İstiklâl Marşı Düşmanı ve Başörtüsü Karşıtı
DOĞU SİLAHCIOĞLU, ŞAMANİST MİYDİ, SABATAİST Mİ?
Mustafa Kemal’lin ve tüm Milli Mücadele gazilerimizin ortak tercih ve tensibiyle ve Türkiye Cumhuriyetinin manevi tapusunun; İman, Ezan ve İslam temelli olduğunun tescilli mahiyetinde, Milli Marş olarak kabul edilen ve bugüne kadar, aziz Milletimizin her ferdi tarafından huşu ve coşkuyla okuna gelen, Mehmet Akif’in hikmet ve hakikat dolu dizelerindeki “Hakk, Ezan, Kelime-i Şehadet” kavramlarından gıcık aldığını açıklayan Em. General Doğu Silahcıoğlu’na ve aynı kafadaki huysuzlara sormak lazım:
Milli Marşımıza, Müslümanlığımıza ve dindar halkımıza, böylesine hırçın ve çirkin bir savaş açmanızın asıl nedeni Şamanistliğiniz mi, yoksa sabataistliğiniz midir?
Bu talihsiz ve terbiyesiz gelişmenin, çok ilginç ve iğrenç bir tarafı da:
Hem başörtüsü inkârcısı medyanın, hem de türban istismarcısı medyanın, bu sözler karşısında aynı sessiz ve tepkisiz tavrı sergilemeleri ve olayın üzerine gitmemeleriydi.
“Doğu Silahçıoğlu’nun açıklamaları hezeyan ve hakarettir”
MHP İstanbul İl Başkanı İhsan Barutçu, bazı kesimlerin laikçilik kisvesi altında milletin manevi değerlerini aşağıladığına dikkat çekti. Silahçıoğlu’nun düşüncelerini Türklük kimliğiyle de bağdaştıramadığını dile getiren Barutçu, “Yüce Türk milleti zaten bu tür habis değerlendirmelere itibar etmez.” dedi. Söz konusu zihniyetin Türk toplumu içindeki değerler çatışmasından fayda umduğunu belirten Barutçu, “Silahçıoğlu’nun milletimizin vazgeçemeyeceği inanç ve değer yargılarına saldıracağına, üniter yapımıza dönük saldırılara karşı duyarlılık göstermesini beklerdik.” ifadelerini dillendirdi.
Alperen Ocakları Genel Başkanı Eyüp Gökhan Özekin de Silahçıoğlu’na sert çıktı: “Bu milletin sırtından makam mevki sahibi olanların, milletin değerlerine düşmanlık etmelerini anlamak mümkün değildir” şeklinde tepki verdi.
Başörtüsünün; medeniyet ve modernleşme adına kadını köleleştirip şehvet aracı haline getiren barbar Batı zihniyetine karşı, bir öze dönüş ve özgürleşme hareketi olarak okunması gerekir.
Batının kadın erkek eşitliği, aslında emperyalizmin hâkimiyetini kadın üzerinden kolaylaştırıp yaygınlaştırma hevesi ve hilesidir. Bugün üniversitedeki bir hocanın: “Ben gücümü cübbemden alırım. Kanun bile çıksa türbanlı kızları sınıfta bırakarak dışlarım” diyen tavrı, aslında cahiliye toplumundaki erkek üstünlüğünün üniversitedeki resmiyeti olan “cübbe”ye sığınıp, kendi haysiyet ve şahsiyetini bir nevi inkâra kalkışması; özgür kişilik ve kimliğini sivil başörtüsünde simgeleştiren kızlarımızın tavrı karşısında, oldukça gerici ve despotik bir yaklaşım örneğidir. “Gücümü cübbemden alırım” diyen bir insan, “cübbemi çıkarırsam bir hiç sayılırım” gerçeğinin de dolaylı itirafı gibidir. Oysa bu ülkenin, cesaretini cübbesinden, cebinden ve rütbesinden alanlara değil; giydiği cübbeye, geldiği mevkie ve oturduğu makam sandalyesine şeref kazandıran insanlara ihtiyacı olduğu kesindir.
İslam ise, kadın erkek eşitliğinin çok ötesinde bir hürriyet ve haysiyet prensibi getirmiş “kadınla erkeğin, tek bir bütünün iki ayrılmaz parçası” olduğunu bildirmiştir.
“Ey insanlar biz sizi bir erkek ve dişiden yaratıp var ettik.”[1]
“O Allah ki, sizi bir tek nefisten (kadın ve erkekten oluşan şahsı vahitten ibaret olarak) icat ve inşa eylemiştir”[2] gibi ayetler bunu öğretmektedir.
Haçlı emperyalizminin sinsi emellerine ve siyonizmin dünya hâkimiyetine hizmet eden hıyanet siyasetine alet olmadan; onurlu ve şuurlu bir başörtüsü direnişi; aslında kadınlar üzerinden toplumu çürütmeyi ahlakı ve aile hayatını yıkıp yok etmeyi, böylece şeytani saltanatlarını kolay hale getirmeyi düşünen Barbar Batıya karşı, ciddi ve cesaretli bir özgürlük ve özgüven mücadelesi olarak değerlendirilmelidir.
İsmail Çolak’ın Son Kitabında Vurguladığı Gibi Milli Mücadelemizde Kuvayı İlmiye’nin Ve Başörtülü Mücahidelerin Rolünü İnkâr Etmek Nankörlük Alametidir!
Öğretmeni, öğrencisi, medrese hocası, medrese talebesi, tekke şeyhi, dervişi, üniversite hocası ve talebesiyle eğitim sınıfının birçok kesiminin Kurtuluş Savaşı’na katılımının ve katkısının hangi seviyede olduğu ve bunun bağımsızlığımızın kazanılması ve yeni Türk Devleti’nin kurulmasındaki rolünü ortaya koymaya çalıştık.
Milli Mücadele döneminde ilk düzenli Türk ordusu kurulmadan evvel, halkın kendi iradesi, gayret ve imkânlarıyla, düşman işgaline karşı koymak için oluşturulan gönüllü milis kuvvetlerine, milli kuvvetler anlamında Kuvayı Milliye denmiştir. İsmail Çolak ta bundan hareketle kitabına, ilmi kuvvetler manasında Kuvayı İlmiye ismini vermiştir. Yani, Kurtuluş Savaşı’na katılan ve katkıda bulunan eğitim ordusu, irfan ordusu demektir.
Çünkü, Kurtuluş Savaşı’na, bilinen mevcut kuvvetlerin, askeri ve siyasi kimliğe sahip kişi ve kesimlerin yanı sıra, ülkemizin medrese ve manevi eğitim ordusunun neferleri de katılmış ve bu savaşın çeşitli safhalarında ve kademelerinde yer alarak, göz ardı edilemeyecek hayati hizmetler vermişlerdir. Kitabın konusu ve içeriği de direk buna yöneliktir. Öğretmeni, öğrencisi, medrese hocası, medrese talebesi, tekke şeyhi, dervişi, üniversite hocası ve talebesiyle eğitim sınıfının birçok kesiminin Kurtuluş Savaşı’na katılımının ve katkısının hangi seviyede olduğu ve bunun bağımsızlığımızın kazanılması ve yeni Türk Devleti’nin kurulmasındaki rolünü ortaya koyan önemli bir eserdir.
Zerrece tereddüde mahal bırakmayacak katiyette, İstiklâl Harbi’nin kazanılmasında ve yeni Türk Devleti’nin kurulmasında, vatansever irfan ordusu Kuvayı İlmiye’nin de büyük payının olduğu bir gerçektir. Eğitim Ordusu’nun kahraman, cefakâr ve fedakâr mensupları, Anadolu’da verdiğimiz bu son varlık savaşının her aşaması ve bölümünde tüm güçleriyle mücadele etmişlerdir. İşgallere karşı halkı bilinçlendirip teşkilatlandırmada, protesto mitinglerinde, kongrelerde, müdafaa-i hukuk cemiyetlerinde, hatta Kuvayı Milliye ve Düzenli Ordu’ya katılıp düşmanla çarpışmaya varana dek Kurtuluş Savaşı’nın her alanında öğretmeni, müderrisi, tekke dervişi ve talebesi ile kesinlikle yabana atılamayacak mikyasta, hayati hizmetleri geçmiştir.
Sarıklı müderrislerin kelle koltukta mücadelesi hayranlık vericidir
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında medreselerin ve onların sarıklı müderrislerinin, tekkelerin ve onların kelle koltukta mücadele eden kahraman dervişlerinin hayati katkılarının olduğu; bunların açık desteği ve büyük gayretleri bulunmasaydı yurdun düşman işgalinden kurtulması ve bağımsızlığın yeniden elde edilmesinin imkânsız olduğu tarihî ve ilmî bakımdan ortadadır ve inkârı mümkün değildir.
Şurası muhakkak ki, halkın Milli Mücadele Hareketi’ne gönülden inanması ve desteklemesi, Anadolu’da güven ve itimadın değişmez adresi olarak kabul edilen müderrisler, tekke şeyhleri ve diğer din adamları kanalıyla gerçekleşmiştir. Bunların izni, katılımı ve desteği olmadan Anadolu’da neredeyse hiçbir milli faaliyet ve hiçbir milli teşkilat gösterilemeyecektir. Mitinglerde, protestolarda, müdafaa-i hukuk cemiyetlerinin kurulmasında, Kuvayı Milliye’nin oluşturulmasında, TBMM’nin açılmasında ve tüm yerel direniş hareketlerinde hep onların mübarek eli, işareti ve himmeti görülecektir.
Tekkelerin fedakârlığı gözardı edilmiştir
Özellikle işgal altındaki İstanbul’da her türlü tehlikeyi ve zorluğu göze alan bazı tekkelerin, kimi şeyhlerin ve dervişlerin insanüstü bir gayret ve fedakârlıkla ifa ettikleri hizmetler, Kurtuluş Savaşı’nda emsalsiz bir yere ve ehemmiyete sahiptir. Bu manada Üsküdar Sultan Tepesi’ndeki Özbekler Tekkesi ve Şeyhi Mehmed Ata Efendi’nin, Eyüp’teki Hatuniye Tekkesi ve Şeyhi Saadeddin Efendi ile diğer bir kısım tekkelerin kahraman dervişlerinin canlarını ve imanlarını ortaya koyarak sergiledikleri cesaret, yürek ve yiğitlik gerektiren destansı gayret ve hizmetlerini nasıl görmezden gelebilir, hatta inkâr edebiliriz? Kurtuluş Savaşı’nda kullanılan silah ve cephanenin hatırı sayılır bir kısmının, İstanbul’daki, İtilaf Devletlerinin silah depolarının tekke dervişleri ve gizli örgütlerce basılıp, buralardan elde edilen mühimmatın Anadolu’ya nakledilmesi suretiyle karşılandığına tarihi-ilmi kaynaklar açıkça temas etmektedir.[3]
“Gaz uçar yazı kalır!” Bu nedenle İstiklâl Marşıyla ilgili sözleri Doğu Silahçıoğlu’nu pişman edecektir!
Doğu Silahcıoğlu marştan bu kadar rahatsızken onlarca yıl boyunca bu marşı dinlemesinin ve dinletmesinin sebebi neydi? Hâlbuki bugün Doğu Silahçıoğlu’nun rahatsız olup karşı duruş sergilediği satırlar için Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, “İşte İstiklal Harbi’mizi tam da bu satırlar anlatıyor.” dediğini herhalde bilmesi lazım! İstiklal Marşı ile ilgili yarışma düzenlendikten sonraki TBMM oturumunda kürsüye gelen Mustafa Kemal Paşa, şu konuşmayı yapar: “Marşın uzun olmaması konusunda mutabıkız. Söylendiği ve çalındığı zaman herkesi uzun uzun ayakta tutması elbette doğru olmaz. Ancak bu marşın İstiklal davamızı anlatış cihetiyle büyük bir manası vardır. Benim en beğendiğim parçası da budur. Oysa siz bu parçayı marştan çıkarmaya karar vermişsiniz:
‘Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal!’
Benim bu milletten daima hatırlamasını istediğim vecize işte bunlardır…”
Enteresan değil mi, Gazi Atatürk’ün bu milletten daima hatırlamasını istediği vecize, Doğu Silahçıoğlu’nu rahatsız etmektedir!
Yine aynı yazıdan öğreniyoruz ki koskoca bir komutan İstiklal Harbi döneminin şartlarını ve olaylarını sağlıklı bir şekilde ya hatırlayamamaktadır yahut yanlış algılamıştır. Bir kere Osmanlı hakkındaki şu terimi yanlış bilmektedir: “Türk Osmanlı idi; ama Osmanlı Türk değildi!..” Paşa, bunu “Zaten Osmanlı hanedan mensupları da kendilerini ‘Türk’ görmüyorlardı!..” şeklinde algılamaktadır. Oysa her lise çağındaki öğrencinin de bildiği gibi, Türk milleti (Hanedan da dahil!) Osmanlı’nın unsurlarından biriydi. Ancak Osmanlı sadece Türklerden müteşekkil bir devlet değildi. Yine zincirleme bir algı yanılsamasıyla diyor ki; “Mehmet Akif’in yeni ardılları, onun; “Türk Arap’sız yaşayamaz. Kim ki ‘yaşar’ der delidir!.. Arab’ın Türk ise hem sağ gözü hem sağ elidir!..” dizelerinde belirttiği yoldan giderlerken…” Emekli komutanın -tahminen- bir internet sitesinden esinlenerek aktardığı bu satırlar (zira neredeyse virgülüne kadar bir internet sitesinin forumunda yer almaktadır!) Şayet bilinçli bir çarpıtma yok ise çok fena bir yanlış algı var orta yerde! Zira aynı şiirin devamı şöyledir: “Veriniz baş başa; zira sonu hüsran-ı mübin/Ne hükümet kalıyor ortada, billahi ne din!” İstiklal Harbi döneminde hayatî önem taşıyan bu dizelerin önceki satırlarına da bakmak lazımdır: “Arab’ın Türk’e, Laz’ın Çerkez’e, yahut Kürd’e/Acem’in Çinliye rüçhanı mı varmış? Nerde!/ Müslümanlıkta anasır mı olurmuş? Ne gezer!/ Fikrî kavmiyyeti telin ediyor peygamber/ En büyük düşmanıdır ruh-u nebi tefrikanın/ Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın…”[4]
Mehmet Akif ve Mustafa Kemal, Vücut ve Ruh Gibidir!..
Yargıtay’ın eski Başsavcısı Vural Savaş’ın son kitabında Mehmet Akif hakkında yapılan araştırmalar ve bilgiler var…
Cengiz Özakıncı, “Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din” konulu araştırmasında, Mehmet Akif’in şunları sorduğunu yazıyor:
“Hani Müslümanlık bir kardeşlik husule getirilecekti. Nerede? Her tarafta Müslümanlık cehalet, sefalet içinde mahvolup gidiyor (…) Biz cehaletimiz yüzünden dini bu hale getirdik.”
Mehmet Akif, düşüncelerini şiirlerine de yansıtır:
“Tevekkülün manası hiç öyle değil
Yazık ki beyni örümcekli bir yığın cahil
Nihayet dine oynayarak en rezil oyunu
Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hale onu.”
Mehmet Akif’in sömürgecilere ve emperyalistlere ne kadar karşı olduğunu şiirlerinden bellidir.
Bakın, Mehmet Akif, Sevr imzalandıktan sonra neler yazmıştı:
“Ey cemaat, gözünüzü açınız, ibret alınız. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak, çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret (göç) edecek yer bulabilmişlerdi. Biz öyle bir akıbete (sona) mahkûm olursak, başımızı sokacak bir delik bulamayız… Sevr bizim için Avrupa’nın hazırladığı bir ölüm fermanıdır. Onların bu tertiplerini (tuzaklarını) başlarına çarpacağız. Zafer bizimdir.”
Bazı çevreler, Mehmet Akif ile Atatürk’ün arasının iyi olmadığını, Mehmet Akif’in şapka giymemek için Mısır’a gittiğini söylerler; doğru olabilir, hatta doğrudur da…
Ya sonra?
Mehmet Akif’in bir dostuna yazdığı mektupta şöyle dediğini Başbakan acaba bilir mi?
“Mısır’da on bir yıl kaldım. Fakat on bir saat daha kalsaydım, artık çıldırırdım. Sana halisane (içtenlikle) fikrimi söyleyeyim mi? İnsanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, Müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de. Eğer varsa Allah benim ömrümden alıp O’na versin.”
Kimdir bu “O”?
Mehmet Akif’in ömrünü bağışladığı kimdir?
Muhittin Nalbantoğlu’na göre “Mustafa Kemal”dir, Atatürk’tür.[5]
Masonların Münafıklığı Sırıtıvermekte, Hatta Isırıvermektedir!
Mason biraderler toplumu hepten saf sanıyorlar galiba! Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar! Ve masonluğun ilk şartının laiklik olduğunu iddia ediyorlar!
Oysa, dünya alem biliyor ki masonlar ile dini bir siyasi yapılanma olan Siyonizm içli dışlıdır!
Yine dünya alem bilir ki laikliğin de dinle alış verişi yoktur!
Yani laik anlayışta dinle hep mesafeli olmak zarureti vardır!
Hem Siyonizm ile içli dışlı olur hem de laik olduğunuzu iddia ederseniz komik olursunuz!
Biliyoruz ki az buçuk okur-yazar olan herkesin Siyonizm ve Siyonistler hakkında malumatı vardır!
Herkes Siyonistlerin ne için çalıştıklarını bilir!
Hedefin Musevi hakimiyeti olduğunda kimsenin şüphesi yoktur!
Yine biliyoruz ki ülkemiz insanının masonlar hakkında da oluşmuş bir kanaati vardır!
Laiklik konusu da ülkemizin insanının yabancısı olduğu bir konu olmaktan çoktan çıkmıştır!
Hal böyle olunca Siyonizm gibi dini bir siyasi yapılanma ile yakın temas halinde bulunanların laiklikten söz etmeleri bize karşılarında bulunan insanları hepten hafife alma gibi geldi!
Laik olabilmeleri için her türlü dini yapılanmadan uzak durmalarının gerektiğini de biliyoruz.
Peki, konumları itibariyle laik olmaları pek mümkün görünmeyen mason biraderleri niçin “Masonluğun ilk şartı laikliktir” diye söze başlıyorlar?
Ve mason biraderlerin hiçbiri masonluğun böyle bir temel ilkesi olduğunu ispatlayamaz! Zira Masonluk devreye girdiğinde laiklik diye bir şey yoktu ki ilk şartı laiklik olsun![6]
Asıl Kara Harekâtı İçerde Yürütülmektedir!
Arslan Bulut’un tespitiyle:
Kim ne derse desin Türkiye büyük bir savaşın içindedir. Bu savaş, ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi ile Rusya ve Çin’in Şanghay İşbirliği Örgütü arasında geçmektedir. Anlaşılıyor ki Türkiye, PKK ile mücadelede verdiği sınırlı destek karşılığında, İran’a karşı ABD ile birlikte hareket etmeye mecbur ediliyor. Öyle ki Türkiye, Amerikan bayraklarıyla bağımsızlığını ilan eden Kosova’yı hemen tanıdı!
Türkiye, terörle mücadele gereği sınır ötesi kara operasyonu yapıyor ama içeride ekonomik, kültürel ve siyasi bütün direnç mekanizmaları ortadan kaldırılıyor. Amerikan politikalarına direnecek aydınlar tasfiye ediliyor!
Atatürk daha kötü şartlarda, halkı mücadeleye nasıl hazırladığını şöyle anlatıyordu:
“Bütün Türk milletini cephede bulunan ordu kadar duygu, düşünce ve hareket bakımından savaşla ilgilendirmeliydim. Yalnız düşman karşısında bulunan değil, köyünde, evinde, tarlasında bulunan herkes, milletin her ferdi, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli sayarak bütün varlığını yalnız mücadeleye verecekti. Bütün maddi ve manevi varlığını vatan savunmasına vermekte ağır davranan ve titizlik göstermeyen milletler, savaş ve muharebeyi gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar.”
Baykal ve Özkök, Aynı Madendir!
Mustafa Özcan’ın dediği gibi: aslında Baykal ve Özkök’ün şahsında başörtüsüyle ilgili çözümün aynı olduğu görülüyor. Biri siyasetçi, diğeri gazeteci olan bu isimlerin konuya aynı zaviyeden baktıkları anlaşılıyor. Yaklaşımları veya çözüm tezleri şu: Böyle bir sorun yokmuş gibi davranmak. Yani çözümü statükoda ve çözümsüzlükte aramak. Her ne kadar Ertuğrul Özkök zaman zaman farklı tonlarda yazsa da bu farklılık derununda değil, kalemin ucunda…
“Tarih 24 Eylül 2002 Salı. 3 Kasım seçimlerine yaklaşık 40 gün var. Hürriyet ekibi CHP lideri Deniz Baykal’ı konuk ediyor. Gazetenin başyazarı Oktay Ekşi’nin ifadesiyle Deniz Baykal’ı “sözlü sınav”a alıyorlar. Hürriyet ekibinde kimler var dersiniz? Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, başyazar Oktay Ekşi, Tufan Türenç, Şaban Sevinç. Masada üç isim daha var. Biri şimdi Milliyet’in başında olan, o dönemde Hürriyet’in Ankara Temsilciliği görevini yapan Sedat Ergin ile şimdi Hürriyet’le yollarını ayırmış olan Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun. Hürriyet ekibi soruyor, Baykal cevaplıyor. Türban konusunu Emin Çölaşan gündeme getiriyor ve açıkça soruyor: Türban konusundaki tutumunuz nedir? Bu yasak sürmeli mi, kalkmalı mı?
Baykal: Türkiye’de asıl sorun türban sorunu değildir. Sorun anayasanın temel ilkeleri üzerinde yaygın bir mutabakatın hâlâ sağlanamamış olmasındadır. Bu temel sorunun yansıması bazen türban şeklinde, bazen siyasî partilerin kapatılması olarak, bazen de milletvekili adaylığının engellenmesi şeklinde oluyor. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi gelişmiş ülkelerde devletin temel nitelikleri konusunda bu kadar yaygın bir tartışma yaşanmıyor. Öyle olunca da büyük sorunlar yaşanmıyor. Türkiye’de gerçek istikrar hangi hükümet ya da başbakanın ne kadar görev yaptığıyla değil, bu temel mutabakatın sağlanmasıyla kurulur…” diyor, hiç konuya girmiyor, hem kenardan dolaşıyor.
Çölaşan: Siz iktidar olunca türbanlılar üniversitelere girebilecek mi? diye soruyor.
Baykal: Biz böyle yaklaşmıyoruz olaya. Bu konuyu gündemde tutmamak gerekir. O kesimin siyasetçileri bu konuda konuşmamaya, tırmandırmamaya özen gösteriyor. Sizler de bunu gündemde tutmayın. Bunu sorun olmaktan çıkarmak gerekir, geri plana itme, konuşmama da bir çözümdür. Bunu karşılıklı bir istismar aracı yapmamak gerekir…” Şeklinde yanıtlıyor ve samimiyetsizliğini kanıtlıyor.
Yani ademe mahkûm ederek ve yok farz ederek yasağın yeniden içselleştirilmesini sağlamak istiyor.
Bu hususta Baykal’ın ortaklarından birisi de Türkiye’de başörtüsü ile ilgili hilâfsız en fazla yazı yazan yazar olma özelliğini koruyan ve bütün mesaisini başörtüsünü modernize etmeye ve aheste aheste kaldırmaya teksif eden Ertuğrul Özkök. Bunu çok sofistike yapıyor. O da aslında başörtüsü özgürlüğünden yana olduğunu söylüyor, ama fiiliyatta aynen Baykal gibi yapıyor. Döndürüp dolaştırıp yasakta karar kılıyor. Ali Kırca gibi önce mikrofon dağıtıyor sonra hepsini tek elde toplayarak son sözünü söylüyor ve nihaî kararı kendisi veriyor. Dolayısıyla yasağın dışında söylenenlerin hepsi dolgu maddesi olarak rüşveti kelam cinsinden söyleniyor.[7]
[1] Hucurat: 13
[2] En’am: 98
[3] Kürşat Erkal / Milli Gazete i/ 24.02.2008
[4] M. Nedim Hazar / 23 Şubat 2008 / Zaman
[5] Hasan Pulur / Milliyet / 23.02.2008
[6] Zeki Ceyhan / Milli Gazete / 22.02.2008
[7] Yeni Asya / 22.02.2008

CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Olaylar perde arkasındaki gizli amaçlar hedefler,gizli birliktelikler. Erbakan proje ve sistemlerini hayata geçirecek bir lidere…
Zikr eyle Hakkı her nefes, Allah bes bâki heves, Pes gayriden ümidi kes, Tekrâr-ı zikrullah…
21. yüzyılda hedeflerine ulaşması için, siyonizmin ana vazifesi Akp iktidarını uzun süre ayakta tutmasıdır. Geçen…
Aziz Erbakan Hocamız ın "Akp ve yöneticileri zat'ül hareke(bağımsız hareket edebilen) değildir, bunlar at yarışı…
Gerçeği anlayamayalım diye üstünü örtme gayreti güdenler; ya fiile destek olup organizasyonun içinde olanlar ya…
Aziz Erbakan Hocamızın "bunların arasında fark yok" buyurduğu, Ahmet Akgül hocamızın herkes en net şekilde…
Ya Rabbi, dilimizi zikrine alıştır. Kalbimizi bu bu zikir mutmain olan kalplere kat. Dili döndüğü…
Zikr eyle Hakkı her nefes, Allah bes bâki heves, Pes gayriden ümidi kes, Tekrâr-ı zikrullah…
Özellikle toplum hafızasının sıfır saniyelere yaklaştığı bu günlerde "AKP mütekabiliyet zaafları tarihi" özelliği taşıyan bu…
Zikrullah, yani Allah’ı anmak; gönlü canlandıran, ruhu yükselten bir manevi güçtür. • Zikirle insanın kalbinde…