi Karakteri?
Atatürk, Mason Dönmelerce Zehirlendi mi?
Siyonistlerin ve Sabataist Dönmelerin Kemalizmi’i
İsmet İnönü’nün Muhalefeti
Kemalizm, Hıyanet Maskesi mi?