YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6633324986fd8
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 6 0
Bugün : 5471
Dün : 24601
Bu ay : 30072
Geçen ay : 737322
Toplam : 23546358
IP'niz : 3.145.63.136

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Kılıçdaroğlu’nun Adalet‘!’ yürüyüşü iktidar cephesini neden bu kadar telaşlandırıyordu? Bazı yandaşlara göre: CHP çok yanlış yolda ilerliyordu. Nagehan Hanım, ta 12 Ekim 2016’da Milliyet’te “Gidişattan endişeliyim” başlıklı bir yazı yazmıştı; “Maalesef o yazıda işaret ettiklerim gerçekleşiyor, 15 Temmuz’dan beri dikkat çekmeye çalıştığım tehlikeli bir sürece doğru gidiliyor” diye sızlanıyordu. Muhalefetin 15 Temmuz darbesi ve darbecilerine karşı ortak bir tavır geliştirmek yerine adeta Cumhurbaşkanı’nı ve AKP’yi sanık sandalyesine oturtan ve FETÖ’cülükle suçlayan tavrı, bazı CHP’lilerin, “Tayyip Erdoğan’ı uluslararası mahkemeler tutuklayacak” minvalindeki söylemleri iktidar cephesini daha da sertleştiriyordu. Yani yandaşların korktuğu başlarına geliyordu. AKP içerisinde ise, 2013’ten bugüne Kılıçdaroğlu’nun söylemleri ile gelişen olaylar arasındaki paralelliği araştıran bir frekans çalışması başlatılıyor… FETÖ’nün son 3 yıldaki söylemleri ile CHP’nin söylemleri karşılaştırılıyor ve örtüşmeler inceleniyordu… Bunun sonunda, “Uluslararası basın ve aktörlerin işbirliği ve koordinasyonunda geliştirilen propagandanın, Erdoğan’ın ve AKP iktidarının Lahey’de yargılanmasını sağlamak amacı taşıdığı, Kılıçdaroğlu’nun da bu doğrultuda kurgulandığı” kanaatine varılıyordu.

Kılıçdaroğlu’nun, “Enis Berberoğlu için mahkemeden önce cezaevinde oda hazırlanmış” iddiaları, oldukça önemli ve gizemli sırları deşifre mi ediyordu?

İstanbul’a doğru Adalet Yürüyüşü sırasında: “Düşünün bir kişi yargılanırken, henüz karar verilmemiş ama Maltepe Cezaevi’nde oda hazırlanıyor. Odanın eksiklikleri gideriliyor. Çünkü o kişinin mahkûm edileceği önceden biliniyor. Ne kadar ceza verileceği önceden biliniyor ve ona göre yer hazırlanıyor.” diyen Kılıçdaroğlu, anlaşılan bu bilgiye sonradan ulaşıyordu… Bu bilgiyi sızdıranların, Hükümetten de muhalefetten de habersiz, ciddi bir darbe hazırlığındaki odakların olması ihtimali akla geliyordu. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, Enis Berberoğlu için Maltepe cezaevinde bir gün önce hazırlık yapıldığı iddiasını çok sert dille ve şaşkınlık içinde yalanlaması da, aslında şoke olduklarını gösteriyordu. Bekir Bozdağ’ın: “Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü de Kılıçdaroğlu’nun iddialarından sonra duyduğunu söylemiştir. Birisi tutuklandığı veya ceza aldığı zaman, tutuklandıktan sonra nereye konulacağı ondan sonra kesinleşir. Sayın Berberoğlu’nun nereye konulacağına, hakkında çıkan karardan sonra karar verilmiştir. Türkiye’nin cezaevlerinde olmayan şeyleri varmış gibi göstermek, başka alana doğru çekmek ana muhalefetin liderine yakışan bir tutum değildir.” sözleri iktidarın telaş ve tedirginliğini yansıtıyordu.

Hürriyet gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘Adalet Yürüyüşü’nün AKP’ye yansımalarını analiz ederken, acaba niye İsmet İnönü örneğini veriyordu? Tarihte Kılıçdaroğlu’nun yaptığına benzer yürüyüşleri hatırlatan Selvi, özellikle de İsmet İnönü’nün başlattığı yürüyüşe dikkat çekiyordu. İsmet İnönü’nün başlattığı yürüyüşün sonunda toplumsal olayların çıktığını hatırlatan Selvi, kargaşanın 27 Mayıs darbesinin fitilini ateşlediğinin altını çiziyordu. ‘AK Parti’nin Kılıçdaroğlu kaygısı’ başlığı verdiği yazısında Selvi, Adalet Yürüyüşü’nün kargaşaya dönüşmesinden endişe ettiğini yazıyor ve ekliyordu: “Yürüyüşün amacından sapmaması için Kılıçdaroğlu, bir çaba gösteriyorsa, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ondan on kat daha fazla dikkatli davranıyordu. Kılıçdaroğlu’nun yapmak istediğini en iyi Erdoğan anladı” diyen Selvi şu yorumları yapıyordu:

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da belli ki, ‘Adalet Yürüyüşü’nü toplumdaki bir fay hattını harekete geçirmek için başlatıyordu. Kılıçdaroğlu’nun yapmak istediğini en iyi Erdoğan anlıyordu ve bu yürüyüşün toplumsal zemininin oluşmaması için, “Birilerinin elinde kartonla arandığı gibi bir adalet değil bizim aradığımız. Bizim aradığımız 249 şehidimizin kanıdır” diyordu. Böylece Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşünü adalet arayışı gibi masum bir eylem olmaktan çıkarıp, kriminalize etmeye çalışıyordu.

İsmet Paşa’nın da DP iktidarına karşı çıktığı uzun bir yürüyüş yaptığı biliniyordu. Bu yürüyüş Uşak’ta, Kayseri Yeşilhisar ve İstanbul Topkapı’da büyük olaylara sebep oluyordu. Bu yürüyüş 1959 yılında “İsmet Paşa çarıklarını giydi” diye atılan manşetler eşliğinde başlıyordu. O sıralarda askerlere işaret vermek için ’bot’ değil, İsmet Paşa’nın çarıklarını giymesi önemseniyordu. İsmet Paşa gittiği Uşak’ta, Kayseri Yeşilhisar’da ve Topkapı’da saldırıya uğruyor, atılan taşlar Paşa’nın kafasının yarılmasına ve kan akmasına yol açıyordu. Ülkede büyük bir gerginlik yaşanıyor ve kışlalar kaynıyordu. Çünkü İsmet Paşa, askerin gözünde Milli Mücadele kahramanı ve Atatürk’ten sonraki isim oluyordu. DP iktidarının olayları önlemedeki başarısızlığı da eklenince, işler çığırından çıkıyor, İsmet Paşa, “Şartlar tamamsa darbeler meşrudur” demeye başlıyordu. O söz harekete geçmek için bekleyen cuntalar için işaret sayılıyor ve Türkiye 27 Mayıs’a sürükleniyordu. Selvi; “Şunu net olarak ifade edeyim ki, Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşünün akıbetinin 27 Mayıs’la kıyaslanmasını doğru bulmam”. CHP lideri, meşru bir iş yapıyor. Ancak dikkatli olmalı. Bu tür uzun yürüyüşlerin nasıl başladığına değil, nasıl sonuçlanacağına bakmak gerekiyor. Gezi olayları da üç-beş ağaç işi olarak başlamıştı. Ancak örgütler işin içine girince amacından saptı. Örgütlerin sızması konusunda dikkatli ve yürüyüşün meşruiyetine gölge düşürmeme konusunda özenli olunmalı.” diye uyarıyordu. “AKP yöneticileriyle konuştuğumda yürüyüşün amacından saptırılması konusunda endişeleri bulunduğunu anlıyorum. Yürüyüşün amacından sapmaması için Kılıçdaroğlu, bir çaba gösteriyorsa, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ondan on kat daha fazla dikkatli davranıyor. Çünkü Kılıçdaroğlu’na yönelik bir provokasyondan kaygı duyuluyor. O nedenle sıkı güvenlik önlemleri alınmış durumda. İstanbul’a yaklaştıkça güvenlik önlemleri iki katına çıkarılacak. İşin bir de devleti ilgilendiren boyutu var. Gezi olaylarını çığırından çıkaran zabıtaların çadırları ateşe vermesi olmuştu. CHP’nin özenli, iktidarın ise dikkatli olması gerekiyor. Türkiye yeni bir Gezi’yi kaldırmaz.” kuşkularının altında acaba ne yatıyordu?

Sızdırılan Wikileaks, Snowden belgelerinde Sn. Erdoğan’ın 100 milyar, 40 milyar, 20 milyar doları olduğu iddiaları yer alıyordu. İsviçre bankalarında 1 milyar dolarlık 8 ayrı hesabı bulunduğu haberleri yayınlanıyordu. Bu tür iddiaları elbette muhataplarının yanıtlaması gerekiyordu.

Sn. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan Beştepe’deki sarayda esnafa bir iftar veriyordu. İftar sonrası konuşmasında Kılıçdaroğlu’nun başlattığı “Adalet Yürüyüşü”nü sert dille eleştiriyor ve “Almış eline adalet yazan bir kâğıdı, yürüyor” diye karşı çıkıyordu. Kendisine yönelik “Mahkemelere baskı yaptığını ispat ederim” sözüne “Senin yalan makinesi olduğunu herkes biliyor” yanıtını veriyordu. O konuşma sırasında: “Şimdi de 3 milyar dolarım olduğunu söylüyorlar, bunun da cezası verilecek, çalışmalar bitmek üzere!” şeklindeki şeyler de açıklanıyordu. Hani Yargı’ya talimat verilmiyor, müdahale edilmiyordu? Soruları bir tarafa, Sn. Erdoğan’ın bu “3 milyar dolarlık gizli hesabı bulunduğu” iddialarını gündeme taşıması ve oldukça telaşlı ve hırçın tavrı, acaba hangi derin kuşkuları yansıtıyordu? AKP kulislerinde ve hatta kurmay kesimi içerisinde sıkça tartışılmaya başlanan; “Yeni bir darbe hazırlandığı ve AKP’den hesap sorulacağı!?” şayiasının da bu derin kuşkuda bir payı var mıydı? Ayrıca Doğu Perinçek’in ve Aydınlık ekibinin “Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü bir FETÖ planıdır ve yeni bir darbe hazırlığıdır!” yollu Erdoğan’a sahip çıkışları ve iri manşetler atmalarını nasıl okumak gerekiyordu?

Tuğrul Türkeş MHP Genel Başkan Yardımcısı iken 15 Haziran 2015’te CNN Türk’te Tarafsız Bölge programında, MİT tırlarıyla ilgili şunları açıklıyordu: “Bizi izleyenlerin huzurunda yemin ediyorum: Vallahi ve Billahi o silahlar Türkmenlere gitmiyordu. Konuyu çok iyi bilerek ve iddia ederek söylüyorum, çünkü bizim Bayırbucak ve Halep’teki Türkmenlerle irtibatımız var… Tırlardaki silahların Türkmenlerle hiçbir ilgisi bulunmuyordu.” Ama sonunda AKP Hükümetinde Başbakan Yardımcısı olunca: “Ben o sözleri yardımlar daha sık ve sağlıklı yapılsın diye sarf ettim.” diyordu. Acaba Sn. Türkeş, önceden yani henüz MHP’li iken AKP iktidarına iftira atıp yalan söylüyordu da, sonunda mı çark ediyordu? Yoksa önce doğruyu söyleyip, sonradan makam ve çıkar hatırına mı dönüş yapıyordu?

İktidarın çifte standardı ve fırsat avcılığı!

Daha birkaç yıl öncesine kadar, AKP ve FETÖ, bütün muhaliflerini Ergenekon çuvalına doldurmaya çalışıyordu. Şimdi FETÖ alt düzeyde tasfiye ediliyor ama cemaat medyasının başlattığı iftira atarak muhalifleri yıldırmaya çalışmak veya kurulan kumpasın yaygarasını yapmak virüsü, AKP medyasında devam ediyordu. Korktukları herkes FETÖ’cülükle suçlanıyordu. Yenişafak, Hüsamettin Cindoruk için Fetullah Gülen’in FETÖ’den yargılanan avukatının iddialarını dayanak yaparak “Büyük abi Cindoruk” diye manşet atıyordu. Gazete, Cindoruk’u CHP’ye de “akıl hocalığı” yapmakla itham ediyordu. Hüsamettin Cindoruk adına bir açıklama yapan Millî Merkez Sözcüsü Ufuk Söylemez, “Paranoya içinde kumpas kurmaya kalkışıyorlar. Taraf gazetesini aratmıyorlar” diyor ve yakın geçmişte FETÖ medyasında da Cindoruk’u benzer şekilde itham eden ve hedef gösteren çok sayıda haber ve manşet yayınlandığını hatırlatıyordu. Anlaşılıyor ki yürüyüş korkusu, AKP medyasındaki sorumlu arkadaşların sağlıklı değerlendirme yapabilme yeteneğini dumura uğratmış bulunuyordu. Hüsamettin Cindoruk, “Ana Muhalefet Partisi CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı adalet yürüyüşünü haklı, meşru ve doğru buluyoruz” diye açıklama yapınca, hatta “Yargının siyasallaştırılması, OHAL’in amacından saptırılarak, tüm muhalif kişi ve kurumlara yönelik bir baskı ve infaz aracına dönüştürülmesi asla kabul edilemez. Çünkü adalet yoksa, yargıya güven kalmamışsa, o zaman milletin demokrasi ve hukuk kuralları içinde direnme hakkı meşru hale gelir” uyarısında bulununca, iktidar kanadı ne yapacaklarını şaşırıyordu.[1]

Cindoruk’u ciddiye aldığımız sanılmasındı!

Çünkü biz; Enis Berberoğlu kararı çıkmadan önce, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Nişantaşı’ndaki evinde ziyaret ettiği Hüsamettin Cindoruk’un ayarını çok iyi biliyoruz. Bu millete yıllarca “Yassıada duruşmalarının delişmen ve erkek sesi” olarak tanıtılan; hırçın, cerbezeli ve cesur bir avukatmış gibi yutturulan Masonları çok iyi tanıyoruz. Onunla ilgili “Adnan Menderes’in avukatı” yakıştırmasının bir palavra olduğunu da, merhum Aydın Menderes’in deşifre etmesiyle öğrenmiş bulunuyoruz. Bir gün çıkıp da: “Hayır, Menderes’in avukatı değildim” diyerek milletten özür dileyeceğine, bu palavrayı politika rantına çevirdiğini unutmuyoruz. Bırakın Menderes’in avukatı olmayı, hatta Menderes’in taraftarı bile olamıyordu. Tam aksine Demokrat Parti’ye karşı kurulmuş “Hürriyet Partisi”nin mensubuydu ve tipik bir Menderes düşmanlığı yürütüyordu. Bağrından Coşkun Kırca gibi “çakma demokrat değerler” çıkarmış bu Hürriyet Partisi, Menderes’i yeterince liberal olmamakla suçluyordu. Aldığı ilk seçim yenilgisi üzerine, kendini feshedip CHP’ye katılıyordu. Yani, “çok liberalizm” beklenirken, “sıfır liberalizme” ve “devletçiliğe” razı oluyordu.[2]

Elbette Adnan Menderes’in de aslını, amacını ve özel İsrail yandaşlığını çok iyi biliyoruz. Hüsamettin Cindoruk’un Morrison Süleyman Demirel’in “emanetçi” başkanlığını da biliyoruz. Zaten “Biz emanetçiyiz” diye açık açık söylüyordu. Taşıdığı emaneti, ortalık durulduktan, yani ülke “siyaset yasağı” ayıbından kurtulduktan sonra asıl sahibine (Mason Süleyman Demirel biradere) iade ediyordu. Sonra bu sahte “demokrat” Hüsamettin Cindoruk, çok derin bir Erbakan ve Şeriat düşmanlığıyla 28 Şubatçı kesiliyordu. Hiç utanmadan ve hukuk tanımadan Meclis’in Refah Partisi’nin vesayeti altında olduğunu söylüyor ve böylece 28 Şubat’çıların yani Amerika’nın ve işbirlikçi Masonik tabakanın işini kolaylaştırıyordu. Siyasal krizden çıkış yolu olarak da, 27 Mayıs’ın seçkinler ve imtiyazlılar kastı olan “Senato” uygulamasını öneriyor, o süreçte Fetullah Gülen hainiyle aynı dili konuşuyordu. Yani Fetullah’la Cindoruk, Erbakan iktidarının yıkılması, boşaltılan sahada AKP’nin kurgulanıp Erdoğan’ın iktidara taşınması şeklindeki “dış projeye” birlikte taşeronluk yapıyordu.

Bu arada “Saadet Partisi’nin kiracı olarak kullandığı binanın boşaltılması için mahkemeye başvuran Fatih Erbakan’ın davayı kazandığı” medyaya yansımıştı!

Milli Görüş prensiplerinin ve Saadet Partisi’nin yeniden umut adresi olmaya başladığı ve konjonktürel şartların da toplumu buna zorladığı bir ortamda, Parti ile vakfın yeniden çatışması elbette huzurumuzu bozmakta ve damarımıza dokunmaktaydı. Ancak bu talihsiz ve seviyesiz girişimleri öyle tesadüflere veya birkaç kişinin şahsi kaprislerine bağlamak yanlıştı ve yanıltıcıydı. Bu gelişmeler “Erbakan’ı öldürmek yetmez, üzerine beton dökmemiz gerekir” diyen Siyonist mahfillerin derin hıncının ve hesaplaşmasının bir devamıydı. Bu şeytani merkezlerin parti içindeki “fitneyi kızıştırıcı elemanı”nın ise Oğuzhan Asiltürk olduğu artık kesinlik kazanmıştı.

Fatih Erbakan ile Saadet Partisi arasında yaşanan gerginlikte yeni gelişme yaşanmıştı. Milli Görüş’ün tarihi tabii ve daimi lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın oğlu Fatih Erbakan ekibi, aralarındaki tartışmanın alevlenmesi üzerine, talihsiz bir girişimle Saadet Partisi’nin kiracı olarak kullandığı, Balgat’ta bulunan binasının boşaltılması için mahkemeye başvurmuşlardı. Fatih Erbakan’ın açtığı davayı kazandığı anlaşılmıştı. Karara göre Saadet Partisi binayı boşaltmak zorundaydı. Karar üzerine Saadet Partisi içerisindeki gerilimin iyice arttığı, tartışmanın dozunun yükseldiği ortaya çıkmıştı. Saadet Partisi’nin bir süredir Fatih Erbakan etrafında toplanan ilçe örgütleri ve Anadolu Gençlik Derneği üyeleri ile Saadet Partisi Genel Merkezi arasında yaşanan tartışmalarla çalkalandığı konuşulmaktaydı. Saadet Partisi İstişare Kurulu Başkanı olan Oğuzhan Asiltürk’ün, Fatih Erbakan’ın başkanlığını yaptığı Necmettin Erbakan Vakfı’na dönük olarak kullandığı sert ifadeler bir süre önce basına şöyle yansımıştı:

“Toplumda sevgi ve saygı uyandırmış büyük zatların çocukları bir araya gelerek babalarının hatırasını canlı tutmak için bir vakıf kurarlarsa herkesin buna saygı duyması lazımdır. Böyle bir vakfın genel merkezinde hedeflenen çalışmalar yapılır. Ancak Prof. Dr. Necmettin Erbakan Vakfı olarak kurulmuş olan vakfın kurucuları arasında Erbakan Hocamızın en büyük çocuğu olan Zeynep Erbakan bulunmamaktadır. Dolayısıyla aile adına kurulmuş bir vakıf olma vasfından uzaktır.” Bu tavrından da anlaşılıyor ki, Oğuzhan Asiltürk, hala Erbakan’ın çocuklarını birbirine kışkırtma hesabındaydı. Fatih Erbakan’ı sürekli dışlayan ve Partiye tavır alması için kışkırtan Oğuzhan Asiltürk, yine kendi adamlarının bazılarını Erbakan Vakfı’nın kurucu elemanları ve Fatih Bey’in danışmanları diye O’nun yanına sokmuşlardı. Oğuzhan’ın bütün amacı Erbakan’ın partisini, yine Erbakan’ın oğluna parçalatmaktı.

Oğuzhan Asiltürk’ün: “Erbakan cihat paralarını güya zayi olmasın ve devlet el koymasın diye çeşitli taşınmazlara yatırıp bunları kendi üstüne tapulamış, öldükten sonra ise bütün bunlar çocuklarına kalmıştı. Onlar da şimdi bunların üstüne yatmış, teşkilatların malına el koymuşlardı” iddiaları kesinlikle iftiraydı ve zaten kendisi Milli Çözüm’ün uyarıları üzerine, gidip savcılıkta bu ithamların asılsız olduğunu, yanlış bir anlaşılmadan doğduğunu itiraf etmeye mecbur kalmıştı. Oğuzhan, bununla da yetinmemiş, Hoca’nın büyük kızını diğer kardeşlerine karşı doldurup kışkırtmış, mahkemelik olmalarına yol açmıştı.

Ankara Balgat’taki Saadet Partisi Genel Merkez binası ve yanındaki Hamidiye camisi ise Aziz Erbakan Hocamızın, arsasından mefruşatına kadar tamamını kendi özel parasıyla yaptırdığını da yakinen bilen bir insanım. Hatta Merkez ve Cami inşaatının bitirilip çevre düzenlemesinin yapılması aşamasında uğrayan eski Bakanlardan ve dava adamlarından(!) Fehim Adak, bu yapılanları görünce şaşırmış, “Yahu bu muhteşem külliyeyi Hoca ne zaman başlatıp tamamladı?” diyerek 12 Eylül’den sonra yıllarca partiye hiç uğramadığı ve Hoca’nın hizmetlerine asla katılmadığını da açığa vurmuşlardı. Hatta, Hizmet binası ve Cami bittikten sonra, Erbakan Hocamız bunların tapusunun kimlerin üzerine yapılması konusunu istişare etmek ve bir karar vermek üzere, yakın çevresinden bazılarını görevlendirmiş, onlar da gerekli görüşmeleri yaparak: “oğlu Fatih’le damadı Mehmet Bey’in üzerlerine tescil ettirmenin en uygun olacağı kanaatine vardıklarını” söyleyince Hocamızın da “Peki, siz bilirsiniz, nasıl münasip görmüşseniz öyle davranın” buyurduklarına şahit olanlar niye çıkıp konuşmazlardı.

Fatih Erbakan’ın SP’yi mahkeme yoluyla mevcut binasından atma teşebbüsü ise, hırs ve tamahın insanı hangi vartalara yuvarladığını ortaya koymaktaydı.

Yahu, resmen ve hukuken senin bile sayılsa, bir insan Muhterem babasının Milli Görüş’ün tek ve gerçek adresi olarak vasiyet buyurdukları Saadet Partisi’ni, hangi iz’an ve vicdanla dışarı attırmaya çalışırdı? Haydi Allah rızası aranmamaktaydı, dava duyarlılığı taşınmamaktaydı, peki Muhterem babanızın sa’yu cihadı ve saygınlığı da mı hiç hesaba katılmamıştı? Birkaç tane malum marazlı dışında, tamamına yakını sadakat ve istikamet ehli olan Milli Görüş camiasının hiç mi hatırı kalmamıştı?

Bu talihsiz kapışmada, ya Oğuzhan’ın veya Fatih tarafını tutup Camiamızın ve teşkilatlarımızın kamplaşmasına yol açan insanlarımıza da bir uyarımız vardı:

Ya hu, Oğuzhan veya Fatih inadına, bütün Camiayı ve teşkilatları kapıştırmak yerine, çıkıp da şu Oğuzhan’ın fesatçılığını, Fatih’in ise fırsatçılığını yüzlerine haykırmanız ve vücudun kurtarılması adına gerekirse parmakların harcanacağını hatırlatmanız lazımdı. Bu ciddiyet ve cesareti göstermenin şimdi tam zamanıydı… Aksi halde bu tahribatın suçunda ve sorumluluğunda sizlerin de payı ve günahı olacaktı. Herkesten önce de Sn. SP Genel Başkanı’nın bu yönde bir adım atması ve iradesini ortaya koyması şarttı, bu kendilerinin bir samimiyet ve dirayet sınavıydı. Çünkü Genel Başkan yapıldığı son Kongre’de, Fatih Bey’i yönetime almak yönünde hayırlı ve yararlı bir teşebbüste bulunmuşlar, ama maalesef Oğuzhan’ın baskılarıyla geri adım atmışlardı. Şimdi böyle bir vakfın yararını söyleyen Oğuzhan Asiltürk, o süreçte “bütün vakıf şubelerini kapatmak şartı ile Fatih beyi kabul edeceklerini” dayatmıştı. Ve asla unutulmasın ki, Milli Görüş Camiası da dahil, her toplum ancak layık olduğu idarecileri bulacaktı!..

Hatırlayacaksınız, Fetullah’ın ve Erdoğan’ın himayesinde ve tabi CIA tertibiyle; milli haysiyet ve hassasiyet sahibi askerlerin tasfiyesi hedefiyle tezgâhlanan Ergenekon savcıları ‘darbeye zemin hazırlamak’ diye bir suç icat ediyordu. Şimdi de pek çok kişi FETÖ’nün 15 Temmuz’daki darbe teşebbüsüne “zemin hazırlamak” iddiasıyla içeri tıkılıyordu.

Ergenekon iddianamelerine göre, güya Genelkurmay’da açılan birtakım internet siteleri vasıtasıyla, aynen “darbeye zemin hazırlamak için kaos ortamı oluşturmak” amacıyla çalışmalar yapılıyordu. Bu çalışmalar “seçimle işbaşına gelen yürütme organını yasadışı yollardan devirmek için kara propaganda ve dezenformasyon” faaliyetlerini içeriyordu. Bunlar “Ergenekon terör örgütü”nün faaliyetleri sayılarak komutanlar, aydınlar tutuklanıyor, müebbet hapislere çarptırılıyordu. Oysa teori ve akıl yürütme metoduyla suç tanımı yapılamayacağını, somut delil bulunması lüzumunu herkes biliyordu. Böylesine alakasız, soyut ve dolaylı, hatta sadece niyet okuma dayanaklı yorumlarla insanların tutuklanmasının, haklarında müebbet hapisler istenen iddianameler hazırlanmasının ülkeyi nasıl bir kaosa sürüklediğini düşünmek gerekiyordu. İsnat edilen suç ile ileri sürülen deliller arasındaki bağın “somut ve doğrudan” olması gerekiyordu. Yardımın terörü bilerek yapılması, darbe hazırlığına bunu bilerek destek çıkılması, suç sayılmasının en önemli şartı oluyordu. Yani yorumla değil, “doğrudan ve somut deliller ve bulgularla” ortaya konması bekleniyordu. FETÖ’nün gizli yönünü Cumhurbaşkanı, MİT ve Genelkurmay bile tam istihbar edemiyordu. Onun dış görünüşüne ve kurumlarının legalliğine bakarak davranmış olan gazeteci, işadamı, esnaf, bürokrat ve siyasetçinin teröre ve darbeye yardımla suçlanması hukuka ve vicdana aykırı bir durumdu.” tespitleri doğruydu. Ama bu hukuki ve ahlaki prensipleri hatırlatanlara sormak gerekiyordu: En demokratik yollarla kurulan ve kısa zamanda efsane hizmetler başaran Erbakan’a ve iktidarına yönelik 28 Şubat şarlatanlığı sırasında niye bu tavsiye ve temennilerinizin tam tersi bir tutum sergileniyordu?!

TSK’ya yeni darbe hazırlığı mıydı?

“15 Temmuz’un ardından, istihbaratta yeniden yapılanma konusu gündeme taşınmıştı. İngiltere’de MI5 ve MI6, ABD’de CIA ve FBI olduğu gibi, MİT’in dış istihbarata çekilip, iç istihbaratta yeni bir yapılanmaya gidilmesi üzerinde durulmaktaydı. Ağırlıklı olarak Fransız sistemi tartışılmaktaydı. Bir ara küllenmiş olan istihbaratın yeniden yapılanması konusu şimdi tekrar masadaydı. Darbeler bağlamında gündeme gelen TSK içi istihbarat konusu da bu taslağa katılacaktı” diyen Abdulkadir Selvi, hem toplumu aldatmakta hem de bir hıyanet hazırlığını ağzından kaçırmaktaydı. Yalan konuşmaktaydı; çünkü ABD’nin CIA’sı ve İngiltere’nin M16’sı iç istihbarattan ziyade dış istihbaratta ve FETO kalkışması gibi tahribatlarda kullanıldığını hala bilmeyenler ya ahmaktı veya bu iddia yerli hıyanetlere kılıf hazırlamaktı. Asıl hıyanet ise, milli savunma için gerekli istihbarat imkânları kurutulan TSK’nın, şimdi de iç istihbarat ağlarının kısıtlanması ve kontrol altına alınmaya çalışılmasıydı. Bu tavır TSK’yı, yabancı ve sakıncalı bir güç odağı gibi görme gafletinin bir uzantısıydı.

Garnizonların içinde, üzerinde istihbarat teşkilatının isminin yazılı olduğu birimler kaldırılacakmış. Ama bu konuda bir çalışmaya ihtiyaç duyulmaktaymış. TSK içi istihbarat işinin yasal bir zemine kavuşması lazımmış. Yoksa 28 Şubat’ta illegal faaliyet gösteren BÇG’nin durumuna düşme ihtimali varmış. TSK içi istihbarat faaliyetlerinde garnizon komutanlıkları büyük önem taşımaktaymış. Ve bütün bunlar muhtemel darbe hazırlıklarını önleme amaçlıymış. TSK içinden istihbarat alınmadan, bu tür faaliyetlerin dışarıdan tespiti imkânsızmış… Oysa 15 Temmuz’un darbe planları TSK içinde değil, Çukurambar’da, Çayyolu’nda, Batıkent’te, Aydınlıkevler’de Adil Öksüz’ün kiraladığı evlerde hazırlanmıştı. Bunların hiçbiri askeri lojmanlarda kalmamıştı. Ayrıca darbeci generallere imamlık yapan FETÖ’cüler, sivillerden oluşmaktaydı.

Bu bahanelerle 15 Temmuz’dan sonra TSK’daki yapılanma kapsamında kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı’na, Jandarma ise İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Batılı ülkelerde askeri personelin takibi, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı iç istihbarat birimi tarafından sağlanmaya başlandı. Güya garnizonların içinde yaşananlardan ancak garnizonların içinde olanların haberi olmaktaymış… Ama bu birimin başında emir-komuta ve sicil bakımından askere bağlı olmayan sivillerin bulunması lazımmış… Batı’daki yapılanmada milli savunma bakanı ile başbakana eşzamanlı olarak bilgi aktarılmaktaymış… Başbakanlık sistemi 2019 yılında kaldırılacağı için, şimdi cumhurbaşkanının bilgilendirilmesini esas alan bir sistem üzerinde durulmaktaymış… Şimdi soralım; Fetullahçıların TSK’ya bakış açısıyla AKP iktidarının yaklaşımı arasında ne fark vardı? Çünkü her ikisi de TSK’yı “Dizginlenmesi ve ele geçirilmesi” gereken tehlikeli bir kurum olarak algılamaktaydı.

Bu arada Yüksek Askeri Şûra toplantısında (YAŞ’taki) atamaları etkilemek için, bazı komutanlar hakkında dosyalar sızdırılmaya, haberler yazdırılmaya başlandığını yazmıştı… Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar’ın 2 yılı vardı. Jandarma Genel komutanı Org. Yaşar Güler ile Genelkurmay 2. Başkanı Org. Ümit Dündar 15 Temmuz’dan sonra atanmışlardı. Ama Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Salih Zeki Çolak, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Abidin Ünal ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Bostanoğlu’nun görevlerindeki 2 yıllık süre dolmaktaydı. Üç kuvvet komutanımızın durumu henüz açıklık kazanmamıştı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na Jandarma Genel Komutanı Org. Yaşar Güler atanır mıydı, yaş engeline takılmayan bazı komutanlar için 1 yıl uzatma seçeneği kullanılır mıydı, belli olmamıştı. Çünkü, şûrada 15 Temmuz karnesi masaya yatırılacaktı. Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlıkları ile hava üs komutanlıklarının karargâhlarında önemli değişiklikler yapılacağı konuşulmaktaydı.

Fehmi Koru’ya göre; Türkiye içeride ve dışarıda sıkıştırılmaya başlanmıştı. CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nun 25 yıla mahkûm edilip tutuklanması AKP’yi destekleyenlerde bile tepkiye yol açmıştı ve CHP’yi de bugüne kadar sergilediği mülayimlikten vazgeçmeye zorlamıştı. Bu nedenle CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir ayı bulması beklenen uzun bir yürüyüşe çıkmıştı. Ülkemizin yakın müttefiki Katar’a ambargo/abluka karışımı yaptırımlar uygulayanlar Türkiye’nin de önem verdiği ülkeler sayılırdı. Bu yaptırımların baş aktörü ABD şimdi Katar’a savaş uçağı satma kararı almış ve ortamı yumuşatmaya başlamıştı. Yaptırımlardan önceden haberdar edilmeyen Türkiye Katar’a verdiği açık destek yüzünden ters köşeye yatırılmıştı. ABD dışişleri bakanı Katar’a yaptırım sebebi olan Müslüman Kardeşler (İhvanı Müslimin) bağlantısını Türkiye’ye ve hükümete kadar uzatan açıklamalar yapmıştı.

Irak’ın kuzeyindeki adında ‘Kürdistan’ bulunan oluşum da, tam bu sırada, bağımsızlık için referandum yapma kararı almıştı. AKP Türkiye’si kızgın ve kırgındı; ABD’den “Irak’ın toprak bütünlüğünü koruyacağız” açıklamasını bekliyorken “Birleşik, istikrarlı ve demokratik bir Irak’ı destekliyoruz” cümlesinin hemen ardından ABD; “Irak Kürt halkının meşru arzusunu anlıyor ve destekliyoruz” açıklamasını yapmıştı. İktidara yakın yorumcular, içeride ve dışarıda oluşan bulutları, yabancı ellere bağlamaya çalışmaktaydı. Belki yakında ‘üst akıl’ yorumları da başlayacaktı.

Türkiye’nin darbeler tarihi, aslına bakılırsa, bir yönüyle yabancıların parmak izlerini taşımaktadır. 27 Mayıs’tan (1960) 28 Şubat’a (1997) uzanan karanlık koridorun her bir durağında o izlere rastlanmaktadır. İran dışişleri bakanı, Washington’dan kendilerine yönelik gelen ithamlara, “Siz önce 1953 darbesi yüzünden bir özür dileyin…” derken suçüstü olmuş bir darbeye dikkat çekmiş olmaktaydı. Muhammed Musaddık başbakanlığındaki meşru İran hükümetine karşı CIA’nin ‘Ajax’ kod-adıyla devreye soktuğu darbe yapılmıştı. Yabancı istihbarat örgütleri Ülkeleri önce istikrarsızlaştırır, sonra da hazır hale gelen ortamı kullanarak istedikleri sonucu alacak operasyonu devreye sokarlardı. Lâfı uzatmayayım, söylemek istediğim şu: Ülkemiz yabancıların yoldan çıkartmasına açıktır; çıkarlar söz konusu olduğunda, ilkeler ve stratejik müttefiklikler unutulur ve ortamı karıştırıcı operasyonları devreye sokarlardı. Her birinin işlerini kolaylaştıracak dahili işbirlikçileri olduğunu da bu arada vurgulamak lazımdır… Geçmişten ders çıkaran siyasiler bu bilgilere sahip olmanın getirdiği kendine güvenle, bu hesapları bozabilirler ama… Hele ortamı o türden operasyonlara açık hale getirmekten ise müthiş kaçınır akıllı siyasiler… Türkiye içeriden ve dışarıdan sıkıştırılıyor, bu bir gerçek; ancak bir başka gerçek de şu: Bu sıkıştırmayı yapmayı mümkün kılacak ortamı Türkiye (AKP yönetimi) kendisi hazırlamaktadır. Enis Berberoğlu’nun, haberi veren iki gazetecinin (Can Dündar ve Erdem Gül’ün) Anayasa Mahkemesi müdahalesiyle beraat ettiği bir dava yüzünden 25 yıla mahkûm edilmesi günümüzün sıkıntılı yargı ortamı (ve iktidarın aymazlığı) sayesinde mümkün kılındı… Hain bir darbe girişimi sonrası yapılan OHAL ilanı ve yargının keskin kılıca dönüşmesi yüzünden (bunlar yaşandı).

Katar krizini çıkartan Türkiye değil, ama o krize Türkiye’nin müdahil olmasının şartlarını oluşturan (bu iktidardı…) Krizin hemen ardından Türkiye ve AKP’ye yönelik Washington etiketli Müslüman Kardeşler yakıştırmalarına hâlâ cevap verilmemesi de anlaşılmamıştı. Olaya CHP tarafından verilen aslında oldukça yumuşak ‘uzun yürüyüş’ tepkisini yanlış değerlendirmelere muhatap eden de yine siyasiler olmaktaydı…

“Ben diyeceğimi derim, kimse kusura bakmasın: Bir süredir devamlı vahim yanlışlar yapılıyor ve bunun sonucu olarak toplumun dengeleri sarsılıyordu… İlk yapılacak iş dengeleri yeniden yerli yerine oturtmak gerekiyordu. Yani normalleşme… yani OHAL düzeninden vazgeçme… yani demokratik ilkelere, hak ve özgürlüklere, hukuk devleti uygulamalarına dönüş… (bekleniyordu)!” sözleriyle kimin adına ve hangi vurdumduymazlara sopa gösteriliyordu?

Lütfü Oflaz’ın Doğu Perinçek manevrası!

“Benim inancıma göre, bir kişiye yapılan haksızlık bütün insanlığa yapılmış gibidir. Onun içindir ki her dönemde haksızlıklara karşı tüm gücümle mücadele etmişimdir. Haksızlığa uğrayan kim olursa olsun, onun yanında olmuşumdur. Haksızlık yapan kim olursa olsun, onun karşısında olmuşumdur. Bu benim başta darbe dönemleri olmak üzere, her dönemde sergilediğim duruşumdur.” diyen Star yazarı Lütfü Oflaz’ın Erdoğan’ın önce karşı çıktığı halde, sonunda NATO ile birlikte Libya’ya saldırıp on binlerce insanın katledilmesine karşı çıktığını hiç hatırlamıyoruz.

“Eğer pek çok köşe yazarı benim için “Sağcısından solcusuna kadar herkesin saygı duyduğu bir insan” diye yazılar yazmaktaysa, bunun bir nedeni de budur. Eğer sağcısıyla solcusuyla pek çok aydın, kanaat önderi benim için “Ülkenin vicdanı” diyorsa, bunun bir nedeni de budur. Böyle bir insan olduğum için Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in son açıklamasına büyük tepki duyuyorum. Doğu Perinçek’i “Türkiye’nin vicdansızı” ve de “Türkiye’nin faşisti” ilan ediyorum.” diyen yandaş yazar, Doğu Perinçek’in AKP’ye destek çıkmasına aklı ermeyen ve içlerine sindiremeyenlerin havasını almaya çalışıyordu.

Çünkü Doğu Perinçek’in son açıklaması kadar vicdansız, faşist bir açıklama hiçbir siyasetçiden çıkmamışmış… Hiçbir siyasetçi haksızlığa uğrayanlara (FETÖ mağdurlarına) onun kadar vicdansız ve faşistçe davranmamışmış… Doğu Perinçek, cezaevlerine atılanların ya da işten atılanların arasında haksızlığa uğrayanların bulunduğu iddiaları üzerine bir açıklama yapmıştı. Bu açıklamada “Haksızlığa uğrayanlar var, ama bu haksızlıklar görmezden gelinmeli” diyormuş… Bu ve benzeri sözleriyle adeta Hitler gibi konuşuyormuş. Neyse ki AKP iktidarı, Doğu Perinçek gibi haksızlıkların görmezden gelinmesini istemiyormuş. Zaten bunu istemediği için, haksızlığa uğrayanların başvuracağı bir komisyon oluşturmuşmuş… İyi ki bu ülkenin İçişleri Bakanı da bu ülkenin iktidarı da Doğu Perinçek’le aynı zihniyette değilmiş, yoksa ülke “Hitler Almanyası”na dönermiş…” diyen “çifte standartlı ülke vicdanına” sormak lazımdı: “Bazı FETÖ mağdurlarını görmezden gelelim” diyen Doğu Perinçek bu denli insafsız ve vicdansızdı da, delilsiz dayanaksız, sadece vehim ve tahminlerle FETÖ’cü diye bu kadar mazlumu içeri tıkan ve geleceğini karartan bir iktidar ve güdümlü yargı nasıl bir sıfata layıktı?

Darbeye karşı, “arbede” hazırlığı mıydı?

Cumhurbaşkanlığı Arşiv Müdürünün: “Her eve bir otomatik tüfek ve 1000 mermi projesi şart” şarlatanlığı!

Cumhurbaşkanlığı Arşiv Müdürü Muhammet Safi Twitter üzerinden silahlanma çağrısında bulunmuşlardı. Sol Haber’in aktardığına göre, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep T. Erdoğan’ın resmi hesabından paylaşılan “Savunma alanında, her şeyimizi kendimiz yapmadan bize huzurlu bir uyku yok” paylaşımını alıntılayan Safi’nin “Her eve bir otomatik tüfek ve 1000 mermi projesi şart” diye yazması kafaları karıştırmıştı. Cumhurbaşkanlığı Arşiv Müdürü Muhammet Safi’nin sosyal medya hesabından yaptığı silahlanma çağrısına gelen eleştiriler üzerine sosyal medya hesabından “Polemiğe gerek yok” ifadelerini paylaşmıştı. Daha önce Melih Gökçek gibilerin, birtakım AKP’li il ve ilçe yöneticilerinin yaptıkları bu silahlanma çağrıları, ya muhalifler, ya da askerlere karşı olmalıydı. Herhalde pompalı tüfeklerle arbede çıkarıp darbecileri haklayacaklardı!?

PKK terörüyle ve Ergenekon tertipleriyle başa çıkamayanlar, askerimizi kışlada zehirlemeye çalışmış olmasınlardı?

Manisa’daki askeri birliklerde, peş peşe üç zehirlenme olayı üzerinde ciddiyetle durulmamıştı. Hastanelik olan binlerce askerimiz yanında, bir Mehmetçiğimiz de maalesef hayatını kaybetmiş durumdaydı. Bunca zamandır kamuoyuna yansıyan büyük bir gıda zehirlenmesi haberi duymamışken, peş peşe bu olaylar, aynı şehirde aynı şirketin verdiği yemeklerde ortaya çıkması enteresandı. Ve ikinci olayın ardından bile bir askerimizin “yemek şehidi” olmasına rağmen, bu zehirlenmeye sebebiyet veren şirketin sözleşmesi hala feshedilmemiş, yani askeri zehirlemeye devam etmesi için imkân ve fırsat sağlanmıştı. Ardından tekrar benzer bir zehirlenme yaşanmış ve neden sonra şirketin sözleşmesi askıya alınmıştı. Tabi malum yandaş çevreler, AKP iktidarının ve Milli Savunma Bakanlığının ihmalkârlığını örtme amaçlı olarak, hemen “Şirket FETÖ’cü, askerlerimizi bilerek zehirliyor” iddialarını ortaya atmışlardı. Oysa bir askerimizin ölümüyle sonuçlanan ilk olaydan sonra TBMM’de bir grup milletvekili, “zehirlenmeye neden olan şirketin araştırılması için” Meclis’e önerge sunmuşlardı. Ve bu önerge AKP’nin oylarıyla reddedilip sonuçsuz bırakılmıştı. Acaba o önergeyi reddeden milletvekillerinin vicdanı rahat mıydı?! Şirket o gün araştırılsa ve belki gerçekten “FETÖ’cü” olduğu ortaya çıksa da ikinci olayı yaşamasak daha iyi olmaz mıydı?! FETÖ’cü değilse bile sorumsuzluğu varsa bu belirlense ve anaların orduya emanet ettiği gençlerimiz bir kez daha ölümün kıyısında dolaşmasa vicdanlarınız daha rahat olmaz mıydı?!”[3] soruları yerden göğe haklıydı, ama hala yanıtsızdı.

Manisa’da yaşanan gıda zehirlenmesi olayında şehit olan Piyade Er Hüsnü Özel’in annesine yemeklerden şikâyet ettiği ortaya çıkmıştı.

Manisa’da iki ay kadar önce 1047 askerin zehirlendiği olayda can veren er Hüsnü Özel’in arkadaşlarıyla yemeklerden şikâyetçi oldukları için 20 gün boyunca çok az yemeklere katıldığı, rahatsızlandığı akşamsa yorgunluk nedeniyle her zamankinden çok daha fazla yemek aldıkları anlaşılmıştı. Manisa’daki 1. Piyade Er Eğitim Tugay Komutanlığı Albay Arif Seyhun Kışlası’nda 23 Mayıs’ta yaşanan ilk gıda zehirlenmesinde şehit olan Piyade Er Hüsnü Özel’in ailesi otopsi raporunu bekliyorlardı. Kırşehir’in Mucur İlçesi’nde yaşayan ve er Hüsnü Özel’in acı haberini yemin töreni için gittikleri Manisa’da öğrenen anne Gülhan Özel ile kız kardeş Emine Özel’in, şehit olan Özel’in ölüm nedeniyle ilgili olarak, “enfeksiyonel değil” açıklamasını yapan doktorlara tepkileri haklıydı.

Manisa’da askerlerin zehirlendiği olayla ilgili haberler ulaşmıştı. Tugay Komutanı Albay Şevki Güvenç görevden alınırken, Rota yemek şirketiyle ilgili skandalı, ifade veren binbaşı ortaya çıkarmıştı. Yani Milli Savunma Bakanlığının hatası Tugay komutanının sırtına mı yıkılmıştı?

Manisa’daki asker zehirlenmelerinin ardından Cumhuriyet Başsavcılığı, yemek şirketi çalışanları ve kışlada görevli rütbeli askerler hakkında işlem başlatmıştı. Tugay komutanı görevden alınırken binbaşının verdiği ifade Rota Yemek Şirketiyle ilgili skandalı ortaya çıkarmıştı. Soruşturma kapsamında gözaltında olan Binbaşı AA, yemekleri denetlemekle görevli subaydı. Binbaşı A.A.’nın ifadesine göre; yemek şirketiyle yapılan sözleşmede şirkete “5 kez zehirlenme” vakasına kadar izin verildiği anlaşılmıştı, bu bir skandaldı. Dünyanın hangi ülkesinde, kendi askerini bu kadar ucuza harcayan bir hükümet ve hele Milli Savunma bakanı, o makamda bir saat oturabilirdi. Yemek kontrolünün başındaki isim olduğuna Emniyet ifadesinde dikkat çeken Binbaşı A.A., ilk zehirlenme olayının ardından bir yazı ile sözleşmenin feshinin yapılması gerektiğini komutanlarına bildirdiğini vurgulamıştı. Komutanların kendisine: Sözleşmede yer alan bir madde nedeniyle fesih yapılmadığını hatırlattığını belirten Binbaşı A.A. ifadesinde şunları anlatmıştı:

“Zehirlenme vakaları ile ilgili olarak ilk zehirlenme vakası olduğunda, üst rütbedeki komutanlarıma durumdan dolayı zehirlenme vakası gereği ancak sözleşmenin feshedilmesi ve cezai işlem için bilgi verdim ve yazı yazdım. Ancak üst rütbeli komutanlar sözleşmede açık madde olarak 5 kez zehirlenme vakası olması durumunda veya yemeklerin kötü çıkması durumunda ancak sözleşmenin feshedilebileceği şeklinde kesin amir hüküm bulunduğunu bana söylediler. Ben de bu amir hükmü sözleşme maddeleri arasında bizzat okudum. Yemek hizmeti sunan şirket ile bu anlaşmayı Milli Savunma Bakanlığı yapmıştır.”

Binbaşı A.A. ifadesinde ayrıca yemek şirketinin sözleşmeye aykırı davrandığını da vurgulayarak: “Yapılan bu sözleşme maddelerinde 3000 kişiye yemek çıkartılacağı ve personel olarak 202 kişinin çalıştırılacağı belirtilmesine rağmen yemek miktarı yaklaşık olarak 7000 kişiliktir. Bu durum da personel üzerinde bir takım yorgunluk ve işin özen dışı yapılmasına neden olmaktadır” açıklamasını yapmıştı.

Firmalardan gelen tüm malların analiz ettirilmediğini de iddialarına ekleyen Binbaşı A.A. ifadesini şu çarpıcı sözlerle sonlandırmıştı.

“Ayrıca günlük tüketime tabi mallar içerisinde farklı firmalardan alınan mallar arasından sadece bir tanesi sözleşme gereği analize gönderiliyor ve bu ürünün analizinin uygun sonuç olarak gelmesi ile diğer firmalardan gelen mallara da uygun raporu verilmiş oluyordu. Oysa her farklı mal için uygun analiz yapılması gerekiyordu. Bizler de sözleşmenin dışına çıkamadığımız için böyle bir durumla karşı karşıya kalıyorduk. Bu zehirlenme olayında benim ve başkanlığını yaptığım kontrol teşkilatı üyelerinin bir sorumluluğu, kusuru yoktur.”

Gıda zehirlenmeleri şunlardan kaynaklanırdı:

Manisa’daki zehirlenme skandalı bütün Türkiye’yi ayağa kaldırmalıydı, kimse tınmadı. Peki bu gıda zehirlenmesi nelerden kaynaklıydı? Salmonella bakterisi vücutta ne gibi tahribatlar yapmaktaydı? Manisa’daki korkunç hadise, bütün askerlerimizi bekleyen bir riskin habercisi mi olmaktaydı?

1) Gıda zehirlenmesi hangi sebeplere dayanmaktadır? Bakteriler, virüsler veya parazitlerin yiyeceklerle ya da sularla vücuda alınmasından kaynaklanır.

2) Salmonella nedir? Toplu zehirlenme vakalarında karşımıza sıklıkla çıkan, hastalık yapma gücü çok yüksek olan bir bakteri sayılmaktadır. 12-72 saat içinde ateş, kusma ve kramp olarak kendini gösterip vücutta önemli tahribatlar yapmaktadır.

3) Gıda zehirlenmelerinin başlıca sebepleri şunlardır: Yüzde 46 yetersiz soğutma, yüzde 21 pişmiş gıdayı uzun süre bekletme, yüzde 20 enfekte personel, yüzde 16 yanlış ısı, yüzde 16 yetersiz ısıtma, yüzde 16 yetersiz pişirme, yüzde 11 kontamine malzeme, yüzde 7 yetersiz temizlik, yüzde 5 kötü yiyecek kullanılmasıdır. Malzeme kalitesi en altta yazılsa da ülkemizde en çok bu nedenle zehirlenme yaşanmaktadır. Soğuk zincir hatası, uzun bekletme ve az pişirmeden kaynaklanan sebepler de ön sıradadır.

Yeni darbe arayışları ve yandaşların derin kuşkuları.

Yargının FETÖ olarak adlandırdığı “asimetrik savaş aracı”, istihbaratçı sözlüğüyle “deşifre” olmuş yapılanmadır. Süreç, 17-25 Aralık ile başlamış, örgütün “deşifre olmasından” sonra 15 Temmuz saldırı çılgınlığına kadar varmıştır. Bu yapıyı inşa edip bugünlere kadar getiren emperyal güç açısından ise, “son kullanım tarihi” 17 Aralık-15 Temmuz arasında sonlanmıştır. Zaten, Ergenekon-Balyoz kumpas süreçleri, nasıl, NATO tarafından Soğuk Savaş yıllarında devletin içine yerleştirilmiş “Atatürk ile ilişkisi olmayan, NATO’cu Kemalist” unsurların yani GLADIO-A’nın tasfiyesi ise, aynı unsur tarafından öne sürülen FETÖ, yani GLADIO-B de şu anda aynı akıbeti yaşamaktadır.

Emperyalistin oyunu bitmez, eğer hedef “Erdoğan’sız” Türkiye’nin kontrol altına alınmasıysa, bilin ki, GLADIO-C bir yerlerde hazırlanmaktadır. Bu yüzde 48.6’yı kullanma sevdasıdır…. Kılıçdaroğlu’nun tanktan kaçıp bir yıl sonra da kendini İstanbul yoluna vurması asla tesadüf sanılmamalıdır, GLADIO-C’nin yeni atağını hazırlayan emperyalizm, demokrasi içinde tercihini özgürce kullanıp oylarını yüzde 48.6’da birleştiren fakat bu tür kumpaslarla hiç alakası olmayan kitleyi “kullanma” hesabındadır. Kılıçdaroğlu bu emperyal planın sıradan bir piyonu ve figüranıdır. Bu yaşanılan; “Derin NATO”, “Erdoğan düşmanlığında” birleşen GLADIO-A ile GLADIO-B’nin uzlaşan unsurların “sözde Kemalist” yeni bir saldırı planlamasıdır, ülkenin anti-emperyalist “gerçek Atatürk takipçilerinin” asla işinin olmayacağı yeni bir sürecin zorlamasıdır… Tehlike var mıdır, vardır. Yeni bir “NATO’cu melez atakla” karşılaşabilir miyiz, evet olasıdır. Buna cevabını yine, kuşkusuz TSK içindeki vatanseverler ve millet vermiş olacaktır. Ama dikkat etmek lazımdır!” diyen Şen Türk’lerden Adnan Zentürk niye bu denli telaşlıydı; Dinü Devletin onuru, ülkenin ve milletin huzuru adına mı, yoksa sinsi sömürü saltanatlarının sarsılması hesabına mıydı? Bu Bay yandaşın: “FETÖ ve PKK ile meselesi olmadığı” anlaşılan Kılıçdaroğlu’na karşı Erdoğan’ın yanında duran Bahçeli’nin engin siyasi deneyimi ile önceden fark edip, hemen sert tepki gösterdiği bir plandır bu… MHP’nin anti-emperyalist cephede kararlı duruşu da Türkiye açısından şanstır. İleride tarih, “NATO’cu Kemalist”lerle “NATO’cu imamların” ittifakı için çaba gösteren “sözde sol” siyaset ve kalem erbabını yazacaktır” sözleri ise, “korkusundan karanlıkta türkü çağırır” hesabı, derin kuşkularını bastırmak için ülkücülere sığınma çabasıydı!…

 


[1] Bak http://www.yenicaggazetesi.com.tr/akpdeki-korku-paranoyaya-donustu

[2] akekec@stargazete.com, 23 Haziran 2017

[3] Fatih Altaylı, Vicdanınız sızlıyor mu? Habertürk

 

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Ufuk EFE

Ufuk EFE

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx