YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6630ba9ca3c74
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 5 6
Bugün : 9452
Dün : 29424
Bu ay : 723406
Geçen ay : 453014
Toplam : 23502370
IP'niz : 3.144.25.74

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

AKP’nin 4+4+4 diye gündeme getirdiği ve haftalarca kamuoyunu meşgul ettiği, yeni eğitim sistemi tartışmasıyla, asıl amaç:

  1. 1.Sözde “İmam – Hatiplerin orta kısmını açacağız” bahanesiyle, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini mecburi olmaktan çıkarmak
  2. 2.İleride Özerk Kürdistan’ın resmi eğitim dili yapılmasına yasal zemin hazırlamak üzere “Kürtçeyi seçmeli ders” olarak okutmaya başlamak
  3. 3.“Dindar AKP’ye karşı, kindar CHP’nin laiklik kavgası” ile toplum oyalanırken, BOP çerçevesinde Irak ve Libya gibi parçalanmaya hazırlanan Suriye müdahalesini meşrulaştırmak.
  4. 4.BDP’lilerin ve Suriyeli muhaliflerin itiraf ettikleri üzere, Suriye’de bir Kürdistan bölgesi oluşturmak.
  5. 5.Ve nihayet, Barzani’nin açıkladığı gibi, Türkiye’de de federatif Kürdistan’ı kurduktan sonra; Suriye, Irak, İran ve Türkiye parçalarını birleştirip BÜYÜK Kürdistan hedefine ulaşmaktır.

İnsana verilen AKIL; “şunlar doğru ise şunlar da doğrudur, bunlar yanlış ise bunlar da yanlıştır” şeklinde bir mukayese ve muhakeme (karşılaştırma ve uygun karar alma) hassasıdır. İyilikle kötülükleri, adaletle zulümleri, yararlı şeylerle zarar verenleri, güzellikle çirkinlikleri birbirinden ayıramayan, temyiz ve doğru tercih yeteneği bulunmayan insan, Kur’an’a göre aynı hayvandır.

  • Okuyup öğrenmeyen ve kendini yetiştirmeyen
  • Düşünüp değerlendirmeyen, doğru bilgiye ve gerçeğe önem vermeyen
  • Ülke ve bölge sorunlarını dert etmeyen
  • “İşini, aşını ve eşini” hayatının tek ve kutsal gayesi haline getiren
  • Yöneticilerinin çelişkili söylem ve eylemlerinin farkına varmayan, onların kirli ve çetrefilli ilişkilerini sorgulamayan insanlar, sürü psikolojisiyle hareket eden kuru kalabalıklardır.

Bu nedenle; “ABD ile çok iyi ve yağlı ballı, ama İsrail’le sürtüşmeli ve kavgalı olunacağına” ve AKP’nin bu yöndeki tutarsız tavırlarına inanmak elbette saflıktır. Hatta, aynı Siyonist odakların güdümündeki oluşumların bazen birbirleriyle zıtlaşmaları ve atışmaları bile kendilerine verilen görev icabıdır. Şimdilerde çok konuşulan CEMAATLE HÜKÜMET kavgası da, bir nevi, aynı elin parmaklarının birbirlerini kaşımasıdır. Çünkü aynı patronların piyonları, sadece Karagöz-Hacivat misali, sahneye çıkıp halkı oyalayan ve kendilerine verilen rolü oynayan figüranlardır. Bu figüranların, bazen kendilerini rollerine fazlaca kaptırmaları, hatta figüranlıklarının farkına bile varamamaları, kimseyi yanıltmamalıdır.

Şimdi soralım:

İran’ı vurmaya hazırlanan İsrail’e füze kalkanı desteği sağlayan Recep T. Erdoğan’ın, kurusıkı atıp tutması ne kadar inandırıcıydı?

İran’a saldırı konusunda ABD kamuoyu kararsızdı, hatta karşıydı. Özellikle Irak ve Afganistan rezaletleri nedeniyle ABD’nin yeni ve daha büyük bir maceraya atılması beklide bir felaketle sonuçlanacaktı.

İsrail Dışişlerinin, Tiflis ve Yenidelhi büyükelçiliklerine saldırı senaryoları da İran’ı suçlamak ve saldırıya zemin hazırlamak hesaplıydı. Tabi asıl hedefin İran değil, Türkiye olduğu ise, özenle saklanmaktaydı.

MOSSAD’ın patronu Tamir Pardo‘nun sessiz sedasız yaptığı ABD ziyareti, Washington’da öncelikli gündem maddesinin İran olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştı. Pardo’nun temasları medyadan gizli tutulmuştu, ancak ABD Senatosu İstihbarat Komitesi Başkanı Dianne Feinstein’in bir televizyon programında ağzından kaçırdığı bu ziyaret, ortalığı karıştırmıştı.

Medyada çıkan haberlere göre, ABD istihbaratının en tepesindeki isim olan Ulusal İstihbarat Bürosu Başkanı James Clapper’ın yanı sıra, CIA Başkanı ve Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral David Petraeus, FBI Başkanı Rober Mueller ve Dianne Feinstein’in katıldığı istihbarat komitesi toplantısında Pardo, 2012 yılının İran’ın nükleer silah üretme konusunda kritik yıl olduğunu hatırlatmıştı. Bunu bir ölüm kalım meselesi olarak gördüklerini anlatan Pardo, bu yılın bahar aylarında İran’ı vurma konusunda kararlı olduklarını vurgulamıştı.

İsrail yönetiminin İran’ın nükleer tesislerini vurma noktasındaki tehditleri son zamanlarda artmıştı. Özellikle Savunma Bakanı Ehud Barak’ın İran’a saldırı düzenlenmesi tezini ısrarla savunduğu konuşulmaktaydı.

Nitekim, ABD medyası da son birkaç haftadır ısrarla İsrail’in bu yıl içinde İran’ı vuracağı iddiasını gündeme taşımaktaydı. “İsrail İran’ı vuracak mı?” sorusunu kapak konusu yapan New York Times Magazine, Ronen Bergman’ın; İsrailli bakanlar, komutanlar ve istihbarat yöneticileriyle görüşerek kaleme aldığı 13 sayfalık bir makalesini yayınlamıştı. Ehud Barak ve MOSSAD yöneticilerinin görüşlerine de yer verilen makalede, İsrail’in 2012’de İran’ı vuracağı yazılmaktaydı.

Bu konuda ikinci önemli iddia ise Washington Post yazarı David Ignatius’tan gelmiş, ABD Savunma Bakanı Leon Panetta’nın İsrail’in Nisan-Mayıs aylarında İran’ı vuracağını söylediğini açıklamıştı.

NATO toplantısı için Brüksel’de olan Panetta, gazetecilerin bu iddiayla ilgili sorularına, “Yorum yapmıyorum” diye cevap verirken, “Haberi yalanlıyor musunuz?” ısrarı üzerine “Hayır, sadece yorum yapmıyorum. Ne düşündüğüm ve olayları nasıl gördüğüm sadece beni ilgilendirir” sözleri anlamlıydı.

İran’a yönelik saldırı ihtimali, ABD başkanlık seçimlerinin de en önemli tartışma konusuydu. Aralarında adaylık konusunda kıyasıya rekabetin yaşandığı Cumhuriyetçi aday adayları, askeri bir müdahale konusunda ısrarcı olurken, İsrail’in saldırı çağrısına mesafeli duran Obama’nın, yaptırımlara ağırlık verilmesi taraftarı olduğu belirtiliyordu.

Peki, ABD yönetimi İsrail’in ısrarları yüzünden İran’a müdahaleyi göze alır mıydı? İran’a saldırı konusunda ABD kamuoyu kararsızdı. Özellikle Irak ve Afganistan tecrübesi nedeniyle ABD’nin yeni ve daha büyük bir maceraya atılmasına çok sıcak bakılmıyordu. Ancak Ulusal İstihbarat Bürosu Başkanı James Clapper’ın yaptığı açıklama son derece ilginçti. İran’ın ABD topraklarında terör saldırılarına hazırlandığını iddia eden Clapper, ABD Senatosu İstihbarat Komitesi’ne sunduğu yıllık Küresel Tehdit Değerlendirmesi raporunda İran’ı ABD’ye yönelik en ciddi tehdit olarak gösteriyordu. Clapper, Bin Ladin’in öldürülmesi sonrasında El Kaide’nin ABD topraklarına yönelik saldırılar açısından ikinci plana indiğini, asıl tehdidin ise artık İran’dan beklenmesi gerektiğini söylüyordu.

Clapper’ın açıklamaları, bazı medya organları tarafından “false flag” yani “sahte bayrak” operasyonu olarak değerlendiriliyordu. Kamuoyunu yanıltmak için tasarlanan ve belli bir ülke tarafından yapıldığı izlenimi verilen eylemlerle, söz konusu ülkenin hedef haline getirilmesini amaçlayan “sahte bayrak” operasyonuyla ABD içinde İran’a tepkilerin arttırılabileceğini belirten medya organları, 11 Eylül saldırısının da benzer bir uygulama olduğu iddiasını ortaya atıyordu.

Hatırlayacaksınız Ekim 2011’de İranlı teröristlerin Suudi Arabistan’ın Washington büyükelçisine suikast planı yaptıkları iddia edilmiş, bir Hollywood filmini andıran plan ABD medyası tarafından bile kuşkuyla karşılanmıştı. Bu olay ve Clapper’ın açıklamaları, ABD ve başka ülkelerde İranlılar tarafından yapıldığı söylenen bir takım eylemlerle dünya kamuoyunda İran karşıtı bir havanın oluşturulması mı sağlanacak sorusunu akla getiriyordu. Bu arada, “Ya İran ve Suriye anlaşıp, Hizbullah’ı da yanlarına alıp Golan Tepelerine ve İsrail’e saldırırsa ve tabi Çin ve Rusya’yı da arkalarına alırsa?!” sorusu safdiriklerin değil, sadece Siyonistlerin uykusunu kaçırıyordu.

Hatırlayalım: İran’ın Tahran Araştırma Reaktörü’nde kendi ürettiği nükleer yakıt çubuklarını kullanmaya başladığı açıklanıyordu. İran devlet televizyonu, yerli üretim dördüncü nesil uranyum zenginleştirme santrifüjlerinin de kamuoyuna sunulduğunu duyurmuştu.

İran 6 Avrupa Birliği ülkesine petrolü kesiyordu

İran kendisine 1 Temmuz tarihinden itibaren petrol ambargosu uygulama kararı alan 6 Avrupa Birliği ülkesine petrol ihracatını durdurduğunu açıklıyordu. Bu ülkelerin Hollanda, İspanya, İtalya, Fransa, Yunanistan ve Portekiz olduğu belirtiliyordu.

İşte yalakaların tutarsız yorumları!

“Bu krizden kimler çıkar sağlayabilir? Türkiye dışından en büyük çıkarı sağlayacak ülke İsrail olarak görülüyor. Bu krizin çıkartılmasını tahrik eden İsrail-MOSSAD planı, bir yandan Başbakan’dan Davos’taki ‘one minut’in intikamını alırken, bir yandan da MİT’in başında kendileri açısından tehlikeli gördükleri, gayretli ve vatansever bir devlet yetkilisini yıpratarak MİT’e darbe vurmaya çalışıyorlar” diyen AKP yalakası Hasan Celal Güzel açıkça gerçekleri çarpıtmaktaydı.

Benzer yorumlar günlerdir devam ediyordu. Ancak, bu yorumu bir gazetede İsrail-ABD tatbikatı ile ilgili olarak “İsrail attı, Kürecik seyretti” başlıklı haber ile birlikte değerlendirince ister istemez insanın kafası karışıyor ve “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” demekten kendisini alamıyordu. Yani İsrail’in ülkemize yönelik faaliyetleri biliniyorken, her türlü terör olaylarına destek verdiğine dair devletin elinde bilgiler varken -en azından ben öyle düşünüyorum- ve son olarak yaşanan MİT krizinin arkasında İsrail-MOSSAD’ın olduğu hususunda tereddütsüz yorumlar yapılıyorken Malatya’ya yerleştirilen Füze Kalkanı’nın anlamı ne oluyordu? Bir ülke aleyhine bir başka ülkenin istihbaratına hizmet edecek, onun güvenliğini korumaya dönük bir sisteme ülkemiz topraklarında niçin izin veriliyordu? Bu noktada yukarıya başlığını aktardığım haberin özetini vermek ve okuyucularımı konu üzerinde bir kez daha düşünmeye davet etmek istiyorum: “ABD ile İsrail Cuma günü, İran’ın olası füze saldırısının tatbikatını yaptı. Bir F-15 uçağından İsrail yönüne atılan füze, hem İsrail’deki hem de NATO’nun füze kalkanı projesi kapsamında Malatya Kürecik’te kurulan radardan an be an izlendi. İsrail basınına göre tatbikat için İsrail’le veri paylaşımına çekince koyan Türkiye’den izin alındı.”

Gelin şimdi bu işi doğru dürüst değerlendirin. Bir yandan İsrail’in ülkemiz aleyhine faaliyetleri hususunda Sn. Başbakan gibi horozlanıyoruz, ama aynı İsrail’i güya İran’dan gelecek bir tehlikeye karşı koruma görevini biz üstleniyoruz. Bunun mantığı olabilir mi? Bir ülke düşmanını korumak için hem dostluklarını ve ilişkilerini tehlikeye atar hem de kendi topraklarını saldırıya açık hale getirir miydi? Yani biz dost ve düşmanımızı bilemiyor muyuz? Yoksa biliyoruz da ABD-İsrail ortaklığına mahkûm muyuz?[1]

Zinayı suç olmaktan ve ceza almaktan çıkaran, ilköğretim ve liselerde Milli Eğitim tavsiyeli yardımcı ders kitaplarında açıkça porno reklamı ve şehvet azdırıcılığı yaptıran bir AKP’nin “Dindar nesil yetiştirme” iddiaları ne derece tutarlıydı?

İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından öğrencilere okuma alışkanlığı kazandırmak ve bu alışkanlığın sürekliliğini sağlamak amacıyla yürütülen ‘Yazarlar Okullarda’ projesi kapsamında dağıtılan kitaplarda skandal ifadelere rastlanmıştı. Kayaşehir Anadolu Lisesi ve Bahçeşehir Atatürk Anadolu Lise’si öğrencilerine dağıtılan kitaplarda pornografik ve İslam inancını aşağılayıcı ifadeler olduğu ortaya çıkmıştı.

Öğrencilere dağıtılan Nilüfer Kuyaş’ın yazdığı ‘Adadaki Ev’ isimli romanda eşcinsellik ve grup seks övülürken, nikâh ve İslami değerlerin aşağılandığı gözlerden kaçmamıştı. Üstelik bu pornografik, ahlaksız ifadelerin yer aldığı kitaplar belli bir ücret karşılığı öğrencilere zorunlu olarak satıldığı anlaşılmıştı.

Eş cinsellik övülüyor

Dağıtılan kitapların 354. ile 363. sayfaları arasında geçen ifadeler kitabı okuyan öğrencileri şoka sokup yüzünü kızartmıştı. Kitapta: “… Esra için önemli olan Vassa’ya (bayan) bir gece daha sahip olmaktı… (Ayhan Ömer’e) benimde bazı hislerim var, belki de iki taraflıyım, dedi. Ne önemi var ki, birbirimize sarıldık sonunda… Esra’nın önü sıra yürüyen iki adam da eşcinsel değildi ama birbirlerini arzuladıklarını görmüştü” ifadeleri yer almaktaydı. Esra’nın o an çılgınca bir fikir geldi aklına. Oracıkta şimdi, ikisiyle birlikte (iki erkekler aynı anda) sevişmek istiyordu. İkisini de elinden tutup kendine çektiğini, onların da bunu bekliyormuş gibi hevesle üzerine eğildiklerini, hiç bir şey konuşulmadan öpüşmelerin, okşamaların yoğunlaştığını…” yazmaktaydı.

Nikâh aşağılanıyor, zinaya teşvik ediliyor

Çocukların aklını bulandırmak için dağıtılan bu ahlaksız kitabın devamında nikâhın ve bekâretin önemsiz olduğu vurgulanırken çocuklar açıkça zinaya teşvik ediliyordu. İşte kitapta geçen o ahlaksız ifadeler: … Erkekleri tanımak da bekâret mührünü çözmekten geçiyor. Zaten evliliğe karşısın, o garip kurum sana göre her kötülüğün kaynağı… Şimdi tek pişmanlığı, Reşit’e (kocası) bakire gelmiş olmak. Evlilik öncesi Kayahan’la (eski sevgilisi) ya da başka bir erkekle sevişmemiş olmak” (syf. 240)

Milli değerler de horlanıyor

Liselere dağıtılan Nilüfer Kuyaş’ın ‘Adadaki Ev’ adlı kitabında milli değerlerimiz de aşağılanmaktaydı. Ayrıca anneye ve babaya saygının da hor görüldüğü bu kitapta öğrencilerin büyüklerine hürmet ve edep duyguları yok edilmeye çalışılmaktaydı. Konu ile ilgili kitapta: “…Ömer, büyük bir Cummings hayranı; arada senin hatırın için Türk şairleri de okuyor ama küçümseyerek. Türkçeden ve Türkiye’den nefret ediyor, kaçmak istiyor, kaçışı da İngilizce şiir okumak” (syf: 93) ifadeleri yer almaktaydı.

Toplu iğne dahi üretemediğimiz yıllarda Milli Görüş Lideri Merhum Erbakan’ın kurduğu yüzde yüz yerli sermayeli “Gümüş Motor”un kapısına kilit vuran bir AKP iktidarından milli ve haysiyetli atılımlar beklemek, akıllılık mıydı, yoksa alıklık mıydı?

Oysa, ABD, 2009 yılında ülkenin sembol markası olan General Motors’un batmasına göz yummamış, verdiği 52 milyar dolarlık devlet desteği ile kurtarmıştı. Türkiye ise ilk milli sanayi örneği olan dizel motor üreten Gümüş Motor’a sahip çıkamayan bir ülke konumundaydı. Bu tablo; “motorda sembolik şirketine dahi sahip çıkamayan bir AKP’nin nasıl olacak da yerli otomobil yapabilecek?” sorusunu akıllara taşımalıydı.

Hyundai ve Kia yokken Gümüş Motor vardı

Hyundai ve Kia’nın esamisinin okunmadığı yıllarda ilk dizel motorunu ‘Gümüş Motor’ olarak üretmeye başlayan ve Erbakan’ın ismiyle birlikte anılan Pancar Motor, ilk kez 1992 yılında ciddi bir ekonomik krize girmişti. Yerli sanayinin canlı örneği olan fabrikada yaşananlara duyarsız kalmayan dönemin DYP-SHP hükümeti, fabrikanın yaşaması için hibe kredi desteği sağlamıştı. “Yerli otomobil” için halkın avutulduğu bir dönemde Erdoğan hükümeti, fabrikada yaşananlara duyarsız kalarak kapanmasına yol açmıştı. Çünkü AKP, Erbakan’a ait ne varsa kökünü kazımak için iktidara taşınmıştı.

PKK’nın şehir yapılanması olan, KCK terör teşkilatını MİT elemanlarına kurdurtan ve eylem yaptıran bir iktidardan, anarşiyi bitireceğini ummak akılla bağdaşmazdı!

Kurumlar arası güven bunalımı, ülkeyi kaosa sokacaktır!

Türkiye’de son kriz, PKK/KCK soruşturmasını yürüten savcılığın MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski MİT Müsteşarı Emre Taner ve eski MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş’in “şüpheli” sıfatıyla ifadeye davet edildiğinin ortaya çıkmasıyla başlamıştı.

Başbakan Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması akıllara Oslo’da “Demokratik Açılım” çalışmaları kapsamında PKK yöneticileriyle yapılan görüşmeyi hatırlatmıştı.

Hükümet ise MİT krizini MİT Kanunu’na yapılacak eklemeyle aşmaya çalışmıştı. Kapsamlı bir hukuki reformun gerekli olduğu aşikâr iken “Günü Kurtarma” olarak nitelendirebilecek bu hamle ileriki zamanlarda meydana gelebilecek krizlerin de temeli atılmıştı.

Emniyet müdürlerinin görevden alınması gizli çekişmenin kanıtıdır

Savcılığın fidan’ı ifadeye çağırdığının ortaya çıktığı günün ertesinde İstanbul Emniyeti’nde KCK dosyasını yürüten iki emniyet müdürünün görevden alınması ise MİT ile Emniyet çekişmesinin kanıtıydı. Hükümet, söz konusu müdürlerin görevden alınmasıyla MİT’in yanında olduğunu ortaya koymaktaydı. Böylece, “Yargı ile Emniyet bir yanda, Hükümet ile MİT diğer yanda” görüntüsü ortaya çıkmıştı. Bunların ardından, İçişleri Bakanlığı emriyle, KCK soruşturmasında görevli 12 Emniyet Amirinin daha görevinden alınması, kafaları iyice karıştırmıştı.

MİT’teki KCK mı, KCK’daki MİT mi? Sorusu hala yanıtsızdı.

Fidan’ın ifadeye çağrılmasına neden olan iddialar ise çok vahimdi. Savcının elinde olduğu ileri sürülen belgelere göre MİT, PKK’nın çatı yapılanması olduğu iddia edilen KCK içerisine kendi ajanlarını yerleştirmişti. Ve bu ajanların KCK’daki ipleri eline aldığı söylenmekteydi. Yapılan birçok sansasyonel eylem ise önlenmemişti. Hatta PKK lideri Abdullah Öcalan ile Kandil arasındaki mesaj trafiği MİT vasıtasıyla gerçekleşmişti. Vatandaşların kafasındaki soru işaretlerinin giderilmesi için bu iddiaların da aydınlatılması hayati öneme sahipti.

Kazanan kim, kaybeden kim olacaktı?

Bu gelişmeler üzerine Fidan’ı ifadeye çağıran savcıdan KCK soruşturması alınıyordu. Durumu televizyonlardan öğrendiğini açıklayan ve “Başsavcılığın takdiridir. Biz görevimizi yaptık” diyen savcı Sadrettin Sarıkaya Özel Yetkili olarak Beşiktaş Adliyesindeki görevine devam ediyordu.

Perde arkasında konuşulanlar işe çok daha başkaydı. Hükümet, Yargı, MİT ve Emniyet’in başrolde olduğu krizin görünenden çok daha farklı olduğu yorumları yapılıyordu. İddiaya göre devlet içindeki egemenliklerini ve nüfuz alanlarını korumak ve daha da etkinlik kazanmak isteyen gruplar birbirine karşı savaş açmışlardı. Şimdi bu AKP mi ülkeyi koruyup kollayacaktı?

Kriz şöyle patlamıştı:

  • İfade krizinin patlama noktası; birileri, “Özel yetkili savcının önüne MİT ile terör örgütü arasında imzalanan Oslo protokolünü koymuşlardı. Belgede, Hakan Fidan da dahil diğer devlet yetkililerinin imzaları var”mış. “MİT, örgüt yöneticileri ile görüşebilir ama hiçbir devlet yetkilisi terör örgütü ile resmi mutabakat yapıp bunun altına imza atamazdı… Bu resmi suçtur” kanaatine varmıştı ve özel yetkili savcının belgeyi görünce yapacak bir şeyi kalmamıştı.
  • 20 Eylül 2011 tarihinde Ankara Kumrular Sokağı’ndaki büyük patlama enteresandı. İddiaya göre, patlamadan yaklaşık yarım saat önce Kumrular Sokağı’ndaki bir simit kafede oturan iki emekli istihbaratçıdan biri diğerine “Hayatımda bu kadar istihbaratçıyı bir arada görmedim. Hayırdır Başbakan falan mı geçecek buradan!..” diye takılmıştı. Yani o bölgede o saatlerde çok sayıda istihbaratçı olduğu iddiası vardı. Bu iki emekli istihbaratçı o kafeden ayrıldıktan yarım saat sonra patlama yaşanmıştı.
  • Uludere olayının hemen ardından: O bölgede Bahoz Erdal kod adlı Fehman Hüseyin’in de bulunduğu önemli bir PKK’lı grubun farkına varıldığı, içeriden MİT’e bilgi ulaştığı, MİT’in de bu istihbaratı askere aktardığı iddiaları vardı. Denilen o ki; “MİT, aldığı bu bilgiyi Genelkurmay’a ilettikten sonra paylaşma bilgisini PKK içindeki muhbirine de yollamıştı. Terör örgütü elebaşları da o muhbirden aldığı bu bilgi çerçevesinde kaçakçıları o bölgeye yönlendirmiş ve terörist zannıyla öldürülmelerini sağlamıştı.

Unutmayın hakkında yakalama kararı çıkarılan eski MİT Müsteşarı Emre Taner, AKP politikaları çerçevesinde Barzani ile direkt muhatap olan ve sözde Kürdistan’ın kurulmasında ve iktidarın “Kürt açılımı”nda önemli payı olan bir bürokrattı. Türk Devletinin kırmızıçizgilerinin birer birer yok edildiği dönemin başlangıcında Emre Taner’in nasıl bir rol üstlendiğini açık kaynakları tekrar karıştırarak rahatça anlama imkânı vardı.”[2]

Ve işte bütün bunlar sorgulanamazdı, hatta bu konu ile ilgili soru bile sorulamazdı, çünkü Türkiye’de ileri demokrasi vardı!

CHP’nin AKP’den farklı olduğunu sananlar da aldanmaktaydı. Örneğin, CHP ile hiçbir ilgisi ve hizmeti olmadığı halde, aşağıdaki isimleri Kemal Kılıçdaroğlu’nun listesine hangi odaklar sokmuşlardı?

“Birgül Ayman Güler (Mümtaz Soysal’ın BCP’sinde Genel Başkan Yardımcısıydı, CHP’ye Genel Başkan Yardımcısı oldu), Faruk Loğoğlu (Mustafa Sarıgül ile beraberdi), Sezgin Tanrıkulu (PKK’lıların avukatlığını yapmakla tanınıyordu. CHP’ye Genel Başkan Yardımcısı oldu), Hasan Akgöl, Sabahat Akkiraz, Ömer Süha Aldan (Kılıçdaroğlu’nun da ifade verdiği Neşter Davası’nın savcısıydı), Aytuğ Atıcı, Aydın Ayaydın (Daha önce ANAP’taydı), Sinan Aygün (DP’li), Hüseyin Aygün (EMEP Tunceli Merkez İlçe Başkanı), Mustafa Balbay, Metin Lütfi Baydar, Ercan Cengiz (Bazı gazetecilerin de suçlandığı Etibank Davası savcısı), İlhan Cihaner, Aytun Çıray (DYP ve DP’li), Ayşe Eser Danişoğlu, Orhan Düzgün, Celal Dinçer, Oktay Ekşi, Aykan Erdemir, Aykut Erdoğdu, Recap Gürkan, Mehmet Haberal (Süleyman Demirel kontenjanı), Osman Korutürk, Kazım Kurt (DSP ve Sarıgül hareketi), Sedef Küçük, Ali Haydar Öner, Engin Özkoç, Ali Özgündüz (Caferilerin liderlerinden), Ali Serindağ, Müslim Sarı, Emine Ülker Tarhan (CHP Grup Başkan Vekili oldu), Turhan Tayan (Eski DYP milletvekili), Binnaz Toprak (Yetmez, ama evet dedi, “CHP’ye oy vermeyin” çağrısı yaptı), Faik Tunay (Eski ANAP’lı, Sarıgül ile birlikteydi), Rahmi Aşkın Türeli ve Rıza Türmen.” Önder Sav, yine isim vermedi, ama üstü örtülü olarak CHP’nin 2. Adamı Nihat Matkap’ı da hedef tahtasına koydu. Çünkü, Nihat Matkap daha önce SHP’de politika yapıp, CHP ile mücadele etmişti. 2002 seçimlerinde de Hatay’dan bağımsız aday olup seçilememişti. Buna karşılık, aldığı 48.000 oyla CHP’nin 2 milletvekili çıkartmasını önlemişti.”[3]

Yani AKP hükümeti de, CHP muhalefeti de, Siyonist merkezlerin dümen suyundaydı. Ve zaten muhalefeti de, kendilerinden olmayan hiçbir işbirlikçi iktidar, başarılı olamazdı!?

 

 

 

 

 



[1] Abdülkadir Özkan / Milli Gazete

[2] Ahmet Takan / Yeniçağ / 11 Şubat 2012

[3] Emin Pazarcı / Takvim / 16 Şubat 2012

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Rahmet PAKGÜL

Rahmet PAKGÜL

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx