YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
662f41cb9e8b9
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 5 4
Bugün : 6390
Dün : 29208
Bu ay : 690920
Geçen ay : 453014
Toplam : 23469884
IP'niz : 3.145.17.46

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Ülke tarihine yön vermiş ve büyük değişim ve devrimler gerçekleştirmiş olan şahsiyetleri; kalıplaşmış klasik övgülerle, kuru ansiklopedik bilgilerle veya sloganik cümlelerle anlatmak, çoğu zaman bizi gerçeklerden uzaklaştırır. Mustafa Kemal gibi önderleri; kasıtlı oluşturulan ön yargılarla, ya tabulaştırıp yarı tanrı konumuna sokanların veya Onu din düşmanı ilan edip dışlayanların, her ikisi de istismarcı ve gerçeği saptırıcıdır. Her insanın asıl niyetini ve mahiyetini hakkıyla bilen ve hesaba çekip değerlendiren Cenabı Allah olduğuna göre, bize düşen böylesi kişilerle ilgili, resmi veya hususi basmakalıp “OLGU”lardan ziyade; Millet şuuruna, barışına ve medeniyet yarışına katkı sağlayacak bilinçli ve gerçekçi “ALGI”lar oluşturmaktır.

LAİKLİK te, onlarca farklı tanımı ve uygulaması yapılan çağdaş bir kavramdır. Kapitalist ülkelerden sosyalist yönetimlere, diktatörlüklerden dini hükümetlere kadar, birbirinden çok farklı ve aykırı Laiklik tatbikatına rastlanmaktadır ki, bizce bu doğru ve doğal olandır. Çünkü her toplumun kendi dinine, tarihine, Mili geleneklerine ve asri gereksinimlerine göre bir Laiklik tanımı ve tatbikatı geliştirmesi bir ihtiyaçtır.

İslam’ı bilen, çağdaş şartları ve standartları da gözeten birisi olarak, kanaatimizce ülkemizde laiklik; dinle devletin çatışması değil barışması temeline oturtulmalıdır. Evet, dini hizmetlerle devlet işlerinin birbirine karıştırılması ve böylece dinin siyasetin bir istismar ve suiistimal aracı yapılması elbette yanlıştır, yozlaştırıcıdır. Dinin toplumdan ve devlet kurumlarından tamamen dışlanması ve düşman tavrı alınması ise çok daha yanlıştır ve yıkıcıdır. Doğrusu, dinle devletin barışması, dayanışması ve her birinin kendi sahasında topluma hizmet sunmasıdır. Ve işte Atatürk’ün Laiklik anlayışı da bu yaklaşıma uygun bulunmaktadır. Çünkü bir Milletin değişik unsurlarını birbirine bağlayıp kaynaştıracak ve ülkede dirlik ve düzeni sağlayacak olan ve “toplumsal sözleşme metinleri” sayılan anayasalar ve kanunlar yapılırken, Milli Kurumlar ve kurallar oluşturulurken o Milletin dinini, manevi değer ve dinamiklerini yok saymak ve hesaba katmamak hem yaralayıcı ve yararsızdır, hem de zaten imkânsızdır. Mustafa Kemal de bu gerçeğin elbette farkındadır.

Ve zaten Atatürk dinin siyasal hayat üzerindeki hâkimiyetine ve istismar niyetine karşı çıkmıştır. Yoksa dinin ilahi öğretilerine, öz itibariyle hiç bir şekilde müdahaleye kalkışmamıştır.[1]

Türkiye’de laiklik ülkemizin özel şartları gereği, dünyadaki pek çok laiklik anlayışından farklı bir görünüm kazanmıştır. Özellikle Atatürk’ten sonra Laiklik “dinin tamamen dışlanması ve İslam’a düşmanlık yapılması” şeklinde yozlaştırılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında devlete ve devrimlere yönelik olarak ortaya çıkan dini kisveli muhalefeti etkisiz kılmak için sarf edilen çabalar, maalesef Türkiye’de laikliğin “irticayla mücadele” olarak anlaşılmasına yol açmıştır.

Mustafa Kemal: “Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün bu yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetine kavuşması demektir. Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi; sahte dindarlıkla ve hurafeci kafalarla mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını vermektedir” diyen insandır.[2] Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Atatürk, Diyanet İşleri Başkanlığına kamu kurumları arasında yer vermiş ve ilk anayasasından itibaren anayasal teminat altına almıştır. Bizdeki laiklik, “din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde kendine özel bir laiklik anlayışıdır. Laiklik dinin yerini tutacak bir düzenleme olmadığı gibi, din karşıtı bir düzenleme de değildir. Vatandaşımız dindar olmakta, dinini yaşamakta özgür olduğu gibi, devletin bu konuda hizmeti de bir kamu hizmeti niteliğindedir.

Din Hizmetlerinin Görülmesi: Diyanet İşleri Başkanlığı

Diyanet İşleri Başkanlığı, Atatürk’ün bizzat kurduğu kurumlardan birisidir.1924 yılında Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılmasıyla, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Diyanet işleri Başkanlığı, dini konularda yetkili kılınmış ve din hizmetlerinin devamı devlet eliyle sağlanmıştır. Böylece Atatürk, din adamlarını bir devlet teşkilatı olan Diyanet İşleri Başkanlığı çatısı altında toplamıştır. Oluşturulan bu kurum sayesinde dinin doğru anlaşılması ve yaşanması hedeflenmiştir. Bu alanda çıkartılan kanunun birinci maddesi şu şekildedir:

Türkiye Cumhuriyeti’nde muamelat-ı nasa dair ahkâmın teşrii ve infazı Türkiye Büyük Millet Meclisi ile teşkil ettiği hükümete ait olup, din-i mübin-i İslam dininin; itikat, ibadet ile ilgili bütün kural ve uygulamaları, dini kurumların yönetimi ve denetimi yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilgi ve yetksi’ne bırakılmıştır. Dini kurumların cami ve mescitlerin yönetimi, müftü, vaiz, imam-hatip ve müezzin-kayyımların atamaları Diyanet İşleri Başkanlığına verilmiştir.[3]

Bir gün Necip Ali, Atatürk’e: “Efendim, Münir Hayri namaz kılar!” dedi.Bunun üzerine Atatürk ile Münir Hayri arasında şöyle bir konuşma geçti.

-Sahi mi? -Evet paşam.

-Niçin namaz kılıyorsun?

“Namaz kılınca içimde bir sessizlik ve huzur hissediyorum!”

Atatürk, çevresinde bulunanlara dönerek:

“Batmak üzere olan bir gemide bulunsanız, herhalde “yetiş Gazi!” demezsiniz, Allah dersiniz. Bundan tabi ne olabilir.[4] Böylece Atatürk, insanın dinsiz olamayacağını ve hele bizim milletimizin dinsiz yaşayamayacağını ve her insanın fıtraten inanma ihtiyacı taşıdığını beyan etmiştir. Ayrıca insanın din ihtiyacına bağlı olarak, Türk milletinin yapmış olduğu din seçiminin çok isabetli olduğunu belirtmiştir. Türk milletinin tercihi olan İslam dininin yüceliğini ve yetkinliğini ifade etmiş ve kendisinin de Türk milletiyle birlikte bu dine iman ettiğini iftiharla söylemiştir.

Cansız ve akılsız atomların kurduğu moleküller, onların doğurduğu aminoasitler, onların yoğurduğu proteinler, onların ortaya koyduğu hücreler ve onların oluşturduğu mükemmel organlar ve sistemler ki, her saniyede üç milyon yeni kırmızı kan hücresi üretilmektedir; damarlardaki özel kan hücreleri, milyarlarca kan hücresini her iki saniyede bir genel sağlık kontrolünden geçirmektedir; bir değil bin insan beyninin bile planlayıp tasarlayamayacağı mükemmel vücut fabrikamız, elbette ve kesinlikle sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi Allah’ın varlığına, Kur’an’ın ve Resulüllah’ın haklılığına en açık belgedir. Mustafa Kemal’i imansız göstermek, O’nu akılsız ve vicdansızlıkla itham etmektir.

Atatürk, 1932 yılında toplanan I. Türk Tarih Kongresi’nde kongre üyelerini bir çay partisine davet etmiş ve davetlilere, “Bana soru sormakta serbestsiniz, istediğiniz soruyu sorabilirsiniz” demiştir. Kongre üyesi bir lise öğretmeni, “Türklüğün bir dine ihtiyacı var mıdır, Din gerekli midir?” diye soru yöneltmiş. Atatürk bu soruya şu yanıtı vermiştir:

“Muhterem hocam, din mutlaka gereklidir. Dinsiz millet olması ve dinsiz milletin ayakta kalması mümkün değildir. Milletin dine ihtiyacı kesindir, evet din lüzumlu bir müessesedir”[5]Atatürk’e göre, Türk milleti, milliyetçilik bağıyla birbirine kenetlenmiştir, bunun da mayası İslam Dinidir. Bunla birlikte İslam dinine mensup olan Türk milleti, diğer Müslüman topluluklarla da inanç bağına sahiptir. Bu inanç bağı, Türk milletinin bağlarını ve etkinlik alanını geniş ve sınırsız bir alana taşıyan bir değerdir. “Bizim milliyetperverliliğimiz her halde hodbinane ve mağrurane (bencil ve gururlu) bir milliyetperverlilik değildir ve bilhassa İslam olduğumuz için. İslamiyet açısından bizim ümmetçiliğimiz de vardır ki, milletperverliliğin çizmiş olduğu sınırlı daireyi sonsuz bir sahaya nakletmektedir.[6] Atatürk, bir milletin varlığını devam ettirmesinde dini zorunlu bir kurum olarak görmektedir. O, din olgusundan yoksun milletlerin ayakta kalmayacağı kanaatindedir.”[7]

Yıl 1920. Büyük Millet Meclisi’nde Mustafa Kemal Paşa şöyle sesleniyordu:

Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat (Yüce Meclisinizi oluşturan değerli insanlar) yalnız Türk değildir yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmuadır (Müslüman unsurlardan meydana gelmiş samimi bir topluluktur). Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu, hayatını, şerefini kurtarmak için azmettiği emeller, yalnız bir unsur-u İslâm’a münhasır değildir; anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir. (Farklı Müslüman kökenlerden oluşmuş milletimizin bütününe şamildir) Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz İskenderun’un cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik! Hâlbuki Kerkük şimalinde Türk olduğu gibi Kürt de vardır. Biz onları tefrik etmedik. Binaenaleyh muhafaza ve müdafaası ile iştigal ettiğimiz millet bittabi bu unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslâmiyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-ı İslâm bizim kardeşimiz ve menafii (hakları ve çıkarları) tamamıyla müşterek olan vatandaşımızdır. Ve yine kabul ettiğimiz esasatın (anayasanın) ilk satırlarında: bu muhtelif anasır-ı İslâmiye ki: vatandaştırlar, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile île riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü haklarına; ırkî, İçtimaî, coğrafî hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar te’yid ettik ve cümlemiz bugün samimiyetle kabul ettik; binaenaleyh menafiimiz (haklarımız ve çıkarlarımız) müşterektir. Tahsiline azmettiğimiz vahdet, (meydana getirmeye karar verdiğimiz milli birlik) yalnız Türk değil, yalnız Çerkeş değil hepsinden memzuc bir unsur-ı İslam’dır. Bunun böyle telâkkisini ve sui tefehhümata meydan verilmemesini rica ediyorum.” (Oluşturmaya çalıştığımız Milli birlik, sadece Türk, Kürt, Çerkez değil, hepsinin kaynaşmasıyla meydana gelmiş bir İslam toplumudur. Artık bunun böyle anlaşılmasını ve kötü-bölücü çağrışımlara fırsat tanınmamasını diliyorum.)

Atatürk’ün Ordu için Kur’an okutulması talimatı!

1932 ramazan ayında Atatürk, Saadettin Kaynak’ı ordu müfettişlerine Kur’an okuması için görevlendirmiştir. Saadettin Kaynak, bu emir üzerine Kur’an’da ki muharebeye ve askerliğin faziletine dair olan bazı ayetlerin tercümesini yazarak hazırlıklarını tamamlamış ve Atatürk’ün huzuruna getirmiştir. Sonraki gelişmeleri Saadettin Kaynak şöyle nakletmiştir:

“…Bir çeyrek saat içinde hazırlandım ve tamamlandığı haberini verdim. Mecliste masa başında Atatürk’ün iki tarafında ordu müfettişlerinden Ali Sait, Fahrettin ve Şükrü Naili ve daha bazı paşalarla, huzuru mütad zatlar ve diğer birçok misafirler vardı ve yirmi kişiye yakın da saz heyeti bulunuyordu. Hitabete, “Atatürk’ün kahraman ordusunun kumandanları” diye başladım ve şöyle devam ettim:

(Ulu Tanrı’nın Büyük Kitabından Enfal 4, 60 ve 65 ayetlerini Tanrıya sığınarak okuyorum):

“Onlar, işte onlar halis mü’minlerdir. Onlar için Rableri katında yüce makamlar, büyük bir bağışlanma ve tükenmez rızıklar vardır.” (Enfal: 4)

“Düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvetler, güçlü birlikler ve atlı binekler, hareket kabiliyeti yüksek (teknik aletler ve) birimler hazırlayın. Onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz Allah’ın bildiği düşmanları dehşete düşürür, korkutursunuz. Allah yolunda İslam uğrunda karşılık beklemeden, gönüllü ve değerli ne harcarsanız size eksiksiz ödenir. Siz asla haksızlığa uğratılmayacaksınız.” (Enfal: 60)

Ey peygamber, hesap edilmeyen tehlikeleri önlemek, (muhtemel) sıkıntıları (ve saldırıları engellemek) için müminleri savaşa hazırlıklı olmaya tekrar tekrar teşvik et. Sizden sabırlı, eğitimli, kararlı cesur yirmi kişilik özel bir birlik oluşursa, iki yüz kafire galip gelirler; sizden yüz kişilik özel bir birlik oluşursa, kulluk sözleşmesindeki ortak taahhütlerini, Allah’a iman, kulluk ve sorumluluk bilincini şuur altına iterek örtbas edip inkarda ısrar ile küfre saplananlardan bin kişiye galip gelirler. Bu, onların hakkı ve akıbeti düşünmeyen anlayışı kıt bir toplum olmalarından ileri gelmektedir.” (Enfal: 65)

Saadettin Kaynak Kur’an’dan seçtiği birçok ayeti okuyup orada bulunanlar tarafından uzun süre alkışlanıp hürmet edilmişti. Bu arada Atatürk ayetlerde geçen ifadelerin Kur’an’ın ne denli önemli bir kitap olduğunu gösterdiğini, “Kur’an’da neler de varmış! Bunlardan bizim hiçbir haberimiz yoktu” diyerek mütevazı ve samimi bir biçimde dile getirmiştir.

Milli Mücadelede Atatürk’ü Anadolu’da ilk karşılayanlar Din adamlarıdır!

19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’da ilk karşılayan din adamlarıdır. O günkü olaylara tanık olanların ifadelerini bunu doğrulamaktadır.

“Hasta olan mutasarrıf evinden çıkmadığı için Dokuzuncu Ordu Müfettişini karşılamaya gelememiştir. Belediye reisi yok, vekâlet eden zat da Çarşamba’da arazisinin bulunduğu köydedir. Belediye Meclisinden bir zat, Hacı Molla, Atatürk’e şehir namına hoş geldiniz diyor”

“25 Mayıs 1919 akşamüstü (Mustafa Kemal Paşa) Havza’ya geldi. Ertesi günü, başlarında ulemadan Hacı Mustafa Efendi’nin bir heyet kendisini ziyaret ederek memleket meseleleri hakkında görüşmelerde bulundular. Bu zatlar diğer bir gece Belediye Reisinin evinde toplanarak Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini teşkil ettiler”

Dokuzuncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, karargâhıyla Amasya’ya geldiği 15 Haziran 1919 günü kendisini karşılayanların başında Müftü Hacı Tevfik ve Vaiz Abdurrahman Kamil Efendiler bulunuyorlardı. Atatürk 24 Eylül 1924’te Amasya’da belediyede yaptığı konuşmada milli mücadeleye katılan din adamlarından övgüyle söz etmişti:

“-Efendiler bundan 5 sene evvel buraya geldiğim zaman bu şehir halkı da bütün millet gibi hakiki vaziyeti anlamışlardı. Fikirlerde karşılık vardı, dimağlar adeta durgun bir haldeydi. Ben burada birçok zevatla beraber Kamil Efendi Hazretleriyle de görüştüm, bir camii şerifte hakikati halka izah ettiler. Efendi Hazretleri halka dediler ki:

“-Milletin şerefi, haysiyeti, hürriyeti, istiklali hakikatten tehlikeye düşmüştür. Bu felaketten kurtulmak icap ederse vatanın son ferdin kadar ölmeyi göze almak lazımdır. Padişah olsun, halife olsun isim ve unvanı ne olursa olsun hiçbir şahıs ve makamın mevcudiyetinin hikmeti kalmamıştır. Tek kurtuluş çaresi halkın doğrudan doğruya hâkimiyeti ele alması iradesini kullanmasıdır…” İşte Efendi Hazretlerinin bu yol gösteren nasihatinden sonra herkes çalışmaya başladı. Bu münasebetle Müftü Kamil Efendi hazretlerini takdirle yad ediyorum. Ve genç Cumhuriyetimiz bu gibi ulema ile iftihar eder…

Atatürk’ün gerçek din adamlarına karşı her zaman saygılı olduğunu gösteren örnekler bir hayli kabarıktır. Cumhuriyetin ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, Atatürk’ün kendisine büyük hürmet gösterdiğini defalarca aktarmıştır.

Kurtuluş Savaşının manevi mimarları:

26-30 Temmuz 1919 tarihleri arasında yapılan Balıkesir’deki kongreye 18 kaza ve nahiyenin temsilcilerinden oluşan 48 kişi katılmıştır. İ. Tekeli, S. İlkin kongreye katılan delegelerinin 3’ünün sivil-asker bürokrat, 5’inin din adamı-müderris, 40’ının da eşraftan olduğunu belirtmektedir. Ancak delegelerin meslek gruplarına göre yapılan bu sayısal ayırım tam gerçeği yansıtmamaktadır. Mustafa Çalışkan’ın da tespit ettiği gibi delegelerin 13’ünün mahalli müftü ve müderrisler teşkil ediyordu.

Kongreye katılmış olan müftü ve müderrislerin isimleri ile temsil ettikleri il, ilçeleri şöyle belirleniyordu:

1-  Keçecizade Hafız Mehmet Efendi, Balıkesir. 2- Arabacızade Hacı Hafız Mehmet Efendi, Balıkesir. 3- Beypazarlızade Hafız Mehmet Efendi, Balıkesir. 4- Keşkekzade Hacı Bahattin Efendi, Balıkesir. 5- Müftü Hoca Mehmet Bey, Burhaniye. 6- Soma Müfti-i Sabıkı Osman Efendi, Soma. 7- Soma Müftüsü İsmail Hakkı Efendi, Soma. 8- Müderris Hüseyin Efendi, Kırkağaç. 9- Müderris İbrahim Efendi, Fart Nahiyesi. 10- Hafız Arif Efendi, Kepsut Nahiyesi. 11- Abdulgafur Efendi, Giresun Nahiyesi. 12- Hafız Mehmet Efendi, Şamlı Nahiyesi. 13- Hafız Hamit Efendi, İvrindi Nahiyesi.

10-23 Mart 1920 tarihinde yapılan ve Balıkesir Kongresinde din adamlarının sayısı daha da artmıştır. Kongreye katılan 64 delegenin yarısına yakını müftü, vaiz, müderris, imam-hatip, müezzin kayyımlardan oluşuyordu.

Müftü Alim Efendi, Hacı Mustafa Efendi, Rıfat Efendi, Arabacıoğlu Mehmet Efendi, Keçeci Hafız Emin Efendi, Hacıhafızzade Mehmet efendi, Osman Efendizade Mehmet Efendi, Azazade Mustafa Efendi, Hafız Numan Efendi, Hafız Mehmet Efendi, Hafız Mustafa Efendi, Hafız İsmail Efendi, Hafız Tahsin Efendi, Hafız Rıza Efendi, Ali Rıza Efendi, Selim Efendi, Hoca Ali Efendi’dir.

Ege Bölgesi’nde 16-25 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan bir diğer kongre, Alaşehir Kongresidir. Bu kongreye katılan delegeler; Denizli, Aydın, İzmir, Saruhan (Manisa), Balıkesir, Afyon ve Uşak’ın yanı sıra 21 ilçeyi de temsil ediyorlardı bu bakımdan bu kongrenin Balıkesir Kongresine nazaran etki sahası daha geniştir. Başka bir deyişle bu kongre Egedeki direnişi bütünleştirme görevini üstlenmesi yönünden önemlidir. “Alaşehir Kongresi örgütlenme ile ilgili diğer kararları yanında Alaşehir, Salihli-Kula, Demirci, Eşme, Uşak ve Ödemiş kazaları ile bunlara daha sonra eklenecek diğer yörelerdeki direniş hareketlerini bir saha itibariyle ve bunların muhassalası olarak Heyet-i Merkeziye diye bir üst örgütlenmeye tabii kılmıştır.

Alaşehir Kongresine katılan delegelerin %20’sinin müftü ve müderrislerin teşkil etiğini belirten Mustafa Çalışkan bunların isimleriyle temsil ettikleri il ve ilçeleri şöyle tespit ediliyordu:

1-   Müftüzade Abdulgafur Efendi, Balıkesir. 2- Müftü Ahmet Şükrü Efendi, Sarayköy-Denizli. 3- Müderris İbrahim Ethem Bey, Ödemiş-İzmir. 4- Müderris Süleyman Sami Efendi, Eskihisar/Manisa. 5- Müderris Serdarzade Mustafa Efendi, Demirci/Manisa. 6- Müfti-i Sabık Mehmet Lütfi Efendi Salihli/Manisa. 7- Kadı Zahid Molla, Salihli/Manisa. 8- Müfti-i Sabık Hakkı Efendi, Soma/Manisa. 10- Müftü Hacı Nazif Efendi, Eşme/Uşak

Bu tespitlerde bazı eksiklikler vardır. Örneğin Kula delegesi Tosun Efendizade Raşit Efendi bir din görevlisidir. Öte yandan, Uşak delegesi, İbrahim Bey (Tahtakılıç), 1908 yıllarında Uşak Müftülüğü görevini yürütmüş bir din bilginidir. İbrahim Bey Kongre heyet-i Merkeziyesi başkanı olarak önemli hizmetlerde bulunmuştur. Örneğin, Uşak’tan oluşturduğu Uşak hücum Taburunu, Salihli’ye göndermesi, 1 Mart 1920’de teşkil edilen taburu “… teşkilinde bütün teçhizat Uşak halkı tarafından temin edilmiş, elbiseleri Uşak şayak fabrikalarından alınan kumaşlardan dikilmiştir. Bütün bu işler İbrahim Bey’in tükenmez enerjisiyle meydana gelmiştir…”

Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerinde Görev Alan Din Adamları

Müdafaa-i Hukuk, Türk ulusunun varoluş mücadelesinin bir sembolüdür. Ben varım, binlerce yıllık bir tarihin ve bu toprakların sahibiyim ben, diyen bir sesin bütün dünyaya duyurulmasıdır. Müdafaa-i Hukuk, hak ve özgürlüğü, namus ve şerefi, kutsal değerleri ve tarihi değerleri ellerinden alınmak istenen bir ulusun her koşula ve her şeye rağmen mücadele azmi ve kararlılığının bir göstergesidir. Böyle bir bilincin ürünü olan Müdafaa-i Hukuk, yeni bir devletin doğuşunun kaynağıdır.

Müdafaa-i Hukuk örgütleri başlangıçta yereldir. Bu kuruluşların “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında toplanmaları ile bütün vatanın kurtuluşu, ulusal bir devletin kurulması amaçlanmıştır. Başlangıçta belki sadece Yunan işgaline, Ermeni saldırılarına, Fransız, İngiliz ve İtalyanlara karşı başlayan mücadele, Sivas Kongresinden (7-11 Eylül 1919) sonra ülkenin bütününe yönelmiştir. Müdafaa-i Hukukun ve bu ana düşünce etrafında meydana gelen örgütlerinin askeri güçle birlikte hareketi de yine Sivas Kongresi esnasında gerçekleştirilmiştir. TBMM de bu kuruluşların üzerine bina edilmiştir.

Din adamları, Milli Mücadelenin her aşamasında olduğu gibi Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin kuruluş ve faaliyetlerinde de ilk sırada yer almışlardır. İstisnasız hiçbir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yoktu ki üyeleri arasında bir din adamı bulunmasın. Vilayet ve mutasarrıflık merkezlerindeki isimlerinden tespit edebildiklerimiz şunlardır:

Ankara Vilayeti: Müftü Mehmet Rıfat Efendi (Başkan), Kınacızade Şakir, Hanifizade Mehmet ve Hatip Hacı Ahmet Efendiler. Edirne Vilayeti: Müftü Mestan Efendi. Erzurum Vilayeti: Hoca Raif Efendi (Başkan), Müftü Solakzade Sadık, Hacı İsmail Efendizade Tevfik Leylizade İbrahim, Derviş Ağa Hatibi Ahmet ve Çitzade Ragip Efendiler. Bitlis Vilayeti: Müftüzade Mehmet Efendi (Başkan), Kalelizade Şevket, Hacı Babuzade Mehmet Nuri, Şeyh Abdulgazi Efendiler. Diyarbakır Vilayeti: Müftü İbrahim ve Müderris Ahmet Hamdi Efendiler, Kastamonu Vilayeti: Müftü Salih ve Şeyh Şemsizade Ziyaettin Efendiler. Konya Vilayeti: Müderris Ali Kemali ve Müftü Ömer Vehbi Efendiler. Mamuratilaziz (Elazığ) Vilayeti: Müftü Halil Efendi. Sivas Vilayeti: Müftü Abdurrauf Efendi (Başkan). Trabzon Vilayeti: Müftü Mehmet İzzet ve Hafız Mahmut Efendiler. Van Vilayeti: Müftü Şeyh Masum Efendi (Başkan). Aksaray Mutasarrıflığı: Müftü Kadızade İbrahim ve Hacı Şeyh Efendizade Hüseyin Efendiler. Amasya Mutasarrıflığı: Müftü Hacı Tevfik Efendi (Başkan) Aydın Mutasarrıflığı: Müderris Hacı Süleyman ve Hafız Ahmet Efendiler. Beyazıt Mutasarrıflığı: Şeyh İbrahim ve Abdulkadir Efendiler. Bolu Mutasarrıflığı: Müderris Kürtzade Mehmet Sıtkı Efendiler. Burdur Mutasarrıflığı: Müderris Hatipzade Mehmet Efendi. Canik (Samsun) Mutasarrıflığı: Ömerzade Hoca Hasan ve Müderris Ali Efendiler. Çorum Mutasarrıflığı: Müftü Ali Efendi. Denizli Mutasarrıflığı: Müftü Ahmet Hulusi (Başkan) ve Müftüzade Kazım Efendiler. Erzincan Mutasarrıflığı: Müftü Osman Fevzi, Şeyh Saffet ve Şeyh Hacı Fevzi Efendiler. Giresun Mutasarrıflığı: Müftü Lazzade Ali Fikri Efendi. Gümüşhane Mutasarrıflığı: Müftü Mehmet Şükrü ve Müftüzade Mehmet Efendiler. Ertuğrul (Bilecik) Mutasarrıflığı: Mehmet Nuri (Başkan) ve Hafız Arif Efendiler. Hakkâri Mutasarrıflığı: Müftü Ziyaettin Efendi (Başkan). Hamidabat (Isparta) Mutasarrıflığı: Müftü Hüseyin Hüsnü, Şeyh Ali (Başkan), Hafız İbrahim ve Müderris Şerif Efendiler. İçel (Mersin) Mutasarrıflığı: Hocazade Emin Efendi. Karahisar-ı Sahip (Afyonkarahisar) Mutasarrıflığı: Müftü Said (Başkan), Gevikzade Hacı Hafız ve Nebizade Mehmet Efendiler. Kengiri (Çankırı) Mutasarrıflığı: Müftü Bekirzade Ata Efendi (Başkan). Kırşehir Mutasarrıflığı: Müftü Halil Hilmi Efendi (Başkan) Kütahya Mutasarrıflığı: Mazlumzade Hafız Hasan ve Hacı Musazade Hafız Mehmet Efendiler. Lazistan Mutasarrıflığı: Müftü Mehmed Hulusi, Mataracızade Mehmet Şükrü ve Şeyh İlyas Efendiler. Malatya Mutasarrıflığı: Müderris Tortumluzade Hacı Hafız Efendi. Maraş Mutasarrıflığı: Müftü Abdullah Mehmet Efendi. Mardin Mutasarrıflığı: Müftü Hüseyin Efendi. Muş Mutasarrıflığı: Müftü Hasan Kamil Efendi. Niğde Mutasarrıflığı: Müftü Süleyman Efendi. Oltu Mutasarrıflığı: Müftü Mehmet Sadık, Müderris Emin ve Yakup Efendiler. Ordu Mutasarrıflığı: Müftü Ahmet İlhami Efendi. Siirt Mutasarrıflığı: Müftü Ömer Efendi. Sinop Mutasarrıflığı: Müftü Salih Hulusi Efendi. Teke (Antalya) Mutasarrıflığı: Müftü Yusuf Talat ve Hacı Hatip Osman Efendiler. Tokat Mutasarrıflığı: Müftü Katipzade Hacı Mustafa, Hoca Fehmi ve Hafız Mehmet Efendiler. Urfa Mutasarrıflığı: Müftü Hasan Efendi. Yozgat Mutasarrıflığı: Müftü Mehmet Hulusi Efendi (Başkan) Zonguldak Mutasarrıflığı: Müftü İbrahim Efendi.

Vilayet ve livalarda olduğu gibi, kaza ve nahiye merkezlerinde kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde de din adamları görev almıştır. İçinde din adamı olmayan bir Müdafaa-i Hukuk şubesi yoktur.[8]

1. Dönem TTBMM’nin Din Adamı Milletvekilleri şunlardır:

Daha öncede ifade edildiği üzere Milli Mücadele din adamları cami kürsülerinden halkı uyarmış, meydanlarda halkla beraber olmuş, onlara yol göstermiş. Kimileri yurt savunmasında görev alırken kimileri de Müdafaai Hukuk Cemiyetlerinde canla başla çalışmışlardır. Bir kısmı da çalışmalarını TBMM’de devam ettirmişlerdir.

2. Dönem TBMM’de görev alan Milli Mücadelenin din adamları şunlardır:

Adana: Abdullah Faik (Çopuroğlu) Efendi, Mehmet Hamdi (İzgi) Efendi, Amasya: Ali Rıza (Özdarende) Efendi, Ankara: Hacı Arif (Taşpınar) Efendi, Hacı Mustafa (Beynam) Efendi, Şemsettin (Bayramoğlu) Efendi, Antalya: Rasih (Kaplan) Efendi, Aydın: Ahmet Şükrü (Yavuzyılmaz) Efendi, Mehmet Emin (Arkut) Efendi, Batum: Mehmet Fevzi (Erdem) Efendi, Ahmet Nuri Efendi, Ali Rıza (Acara) Efendi, Bolu: Abdullah Sabri (Aytaç) Efendi, Burdur: Halil Hulusi (Ermiş) Efendi, Bursa: Mustafa Fehmi (Gerçeker) Efendi, Şeyh Servet (Akdağ) Efendi, Çankırı: Hacı Servet (Durlanık) Efendi, Denizli: Hasan (Tokcan) Efendi, Mazlum Baba (Babalım) Efendi, Diyarbakır: Abdulhamit (Bilecen) Efendi, Erzincan: Osman Fevzi (Topçu) Efendi, Şeyh Hacı Fevzi (Baysoy) Efendi, Erzurum: Nusret (Son) Efendi, Eskişehir: Abdullah Azmi (Torun) Efendi, Gaziantep: Abdurrahman Lami (Ersoy) Efendi, Hafız Mehmet (Şahin) Efendi, İçel: Ali Rıza (Ataışık) Efendi, Hacı Ali Sabri (Güney) Efendi, Naim (Ulusal) Efendi, Isparta: Hafız İbrahim (Demiralay) Efendi, Hüseyin Hüsnü (Özdamar) Efendi, İstanbul: Hüseyin Hüsnü (Işık) Efendi, İzmir: Hacı Süleyman (Bilgen) Efendi, İzmit: Hafız Abdullah (Tezemir) Efendi, K. Sahip: İsmail Şükrü (Çelikay) Efendi, Mustafa Hulusi (Çalgüner) Efendi, Nebil (Yurteri) Efendi, K. Şarkı: Ali Sururi (Tönük) Efendi, Abdulgafur (Işın) Efendi, Kastamonu: Hafız Mehmet Hulusi (Erdemir) Efendi, Kayseri: Mehmet Alim (Çınar) Efendi, Remzi (Aktürk) Efendi, Kırşehir: Cemalettin (Çelebioğulları) Efendi, Müfit (Kurtoğlu) Efendi, Konya: Abdulhalim (Çelebi) Efendi, Mehmet Vehbi (Çelik) Efendi, Musa Kazım (Onar) Efendi, Ömer Vehbi (Büyükyalvaç), Rıfat (Saatçi) Efendi, Kütahya: Şeyh Seyfi Aydın Efendi, Lazistan: İbrahim Şevki (Tüzün) Efendi, Malatya: Mustafa Fevzi (Bilgili) Efendi, Kahramanmaraş: Rafet (Seçkin) efendi, Menteşe: Mehmet Rıfat (Börekçi) Efendi, Niğde: Mustafa Hilmi (Soydan) Efendi, Siirt: Hacı Mustafa (Baysan) Efendi, Halil Hulki (Aydın) Efendi, Salih (Atalay) Efendi, Sivas: Mustafa Taki (Doğruyol) Efendi, Siverek: Bekir Sıtkı (Ocak) Efendi, Yozgat: Mehmet Hulusi (Akyol) Efendi,

Bu din adamları mecliste önemli çalışmalara öncülük etmişlerdir. Örneğin bunlardan biri Atatürk’ün “mefkûre arkadaşım” dediği İzmir Mebusu Hacı Süleyman Efendidir. Hacı Süleyman Efendinin eğitimle ilgili sözleri bugün için bile güncelliğini korumaktadır.

Atatürk’ün şanlı tarihimize ve Osmanlıya saygısı:

Atatürk Osmanlı’yı ölçüsüzce eleştirenleri sert bir dille uyarmaya başlamıştı. Örneğin, 1937 yılında bir gazetede sultan II. Abdülhamit ile ilgili bir yazıya büyük tepki göstererek yazıyı kaleme alan gazeteciyi şu sözlerle azarlamıştı:

“…Bak çocuk, kişisel kanımı kısaca söyleyeyim. Tecrübe göstermiştir ki toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamit’in yönetimi tam bir hoşgörü örneğidir. Hele bu yönetim 19. yüzyılın son yıllarında uygulanmış olursa (daha da anlamlı ve önemlidir.)[9]

Nitekim Vahdettin’in vefatını duyan Mustafa Kemal:

“Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi, Topkapı Sarayı’nın bütün mücevherlerini götürür ve öyle bir ordu kurup dönerdi ki…”[10]

Sultan Vahdettin öldüğü zaman 24 saat odasından çıkmayıp ağladığı söylenmektedir. Çünkü Mustafa Kemal, Türk devletinin Cumhuriyetle var olmadığını 5000 yıllık geçmişe sahip olduğunu bu geçmiş içinde, herkesin payının bulunduğunu, tarihine düşman olan hiçbir Milletin yaşayamayacağını; tarihin, Milletin geleceğini aydınlatabilmesi için, yaşanan hayattan daha çok adalet ve hâkimiyet istediğini herkesten iyi bilmektedir.

Bir gün içki sofrasında kendisine yaranmak için Osmanlıya hakaretli sözler söylemeye başlayan bir dalkavuğa; -“Sus k… Dünya tarih içinde Osmanlı gibi asaletli bir sülale gelmemiştir” demiştir.

Mustafa Kemal’in Hz. Peygamberimize derin bağlılığı!

“Atatürk’ün Balıkesir’e yaptığı bir ziyaretlerinde, yanında Burhaniye Halk Partisi Başkanı Hoca Mehmet Bey (Şah) Belediye Başkanı Dr. Kızıklılı Rifat Bey de bulunuyordu. Balıkesir Kolordu Karargâhına gidildi. Orada mahfel salonunda siyah zemin üzerinde altın yaldızla talik sitilinde bir yazı okudular. Yazıda ‘Fedake ebi ve ümmî ya Rasûlallah’ (Anam Babam sana feda ya Rasûlallah) yazılıydı. Atatürk Mehmet Şah’a dönerek: ‘Ne güzel bir yazı değil mi?’ diye sordu. Mehmet Şah ise:

‘Evet, çok güzel Paşam ‘ diye cevap verdi. Atatürk,

‘Ama ben böyle söylemezdim; söylemem de. Ben, ‘Fedake nefsi ya Rasûlallah’ (sana canım feda olsun ya Rasûlallah) derdim’, deyince, her iki sözüne de ‘evet’ demiş olmamak için susan Mehmet Şah’a Atatürk; “Bak, aferin! Maksadımı anlamadığın için ikinci sözümü tasdik etmedin. Bu, senin riya ve tabasbusdan muarra (yağcılıktan uzak) olduğunu (ikiyüzlülük ve yaltaklanmada soyutlanmış olduğunu) gösteriyor. Seni onun için seviyorum” dedi.[11]

Atatürk, Devletin bünyesinde, Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin bir teşkilatı olarak T.C. Diyanet İşleri Başkanlığını kurdurmuştur ve Anayasa teminatı altına almıştır. Dini eğitim ve öğretimin devlet eliyle yapılmasının da yolunu açmıştır. Müslüman’a, Devlet Laiktir, sen ne halin varsa kendin gör dememiştir.

Kur’an tefsiri yazılırken bizzat ilgilenmiş: Ayetler arasındaki münasebetlerin gösterilmesini; Ayetlerin nüzul (iniş) sebeplerinin kaydedilmesini; Kıraati aşereyi (10 türlü okumayı) geçmemek üzere Kıraatler hakkında bilgi verilmesini; Gerektiği yerlerde kelime ve terkiplerin grametik açıklamalarının yapılmasını; İtikatta ehl-i sünnet ve amelde Hanefi Mezhebine bağlı kalınarak ayetlerin ihtiva ettiği dinî, şer’î, hukukî, ictimaî ve ahlakî hükümlerin açıklanmasını; Ayetlerin ima ve işarette bulunduğu ilmi ve felsefi konularla ilgili bilgi verilmesini; Özellikle tevhid, Allah’ın birliği konusunu ihtiva eden, ibret ve öğüt mahiyeti taşıyan ayetlerin geniş geniş açıklanmasını; ve özellikle batılı müelliflerin yanlış yorumlarına işaret edilmesini ve yanlışlığının ispat edilmesini; Tefsirin baş tarafına Kur’an’ın mahiyetini, muhtevasını açıklayan bir mukaddime yazılmasını istemiştir.

Atatürk, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından basılan tefsir ve hadis kitapları din adamlarına bedava dağıtmıştır.

“Bizim dinimiz makul ve doğal bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olarak gönderilmiştir. Bir dinin tabi olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafazaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”

“Din insanların manevi gıdası gibidir. Dinsiz adam boş bir eve benzemektedir. İnsana hüzün verir. Mutlaka bir şeye inanmamız gerekir. Bu da dinlerin en sonuncusu elbette en mükemmeli olan İslamiyet’tir. İslam dini hepsinden üstündür ve mükemmeldir.”[12]

“Hz Muhammed, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim senin adın silinir. Fakat sonsuza kadar, O ölümsüzdür”[13] sözleri Atatürk’ün Hz. Peygamberimize ve Yüce Dinimize samimi bağlılığının ispatıdır.

Muhammet İkbalin Mustafa Paşa’ya Hitabı:

(Allah’ın yardımı üzerine olsun)

“Bir milleti vardı ki, biz onun hikmet, akıl ve idraki sayesinde takdirin gizli âlemindeki sırlara eriştik. Bizim halimiz rengi uçmuş bir kıvılcım iken, Mustafa Kemal’in bir bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan güneş haline geldik”[14]

Şeyh Senusi 1859 yılında vefat edince, yeğeni Ahmet eş-şerif onun vasiyeti olan İslam ülkelerini birleştirme projesini hayata geçirmek için 1918 yılında Sultan Vahdettin’in daveti üzerine bir denizaltıyla İstanbul’a ulaştı. Bir müddet sonra sarayda oturmanın ne unvanına ne de Senusi adabına yarışmayacağını anladı. Bir yolunu bulup Anadolu’ya Mustafa Kemal Paşa’nın safına katıldı. Son İslam toprağının düşman çizmesiyle çiğnenmemesi için elinden geleni yaptı. Mehmet Akif Ersoy’u yanına alarak Cami Cami dolaşarak halkı aydınlattı. Mustafa Kemal Paşa’ya ve Milli Mücadele’ye niçin omuz verilmesi gerektiğini anlattı. Mustafa Kemal Paşa Trablusgarp cephesinden tanıdığı bu değerli din adamının Heyeti Temsiliye Başkanı seçilmesini sağladı. İstikbal savaşının kazanılmasında gerçek âlimlerle birlikte çok çaba sarf eden Şeyh Senusi bir gün rüyasında “Peygamberimizin Mustafa Kemal’e sağ elini vererek destek olduğunu” gördü ve bu rüyayı gittiği her yerde anlatarak Mustafa Kemal Paşa’ya büyük arka çıktı. İşte O rüya;

Şeyh Senusi Hazretleri bir gece Peygamber Efendimizi rüyasında görüyor ve koşup elini öpmek istiyor. Peygamber Efendimiz ise kendine sol elini uzatıyor. Buna şaşıran ve mahzun olan Şeyh Senusi, Hz. Peygamber’e hitaben;

-Ya Resulullah Niçin Sağ Elinizi Vermediniz?

-Çünkü Sağ elimi Ankara’da Mustafa Kemal’e uzattım.”[15]

Kuvayi Milliye hareketine destek veren Şeyh Ahmet Senusi 15 Kasım 1920’de Ankara’ya gelerek Anadolu’da cihat vaazlarına başladı. Tüm İslam ülkelerini Anadolu hareketini desteklemeye çağırdı. Mustafa Kemal Atatürk meclisin açılışında Senusi’nin onuruna bir davet verdi ve onu şöyle takdim etti. “Bütün Alem-i İslam’ın hürmet ve muhabbetini hakkıyla kazanmış olan bu tarikatı ve onun mümtaz mümessilini, riyasetinde bulunduğum TBMM namına hürmetle selamlar ve kendisine davamıza gösterdikleri necip alaka ve bizi bu yolda mücadeleye devam hususunda teşviklerinden dolayı minnetle anarız.”

Ahmet eş-Şerif Senusi 1920’de, İslam âlemini Türkiye’nin Milli mücadelesine yardıma çağıran bir beyanname yayınladı.

“İslami farzların namazdan sonra en önemlisi cihat vazifesidir. Hüküm-kuvvet sahibi TBMM çeşitli düşmanlara karşı müdafaada bulunup İslam mülkünü istiladan kurtardığından meşruiyeti her türlü şüphenin üstündedir. Bütün hukuk ve görevler Meclis’indir. Millet Meclisinin başkanlığında bulunan Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin bu milli ve dini mücadelelerini İslami ölçü ile destekleyip adı geçen kişinin ve meclisin oluşturduğu hukuki duruma ve dayanışmaya uygun olan bu usul dışında bir görüş yürütülmesi İslam’a aykırıdır ve fitnedir.”[16]

Özetle; Türkiye Siyonist güdümlü Haçlı Batı emperyalizminin işgalinden hangi ruh ve şuurla ve hangi onurlu kadrolarla kurtulmuş ve Cumhuriyet hangi kurum ve kurallarla kurulmuşsa, yeni İstiklal Savaşımız da, yine aynı iman, umut ve heyecanla başarılacaktır.

 


[1] Sadi Borak, Atatürk ve Din, sh:10

[2] Sinan Meydan, Bir Ömür Öteki Hikâyesi, Toplumsal Dönüşüm yy. Sh.331

[3] Nuri Kodamanoğlu, Atatürk Yolu Atatürk’ün İnkılâp Tarihi Dergisi, Sayı:8

[4] Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik komisyon, Sh.124

[5] Abrurrahman Kasapoğlu, Atatürk’ün Kur’an Kültürü, Sh.193-205

[6] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Komisyon Cilt 10:sh:176

[7] Anıl Çeçen, Atatürk ve Cumhuriyet, Sh:160

[8] Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücadelede Din adamları, sh:53-58

[9] Kemal Arıburnu, Atatürk’ten hatıralar, sh:34-35, İnkılâp Kitabevi.

[10] 700. Yılında Bilinmeyen Osmanlı, sh: 302

[11] İlhan Geçer, Atatürk Anılarım, Türk Yurdu Dergisi, Cilt 8, sayı 290

[12] Ahmet Niyazi Banoğlu, Nüktelerle Atatürk, sh:196

[13] Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik, sh:127

[14] Peyam-ı Maşrık çevirisi sh:79

[15] Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk, sh.155

[16] Hilafet ve Milli Hâkimiyet, sh: 240

 

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Ömer ÇAĞIL

Ömer ÇAĞIL

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx