YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
664a8786f2b4b
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 7 0 0
Bugün : 3615
Dün : 21806
Bu ay : 410858
Geçen ay : 737322
Toplam : 23927144
IP'niz : 18.224.184.149

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Artık işbirlikçi AKP zihniyetinden de, Masonik Kemalist ideolojisinden de, FETÖ gibi münafık hain ve gerici dinci çeteleşmelerden de kurtulmak; ilmi, insani ve İslami temellere dayalı, genel insan haklarına ve evrensel hukuk kurallarına bağlı ADİL bir DÜZEN’i kurmak zamanıydı!

Bazı gafil, cahil ve na-ehil hükümetler, hatta işbirlikçi yöneticiler döneminde ve iyice laçkalaşmış sistem içerisinde, başta TSK, Yargı, Polis ve diğer kurumlara sızan dış çevrelerin desteklediği hain çeteler bir noktayı atlamışlardı. Yeni bir medeniyet merkezi olma potansiyeli taşıyan ve buna uygun derin ve etkin devlet politiki ve refleksi bulunan Türkiye’nin doğal ve sosyal tepkilerini hesaba katmamışlardı. Bu hıyanet ekipleri ve dış destekçileri, yularlarının uzatılıp kendilerine fırsat tanınmasının, çıbanların olgunlaşması ve kangren urlarının vücuttan koparılması için yapıldığını daha yeni yeni anlamaya başlamışlardı.

Bu nedenle “Ordu’da darbeci subay yetiştirme ve onları harekete geçirme” gibi yarım asırlık bir hıyanet hazırlığı ve planı, çok önceden haber alınıp kontrollü şekilde erken doğuma zorlanmak suretiyle boşa çıkarılmıştı. Ayrıca bu hıyanet girişimi darbe kurallarına uyulmadan ve emir-komuta zinciri kurulmadan uygulanmaya kalkışılmıştı. Dış güçlerin ve hain çevrelerin şaşırıp kaldığı diğer bir durum ise; bu darbenin önlenmesi de savunma kurallarına ve askeri taktik programlarına aykırıydı. Şaşılacak kuraldışı tedbir ve direnişlerle çok kısa zamanda ve en az zayiatla sonuç alınmış, yarım asırlık hıyanet hazırlığı bir kaç saatte etkisiz bırakılmıştı.

“Olayları açıklamak son derece zor ve karmaşıktır. Örneğin; tüm partiler nasıl oldu da iki saat içinde anlaşmışlardı? Herhalde Siyonist sömürü sermayesi yarım asırlık hazırlıktan memnun kalmamıştı, sonuçlarından kuşku duymaktaydı. Evet Ordu’yu bölecek paralel bir Ordu hazırlanmıştı, yarım asırlık sabırlı çalışma amacına ulaşmıştı. Yalnız bu paralelciler İslamiyet’e bağlı olanlardı. Başarıya ulaşsalar bile, bunları dizginlemek, (mevcut Kemalist takımı) dizginlemekten zor olacaktı. Bekleyecek zamanı da kalmamıştı. Çünkü paralelciler ileriki zamanlarda tamamen Ordu’ya hâkim olacaklardı ve bunların içinde artık Sermaye’yi takmayacak olanlar da vardı. Bu durumda sermaye, mevcut olan durumu şöyle değerlendirmeyi amaçladı: Darbe girişimini başlatırım, ama paralel darbecileri diğerleriyle bastırırım. Aralarında çatışma çıkarır ve Türkiye’de iç savaşı kızıştırırım. İç savaş başlarsa, iki tarafı da kışkırtıp Türk halkını birbirlerine kırdırtırım. Sonra komşularını bu ülkeye saldırtıp II. Sevr’i uygularım ve böylece Türkiye’yi parçalarım. Bunun için Suriye “toplanma merkezi” yapılmıştır. Türkiye’ye saldıracak olan devletler orada hazır kuvvet olarak bulunmaktadır” yorumlarında haklılık payı vardır. Ancak Ordu’ya sızan paralel parazitlerin “İslamiyet’e bağlı oldukları” tam bir safsatadır ve Süleyman Karagülle’nin halâ Fetullah Gülen’i savunma ve aklama çabasıdır. Oysa bunların tamamı gerçek Müslümanlığa değil Fetullah Gülen’in batıl Yahudi ve Hıristiyanlıkla uzlaştırılmış İslam’ına, yani Amerika ve Avrupa uşaklığına inanmış insanlardır.

“Devlet kadrosu ve Türk Ordusu bütün bu olayları uzun zamandır takip edip gerekli tedbirleri almıştır. MİT’in haberi olmasa da Türk Ordusu’nun haberi vardır. Unutmayınız, MİT’e darbeyi ihbar eden de bir Binbaşı’dır. Türk Ordusu da deneye deneye onların bu oyunlarının farkına varmış, o da büyük saldırıya hazırlık yapmıştır. 1960 müdahalesi; 1971, 1980 ve ondan sonrakiler hep bu oyunların taktik sonuçlarıdır. Ordu’da Genelkurmay Başkanları ser verip sır vermeden tarihi görevlerini yapmışlardır. Siyonist sermaye, darbe kurallarına uymayan kalkışmayı belki de darbenin başarısız olmasını istediği için yap(tır)mıştır. Ancak bu darbeyi önlemede dâhiyane bir siyaset uygulandığını hesaba katmamıştır. Anlaşılan askerler, Cumhurbaşkanı’nı da haberdar etmeden yani hiç kimseyi ürkütmeden savunma taktiğini ayarlamıştır. Önce komutanlar yakalanacak ve etkisiz konuma sokulacaktır. Bunu darbecilerin askerleri yapacak, ama Ordu’nun verdiği görev gereği böyle davranacaktır. Bundan Ordu komutanlarının haberi olmayacaktır. Birinci Ordu Komutanı’na stratejik bir görev aktarılmıştır. 15 Temmuz gecesi paralelcilerin planlarını kısmen uygulamalarına fırsat tanınacak, ama Meclis’e dokunulmayacak, Cumhurbaşkanı’na dokunulmayacak, Hükümet’e dokunulmayacaktır. Sermaye’nin yaptığı planların bir kısmının gerçekleşmesine göz yumulacak ve inandırıcı olmaya çalışılacaktır. Ama hemen ardından halk sokaklara, meydanlara doldurulacak, Sermaye’nin hesapları bozulacaktı. Halkı sokağa dökme hazırlığı daha önce yapılmıştır, ama halkın bundan haberi olmamıştır. Ama devletin ve askerin halkla doğrudan irtibatı vardır. Halkın müdahalesi sistemli ve stratejik bir hazırlıktır. Atatürk Havalimanı önceden seçilip ayarlanmış ve orada tam emniyet sağlanmıştır. İşte böylece devlet kadrosunun ve Ordumuzun bu taktiği başarıya ulaşmıştır. Yoksa; “Bütün komutanlar yakalanıp rehin alınsın, ama hiç birisini bir şey olmasın!?” Bu olayın başka türlü izahı imkânsızdır. Halkın iki saat içinde organize olup meydanlara toplanması, muhalif partilerin de halkın ve Ordu’nun yanında yer alması da bu planın bir parçasıdır ve ikna ekibi o esnada faaliyete geçmiş, böylece milli birlik sağlanmıştır. Devlet kadromuz ve Ordumuz böylece ülkemize musallat olan PKK ve paralel urlarını deşmiş, ameliyatını yapmaya ve temizlik operasyonuna başlamıştır. Artık devlet kadromuz ve Ordumuz, bu ikinci İstiklal Savaşı’ndan sonra, şimdi “ADİL DÜZEN”e geçiş görevini yerine getirmeye başlayacaktır” tespit ve tahminleri ise bazı abartıları ve tutarsızlıkları bulunsa da darbe girişiminden hemen sonra, 16 Temmuz 2016 tarihinden itibaren Milli Çözüm Dergimizdeki yorum ve yaklaşımlarımızın sanki bir özetini yansıtmaktadır. Yoksa bunları yazmak için 15 gün beklemesi anlamsızdır.

“Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi” 15 Temmuz 2016 kalkışmasından 1,5 yıl önce kararlaştırılmıştı!?

27 Mart 2015 tarihinde kabul edilen 6639 Sayılı Torba Yasa Cumhurbaşkanı tarafından imzalanmıştı. 15 Nisan 2015 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Torba Yasa içerisinde; “Sağlık Bakanlığı’nın “Sağlık Bilimleri Üniversitesi” kurmasına izin veren düzenlemeyi de barındırmaktaydı. Bu Kanun ile yapılan plana göre;

1. “Sağlık Bilimleri Üniversitesinin” merkezi İstanbul’da Marmara Üniversitesine ait tarihi Haydarpaşa Kampüsü (Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane) olacak ve Marmara Üniversitesi Kampüsüne el konulacaktı.

2. Üniversitenin kolları Sağlık Bakanlığı’na bağlı eğitim ve araştırma hastaneleri yolu ile Türkiye’nin her yerini hatta yurt dışını saracaktı! (Yurtdışında okul açma hakkı ya da yetkisi- sadece bu kuruluşa verilmiş olmaktaydı)

3. Üniversitenin içinde Tıp Fakültesi dahil dört fakülte bir yüksekokul ile Sağlık Bilimleri Enstitüsü kurulacaktı.

4. Üniversite mütevelli heyet ile yönetilecek. YÖK’ün seçtiği bir üye dışında dört üyenin Sağlık Bakanlığı tarafından belirlendiği heyet her konuda yetkili kılınarak üniversite akademik organlarını öyle örtülü falan değil açıkça devre dışı bırakacaktı. Üniversite YÖK’e değil Bakana karşı sorumlu tutulacaktı.

5. Diğer üniversitelerin bütçesini YÖK onaylarken Bakanlık üniversitesinin bütçesini Bakanlık yani mütevelli heyet belirleyip onaylayacaktı.

6. Sağlık Bakanlığı Eğitim ve Araştırma Hastanelerinde (55 Araştırma Üniversitesi ile işbirliği anlaşması yapıldı) “eğitim görevlisi” kadrosunda olanlardan Bakanlığın “uygun gördüğü” hekimler üniversite kadrosuna atanacaktı.

Sağlık ve Yüksek Eğitim sisteminde gizli üniversite reformu mu yapılmıştı!

Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi yasa tasarısı, YÖK çatısı altındaki sağlık bilimleri ile ilgili eğitim, araştırma ve hizmet gerçekleştirmekte olan başta tıp fakülteleri olmak üzere, tüm sağlık eğitimine paralel bir yapılanma tasarlandığı anlaşılmaktadır. Yeni bir yasa tasarısı ile 28/3/1983 tarihli ve 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununa aşağıdaki ek madde eklenmiş bulunmaktadır. (Şu günlerin ironisidir: YÖK’ü yapanlar müebbette ama yaptıkları iktidardadır). Bu ek madde ile Sağlık Bilimleri Üniversitesi ve Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB: bu ayrı bir inkılâptır) adı altında doğrudan Sağlık Bakanlığına bağlı bir yapılanma amaçlanmıştır.

EK MADDE 16- Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesinde kullanılmak üzere ekli listede yer alan kadrolar ihdas edilerek, bu Kanun Hükmünde Kararnameye bağlı cetvellere Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi bölümü olarak eklenmiş olmaktadır.

Bu yasa tasarısı ile:

Bizzat Sağlık Bakanına doğrudan bağlı bulunan; Sağlık Bakanlığının ülke yüzeyindeki tüm kurumlarını uhdesinde protokollerle bağlama potansiyeline sahip olan; hem bu kurumların gelirleri ile, hem de genel bütçeden ve diğer üniversite hastanelerinin kullanamadığı çok sayıda mali kaynaktan özel imkânlar sağlanan,

Kadro atamalarında Sağlık Bakanının nerdeyse tek yetkili olduğu ve nihayetinde, aslında Marmara Üniversitesinin mal varlığı durumundaki Haydarpaşa kampüsüne “Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane“ adı altında, yeni bir isimle el koyarak kuruluşu yapılmaya çalışan,

Ve tüm ülke düzeyinde etkinlik gösterecek bir tıp fakülteleri zinciri ya da resmi adı ile Türkiye Sağlık Üniversitesi ile karşı karşıya kalacağız.

Sağlık Bakanlığının kurumları üzerinde ve sadece Sağlık Bakanının özellikle kadrolaşmada tek yetkili olduğu bir Sağlık Üniversitesinin kurulup, bin bir mali kaynağın bu kuruluşa yönlendirilmesi nasıl anlaşılmalıdır?

İster YÖK’ün içinde “paralel” sağlık üniversitesi diye karşı çıksınlar, ister Tıp Fakültelerine “darbe“ diye başkaldırsınlar, ister gizli üniversite reformu deyip dursunlar, Sağlık Bakanlığı, kendisini üniversiteleştirip, bu yolla özerkleştirmeye(!) çalışmaktadır.

GATA ve asker hastaneleri de Sağlık Bakanlığı’na bağlanıp bu hastane bünyesine katılmıştı

Biliyorsunuz, 15 Temmuz 2016 kalkışmasının hemen ardından Resmi Gazete’deki KHK kapsamında, GATA’ya bağlı eğitim hastaneleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri Rehabilitasyon Bakım Merkezi ile asker hastaneleri, dispanser ve benzeri sağlık hizmet birimleri ile Jandarma Genel Komutanlığı’na ait sağlık kuruluşları, her türlü hak ve yükümlülükleri, alacak ve borçları, sözleşme ve taahhütleri, taşınırları ve taşıtlarıyla birlikte Sağlık Bakanlığı’na aktarılmıştı. Bunlara tahsisli taşınmazlar da Bakanlığa bağlanmıştı. GATA’ya bağlı yükseköğretim birimleri, her türlü hak ve yükümlülükleri, alacak ve borçları, sözleşme ve taahhütleri, taşınırları ve taşıtlarıyla birlikte Sağlık Bilimleri Üniversitesine devredilecek ve bunlara tahsisli taşınmazlar da üniversiteye tahsis edilmiş olmaktaydı.

Sağlık Bilimleri Üniversitesi, devirden önce GATA bünyesinde yürütülmekte olan kimyasal, biyolojik, radyolojik ve nükleer tehditlere karşı savunma, hava ve uzay hekimliği, sualtı hekimliği, harp cerrahisi gibi özellikle askeri sağlık hizmet alanlarına yönelik hizmet, eğitim, araştırma ve danışmanlık hizmetlerini de yürütmekle görevli tutulacaktı. Yani böylece Yeni kurulan “Türkiye Sağlık Üniversitesi” bütünüyle GATA’nın himayesine alınmış ve hedeflerine hizmet etmiş olacaktı.

Şimdi böylesine önemli ve bilimsel projeli ve devrim nitelikli bir kararın 15 Temmuz 2016 kalkışmasından 1,5 yıl önce alınması ve darbenin bastırılmasından hemen sonra yürürlüğe konması; bu hıyanet hazırlıklarının yıllar önce farkına varıldığının, çok stratejik bir sabır ve taktikle yularlarının uzatıldığının ve çıbanlar deşildikten sonra hangi tedbir ve değişimlerin devreye sokulacağının çok açık bir göstergesi sayılmaz mıydı?

Ey cahil ve gafil ucuz kahraman Takımı! 20 yıl önce “Bizim Atatürk” kitabını niçin yazdığımızı ve Mustafa Kemal’le ilgili doğru ve lüzumlu yaklaşımlarımızın amacını şimdi anladınız mı?

Erdoğan, Yenikapı’da Gazi Mustafa Kemal’in 96 yıl sonra sorduğu soruyu bir kez daha tekrarlayarak: “Ey millet, Sen esaret ve zillet kabul eder misin? Mesele budur!” çıkışını yapmışlardı.

Cumhurbaşkanı, Yenikapı’da milyonlarca kişinin katılımıyla gerçekleştirilen Demokrasi ve Şehitler Mitingi’nde konuşurken, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası FETÖ’ye karşı yürütülen mücadeleyi anlatmış, Meclis’te kabul edilmesi halinde idamı kendisinin onaylayacağını hatırlatmıştır. İşte Erdoğan’ın sık sık Mustafa Kemal’i ve Şanlı Kurtuluş mücadelesini hatırlatan konuşması:

“Gazi Mustafa Kemal’in İstiklal harbini başlatması ve zafere ulaşması inancının bir benzeri, 15 Temmuz gecesi Türkiye’nin tüm şehirlerinde adeta kol geziyordu. Aynı gece Türkiye’nin yerle yeksan olmasını bekleyen düşmanlarımız ise bundan sonra işlerinin çok daha zor olduğunu görmenin kahrıyla yeni güne uyandılar. Bu akşam verdiğimiz şu görüntü var ya işte bu görüntü ülkemizin düşmanlarını en az 16 Temmuz sabahı kadar üzmüştür kahretmiştir. Bu, geleceğe yönelik adeta vatanımıza sahip çıkmanın ispatıdır. Bu manzara Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşacağının ispatıdır. Bundan sonra hedefimiz muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmaktır. Yolumuza dayanışma içinde geçeceğiz. Mütevazı olacağız birbirimizi makam, mevki için değil para pul için değil sadece Allah için seveceğiz. Böyle bir milletin evladı olarak huzurlarınızda olmak bizlere hamdolsun büyük bir gurur veriyor. Şimdi Gazi’den 95 yıl sonra aynı soruyu soruyorum: “Ey millet, sen esaret ve zillet kabul eder misin?”

Hakan Fidan da FETÖ’cüler sayesinde palazlanmış, ama harcanacağını anlayınca tavır almıştı.

25 Aralık’ta 13 yıllık ortaklık sonuçlanınca Sn. Cumhurbaşkanı “sırdaşım” dediği MİT Müsteşarı Hakan Fidan’dan FETÖ ile ilgili rapor istemiş, TSK’daki durumlarını sormuşlardı. Eski bir Astsubay olan Fidan da geçmişte hep FETÖ sayesinde yükseliş basamaklarını hızla tırmanmıştı. Ama FETÖ savcılarının kendisini ifadeye çağırmasıyla uyanmıştı. Geçmişten bu yana TSK mensupları için hazırlanan raporları arşivden acele ile çıkarttırıp bir liste hazırladı. Benzeri evraklar çeşitli tarihlerde karargâhlara zaten yollanmıştı. Üstelik 2004’ten bu yana FETÖ’cü diye atılan tek personele rastlanmamıştı. Gelen ihbarlar, sicil amirlerinin kanaatlerinden oluşturulan raporda iki bin personelin ismi vardı. Ama General sayısı bir elin parmağından bile azdı. Listeyi alan Sn. Erdoğan devrin Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’e aktarmış ve gereğini yapın diye uyarmıştı. Elinde listeyle Kuvvet Komutanları ve Adli Müşavirlerini toplayan Necdet Özel zordaydı. Askeri yargının FETÖ kontrolünde olduğundan haberdar olmayan “Or” rütbeliler, hukuki delil için ciğeri kediye teslim ettiklerinin farkına varmamıştı. Yani bu listeyi Genelkurmay Adli Müşaviri Albay Muharrem Köse’ye yollamışlardı. Köse ise kendisinden emin; “Bu raporlarda hukuki delil yok, 28 Şubat’ta yapılan hatalar halâ başımızı ağrıtıyor” yanıtını verip çıkmıştı. Necdet Özel durumu Sn. Erdoğan’a bildirince Reis öfkelenip “Sanki Silivri’de delili vardı” diye bağırmıştı. Özel, üzüntüden zona hastalığına yakalanıp GATA’da tedavi görürken vekili olan Hulusi Akar konunun üstesinden geleceğine Erdoğan’ı inandırmıştı. Akar daha sonra Güneydoğu’daki çatışmalar yüzünden personelin moral-motivasyonu açısından liste işleminin şimdilik sakıncalı olacağını vurgulamış, yani çıbanların olgunlaşması taktiğini uygulamıştı.

Batı darbeden sonra şaşkındı ve Türkiye’ye saldırmaya başlamıştı

Batı’nın önde gelen istihbarat ve stratejik kuruluşlarının yayınladığı yazılar, küresel merkezlerin darbe sonrasında Türkiye’ye düşmanlıklarını yansıtmaktaydı. Darbenin yenilgiyle sonuçlanması, Batı’da hayal kırıklığı yaratmıştı. Stratfor, Chatham House, ve Carnegie Endowment gibi ABD ve AB siyasetlerini dile getiren kuruluşların vurguları, birbirinin kopyasıydı.

“Gölge CIA” olarak bilinen istihbarat kuruluşu Stratfor, 19 Temmuz’da Reva Goujon imzasıyla bir yazı yayımlamıştı. ABD hükümetine yakınlığıyla bilinen kuruluşun Küresel Analiz Dairesi Başkan Yardımcısı olan Yahudi asıllı Bayan Goujon’un vurguladığı en önemli nokta, darbe girişiminden sonra ABD’nin Türkiye’ye güvenini kaybetmiş olmasıydı. Türkiye’nin son 25 yılda yaşadığı süreçlerin özetlendiği değerlendirmede darbenin sorumluluğunun yalnızca Fetullahçılara yüklenemeyeceği savunulmakta, darbenin “milliyetçiler ve farklı gruplardan İslamcılar” tarafından yapıldığı iddia olunmaktaydı. Yazar, darbe girişiminin Erdoğan’ın bir tiyatrosu olmadığını, fakat bunun anayasa ve başkanlık gibi gündemleri dayatmada ve muhalifleri bastırmada, Erdoğan’a fırsat sağladığını vurgulamaktaydı.

Eğer Ordu zayıfladıysa ve Türkiye saldırıya açıksa bu gâvurlar niye gocunmaktaydı?

Makalede Türk Ordusunun zayıfladığını ve Fetullahçıların tasfiyesinin ardından Ordu’nun eski kuvvetine kavuşmasının zor olacağını iddia eden Goujon, Türkiye’nin PKK ve IŞİD’in saldırılarına karşı şimdi “aşırı kırılgan” bir durum göstermesi kafa karıştırıcıydı. Türkiye’nin yakın dönemde barış ve huzura kavuşması umudunun söndüğü ifade edilen makalede, on yıllardır yaşanan muhafazakârlaşma sürecinin uzun yıllar devam edeceği saptaması öne çıkarılmaktaydı.

Chatham House’nin yorumları ve yamuklukları!

Bir diğer makale ise dünyanın en etkili düşünce kuruluşlarından biri olarak gösterilen İngiliz Chatham House’da yayımlanmıştı. ABD ve İngiliz hükümetlerine yakın olduğu bilinen kuruluşun Türkiye başdanışmanı olan Fadi Hakura da, 21 Temmuz günü çıkan makalede, Stratfor’a benzer görüşleri öne çıkarmıştı. Darbe girişiminin ardından Türkiye’nin güvenlik yanında, dış ve iç politika alanlarında sıkıntılar yaşayacağını iddia eden Hakura, istikrar ve refahın baş aşağı gideceği öngörüsünü paylaşmıştı. Yazar, Fetullahçıların tasfiyesiyle birlikte Türk Ordusunun zayıfladığı tezini de unutmamış. Devlet kurumlarında yapılan temizliği “Güvenlikle ilgili tehlikelerin yükseldiği bir zamanda uzmanlık yitimi ve kurumsal hafıza kaybı” olarak yorumlamıştı.

Yahudi Lobileri güdümlü Carnegie Endowment ‘Türkiye’nin müttefikliği artık sorgulanmalı’.

ABD’nin dış siyasetlerinin belirlenmesinde etkili olan istihbarat kuruluşu Carnegie Endowment da, küresel merkezlerin görüşlerini aktarmıştı. Yazıyı kaleme alan Marc Pierini, 2006-2011 yılları arasında Avrupa Komisyonu’nun Türkiye temsilciliğini yapmış olan Ortadoğu konusunda deneyimli bir diplomattı. Pierini, 18 Temmuz 2016 günlü yazısında, Türkiye’nin müttefik olarak güvenilirliğini sorgulayıp Türkiye’nin Batı’dan ideolojik kopuşunu konu almıştı. NATO, ABD ve AB çevrelerinde darbenin büyük şaşkınlıkla karşılandığını öne süren Pierini: “Daha da önemlisi darbe sonrası yapılanlar Türkiye’nin artık bir müttefik olup olmadığı noktasında soru işaretleri yarattı” yorumunda bulunmuşlardı. Çünkü NATO’nun en büyük ikinci ordusu ve İttifakın en doğusundaki ülke olan Türkiye’nin, İncirlik’in 24 saat kapatılmasının bile ABD’ye askeri açıdan büyük zarar verdiğini ifade eden Pierini ayrıca Türkiye’nin Batı’dan şu anki kopuşunun olabilecek en kötü zamanda yaşandığını vurgulamıştı.

Dış güçlere Türk milletinin mesajı!

Küresel merkezlerin üç kuruluşunun darbe sonrasında aynı kaygıları paylaşmaları bir tesadüf sanılmamalıdır. Hepsinin birden PYD/PKK, IŞİD gibi terör örgütlerinin saldırılarının yoğunlaşacağı veya Türkiye’de kutuplaşmaların artacağı söylemleri de üstü kapalı birer tehdit mesajıdır. Batı’nın en büyük korkusu, Fetullahçı Gladyo’nun ayıklanmasıdır. Bu nedenle ABD’nin artık Türkiye’ye güven duymadığı vurgulanmaktadır. Oysa asıl bizim milletimiz Batı’nın gavurluğunu bir kez daha anlamıştır.

Adil Öksüz Cemaat imamı mıydı, doğrudan CIA ajanı mıydı, yoksa MİT elemanı mıydı?

“ADİL Öksüz’ün etrafındaki sis perdesi koyulaşmaya, bir el tarafından korunup korunmadığı tartışılmaya başlanmıştı. Daha da önemlisi Adil Öksüz’ün farklı ilişkiler ağına sahip olduğu kuşkusu giderek artmaktaydı. Herkes onu FETÖ’nün asker imamı olarak tanımış, (ama doğrudan CIA’ya bağlı bir ajanlık durumu ortaya çıkmıştı.) Adil Öksüz, Sakarya Üniversitesi’nde kendisini çok iyi gizlemeyi başarmıştı. 2002’den bu yana 109 kez yurtdışına çıktığı açıklanmış ama yurtdışına çıkışlarını yıllık izinlerine, resmi tatillere, bayram günlerine denk getirmiş, yani gerekli tedbirleri almıştı. Pensilvanya’ya giderken, “tedbir” uygulayıp, Almanya üzerinden Amerika’ya ulaşmış. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki görevi sırasında ise idare ile problemli olmamaya çalışmıştı. Ama onun dışındaki FETÖ’cü öğretim üyeleri idare ile ciddi sürtüşmeler yaşamıştı. Haftanın 4 günü dersi varmış. Derslerine girmiş, aksatmamaya çalışmış ve ilginci derslerinde hiçbir zaman, Gülen propagandası yapmamıştı. Tüm bunlar “kendisini gizlemek için özel eğitilmiş” birisi ile karşı karşıya olduğumuzun kanıtlarıydı. Belli ki bu özellikleri sayesinde Havacıların imamlığından TSK imamlığına terfi etmiş (bir ajan mıydı?). Darbe gecesinde Akıncı Üssü’nde olduğu, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ı darbenin lideri Gülen’le görüştürmek istediği daha sonra ortaya çıkmıştı.

Adil Öksüz, mahkemeye yakalama tutanağı dahi tutulmadan sevk edilmiş, üzerinde çıkan GPS cihazı serbest bırakılınca kendisine teslim edilmiş, ancak ne savcıya ne de hâkime bildirilmişti. (Sanki MİT’in özel görevlisiydi!?) Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın da Adil Öksüz’ün sürecin önemli aktörlerinden biri olduğuna işaret etmiş: “Bu kişinin darbenin kilit isimlerinden biri olduğu konusunda en ufak bir tereddüt yok. Şu ana kadar çıkan bilgiler, belgeler, görüntüler, bağlantılar ve verilen ifadeler de zaten bunu teyit ediyor” demişti. Darbenin operasyon üssü Akıncı Üssü’ydü. Meclis, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Ankara Emniyeti ve Özel Harekât oradan kalkan savaş uçakları tarafından bombalanmıştı. Darbe gecesi Akıncı Üssü’ndeki operasyonu yöneten kişilerden biri olması Adil Öksüz’ün yapılanma içinde ne denli önemli bir isim olduğunu ortaya koymaktaydı. Hem de askeri bir şahıs olarak değil ama asker imamı olarak savaş uçaklarına talimatlar verecek kadar etkili ve yetkili konumdaydı. Ama ondan da öte özel bir misyonu olduğu anlaşılmaktaydı.

Darbe planı ve darbenin tarihi birkaç kez değişip güncellenmiş, darbeyle ilgili çalışmalar 17 Şubat’ta tamamlanmıştı. Mayıs ayı içerisinde bir hareketlenme yaşanmış, ancak Genelkurmay Adli Müşaviri Muharrem Köse’nin mail ve telefon trafiğinde anormal bir hareketlilik tespit edilip, 5 Mart tarihinde görevden alınması üzerine, darbe tarihini erteleme kararı alınmıştı. Ancak Yüksek Askeri Şûra toplantısında tasfiye edilecekleri yönündeki hazırlığı tespit etmeleri üzerine, darbenin düğmesine bastıkları ortaya çıkmıştı. Adil Öksüz, darbe planlarının Pensilvanya’ya götürülüp, getirilmesinde kritik bir rol almış, bu hıyanet planı Fetullah Gülen tarafından da onaylanmıştı. Generaller, özel kuvvetlere mensup askerler, pilotlar, SAT timi yakalanmış. Onun etrafındaki herkese ulaşıldığı halde Adil Öksüz nedense yakalanamamıştı. Şimdi acaba “Adil Öksüz yakalanamıyor mu, yoksa korunuyor mu?” sorusu kafalara takılmıştı. Önemli bir kaynaktan kulağıma gelen yeni bir soruyu daha eklemek istiyorum. Adil Öksüz, aynı zamanda önemli bir istihbarat servisinin elemanı mıydı? Büyük abi adına çift taraflı çalışan bir ajan mıydı? Bu sorunun yanıtı 15 Temmuz’daki ilişkiler ağına ışık tutacak kadar önemli ve anlamlıydı” diyen, eski Erdoğan yanlısı şimdi Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi ne demeye çalışmaktaydı? Bu arada kendisi hangi mahfillerin adamıydı? Adil Öksüz;

a) FETÖ’nün baş imamı mıydı?

b) Doğrudan Amerika’ya kiralık bir CIA ajanı mıydı?

c) Yoksa MİT’in özel görevli bir elemanı mıydı?

Artık herkes ağzındaki baklayı çıkarsındı. Çünkü hiçbir sır sürekli gizli kalmayacaktı?

Şimdi, iktidar kurmaylarındaki bu yüksek ferasetle, Bakan ve bürokratlardaki bu örnek ve çifte faziletle, ve FETÖ şebekesindeki bu yüce şebeklik ve gönüllü köpeklikle (ki E. Bursa Valisi Şahabettin Harput’un boynundaki muskada, Fetullah’ın el yazısıyla “Kıtmirim, yani sadık köpeğim” notları çıkmıştı.) Türkiye nereye varacaktı ve bu badireyi nasıl atlatacaktı? Yahu bu darbeyi kim tasarlamıştı, kim ayarlamıştı ve kime yaramıştı?! AKP baş kurmaylarının darbe sırasında ve sonrasındaki konuşmaları ve kararları bile önceden mi hazırlanmıştı?

Türkiye’ye karşı Amerika’nın Suriye’de koridor atağı; ABD’nin Türkiye sınırına özel harekât üssü kurması düşmanlık ilanıydı!

ABD Özel Kuvvetleri’nin operasyonlarında karargâh olarak kullandığı üs, kuş uçuşu Diyarbakır’a 210, İncirlik’e 300, Şanlıurfa’ya 73 kilometre uzaklıktadır. Açık alanda olduğu için YPG tarafından korunduğu anlaşılan üste 500-600 kişilik 25 mobil prefabrik baraka bulunmaktadır. Türkiye darbe girişimi nedeniyle iç gelişmelere odaklanmışken, ABD Suriye’de özel harekât operasyonlarını hızlandırmıştır. Operasyonların ana gündemi, PKK’nın Suriye kolu PYD’nin denetimindeki koridoru güvenceye kavuşturmak ve ardından Hatay il sınırına kadar ulaştırmaktır. ABD, özel harekât operasyonlarında ana karargâh olarak, Ayn el Arab’ın (Kobani) 40 kilometre kadar güneyinde yeni kurduğu üssü kullanmaktadır. Yeni üssün kurulduğu yer, Türkiye sınırına 45 kilometre mesafede bulunan eskiden Fransızlara ait olan Lafarge çimento fabrikasıdır.

Bölge Halep ile kuzeyindeki Ayn el Arab (Kobani) ve Tel Abyad’ı bağlayan yolların geçtiği bir bölgede bulunmaktadır. Ayrıca, PKK/YPG’nin kılıfı olarak ABD Özel Kuvvetleri’nin yönetiminde operasyonlara katılan Suriye Demokratik Güçleri adlı oluşumun Münbiç operasyonunda karargâh olarak kullandığı Teşrin barajına da çok yakın ve hakim bir üs özelliği taşımaktadır. Türkiye’de darbe girişimini yapan FETÖ’cüleri “en yakın müttefiklerimiz” diye niteleyen ABD Merkez Kuvvetler Komutanı (CENTCOM) Joseph Votel, Mayıs ayında bölgeyi ziyaret etmiş ve PKK/YPG’lilerle buluşmuşlardı. Votel, PKK/YPG’lilere övgüler yağdırmış, Votel ile birlikte bölgeye giden gazeteci David İgnatius Washington Post’ta PKK/YPG’yi öven bir makale kaleme almıştı. ABD’nin bu tavrı açıkça düşmanlık ilanıdır.

Bu Üs İncirlik ve Diyarbakır’la da bağlantılıdır

ABD Özel Kuvvetleri’nin Suriye’de bulunmasının resmi gerekçesi IŞİD’e karşı mücadelede yerel güçlere liderlik yapmaktır. Yerel güçler ise ABD’nin “kara gücü” olarak ilan ettiği PKK/YPG, ABD, Suriye operasyonlarında İncirlik’i ana operasyon üslerinden biri olarak kullanmaktadır. Aynı şekilde, bölgedeki yerel güçlere yönelik ikmal ve lojistik de İncirlik merkezli olarak yapılmaktadır. Milli Görüşçülerin ve AGD’lilerin Adana’da İncirlik Üssü’ne yürümelerinin, ABD’yi ve Siyonist çevreleri niye bu denli telaşlandırdığı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle NATO için yeni bir stratejik konsept hazırlandı. 1990 Roma zirvesinde belirlenen temel esaslara göre 1991 yılının Aralık ayında NATO Askeri Stratejisi onaylandı ve uygulanmaya başladı. NATO kuvvet yapısı da buna uygun olarak ayarlandı. Bu stratejik konsept yeni tehditleri ve önceliklerini şöyle açıkladı: “Mikro milliyetçilik, İnsan kaçakçılığı, Mülteci akımı, radikal dini örgütler, çatışmaların komşu ülkelere sıçraması vb”… Bu konseptin temel amacı batı emperyalizminin ya da onun lideri olan ABD’nin Dünya’yı kendi çıkarları doğrultusunda düzenlemesi için NATO’yu ve NATO ülkelerini kullanmaktı. Nitekim NATO’daki mevcut düzenlemeler de, komuta yapısından kuvvet yapısına kadar bu istikamette yapılmıştı. ABD’nin temel çıkarları ABD liderliğinin ve kurduğu sömürü düzeninin önümüzdeki yüzyılda da devam etmesini gerekli kılmaktaydı. Bunun için Rusya ve Çin’in bir araya gelmesinin önlenmesi, Rusya’nın tecrit edilmesi, Avrupa ve Asya ülkeleri ile bağlarının kesilmesi amaçlanmıştı. Dünya’daki ana sorunların, bölgemizde çıkan çatışmalar dahil, temelinde bu hakimiyet kavgası yatmaktadır, arkasında ise Siyonizm’in Yahudi kökenli sömürü sermayesinin dünya hakimiyeti hedefi bulunmaktadır.

Bu hâkimiyet sağlayacak alanları sıralarsak, önümüze şu tablo çıkmaktadır: Ortadoğu, Doğu Akdeniz (Kıbrıs dahil), Karadeniz (Ukrayna dahil), Hazar havzası, Orta Asya, Doğu Avrupa (özellikle Balkanlar), Baltık, Kafkasya, Güney Çin Denizi, Hint Okyanusu, Basra Körfezi, Kızıl Deniz, Afrika, Arktik bölgeler, bu deniz yolları üzerindeki ada, boğaz ve geçitler. Çatışmaların cereyan ettiği bu bölgeleri incelediğimizde neden bazı ülkelere ve özellikle Türkiye’mize müdahaleler yapıldığını, neden bazı ülkelerin ABD yörüngesinden çıkmasının onları hırçınlaştırdığını, neden bazı ülkelerin ABD çıkarları için vazgeçilmez sayıldığını ve onun çıkarları istikametinde yapılandırılması ve bölünmesi / zayıflatılmasının amaçlandığını daha iyi anlama imkânı doğmaktadır” tespitleri gerçekleri yansıtmaktadır. Son Türkiye Rusya yakınlaşmasının Batı’da tedirginliğe yol açması da bununla bağlantılıdır.

Erdoğan-Putin Zirvesi Batı’yı telaşlandırmıştı

St. Petersburg’da gerçekleşen “Erdoğan-Putin Zirvesi”, sadece Türk-Rus ilişkilerinin geleceği açısından değil, Ortadoğu-Kuzey Afrika ve Avrasya merkezli yeni dünyanın yapılanması ve uluslararası bir sistemin inşası açısından da oldukça hayırlı bir adımdı. Belki de bu öneminden dolayı Türkiye bir “15 Temmuz Vakası” ile karşı karşıya kalmış ve her an olası bir müdahaleye karşı da yeni tedbirler almıştı. Türk-Rus ilişkilerinde Atlantik ya da Anglo-Sakson dünyanın aleyhine bir seyrin söz konusu olduğu her dönemde Türkiye-Türk siyasal hayatı doğrudan ya da dolaylı bir takım müdahalelere maruz kalmıştır. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç Paşa’nın 7 Mart 2002’de “Türkiye-Rusya-İran” üçlüsü bağlamında zikrettiği ifade sonrası nelerin yaşandığı ortadadır. (Meseleyi bilmeyenler açısından yazmak gerekirse, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden en ufak bir yardım görmediğini belirten Kılınç Paşa aynen şu ifadeyi kullanmıştı: Türkiye’nin, Rusya Federasyonu ve İran`ı da içine alacak şekilde bir arayışın içinde olmasında fayda buluyorum.) Harp Akademileri Komutanlığı’nca düzenlenen “Türkiye’nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur” konulu sempozyumda MGK Genel Sekreteri’nin burada çizdiği çerçeve elbette bu üç ülke ile sınırlı değildi. Buna Çin ve Suriye de katılmaktaydı.”

Dolayısıyla, 9 Ağustos’taki Erdoğan-Putin Zirvesi onlar açısından da hayati bir dönüm noktasıdır. Özellikle de, Dugin’in Türkiye’ye yönelik “ABD/NATO’yu bırak, Avrasya Birliği’ne, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne, BRICS’e” gelin çağrısı sonrası, bu buluşma daha da anlamlıdır. Bu konuda Suriye kilit role sahip bulunmaktadır. Tarafların Suriye noktasında varacakları mutabakat, büyük ölçüde BOP’u da derinden sarsacaktır. Bakalım ABD yeni müttefiki PYD ile bundan sonra ne yapacaktır. Fakat şunu peşinen söyleyelim, eğer bunun adı bir “iç savaş” olur ise, o zaman Türkiye ve dünya farklı bir sabaha uyanacaktır” diyen M. Seyfettin Erol’un sonunda yıllardır Milli Çözüm’ün savunduğu gerçeklere sahip çıkması sevindirici bir aşamadır.

Rusya’dan Ankara’ya askeri anlaşma teklifi umutlu bir başlangıçtı!

Rus İzvestiya gazetesi, Rusya’nın, uçakların havada karşı karşıya gelmesinin engellenmesi ve 24 Kasım’da yaşanan uçak düşürme olayının tekrarlanmaması için Türkiye’ye bir teklif sunacağını yazmıştı. Sputnik Türkiye’nin haberine göre İzvestiya’ya bilgi veren bir Rus savunma kaynağı, Türk F16’larının Su-24 uçağını düşürdüğü 24 Kasım 2015’te olanların biz kez daha yaşanmaması için Rusya Savunma Bakanlığı’nın bir teklif paketi hazırlandığını açıklamıştı. Kaynağa göre, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’ın St. Petersburg’da yapacakları görüşmede prensip kararı alınması hâlinde bu belgeler Türkiye Milli Savunma Bakanlığı’na yollanacaktı. Öte yandan kaynak, söz konusu belgelerde Rus ve Türk orduları arasında bilgi paylaşımı için kanallar ile iki ülke uçaklarının havadaki eylemleriyle ilgili protokoller oluşturulması öneriliyor olacaktı.

“Körfez ile İsrail’in fikirleri aynıydı!”

Siyonist İsrail Dışişleri Bakanlığı genel direktörü Dore Gold, Körfez ülkelerinin Ortadoğu politikalarının İsrail ile aynı noktaya geldiğini hatırlatıp “Sünni Araplar ile İsrail giderek bölgeye aynı açıdan bakıyor” ifadelerini kullanmıştı.

İsrail’in üst düzey diplomatı ve Siyonist strateji uzmanı Dore Gold, İsrail ile Körfez’deki Arap ülkelerinin Ortadoğu’ya bakış açısının ortak olduğunu açıklamıştı. Siyonist Gold “Sünni Araplar ile İsrail giderek bölgeye aynı açıdan bakıyor” ifadelerini kullanmıştı. Tahran’ın politikalarının artan etkilerine değinen Gold, bölgedeki ülkelerin İran’ın nükleer silahlarından endişe duyduğunu belirterek, İran yönetiminin Yemen, Suriye ve Irak’ta istikrarsızlığa sebep olduğunu, buradaki nüfuzunu kullanarak bölgeye egemen olmaya çalıştığı suçlamasında bulunmuşlardı. Bu arada Suudi Arabistan’ın dış politikasında etkili kişilerden emekli General Enver Eşki’nin, bir Suudi heyetle Tel Aviv’e gittiği ortaya çıkmıştı. Suudi yetkililerin, İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Dore Gold ve Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzey yetkililerinden General Yoav Merdohay ile görüştüğü anlaşılmıştı. Enver Eşki, Suudi Arabistan ordusu ve Dışişleri Bakanlığı’nda önemli görevlerde bulunmuştu. İsrail basınına göre, Suudi Arabistan dış politikasında Enver Eşki’nin etkileri hâlâ sürüyordu. Enver Eşki halen Riyad merkezli bir düşünce kuruluşunun başında bulunuyordu.[1]

Yani Filistin ve Gazze’nin Fetullah Gülen’i sayılan Muhammed Dahlan’ın İsrail’le ve Emperyalist Batı ülkeleriyle ilişkilerini sağladığı Körfez ülkeleri ve Suudi yönetimi ve maalesef bunlarla aynı çizgideki AKP zihniyeti aslında İsrail’in dolaylı müttefikleriydi! Bu nedenle diyoruz ki eğer ciddi ve gerçekçi tedbirler alınmazsa bu AKP zihniyeti, FETÖ çetesi kadar tahripçi ve tehlikeliydi ve zaten aynı mihraklarca desteklenip yönlendirilmekteydi…

Milli Çözüm Dergisi’nin en zor zamanlarda savunup sahip çıktığı Balyoz mağdurları şimdi aktif görevlere atanmaktaydı!

Milli Savunma Bakanlığı’nın, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan 94 General, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan 22 amiral, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan 44 general ile GATA Komutanlığı’ndan 6 general ve 1 amiralin çeşitli görevlere atanmalarına ilişkin kararı, Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlanmıştı. Genelkurmay Başkanlığı Adli Müşaviri Tuğgeneral Dinçer Ural yeni rütbesiyle aynı görevde kalırken, Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarı Adli İşler Yardımcısı Tuğgeneral İhsan Bülbül Milli Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevine atanmıştı. Korg. Zekai Aksakallı, Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndaki görevinde kalacaktı.

Kumpas mağdurları kritik görevlere atanmışlardı

Balyoz ve Askeri Casusluk gibi kumpas davalarından yargılanan subaylar kızak görevlerden alınarak aktif ve önemli görevlere atanmışlardı. Kara Kuvvetleri’nde Balyoz davası sanıklarından olan Tuğg. İdris Acartürk Genelkurmay İstihbarat Karşı Koyma ve Güvenlik Dairesi Başkanlığı’na, Tuğg. Sırrı Yılmaz Harp Akademileri Kurmay Başkanlığı’na, Tuğg. Bahtiyar Ersay 2. Hudut Tugay Komutanlığı’na getirildi. Askeri Casusluk davası sanığı Süleyman Ertızaman ise Genelkurmay Personel İşleri Daire Başkanlığı’na oturmuşlardı. Adana’daki 6. Mekanize Piyade Tümen Komutanlığı görevinde bulunan ve bu YAŞ’ta Korgeneralliğe terfi eden Osman Erbaş da çok kritik bir görev olan Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’na atandı. Erbaş, FETÖ’cü darbe girişiminin ardından “Asker hiç bir zaman vatandaşını öldürmez. Bu katiller asker olamaz. Türk milletinin askeri katil olamaz” diyerek FETÖ’cü subaylara karşı çıkmıştı.

Denizde de durum aynıydı

Deniz Kuvvetleri’nde kumpas davası sanıkları çok önemli görevlere atandı. Deniz Kuvvetleri’nde kumpas davası sanıklarının atandığı görevler şöyle:

Tüğa. Yankı Bağcıoğlu: Deniz Kuvvetleri Harekât Başkanı

Tuğa. Bülent Olcay: Deniz Kuvvetleri İstihbarat Başkanı

Tuğa. Levent Kerim Uça: Güney Görev Grup Komutanı

Tuğa. Berker Emre Tok: Deniz Hava Kuvvetleri Komutanlığı

Tuğa. Mehmet Baybars Küçükatay: Gölcük Deniz Ana Üs Komutanlığı

Tuğa. Cemalettin Bozdağ: Aksaz Deniz Üs Komutanlığı

15 Temmuz’da HDP’li vekillerin gizemli misafirleri vardı!

“Kendi milletinin, imanının asaletini, devletini, toprağının bereketini ve kuvvetini bilmeyenler… “Kuvvet ve kudret sahibi Amerika’dır” diye sapkınca iman edenler. (Hâşâ!) Hep soruyorlardı? Yani koskoca İsrail, Amerika, İngiliz Derin Devleti… 40 yılda içimizde oluşturdukları gücü, 12 saatte neden harcasındı. Darbe girişiminde neden başarısız olsunlardı? Darbeye karşı önceden kimler tedbir almıştı, nasıl önleyip boşa çıkarmışlardı? Kaynağım sağlam; Üst düzey bir askeri kaynak. O kadar ki, bulunduğu ordunun komutanı gece saat 02.30’da, yani iş tersine döndükten sonra, “Kimse birliğinden çıkmayacak” diye emir yayınlamasına rağmen, tutuklatan birimin uç beyi. Efendim, o darbe gecesi ülkenin neresinde olursa olsunlar. Bütün HDP milletvekillerinin evlerinin etrafına iki sıkı güvenlik kuvveti konuyor. Hem emniyetleri sağlansın. Hem de bir provokasyon, ortalığı karıştıracak bir şey yapılırsa gereğini yapsınlar. Dost kuvvetler yani. Sanırım, “PKK o gece neden harekete geçmedisorusuna da biraz yanıt oluyordu.

Aksakallı sonunda ortaya çıkmıştı!

Kuzey Irak’ta, Azerbaycan’da bizzat görev yaptı. Sürekli astlarıyla birlikte cepheden cepheye koştu. Lakabı efsane komutan. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gururu, bordo berelilerin Özel Kuvvetler’in Komutanı. Karşımızda İngiliz derin devleti varsa. Bizim devletimizin de “Aksakallısı” olduğunu ispatladı. Tam yirmi yıldır yetiştirdiği kahramanına, Ömer Halisdemir Başçavuşa açtı telefonu.

“Ömer. ‘Sana, vatanımız ve milletimiz adına tarihi bir görev veriyorum” dedi.

“Tuğgeneral Semih Terzi vatan hainidir, isyancıdır. Onu, karargâha girmeden öldür! Bunun sonunda şahadet var. Hakkını helal et! Ömer Başçavuş da, “Ne güzel bir asker” olduğunu ispatladı. İlk kurşunu sıktı. Semih Terzi’yi alnından vurdu. Bir kurşun bir birliği, o birlik bir ülkeyi kurtardı belki de. Millet 14 yıldır Aksaçlı’yı bekleyedursun, TSK’nın Aksakallısı da böylece çıktı meydana. Elbette Orgeneral Ümit Dündar Paşamızın hakkı ödenemez. Ve biliyoruz ki daha ne gizli kahramanlarımız var bizim.

Paralelin siyasi referansları listelenmeye başlanmıştı!

Bizzat darbe yapanlara referans olan bakan ve milletvekilleri kimler, Kamuda açığa alınanlara kimler referans oldu FETÖnün maşa yaptığı bakanlar, milletvekilleri… Mesela TSK’yı iyi bilen bir vekil, 2015 YAŞ’ında terfi etsin diye Hükümete bir liste veriyor. 15 Temmuz’da o terfi edenler darbeyi planlayıp yapıyor. Gaflet mi, ihanet mi? Cumhurbaşkanına ihanet eden başyaver Albay Ali Yazıcı’ya referans olan vekil kim? Mesela hakkında gözaltı kararı verilen Hataylı Avukat Mehmet Rasim Kuseyri ile hangi bakanın ortaklığı 17 Aralık’tan sonra da devam etti ki, Ergenekon yargılamalarında “Yargıtay İmamı” diye biliniyordu hani. Paralel işadamlarının “ölü yatırım” inşaatlarını, Bakanlık binası olarak yüksek fiyata kiralayanlar hedefte… Öyle ki; 5 yıllık kira bina maliyetini karşılıyor! Diyelim ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etrafında bakan, vekil, büyükşehir belediye başkanı, yüksek bürokrat bin kişi var. 17 Aralık’tan sonra da “Bu kavga Erdoğan’ın kişisel kavgası” diye bakıp, kaybetme ihtimaline yatırım yapan bunların yüzde 50’si mi, 70’i mi? İşte şimdi bütün bunlar listeleniyor. Başbakan Binali Yıldırım’ın gündemi bu. Tek mesele kılı kırk yarmak…”[2]

Cemil Bayık’ın küstahlaşması, sonlarının yaklaşması telaşı mıydı?

PKK’nın sözde yöneticilerinden olan Cemil Bayık Türkiye’ye küstahça tehditler savurmaya başlamıştı. Terör örgütü KCK’nın sözde Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık’tan metropol tehdidi korku ve kuşkularını yansıtmaktaydı! Cemil Bayık “Artık savaş dağ, ova, şehir demeden her tarafta yürütülecektir, metropollere girilecektir” tehditlerine başlamıştı.

FETÖ’ye yardım ve yalakalık, hatta yandaşlık yapanlar tek tek tutuklanıp hesaba çekilirken, şu azgın ve sapkın PKK’nın çok açık ve küstah yoldaşları, sivil ve siyasi kanadı olan BDP hainlerinin, halâ ellerini kollarını sallayarak dolaşmaları, hatta hadlerini aşıp horozlanmaları artık kanımıza dokunmaktaydı ve bu aziz millet bunların da hizaya sokulacağı günleri kollamaktaydı.

Özetle ve önemle vurgulayalım ki: Siyonist odakların Türkiye senaryolarının ve figüran kahramanlarının halâ farkına varmadan; bunların rol icabına veya şahsi çıkarlar hesabına farklı ve karşıt tavırlarına aldanmamak gereğini kavramadan ve ona göre ciddi ve cesaretli tedbirler almadan, bu sıkıntı ve sarsıntıları atlatıp düze çıkmamız mümkün olmayacaktır!

“İlluminati”; Siyonist Yahudilerce kurgulanan, içine masonluğu da katıp yaygınlaşan ve dünya genelinde Şeytani hedefleri olan bir gizli yapılanmadır. Yahudi asıllı bir dönme Hristiyan Albert Pike, İlluminati’ye etkinlik kazandıran, büyük planların altında imzası bulunan özellikli bir adamdır. Bir mason üstadı, İskoç Riti’nde uzun bir dönem büyük patron, (masonlukla ilgili olan Morals and Dogma adlı kitabını yazmıştır) Amerika İç Savaşı’nda görevli bir Tuğgeneral olmaktadır. 1871 yılında meşhur mason üstadı İtalyan Mazzini’ye bir mektup yazarak, Yeni Dünya Düzenini oluşturmak için 3. Dünya Savaşı çıkarma gerekliliğini ortaya atmıştır. Unutmayalım bu mektup 1871 yılında yazılmıştır. O mektupta şu şeytani senaryolar sıralanmıştı:

1. Dünya Savaşı: Önce Osmanlı devleti savaşa sokulup ortadan kaldırılacaktır. Rus çarlığı İlluminati tarafından yıkılacak ve ateistik-komünizmin kalesi olacaktır. İngiliz ve Alman imparatorlukları arasındaki anlaşmazlıklar kışkırtılacak, savaş sona erdikten sonra Rusya’da komünist bir rejim kurulacaktır. Ve bu rejim, hükümetleri ve dinleri zayıflatmak için kullanılacaktır. (Nitekim 1. Dünya Savaşı bu şekilde başlamış ve sonuçlanmıştır.)

2. Dünya Savaşı: Bu savaş Faşizm ve Siyonizm arasında olmalıdır. Savaş sonucunda Siyonizm galip gelmeli, Faşizm yıkılmalıdır. Ortadoğu’da bağımsız bir İsrail Devleti kurulmalıdır. (Nitekim Planlara göre Nazi Almanyası ve sözde Yahudi düşmanı olan Hitler çıkarılmış ve savaş sonunda Naziler ortadan kaldırılmıştır. 1948’de İsrail Devleti kurulmuş ve dünyaya Siyonizm hakim olmuş durumdadır.)

3. Dünya Savaşı: Müslümanlar ile Hıristiyan-Siyonistler arasında olacaktır. Önce; Müslümanlar birbirlerini yok edene kadar kendi arasında savaşacaklardır. Geriye kalan milletler de bölünecek ve bir sosyal kıyamete neden olunacaktır. Radikal ve ılımlı İslamcılar bizim kontrolümüzde olacak, ama birbiriyle çarpışıp duracaktır.

Yıllar sonra Siyonist Yahudi kuklası PAPA Franciskus, (19 AĞUSTOS 2014) “Biz Üçüncü Dünya Savaşı’ndayız, ama parça parça bunu yapmaktayız” sözleriyle Sinsi ve Siyonist hedeflerini açıklamıştı.

Üst üste oturan gerçekleri birlikte anlamaya çalışalım:

1) İlluminati-Gladyo(Arkayı toparlayanlar ordusu): ABD/NATO dünyanın birçok ülkesinde Arkayı toparlayanlar ordusu kurguladı. GLADYO, müttefik ülkelerde gerektiğinde darbe yapacak, işgal sırasındaysa düşmana karşı saldırılarda kullanılacaktı. Arkayı toparlayanlar Ordusu’nun (GLADYO’nun) Türkiye’de büyütüp beslediği başlıca örgüt de Fetullah Gülen Terör Örgütü olmaktadır. Fetullah ABD ve Batı çıkarlarına karşı bir tavır değişikliği sezildiği anda hemen harekete geçerek iktidara el koyabilecek bir yapılanma” olarak kurgulanmıştır.

Siyonist Yahudi öncülerinden Rockefeller şu küstahlıkta bulunmuşlardı:

David Rockefeller ve Rotschild beraberce dünyayı idare eden İllumunati’nin ÜST AKLI’dır. David Rockefeller’in, onursal başkanı olduğu CFR’nin (Council on Foreign Relations), yedi Yahudi bankerin finansal desteği ile oluşturulan, amacı ise ABD Dünya politikası için senaryo üreten bir kuruluş konumundadır. David Rockefeller, Baronların, Top secret (çok gizli) toplantısında şöyle konuşmuşlardı: “Türkiye, dünyadaki en stratejik konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Büyük İsrail topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir. İslam dünyasında etkili olmak istiyorsak, önce Türkiye’den başlamamız gerekir. Türkiye Avrupa ve Asya arasında bir köprü gibidir. Türkiye’yi dağıtmadan Büyük İsrail hedefine ulaşmak hayaldir; bunun da ilk adımı Türk Ordusu’nu zayıf ve itibarsız hale düşürmektir.”

Şimdi bu gerçekleri yazan ve yorumlayan yandaş yazar takımı; AKP’yi hangi odakların ve hangi maksatla kurduklarını, Sn. Erdoğan’ın nasıl ve nelerin karşılığı iktidara taşındığını, BOP eşbaşkanlığının anlamını ve amacını, hangi Siyonist odakların hangi dindar kahramanlara ve hangi madalyaları taktıklarını niye tartışmaz, hatta saklamaya çalışırlardı? Yok Eğer bütün bu gizli ve kirli ilişkilerden pişmanlık duyulup vazgeçilmişse, niye bunları da “Kandırıldık, ama geç de olsa uyandık” itirafıyla topluma açıklamazlardı?

Daha birkaç ay öncesinde dershanelerin kapatılması tartışılırken Avni Özgürel’le katıldığı bir TV programında: “Muhterem ve müstesna iki mü’min olan Fetullah Hoca Efendi ile Başbakanımız Sn. Recep Erdoğan Bey’in birbirinden özür dilemesini istemek doğru bir yaklaşım değildir. Hoca Efendi Hz.lerinin dershanelerin kapatılma girişimleri üzerine sarf ettiği “Firavun, Karun, Fesatçı” benzetmesiyle Sn. Erdoğan’ı kastetmemiştir” diyerek daha düne kadar Fetoş’u savunan Salih Tuna gibi yandaş yalakalarla nereye varılacaktır?

Oysa FETÖ yapılanmasıyla: Siyonist Yahudi metotlarıyla, tamamen Sabataist duygularla ve Haşhaşi Hasan Sabbah mantığıyla beyinleri yıkanan militan kadroları kullanarak; kız-oğlan ayarlayıp şehvet tuzağından rüşvet dağıtmaya, devlet sırlarını satmaktan imtihan sorularını çalmaya, iftira atmaktan kumpas kurmaya, insanların yatak odalarını ve banyolarını gizli kamerayla kayda alıp şantaj yapmaya, her türlü haksızlık ve ahlaksızlığa başvurarak “Türkiye’nin parçalanması ve Büyük İsrail’e kapı açılması” planlanmıştı.

CIA güdümlü Fetullah Gülen’in 1980’de anlattığı 40 yıllık darbe planı!

Artık “Huruç harekâtı başlatılmıştır. Ancak bu harekât 35-40 sene sonra uygulamaya konulacaktır. Bugünkü ortamda bu çıkış mümkün ve münasip olmayacaktır!?”

Bu ifadeler, FETÖ Terör Örgütü lideri Fetullah Gülen’in 1980 yılında, 12 Eylül darbesinden 2 ay önce İzmir’de konuştuklarıdır. Bakırköy Cumhuriyet Başsavcı vekili Ömer Faruk Aydıner’in, eski savcılar Zekeriya Öz, Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç hakkında hazırladığı iddianamede, Gülen’in 40 yıl önce yaptığı bu açıklamalar da yer almıştır. Fetullah Gülen’in 12 Eylül 1980 öncesi yaptığı konuşmanın, bugünlere ve darbe girişimine işaret ettiği açıktır. Gülen, devleti ele geçirme planını işleme koyan örgüt üyeleri için 30-40 yıl beklemek gerektiğini vurgulamaktadır. Konuşmalarında bahsettiği ‘Huruç Harekâtı’ Arapça kökenli bir ifade olup; çıkış yapmak ve devlete başkaldırmak anlamındadır. Aynı zamanda var olan otoriteyi sarsmak ve devleti işlevsiz bırakmak amacıyla da kullanılır.

Hatta Emekli Albay Hasan Atilla Uğur, 1999 yılında bir baskında FETÖ üyelerinin askeri okul öğrencilerini esrar tohumuyla tütsülediklerine şahit olduğunu bile aktarmıştır.

Atilla Uğur, Bodrum Ticaret Odası Toplantı Salonu’nda gerçekleştirilen “15 Temmuz Darbe Girişimi ve Sonrası” konulu söyleşide, FETÖ’nün Türkiye’deki sanat, spor ve iş dünyasından kişileri de ele geçirdiğini hatırlatmıştır. Orduda görevde olduğu süreçte yaşadığı bir operasyon anısını paylaşan Emekli Albay Atilla Uğur, şunları anlatmıştı:

“1999 yılında Ankara’da istihbarat grup komutanıyım. Sözde ışık eviyle ilgili arkadaşlar bir ihbar almışlardı, o bölgeye ulaştık. Gidip gördüğümüzde kapıda Türk bayrağı üzerinde bir Mustafa Kemal Atatürk resmi, altında da Nutuk vardı. İçeriye bir girdik 14-15 yaşında askeri okul öğrencileri bulunmaktaydı. Bu çocukların ifadelerini aldığımızda bize: ‘komutanım aslında biz hafta sonu maça gitmek istiyorduk.. Ancak bu evi tanıdıktan sonra artık evden çıkarken büyük bir mutluluk içinde ayrılıyoruz’ deyince, bu sözler benim dikkatimi çekmiş ve evde yeniden inceleme yapmıştık. Evde sigara dumanından kurtulmak için tütsüler yakılmış, bu tütsüleri aldık ki halâ yanıyordu. Bunu kriminala gönderdik, içerisinden esrar tohumu çıktı. Yani FETÖ’cüler genç çocukları esrar dumanıyla uyuşturmaktaydı.”

Şimdi yapılan kamuoyu araştırmalarında Ordu’ya-TSK’ya duyulan güvenin %65’lere düşmüş olması, buna karşılık polise %85, Cumhurbaşkanı’na %81 oranlarının çıkması, bize göre sevinilecek ve övünülecek değil, üzerinde düşünülecek ve endişe edilecek bir olaydır; ve artık herkesin aklını başına alması, birlik ve dirliğimiz, geleceğimiz ve güvenliğimiz hatırına Ordu’muza sahip çıkılması zamanıdır. Çünkü ülkemizin bekası ve milletimizin bağımsızlığı buna bağlıdır!

 


[1] Bak: Milli Gazete, 10 Ağustos 2016

[2] 9 Ağustos 2016, Milli Gazete, Ahmet Yavuz

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
İsmet SEZGİN

İsmet SEZGİN

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx