Zeyd İle Hubeyb’in Darağacındaki Yiğitliği!
Hain Bedeviler, “Müslüman olmak istiyoruz” diyerek, Müslümanları aldatmış, içlerinden yedi tanesini Medine’den yanlarında götürüp çölün derinliklerine dalmışlardı… Medine’den yeteri kadar uzaklaşıldığına emin olduktan sonra kirli niyetlerini ortaya koymuşlardı… Müslümanlardan beşini hemen şehid etmekten sakınmamışlardı… İkisi ise yaralı olarak, daha sonra ve işkenceyle şehid edilmek üzere göçebeler tarafından Mekkelilere satılmıştı: Desinne oğlu Zeyd ile Adiy oğlu Hubeyb (RA)…
Sahabe arasında dünyadan uzak duruşu ve ibadete yakınlığıyla ün yapmış olan Adiy oğlu Hubeyb, Bedirde Mekke’nin rezil reislerinden Amir oğlu Haris’i öldüren müslümandı… Zeyd ise yine Bedir’de bir diğer Müşrik başı Ümeyye’yi öldürüp cehennem yollamıştı. Yani kâfirlere göre “suçları” ağırdı, cezaları da ona göre olacaktı! Hubeyb’i Haris’in oğulları satın almış, Zeyd’i ise Ümeyye’nin varisleri kapmıştı…
İşkenceden bıkılıp da öldürmeye sıra geldiğinde iki kurban da ayrı ayrı Mekke dışına, “araziye” çıkartılıp, birer direğe bağlanmıştı… İkisine de ayrı ayrı ama aynı soru sorulmaktaydı:
“Şu an senin yerinde Muhammed olaydı ve sen güven içinde coluk-çocuğunun yanında bulunaydın… İster miydin böyle bir şeyi…?” Soruyu sordurtan şey merak mıydı yoksa “çaresizle alay etmek alçaklığı mıydı” bilinmez ama “Evet” cevabı belki de hayat kurtaracaktı… Ne var ki cevaplar, putperestleri sevindirecek biçimde olmamıştı.
– “ALLAH’a yemin olsun ki, benim evimde rahat içinde olmama karşılık, O’nun topuğuna bu dikenin batmasını bile kabul edemem… Onun başı ağrıyacağına benim başım bin kere koparılsın, razıyım!”
Soranlar sorduklarına pişman olmuşlardır… Sonra Zeyd, bir kölenin eliyle şehadete uğurlanır…
Sıra Hubeyb’tedir. İşkence direğine bağlanmadan önce son olarak iki rekât namaz kılacaktır.
İdamlıkların iki rekât namaz kılma sünneti işte o gün Onun tarafından başlatılır. Sonra onu da direğe bağlarlar, dilinde bir şiir okumaktadır…
“Müslüman olarak öldükten sonra,
Baş koyunca bütünüyle ALLAH uğruna
Aldırmıyorum, hangi günde, hangi yanda.
Nasıl düşersen düşsün beden toprağa”
Ardından müşrikler işkenceye başlamıştır… O, kendisine bunu yapanlara beddua yağdırır…
– “ALLAH’ım! Bana bunu yapanları birer birer helak et. Hiçbirini bırakma”
Bunun üzerine Putperestler kendilerini yere atmıştır… Yapılan bedduanın hemen kendilerini kuşatacağı korkusuna kapılmışlardır.
Ona da sorarlar…
– “Sen evinde rahat içinde. Muhammed ise senin yerine burada, işkencede olsun ister miydin?
-“Allah Resulunun ayağına bir diken batacağına; ailem ve çocuklarım da burada, benim yanımda bulunsunlar ve İslam yolunda kurban olsunlar isterdim!”
Bugün dini hassasiyetlerini ve insani haysiyetini kolaylıkla terk eden; Hak dava liderini ve Milli istikametini basit kuşku ve korkular bahanesiyle satıveren ve üstelik bu kahpelikleri kahramanlık zannedilen tiplerin, bir de kalkıp Sahabe-i Kiramdan örnek vermeleri, ne büyük çelişki ve ne düşük bir ruh sefaletiydi!
Ebu Derda’nın Tevhit ve Teslimiyeti
Ebu Derda haslalanımıştır. Ziyaretine gelen arkadaşları sorar:
– Ey Ebu Derda, nerenden şikâyetçisin?
– Günahlarımdan.
– Canın bir şey istiyor mu?
– Cennet’i…
– Seni tedavi etmesi için bir hekim çağıralım mı?
– Zaten, beni yatağa düşüren, “Hekim”in kendisidir!
Yemame’de Ebu Akîl’in Din Gayreti ve Şehadeti
Hz.Muhammed vefat edeli henüz birkaç ay dolmamıştır. İslam, yalancı bir peygamber karşısında, o güne kadar geçirdiği kan ve ateş sınavlarının en ağır olanını yaşamaktadır. Yalancı Müseylime’nin ordusu, Yemame’de, Sahabi ordusu ile hakikat ile yalanın kavgasına tutuşmuşlardır.
Yemame kanlıdır hem de çok kanlı, sadece Kur’an hafızı Sahabilerden şehit düşenlerin sayısı 70 (yetmiş) civarındadır. Ve Yemame, Uhud’u hatırlatır biçimde, yüzlerce kahramanlık destanına şahit olmaktadır. Bu destanların en yürek dağlayıcılarından biri de Ebu Akîl’e ait olandır. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’tan dinliyoruz:
“Savaşın en şiddetli hale geldiği zamandı. ALLAH’ın Elçisi’nin arkadaşlarından Ebu Akîl, her tarafı paramparça olmuş, komada ve ruhunu teslim etmek üzere olduğu bir halde savaş hattının gerisine taşındı. Üzerini örtüp ölmeye bıraktılar. Ben diğer yaralılarla ilgileniyordum ve gözüm arada bir, üstü örtülü, şehadet eşiğindeki Ebu Akîl’e takılıyordu. Kısa bir süre sonra savaş, Müslümanlar için çok tehlikeli bir noktaya ulaştı. İslam ordusunda yer yer dağılmalar ve geri çekilmeler başlamıştı. Tehlikeyi gören Ensar’dan (Medineli Sahabiler) biri yüksekçe bir kayanın üzerine çıktı ve gür sesinin bütün gücüyle haykırdı:
– Ey Ensar topluluğu, dağılmayın, toplanın ve dayanın! Bedir’deki gibi, Uhud’daki gibi, Huneyn’deki gibi, bir kere daha kükreyin ve saldırın! Hz. Muhammed’li günlerdeki gibi davranın ve Resulullahın sancağını yerde bırakmayın!
Bu çağrı bir şok etkisi yapmıştı. Sesi duyan Sahabiler, başta Ensar olmak üzere, yığınlar halinde geri dönüp kendilerini “zafere beş kala” durumunda zanneden yalancı peygamberin müşriklerine saldırıya başlamıştı.
Ve Ebu Akîl de Ensardandı… Daha ilk ‘Ey Ensar topluluğu!’ haykırışını duyar duymaz, öldü zannedilen o insan, üzerindeki örtüyü atıp zorlukla doğrulmaya çalıştı. Adeta hortluyor gibiydi, gözlerime inanamıyordum, olduğum yerde donakalmıştım. O ise sağ elinde kılıcı, ayaklarını sürüyerek savaş meydanına yaklaşmaktaydı. Sol kolu omzundan aldığı bir kılıç darbesiyle sarkıyordu. Kolunu, incecik bir et ve deri parçası tutuyordu. Yürüyüşünü engellediğini görünce eğildi, ayağıyla koluna basıp onu kopardı. Kanım donmuştu. Sonra da savaşın kargaşası içinde kayboldu. Üzerinden çok zaman geçmemişti ki zafer İslam’ın olmuştu. Savaş meydanı duruldu. Ben, binlerce yaralı, ölü ve şehitle dolu Yemame sahrasına dalmış, her tarafta Ebu Akîl’i arıyordum. Nihayet bir yerde buldum. Yedi-sekiz müşrik cesediyle çevrelenmiş, yatıyordu. Önce şehit olmuş zannettim. Üzerine eğilince de henüz hayatta olduğunu anladım. Hayattaydı ama, belli ki son anlarını yaşıyordu. Görünümü, ilk hailinden bin beterdi, vücudunda yara almamış, parçalanmamış bir yer yoktu. Ağzı da susuzluktan patlamış, diliyle gayri ihtiyari dudaklarını yalıyordu. Hemen su kırbama sarıldım; dudaklarına götürdüm; hiç olmazsa birkaç yudumla ağzını, dilini ıslatmak istedim. O, dudaklarında kırbanın temasını hissedince gözlerini araladı, eliyle suyu itti ve bana yaklaşmamı işaret etti. Belli ki birkaç nefeslik bir enerjisi kalmıştı ve onu da su için harcamak istemiyordu. Merakla kulağımı ağzına yaklaştırdım, çok derinden gelen bir sesle sordu:
– Kim galip, kim mağlup?
Sanki kanım damarlarımda donuyordu. O Hak aşığı ve Cihat sevdalısı bu haliyle bile birkaç yudum suyu reddediyor, onun yerine yaşam enerjisinin son kırıntısını davası için harcıyordu.
– Kim galip, kim mağlup?
– Müjdeler olsun, dedim; ALLAH, düşmanı dağıttı ve hezimete uğrattı!..
Bir tebessüm bütün yüzünü aydınlattı. Sağ elinin işaret parmağını göğe dikti, dudakları kısacık bir an kıpırdadı. ALLAH’a hamd ediyor ve şehadet getiriyordu.
Sonra başı yana yığıldı, gözleri ötelere takılı kaldı.”
Erbakan Hocamızın, yeri geldikçe hatırlatıp vurguladıkları gibi;
“Artık Sahabe-i Kiramın yüksek derecesine başkaları nasıl ulaşacaktı? Çünkü hem kendilerine ait bu büyük fedakarlık ve faziletlerinin sevabı onlarındı; hem de Yüce Dinimizin yerleşip yürümesine ilk vesile oldukları, ve kıyamete kadar bütün Müslümanların işleyeceği her türlü hayrın bir misli de onlara yazılacağı için, bu Zevatın şerefine ve rütbesine yetişmek imkansızdı. Allah şefaatlerine nail buyursun ve bizleri de cihat ve sadakat ehli kılsın. Amin!”
Medain Vali’si Selman-ı Farisi’nin Fazileti
Selman-ı Faririsi Hz. Ömer’in Medain Valisidir. Yani o günün dünyasının iki maddi süper gücünden biri olan ve varlığına Müslümanlar tarafından bir-iki yıl önce son verilmiş bulunan Sasani İmparatorluğu’nun başkenti Medain’in yöneticisidir… Zengin, ihtişamlı, kalabalık Medain… İnsan kibrinin zirvelerini oluşturan gösteriş ve alâyişlerin anavatanı Medain’in en yüksek yetkilisidir. Ve İranlı Selman burada validir.
Şam’dan gelmiş Teymoğullarından kaba bir Arap, Selman’ı Farisi’yi (RA) tanımazmış, kıyafetine bakarak onu hamal sanıvermiştir. Şam’dan getirdiği bir çuval inciri göstererek Selman’a buyurur bir sesle:
– “Yüklen şunu da bizim eve gidelim”, demiştir. Vali Selman (RA) hiç sesini çıkarmadan incir çuvalını sırtına alıp, adamın peşine düşmüşlerdir. Yolda onları görenler dehşet içindedir, adama:
– “Sen ne yaptın, çuvalı taşıttığın kişi Medain Valisi, ALLAH’ın Elçisi’nin arkadaşı Selman-ı Farisi’dir” dediklerinde, hatasını anlayan yabani adam Selman’ı Farisi Hz.lerinden nasıl özür dileyeceğini şaşırmış vaziyettedir. Selman ise oralı bile değildir:
– “Mademki yüklendim; evine götürmeden bu çuvalı sırtımdan indirmeyeceğim” demektedir.
Makam ve Menfaat İstenmemesi
Saidoğlu Umeyr Hz. Ömer tarafından Humus Valiliği’ne atanmıştı. Aradan uzun bir süre geçmesine rağmen, Vali Umeyr’den hiç ses çıkmamıştı. Hz. Ömer bir emir yazdırıp Vali Umeyr’i o güne kadar topladığı vergilerle beraber derhal Medine’ye çağırmıştı.
Umeyr, mektubu alır almaz yol hazırlığını yapıp Medine’ye ulaşmış, rengi solmuş ve üstü başı toza bulanmış vaziyette Ömer’in karşısındaydı.
– “Bu halin nedir?” diye soran Adil Halifeye:
– “Kanım temiz, vücudum sağlam ve bu dünyadan da alacağım var”, diyen Umeyr’in cevabı çarpıcıydı.
Hz. Ömer ona parası olup olmadığını sorunca:
-“Yanımda biraz azığım ve abdest alırken kullandığım su kabım ve bazı eşyalarımı koyduğum küçük birr bohça dışında başka bir şey bulunmamaktadır.”
Hz. Ömer:
– “Buraya kadar yaya olarak mı geldin”, diye sorunca, Hz. Umeyr:
– “Evet”, der.
– “Sana bir binek veren olmadı mı?”
– “Ben istemedim, kimse de kendiliğinden vermedi.”
– “Yazık o Müslümanlara. Kötü bir iş yapmışlar!”
Umeyr, dikilir:
– “Ey Ömer ALLAH’tan kork! Gıybet yasak değil mi? Hem o insanlar beş vakit namaz kılıyorlardı.”
– “Seni ne için gönderdim ve sen ne yaptın?”
– “Ben senin verdiğin görevi yerine getirdim. Vergileri topladım ve ihtiyaç sahiplerine dağıttım. Eğer artan bir şey olsaydı onu da sana ulaştırırdım.”
– “Bize hiçbir şey getirmedin mi?”
– “Hayır, getirmedim!”
Hz. Ömer, yazıcı memura döner:
– “Umeyr’i yeni bir valiliğe atıyorum. Emrini yaz”, der.
Saidoğlu Umeyr kabul etmez:
– “Ey Ömer, valilik çok ağır bir görev, artık onu kabul edemeyeceğim. İşte görüyorsun ki, halka ne de halifeye yaranabilmiş değilim!”
Bu gün müttaki ve mücahit geçinen nicelerinin; Kaymakamlık, Valilik, Müdürlük ve Müsteşarlık için, milletvekili, belediye başkanı ve bakanlık için amirlerine ve parti liderlerine yaptıkları riyakârlık ve yalakalıkları, makam ve menfaat için nasıl dostlarını ve davalarını sattıkları hatırlanırsa, Ashab-ı Kiramın farkı ve fazileti daha iyi takdir edilecekti.
Sahabenin Edebi ve Dikkati
Medine’nin Yahudi kabilelerinden Kurayzaoğullarıyla yapılan savaşta Ensar’dan Hallâd isminde bir Sahabi şehit düşmüştür. Arkadaşları Hallâd’ın annesine haber verip,
-Oğlun şehit oldu, derler.
Acılı ana üstünü başını örterek gözyaşlarıyla şehit oğlun yanına gelir. Bazıları garipser:
-Oğlun şehit oldu ve sen bu acına rağmen örtünmeyi ihmal etmiyorsun!?
Şehit anasının cevabı en az oğlunun şehadeti kadar anlamlıdır.
-Ben evladımı kaybettim, hayâmı değil.
Evlilik Ölçüleri
Henüz putperest olan zengin ve saygın konumdaki Ebu Talha, Müslüman hanım Ümmü Süleym’e evlenme teklif etmiştir. Ümmü Süleym’in cevabı ise hem çok akıllıcadır hem de çok Müslümanca:
-Sen benim filanca hizmetçimin yerde sürüklediği odun parçasına tanrı diye taparken ben seninle nasıl evlenebilirim?
Cevaptaki şok EbuTalha’nın aklını başına getirir. İman eder. Ümmü Süleym’le evlenir.
Mesudoğlu Abdullah’ın Ahiret ve Hesap Endişesi
Efendimiz’in kendisinden Kur’an’ı zevkle dinlediği ve “O, Cebrail’in okuduğu gibi okuyor.” dediği Sahabi’nin alimlerinden Mes’udoğlu Abdullah’ın yanında biri:
-Ben Ashab-ı Yemin’den (Kıyamet günü defterini sağ eliyle alacak olan cennetlik ve salih Mü’minlerden) bile olmak istemiyorum, ben Mukarreblerden (yaklaştırılmış, Kıyamet günü en yüksek makamlara ulaşmış Mü’minlerden) olmak istiyorum,” diyerek böbürlenmektedir.
Abdullah bin Mes’ud ise acı bir tebessüm içinde, kendisini kastederek:
– “Fakat burada öyle biri var ki öldükten sonra diriltilmek bile istemiyor” diyerek Rabbına karşı haddini bildiğini ve ahret hesap endişesini dile getirmişlerdir..
İmanın Alameti: Allah İle Peygamberinin Gerçekten Sevilmesi
Huzafe oğlu Abdullah’ı Aleyhisselatü Vesselam Efendimize şikâyet ederler.
– “Çok şaka yapıyor. Hep boş şeylerle uğraşıyor, ibadetlerde gevşek davranıyor…” derler… O (sav) ise, samimi ve gayretli bir Peygamber sevgisinin bir insana, diğer kusurlarına rağmen neler kazandıracaklarına işaret ederek:
– “Abdullah’ı bırakın… Çünkü o ALLAH ile Elçisini gerçekten seven ve sahiplenen birisidir” yanıtını verirler. Böylece Allah’ın Dinini ve Hak dava önderini gerçekten seven ve yürekten sahiplenen müminlerin kıymetine işaret ederler.
Yine Sahabeden birisi istisnai bir örnek oluşturmak üzere, cahiliyeden kalan içki alışkanlığını bırakamamıştır. Bir çok kez sarhoş yakalanır, ceza uygulanır. Sonuncusunda orada bulunanlardan biri, aynı çirkinliği defalarca yapmasına dayanamayarak:
– “ALLAH’ım ona lanet et! Ne kadar da içki içiyor ve bu zıkkımdan vazgeçmiyor” diye çıkışmıştır.
Resulullah (sav) Efendimizin yüzü bulutlanmış ve mübarek suratı asılmıştır:
– “Ona lanet okumayın. ALLAH’a yemin olsun ki, ben onu tanıyalı beri o hep ALLAH ile Peygamberi’ni sever ve gayretini çeker durumdadır” buyurmuşlardır.
Öyle ise, Allah ve Rasulune muhabbetin gereği ve göstergesi olarak, din gayreti çekmeyen, zalimlerden ve işbirlikçilerden nefret etmeyen kimselerin, zahiri takvası ne işe yarayacaktır?
Evet Allah’a imanın, Kur’an’a itaatın isbatı ve ölçüsü Hz. Resulune ve her asırdaki hak dava önderlerine uymaktır. “Ki Allah hak olmak üzere Kitabı ve Mizanı indirmiştir”[1] ayetindeki kitap Kur’an’ı Kerim, Mizan, yani ölçü ve örnek ise Hz. Peygamber Efendimizdir.
Bu nedenledir ki çeşitli bahanelerle Hz. Peygamberden izin alıp cihattan geri kalanların kalplerinin mühürleneceği ve hidayetlerinin kararacağı konusunda Mü’minler uyarılmaktadır.
“(Cihattan) geri kalan (ve kaytaranlarla) birlikte olmayı seçenlerin (ve dünya hayatına ve rahatına rıza gösterenlerin) kalpleri mühürlenmiştir.”[2]
Sahabenin Dünyasını Davasına Feda Etmesi
Sinanoğlu Süheybi Rumi esir olarak Mekke’ye götürülmüş, Bizans asıllı bir gariptir. Her anlamıyla garip. İslam’a ilk uyananlardan biridir. Süheyb. Ve zaman gelir, emir ve izin verilir, Medine’ye hicret günleridir. Süheyb de varını yoğunu toparlar, taşıyabileceğini yanına alır, taşıyamayacağını “dönersem alırım” deyip gizli bir yere gömerek Medine’ye yönelmiştir.
Fakat hain gözler, günlerden beri Sinanoğlu Süheyb’i süzmektedir. Mekke’den çıkar çıkmaz önü kesilir. Müşrikler pişkin pişkin sırıtırlar:
– Aramızda bir servet yaptın, şimdi böyle elini kolunu sallayarak çekip gitmene izin verir miyiz sandın?
Süheyb’in eli okuyla yayına gider:
– ALLAH’a yemin olsun ki, bilirsiniz, aranızda benden daha isabetli ok atan yoktur. Sadağımdaki oklardan her birini sizden birinin göğsüne yerleştiririm, ardından sıra kılıcıma gelir ve sonrası da ALLAH Kerim’dir.
Tehdidin ciddiyeti müşrikleri durduruvermiştir. Bilirler ki bu sözlerin hiçbiri kuru sıkı değildir. Süheyb, tam da dediklerini yapabilecek biridir.
Ve sonra iş, pazarlığa dökülür. Teklifi Sinanoğlu Süheyb yapar:
– Eğer isterseniz Mekke’de bıraktığım paranın yerini söyleyeyim, alın, sizin olsun. Ve beni de bırakın gideyim.
Bu teklif, her şeyi maddede arayanlara cazip gelmiş ve kabul edilmiştir. Süheyb ise bütün ömrünün maddi birikimini ve tüm dünyevi servetini vermiş, karşılığında Dinini garanti etmiştir. Sonra da Medine’de, Peygamberine, “ALLAH’ın Son Elçi”si Hz. Muhammed’e yetişmiştir. Peygamberi (sav), Süheyb’i kucaklarken bir yandan da müjdelemektedir:
– Ey Süheyb! Alışverişin karlı oldu, sen kazançlı çıktın!..
Ve o günlerde Sahabilerin dudaklarında yeni indirilen bir Ayet hiç düşmemektedir.
“İnsanlardan öyleleri de vardır ki, ALLAH’ın rızasını almak için kendini ve malını feda eder.”[3]
Ayet, Sinanoğlu Süheybi Rumi hakkında inmiştir.
Bilal-i Habeşi; Cihat Delisi!
Hz. Peygamber Efendimizin vefat etmesinin ardından, Bilal-i Habeşi de birçok Sahabi gibi Medine’yi terk etmek istemişti. Artık o da Hz. Muhammed’siz bir Medine’ye, O’nun hatıralarıyla dolu binlerce şeyi O’nsuz görüp vakit geçirmeye tahammül edemeyecekti. Geri kalan ömrü, İslamı yayma uğrunda ve cihad yolunda geçsin ve bu sayede Sevgililer Sevgilisi’ne bir an evvel erişsin istemişti.
Fakat Halife Hz. Ebu Bekir (RA) de Bilal’siz edemeyecekti ve içini yakan Hz. Resulullah hasreti, Bilal gibi yadigârlarla bir nebzecik olsun avunup dinsin düşüncesindeydi. Ve Bilal’ın defalarca yinelediği cihad iznini bir türlü vermezmişti.
Fakat iki ateşten Bilal’e ait olanı ağır basmıştı. Bir gün Halife Ebu Bekir’in, Cuma hutbesini okumak üzere minbere çıktığı anda Habeşli Bilal ayağa kalkıp Halife’ye şöyle seslenmişti:
– “Ey Ebu Bekir! Sen beni kendin için mi azad etmiştin, yoksa ALLAH için mi?”
Bu sorunun nerden çıktığını anlayamayan Halife Hz. Ebu Bekir şaşırmıştı; fakat cevabı netti:
-“ALLAH için!…”
Ve Bilal taşı gediğine yerleştirmişti:
– “Öyleyse izin ver bana, ALLAH için cihad edeyim!”
Hz. Ebu Bekir’e söyleyecek söz kalmamıştı. Ve Hz. Bilal, cihad etmek üzere Nurlu Medine’yi terk etmişti!.
Son Pişmanlık Alameti
Avfoğlu Abdurrahman son yıllarını yaşamaktaydı. Oldukça varlıklı ve saygındı. Oruçlu olduğu bir günün akşamında, önüne bol çeşitli bir iftar sofrası hazırlanmıştı. Hz. Abdurrahman dalgın dalgın sofrayı bakıp kendi kendine şöyle mırıldanmıştı:
“Umeyroğlu Mus’ab Uhud’da şehadete ulaşıp bu fani alemden ayrılmıştı. ALLAH katında benden üstün bir insandı; fakat vücudunun bütününü örtecek bir kefen bile bulamamıştı. Ayaklarını örttük, başı açılmış; başını örttük, ayakları açılmıştı. Hamza da benden üstündü; ama o da fakir olarak şehid olup ukbaya taşınmıştı. Sonra dünya bollaştıkça bollaştı ve bizi servet ve nimet kuşattı. Benim gibiler siyaset ve servet hırsıyla bazı olaylara bulaştı. Ve şimdi korkuyorum ki, bütün hizmet ve iyiliklerimizin karşılığı bu dünyada bize verilmiş olmasındı!.”
Abdurrahman Bin Arif o akşam ağlamaktan iftar yapamamıştı.
Evet, hatalarını itiraf ve pişmanlık ta büyüklük sayılırdı. Ama hiçbir pişmanlık, kaybettiklerini yerine koyamazdı. Asıl marifet, sonunda pişman ve perişan olunacak davranışları yapmamaktı.
En Sevdikleri Şeylerin Allah’a Ödünç Verilmesi
Bakara suresinin 245. ayeti iner: “Kim ALLAH için güzel bir ödünç verirse, ALLAH da ona kat kat fazlasıyla geri döner.”
Ve Ebu Dahdah inen Ayeti duyar duymaz soluğu ALLAH’ın Sevgilisi’nin huzurunda alır:
-Ey ALLAH’ın Elçisi, der, Yüce ALLAH bizden ödünç mü istiyor?
-Evet, ey Ebu Dahdah!
-Öyle ise uzat elini.
O en mübarek el uzatılır. Ebu Dahdah devam eder:
-Ben hurma bahçemi Rabbime ödünç veriyorum!
Bahçede altı yüz hurma ağacı vardır ve bu, o günün ölçüleri içinde önemli bir servet sayılır.
Sonra Ebu Dahdah geldiği gibi hızla, ödünç verilen bahçeye koşacaktır. Eşi ve çocukları olup bitenden habersiz, bahçede oturmaktadır. Ebu Dahdah hanımına seslenir:
-“Çocukları al ve bahçeden çık! Çünkü ben bu bahçeyi ALLAH’a ödünç verdim ve ahret hesabına yatırdım!” Çünkü Ashab-ı Kiram çok iyi bilmektedir ki; Allah cennet karşılığı müminlerin canlarını ve mallarını satın almaktadır.
İncelik ve Edep Dersleri
Hz. Ömer, Abdullahoğlu Cerir’in de bulunduğu bir sohbet meclisinde iken ortalığa nahoş bir koku yayılmıştır. Hz. Ömer’in keyfi kaçar ve sinirlenip bağırır:
– Bu kokunun sahibi kimse hemen kalkıp abdest alsın!
İnsanlar birbirlerinin yüzlerine bakıp durmaktadır. Sıkıntılı bir hava oluşmuştur.
İmdada yetişen Abdullahoğlu Cerir olur:
– Ey Mü’minlerin Emiri! Bütün cemaat kalkıp abdest tazelese daha isabetli olmaz mı?
Tebessüm, Hz. Ömer’in bütün yüzünü kaplamıştır:
– ALLAH seni rahmetiyle kuşatsın ey Cerir! Sen cahiliye döneminde çok güzel bir insandın ve şimdi İslam’ınla da ne güzel bir insansın.
Sahabilerin, Peygamberlerinden öğrendikleri en önemli şeylerden biri de; insan onurunun korunmasıydı. İnsanları mahcup etmek ayıptı ve İslama aykırıydı..
Kimseye Külfet ve Zahmet Yüklenmemesi
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) bir gün:
– Kim bana, kimseden bir şey istemeyeceğine söz verirse, ben de ona Cennet’e gireceğine söz veririm, buyurmuşlardı.
Ve Hz. Sevban atılarak, bu şartı kabullenip antlaşmayı imzalamıştı:
– “Ey ALLAH’ın Elçisi! Ben söz veriyorum.!” Sevban, kalan ömrü boyunca hiç kimseden hiçbir şey istemeden yaşamıştı. Bazen devenin üzerindeyken kazara elindeki değneği düşürse bile. Yerdekilerden istemez, iner kendisi alındı. O, Hz. Peygamberi’ne verdiği söz sadık kalacak, artık hiç kimseden hiçbir şey istemeden hayatını noktalayacaktı. Hz. Resulullah bu sözleriyle, insanlara yük olmamak, onlara zahmet ve külfet verip, kendimizi minnet ve töhmet altına sokmamak konusunda bizleri uyarmışlardı.
Resulullaha (sav) Hürmet Hassasiyeti
Ashab-ı Kiramın (ra) Efendimize (sav) karşı duydukları sevgi, eşine zor rastlanır bir saygıyı da içinde barındırırdı… O’nunla ilgili her konuda kılı kırk yaran bir hassasiyetle konuşurlardı…
Bir gün, Aleyhisselatü Vesselam Efendimize iki kez damat olma şerefine sahip olan Affan oğlu Osman, Üşeym oğlu Kubas’a merakla sormuşlardı. Çünkü Kubas ile Hz. Peygamberimizin doğum tarihleri, birbirine çok yakındır…
– “Sen mi daha büyüksün, yoksa ALLAH’ın Rasulu mü?”
“Büyüklükten” ne kastedildiği belli olmasına rağmen, Kubaş saygıyla toparlanarak:
-“ALLAH’ın Elçisi benden daha büyüktür. Doğumda ise ben ondan önceyim!” buyurmuşlardı.
Bu inceliğin bir benzerini de Hz. Resulullah’ın amcası Hz. Abbas gerçekleştirecektir… Amcasıdır ama aralarındaki yaş farkı çok azdır… Abbas da aynen Kubas gibi:
– “Hanginiz daha büyük, sen mi, ALLAH’ın Elçisi mi?” sorusunu
– ALLAH’ın Elçisi büyüktür, fakat ben ondan daha yaşlıyım” diye yanıtlayacaktır…
Bu gün etrafına şeyhlik ve siyasi şeflik taslayan kütüklerin, hizmetçisinden bahseder gibi, hiçbir saygı sıfatı kullanmadan “Muhammed… Muhammed…” diye hitap etmesine dayanamayıp kendisini uyaran izleyicisini, badigartlarına dövdürüp hastanelik etmesini hatırlarsak, Ashab-ı Kiramın edep ve terbiyesi daha bir anlam ve önem kazanmaktaydı!
Üstelik Kur’an’ı Kerim’de, Cenabı Hakkın “Ey Muhammed!” hitabına bile asla rastlanmamaktaydı. Rabbımız Taala’nın Habibine hitabı: “Ey Nebiy… Ey Resul..” şeklinde olmaktaydı. Öyleyse Efendimizi (sav) “Ey Muhammed” diye çağırmaktan utanmalıydı.
Sa’d’ın Nöbeti ve İstenmediği Halde Gerekenin Yerine Getirilmesi
Bir seferden henüz dönülmüşlerdir ve vakit gecedir… Medine’nin güvende olmadığı dönemlerdir… Hz. Peygamber Efendimizin henüz girdiği evinde:
– “Ne olurdu bu gece kapıda bir nöbet bekleyen olsaydı diye” içinden geçirdiği sırada dışarıdan sesler gelmektedir. ALLAH’ın Elçisi (sav):
– “Kim o?” diye seslenir.
Ebi Vakkas oğlu Sa’d cevap verir:
-“Benim Ey ALLAH’ın Elçisi!”
– “Ey Sa’d! Bu saatte seni buraya getiren nedir?”
– “Ey ALLAH’ın Elçisi! İçimden bir ses bana: “O’nun nöbetçisi yoktur. Belki bir kötülük yapmaya kalkışan olur” dedi. Endişelendim, uyku tutmadı geldim. Siz rahat edin, ben sabaha kadar nöbetteyim.”
Demek ki bazı hizmet ve özveriler için özel davet ve görevlendirme gerekli değildir. Bunu sadakat ve feraset ehli sezip, gereğini yerine getirmelidir.
Hz. Peygamberin Şefkati ve Meyveleri
Usal oğlu Sumame, Mekke’nin buğday kaynağı Yemame’nin hükümdarı ve namlı bir İslam düşmanıdır. Hz. Muhammed’i öldürmeye teşebbüs etmiş ama başaramamıştır… Her yerde her fırsatı kullanır. İslam’ın gelişmesini engellemeye çalışır…
Ve bir gün ilahi kader hükmünü uygulamış, Sumame Müslümanlarca esir alınmıştır. ALLAH Elçisi’nin arkadaşları Sumame’yi getirip, Medine mescidinin direklerinden birine bağlamıştır…
Hz. Muhammed (sav) sorar:
– “Ey Sumame, gönlünden neler geçiyor?”
– ” Ey Muhammed! Senden sadece hayır umuyorum!.. Eğer benim idamımı emredersen hakkın var, bir kanlı katili katledip kurtulursun. Eğer serbest bırakırsan, böyle bir iyiliğin altında kalmayacak birine iyilik yapmış olursun. O zaman da sana isteyebileceğinden daha fazla mal ve para veririm…”
“Kâinatın Övüncü” sadece tebessüm eder… Emreder, Sumame incitilmez… Direkte bağlı tutulduğu üç gün boyunca yemekleri peygamber evinden yollanır. Her gün ALLAH’ın Elçisi, kendisini ziyaret edip, aynı soruyu sorar, ama aynı cevapları alır… Bu üç günlük zoraki konukluk sayesinde Sumame, İslam’ı, Hz. Muhammedi ve müslümanları yakından ve gerçek sıfatlarıyla tanıma imkânını yakalamıştır.
Amaç gerçekleştiği için de, üçüncü gün ipleri bizzat Hz. Muhammed tarafından çözülmüş, kendisinden hiçbir karşılık istenmeden serbest bırakılmıştır…
Bu akıl almaz şefkat sayesinde, Sumame de diğerleri gibi, şoktadır. Öldürülmeyi beklerken hiç karşılıksız salıverilmenin sevinciyle Hz. Muhammed’in ellerine kapanır…
– “ALLAH’a yemin olsun ki birkaç gün öncesine kadar senin yüzün bana dünyadaki en sevimsiz gelirdi. Fakat şimdi sen bana “En Sevgili”sin.” Hemen şehadet kelimelerini söyleyip, müslümanlığı seçer… Ardından Mekke’ye gider ve tarihe ilk umre yapan müslüman olarak geçer… Müslümanlara yaptıkları zulüm ve düşmanlığa misilleme olarak Mekkeli müşriklerin buğdayını keser… Aç ve çaresiz Mekkeliler, Hz. Muhammed’in şefaatine sığınırlar… O emir verir buğday tekrar sevkedilmeye başlanır.
Hz. Ebubekir’in halifeliği döneminde, dinden dönenlerle yapılan savaşlarda Sumame şehid olup… Rabbine yürüyecektir!…
Dinine Değil, Nefsine Yönelik Haksızlıkları Bağışlamak Gerekir!
Tebük Savaşı için ordu hazırlanmakladır, çetin ve sıkıntılı bir ortamdır. Kıtlık, sıcak, münafıklar elbirliği etmiş, ordunun hazırlıklarına engel olmaya çalışmakta, Hz. Muhammed ise bütün gücüyle insanları “vermeye” çağırmaktadır.
Hz. Peygamberinin daveti karşısında kendini cihatla sorumlu hissedenlerden biri de, Medineli Zeydoğlu Ukbe’dir. Fakat öylesine fakirdir ki, verecek hiçbir şeyi bulunmamaktadır. Ve “mutlak yokluk” bile Ukbe için mazeret değildir. Hiçbir şey veremediği için vicdanı kan ağlamaktadır. Sancısının dayanılmaz hale ulaştığı bir gece yatağından kalkar; önce uzun uzun, gözyaşlarıyla yıkanan bir namaz kılar sonra da ellerini açar; Rabbine döner. Alabildiğine garip, hem ağlamakta hem de Rabbiyle konuşmaktadır:
-“Ey Rabbim! Sen bize cihadı emrettin. Fakat cihad; silah, binek, azık ve para gerektiren bir şeydir ve Sen şahitsin ki ben bunlardan hiçbirine sahip değilim. Ama Sen şahit ol ki ben bugüne kadar hangi Müslüman’dan hakaret ve haksızlığa uğramışsam, hangi Müslüman’da para, can ve şeref yönüyle bir hakkım kalmışsa ben bunların hepsini helal ediyorum.” Ey Rabbim! Sen kabul et! Verecek başka bir şeyim yok. Ben de Mü’min kulların üzerindeki haklarımı helal ediyorum.” der ve ağlamaktan katılır…
Sabah namazı vakti ise Mescid’de bir çift göz sevinç ve heyecanla cemaati süzmektedir. Bu gözler Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed’e aittir. Bütün cemaat toplandıktan sonra, seslenir:
-Bu gece sadaka veren kişi ayağa kalksın!
Kimse kalkmayınca Zeydoğlu Ukbe çekingen bir edayla doğrulup, Resulullah’a bakar.
-Ey Ukbe sana müjdeler olsun! Canımı kudret elinde tutan ALLAH’a yemin olsun ki, sadakan, en değerli sadakalar arasında kabul olundu!…
Uhud’ta Çetin Bir Günün Hikayesi!
Uhud’ta “vefakârlık ve fedakârlık çıtası” hemen hemen, bir daha hiç kimsenin atlamaya güç yetiremeyeceği bir yere çıkarılmıştır…
Hz. Peygamberimize canlı kalkanlık yapanlardan birisi de Ubeydullah oğlu Talha’dır. “En Sevgili”ye doğru inen bir kılıç darbesini son anda eliyle karşıladığından… Parmaklarını kaybedip, çolak kalmıştır… Hz. Muhammed’in etrafında döne döne çarpışmakta, bazen önüne atılmakta, bazen de arkasından gelen tehlikeleri savuşturmaktadır… Yayaralı Resulullahla birlikte Uhud dağına tırmanırlarken yüksek bir kayaya rastladıklarında eğilerek, bu kez de vücudunu O’na basamak yapmıştır.
Bir ara bayılıp yere yığılmıştır… Yüzüne dökülen suyun etkisiyle ayılıp kendisine geldiğinde ilk sorduğu
– “ALLAH’ın Elçisi ne yapıyor?” olacaktır. O’nun iyi olduğunu öğrenince:
-“ALLAH’a çok şükür! O iyi olduktan sonra her musibet hafiftir” diye sevinç gözyaşları akıtacaktır…
O gün, ALLAHIN elçisi “Ubeydullah oğlu Talha’ya cennetin vacip olduğu” müjdesini ulaştıracaktır.
O gün, ölünceye kadar sık sık tekrar edeceği üzere Hz. Ebubekir’in deyimiyle “bütünüyle Talha’nın bayramıdır!”
Sahabenin Gerçek ve Örnek Tevbesi!
Anlatan, Ebu Vakkas oğlu Sa’d’dır… Cennetle müjdelenen on zatın arasındadır.
Uhud’da çarpışmanın çok şiddetlendiği bir andı. Yanı başımda Cahş oğlu Abdullah’ı gördüm. Elimden tuttu, beni bir kayanın ardına çekti. Heyecanlıydı:
– “Sa’d,” dedi “şimdi sen dua et ben âmin diyeceğim, sonra da ben dua edeyim, sen âmin de”
– “Peki, olur” dedim. Sonra ellerimi açtım:
– “Rabbim!” dedim, “şimdi benim karşıma azılı bir düşman çıkar, onunla kıyasıya çarpışayım, önce bugünün hakkını vereyim, sonra da onu tepeleyeyim ve bu meydandan, Efendimiz’in önünde gazilik rütbesini takınmış olarak ayrılayım”
Cahş oğlu, gözleri kapalı, elleri açık, vecd içinde, derinden:
– “Âmin!” dedi
Sonra gözlerini açtı, uzaklara dikti. Belli ki Uhud’un çok ötesine bakıyordu:
– “ALLAH’ım!” dedi, inlercesine… “Benim de önüme en azgın ve zalim putperestler çıkar, ben de onlarla kıyasıya dövüşeyim, bu günün, bu yerin ve bu sınavın hakkını vereyim. Sonra o kâfirlerden biri beni şehid etsin. Sonra bana “müsle” yapsın… Gözlerimi oyup çokarsın, kulaklarımı, burnumu, dudaklarımı kesip koparsın; başım kanlar içinde topraklara bulansın, sonra Ey Yüce Rabbim o halimle Senin huzuruna varayım, Sen bana:
– “Abdullah! Gözlerini, burnunu, kulaklarını, dudaklarını ne yaptın?” diye sorasın: ben diyeyim ki:
– “ALLAH’ım! Onlarla Sana karşı çok isyan ettiğim, çok günahlar işlediğim o azalarımı Senin Sevgilinin huzurunda ve O’nu koruma uğrunda Uhud çölüne bıraktım ve Sana da böylece ulaştım” İçimden bu duaya “âmin” demek gelmemişti ama söz vermiştik:
– “Âmin!” dedim.
Sonra kılıçlarımızı çekip cihat meydanına girmiştik. Akşam iş bittiğinde, ben istediğimden de azılı kâfirleri tepelemiş bir gaziydim. Alacakaranlıkta Uhud sahrasında Abdullah’ı arayıverdim ona rasladığımda hayretler içindeydim. Tam istediği gibi kulakları, gözleri, burnu ve dudakları kesilip vucudu param parça edilmişti. Dua ettiği gibi kanlar içinde mübarek bir baş Uhud toprağına bulanmış yatıyor vaziyetteydi. Gayet memnun ve mesrur, şu sözleri tekrar ediyor gibiydi:
– “ALLAH’ım ben sana karşı çok isyan ettiğim, çok günahlar işlediğim…” azalarımı ve canımı Sana ve Resulullah’a kurban etmek isterim!…”
Peki bugün, dilleriyle hak dava öncülerine ve hayra davet edenlere hakaretler edip zalimlere ve işbirlikçilere övgü düzenler, yalan söyleyip iftira edenler. Elleriyle, gücü yettiğini dövenler, rüşvet alıp verenler, faizli ve hileli senetleri imza edenler; hain ve batıl partilere oy verip yetmiş milyonun başına bela edenler…
Gözlerini hain bakışlar ve pornolarla kirletenler…
Midesini haksız kazançla şişirip, kanını haramla besleyenler…
Evet ya bunlar nasıl tevbe etmeliydi?
Demek ki….
Demek ki….
Milli çözüm o yıllarda da varmış ve ben uyuyormuşum…
Bu yazıları şimdi okuyorum, ibret almayı Allah nasip etsin hepimize.
Bütün hizmet ve iyiliklerimizin karşılığı bu dünyada bize verilmesini neden hala istiyorum… İman nurum mu az:(