Milli Gazetedeki bazı yazılarını zevkle ve istifade ederek okuduğumuz sevgili Suavi’nin, hepimiz gibi, daha çok olgunlaşıp kemale ulaşması ve zihni bağımlılık ve bulanıklıktan ve saplantılardan kurtulup hür iradeye ve bilgi üretmeye kavuşması beklenir. Bununla bağlantılı olarak; Mustafa kemal’le, mason localarını kapattığı ve elebaşlarını (İzmir suikastı nedeniyle) astırdığı sabataist şebekeyi ve İttihat terakki döküntülerini ayırması; Atatürk’le, şaibeli ölümünden sonra İsmet Paşa ve sabataist cunta tarafından uydurulan ve resmi ideoloji kılıfına sarılan Kemalizm’i birbirine karıştırmaması gerektiği salık verilir. Gazetemizden de yakinen tanıdığımız rahmetli Mustafa Müftüoğlu ve Necip Fazıl gibi değerli tarihçi ve mütefekkirlerin: masonik ve sabataist mahiyetlerine, hatta kasıtlı hıyanetlerine dikkat çektikleri, Milli Görüş Liderimizin de özellikle ve titizlikle sık sık dile getirdikleri gerçeklere rağmen, yeni nesil Milli Gazete yazarlarımızda rastlanan ve Atatürk karşıtlığına şartlanmışlıktan kaynaklandığı sanılan, Enver Paşa muhabbeti de, yeniden ve daha derinden irdelenmelidir.
Ve yine “Dış politikamızın bir kıblesi var mı?” yazısında “1990’lı yıllarda bile statükoya sadık kalındı”ğı anlatılan kısımda Erbakan Hoca’nın tarihi ve talihli D-8 hareketinin hiç hatırlanmaması, İslamlık ve insanlık adına, bir parantez açılarak saygıyla ve şükranla anılmaması da; şayet çok erken başlayan bir zihni unutkanlık ve kayıp değilse, gerçekten utanılacak bir ayıp kabul edilmelidir.
Gerçi uzun yıllar hürmet ve rağbet gördüğü Milli Görüş’e, Milli Görüşçülere ve Milli Gazeteye; şuurlu ve sorumlu bir dava ve düşünce ehlinin değil, ancak kaypak bir şairin yapabileceği hakaretleri reva gören İsmet Özel gibilerini rehber edinen ve kaynak gösteren kimselerin, bu vartalardan kurtulması biraz zor görünmektedir. Ama umuyoruz ki, samimiyet her şeyin üstesinden gelmeye yeterlidir.
Dış politikamızın bir kıblesi var mı? Başlıklı yazısında şunları söylüyor:
“Gazi Mustafa Kemal Paşa da dış politikamızı iki kelimeyle özetlemeyi tercih etmişti: “Haddimizi bilelim!”
Paşa, Cumhuriyetin ilanından iki sene önce yaptığı konuşmada milletvekillerine hitaben “bütün davayı” şöyle özetlemişti: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin sabit, müsbet, maddi bir siyaseti vardır: O da efendiler… Muayyen hududu millîsi dahilinde hayatını ve istiklâlini temin etmeye matuftur. TBMM ve hükümet temsil ettiği millet namına çok mütevazıdır. Biz Panislâmizm yapmadık. Belki “yapıyoruz, yapacağız” dedik. Düşmanlar da “yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!” dediler! Panturanizm yapmadık! “Yapıyoruz, yapacağız” dedik. Yine “öldürelim” dediler. Bütün dava bundan ibarettir… Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız mefhumlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın adedini ve üzerimizde olan tazyikatı tezyidetmekten ise haddî tabiîye, haddi meşrua rûcu edelim. Haddimizi bilelim.”
Oysa Atatürk bu sözleriyle
1- Hem “Panislamizm” ve “Pantürkizm” iddialarıyla, kasıtlı olarak Batıyı Osmanlı üzerine kışkırtan Enver, Cemal ve Talat masonlarının ve İttihat Terakki kafalıların hıyanetine dikkat çekmiş.
2- Hem de korunabilir sınırlar içinde kurulan Türkiye cumhuriyetinin sebavet dönemi (bebeklik sürecini) dış tazyik ve tecavüzlerden korumayı hedeflemiştir.
Aynı Mustafa Kemal, ayakları yere basmaya başladığı ilk fırsatta; Musul ve kerkük’e asker sokularak fiili bir durum oluşturulması için Kazım Karabekir’e talimat vermiş, ama maalesef O zat sizin iddianızın tam aksine Mustafa Kemal’i “maceraperestlikle ve güçlü devletlere diklenmekle” suçlayıp bu girişimi sonuçsuz bırakmak üzere ordu komutanlığından istifa edip, muhalefet partisi kurarak Atatürk aleyhine faaliyetlere başlamış… Yine Mustafa Kemal emperyalist Batının Filistin topraklarından bir Siyonist İsrail kurma heves ve hesaplarına şiddetle ve cesaretle karşı çıkmış ve gerekirse Hz. Peygamber Efendimizin kutsal hatırası uğruna Türk askerinin kan akıtmaktan çekinmeyeceğini dünyaya haykırmış.. Ve yine 1935 yılında Çin işgali altındaki Doğu Türkistan’da ilan edilen ilk İslam Cumhuriyeti Uygur Devleti’nin bağımsızlığını ilk tanıyan ülke olmaktan sakınmamıştır.
Yazı şöyle devam ediyor:
“Türk Dış Politik tarihi uluslararası dengelerin ve güçlü müttefiklerimizin bizim için uygun gördüğü rotada ve hadler içinde [bu haddin çok dar olmasına rağmen hariciyemiz tarafından hemen hemen asla aşılmadığını söylemeye zannediyorum ki gerek yok] gerçekleşti. Tıpkı Osmanlı Devleti’nin Düvel-i muazzama karşısında kimi dengeleri gözeterek ve onlardan medet umarak ayakta kalmaya devam etmeye çalışırken bize lütfedilen ‘hadd’ler içinde hayatiyetini sürdürmeye çalışması gibi.
İşte Paşa’nın işaret ettiği bu had, seksen yıl boyunca değişmeyen iki temel düsturu statükoculuk ve batıcılık olan dış politikamızın belirleyicisi oldu. Bu haddi seksen yıldır aşmayarak dış politikada daima varolan statükonun devam etmesini savunmanın bir adım dışına bile çıkılmadı ve hariciyecilerimiz daima batıyı kendilerine kıble olarak bellemeyi tercih ettiler. Dış politikada statükoculuğa o denli bağlı kalındı ki dünya sisteminin alt üst olduğu 1990’lı yıllarda bile statükoya sadık kalındı. Zaten hariciyecilerimiz için statükoya bağlılık, dünya düzeninin başat öğesini batı olduğunu kabul etmekten geçer. Dolayısıyla ‘batıcılık’ dış politikamızın belirlenmesinde alternatifi olmayan bir unsurdur. (Bu noktada her ne kadar Cumhuriyet’in kuruluş itibariyle Osmanlı’yı reddettiği teziyle çelişse de bu topraklara batıcılığın ‘hariciye’ kanalıyla ithal edildiğini hatırlamakta fayda var. Batıcılık bu anlamda ‘hariciyenin’ reddettiğimiz Osmanlı Devleti’nin kadrolarından miras aldığı bir istikamettir.)
İş dış politikanın tarihini incelemeye gelince inisiyatif alma özürlü olduğumuz bu sahada gerçekten bize ait bir dış politikanın bulunup bulunmadığı da tartışılası bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Nitekim Dış Politika tarihimiz bu acziyetin dışavurumunun ve Türkiye menfaatine bir yön çizemeyen teslimiyetçiliğin tarihi olarak tezahür edegeliyor ve bundan sonra da uzun süre aynı çizgide / çizgisizlikte devam edecekmiş gibi duruyor. Bir milli politik çizginin yokluğunu yazılarında en çok ifade İsmet Özel de zaten Bilinç Bile İlginç kitabında yer alan “Tedbir ve Çare” başlıklı yazıda hem dış politikamızın kıblesizliğini hem de teslimiyetçiliğini şöyle ifade ediyor:
“1925 yılında, yani cumhuriyetin ilânından hemen iki yıl sonra Sovyetler Birliği ile bir saldırmazlık paktı imzalandı. Bu saldırgan ve emperyalist batı’ya karşı akılcı bir tavırdı ve diplomatik bir manevraydı. Anlaşma her on yılda bir yenilenecekti. Ruslar anlaşmayı yenilemezse ne yapılacaktı? Türkiye Cumhuriyeti bu hususta hiçbir tedbir almadı. Nitekim Ruslar 1945 yılında mezkur anlaşmayı yenilemedi. Türkler de çaresizlik içinde kendilerini NATO’nun kollarına attılar. NATO’ya girerken Türkiye NATO’suz ne yapar sorusunu sormadılar ve bu konuda hiçbir tedbir almadılar. Söz konusu teşkilatın (ABD ve Britanya dışında) bütün üyeleri millî çıkarları gereği sürtüşmeleri göze aldıkları halde Türkiye hep çaresizliğin acısını çekti. Bugün Türkiye Avrupa Birliği’nden tamamen dışlansa ne yapacağını bilmiyor, Avrupa Birliği’ne tam üyelik statüsüyle dahil edilse de ne yapacağını bilmiyor. Her iki halde de tedbirsiz yakalanmış olacak. Her iki halde de başkalarının kendine tahsis ettiği yere rıza gösterecek. Sonra dönüp başka çarem yoktu diyecek.”[1]
Kaderin cilvesine bakın ki, Enver, Talat ve Cemal Paşalar gibi dönmeleri kullanarak Osmanlı’yı yıkan Siyonist merkezler, şimdi can çekişmektedir. ABD’nin çöküşü, tartışmaların göbeğindedir.
Financial Times: ABD, ‘Hasta Osmanlı’ gibi değerlendirmesini yapıyor
1873’te Avrupa ve Amerikan borsalarında yaşanan mali krizle sarsılan Osmanlı İmparatorluğu 1875’te iflasını ilan etmişti. Yabancılar, alacakları karşılığında vergi ve gelirlere el koymuş, Düyun-u Umumiye yönetimi kurmuşlardı. Ülke kaynakları Avrupalıların eline geçmişti.
Prof. Niall Ferguson yukarıda özetlediğimiz Osmanlı hatırlatmasının ardından, Financial Times’taki yazısında şu satırlara yer veriyor:
“1870’lerde Osmanlı ülkenin varlıklarım yabancı finansörlere satarken, ABD’de yabancı finansörler banka hisseleri satın alıyor ve bu kez güç dengesi Batı’dan Doğu’ya kayıyor.
“Eylül’den beri Ortadoğulu ve Doğu Asyalı fonlar, dört Amerikan bankası, Bear Stearns, Citigroup, Morgan Stanley ve Merrill Lynch’teki yatırımlarıyla dikkat çekiyor. Bu sermaye girişleri Amerikan finansal hizmetler endüstrisinin elindeki değerlerin yabancı hükümetlerin eline geçişini temsil ediyor. Bir başka deyişle, 1870’lerde olduğu gibi, mali güç dengesi değişiyor ve o dönemde Osmanlı, Pers ve Çin gibi eski Doğu imparatorluklarının zenginliği Batı Avrupa’ya akarken, bu kez güç odağı ABD ve diğer batılı merkezlerden, Ortadoğu ve Doğu Asya otokrasilerine kayıyor.”
Hemen geçen sayımızda yer verdiğimiz The Economist’in kapağını hatırlatalım. Dergi 2008’in ilk sayısında “Mao’nun yönetme sanatı”nı kapak yapmıştı. The Economist, Batı kapitalizminin en önemli yayın organlarından.
“Küresel güç dengeleri’ değişiyor”
FT’deki yazı, “dönüm noktası” olarak nitelediği ABD’nin krizini, 1970’lerin kriziyle karıştırmamak gerektiğini önemle vurguluyor. Ünlü Harvard Üniversitesi profesörünün kastettiği, “küresel düzeyde güç dengelerinin değiştiği” 1870’ler. Kriz o kadar derin!
Böylesi bir değişimin siyasi sonuçları mı? Prof. Ferguson bir adım daha atıyor ve yazısını şu satırlarla tamamlıyor:
“Günümüzdeki finansal kayışın, ne kadar hızla doğudaki yeni ihracat ve enerji imparatorlukları lehine benzeri bir jeopolitik kayışa dönüşeceği gerçeği henüz kavranmış değil. Buradaki tarihi analojinin, Amerika’nın Ortadoğu ve Asya’daki askeri üsler ve ittifaklardan oluşan sözde imparatorluk ağı ol-, madiğim söylemek yeterli. Borçlu imparatorluklar öyle ya da böyle bir zaman sonra alacaklılarım tatmin etmek için hisse senedi satmaktan daha fazla şey yapmak zorunda kalır.”
Umut, “yükselen ekonomiler”de görünüyor
2008 yılma girerken ekonomiye ilişkin yapılan bütün yorumlarda ABD’nin çöküşü gündeme getirildi. Osman Ulagay’ın 1 Ocak günkü Milliyet’te yer alan yazısı da bunlardan biriydi. ABD için resesyon kaçınılmaz. Ulagay, iyimser yorumların üzerinde pek durmuyor. “ABD’de işi bilenler karamsar” başlıklı bölümde Alan Greenspan, Lawrence Summers gibi isimlerin yorumlarına yer vermiş.
Osman Ulagay da, başta “dünyanın yükselen yıldızları” Çin ve Hindistan olmak üzere, “yükselen pazarlardaki” gelişmeye dikkat çekiyor. Ulagay, ABD’nin krizinin dünyayı nasıl etkileyeceğini tartıştığı yazısında, “yükselen” (Pasifik) ekonomilerin “etkiyi önemsiz hale getirebileceği” üzerinde duruyor.
2008, ABD ve Avrupa’da “kelepir şirketler alma yılı” oluyor
Sabah gazetesi de yılın ilk gününde “ABD’de iflas dalgası yaşanacak” başlıklı bir yazı yayımladı. Global İnside araştırma şirketinin rakamlarına göre 2007’de Amerikan şirketlerinin yüzde 40’ı çöktü. 2008’de ise “iflaslar patlayacak”! Global İnside’a göre topun ağzındaki sektörler, maden, elektronik, tarım, dayanıklı eşya.
Yalnızca ABD için değil, Avrupa ülkeleri için de 2008’in “kelepir şirketler alma yılı” olacağı konuşuluyor.
Yine Financial Times’ın 55 uzmanın görüşlerini yansıtan araştırmasına göre “İngilizler iflasın eşiğinde, doctom krizinden daha büyüğü kapıda”. Doctom krizinde yüzlerce teknoloji şirketi kapanmış, Nasdaq’ta 3 trilyon dolar batmıştı. 2 Ocak günkü The Independent, ülkesini “müflis” diye tanımlarken, 120 bin kişinin borçlarını ödeyemediğini, nüfusun yüzde 23’ünü oluşturan 9,5 milyon kişinin de ödeme güçlüğü çektiğini, yazdı.
Bülent Esinoğlu’nun dediği gibi: “Dünya ABD’nin üzerine çökecek”e benziyor!
Bu bir spekülasyon değildir. Hani bizde “şüyuu vukuundan beterdir” derler ya Amerika’nın durumu odur. Yani şayia çıktı mı gerisi gelir!!!
Ben ve benim gibi düşünen birçok kimse son iki yıldır Amerika’nın durumunun iyiye gitmediğini görüyordu. Amerikan propaganda makinesi bunu ne kadar Örtmeye çalışırsa çalışsın gerçekler ortaya çıkmaya başladı.
Amerika’yı Allah ile eşdeğer gören bazı aklıevveller öteden beri bizim gibi düşünenlere “paranoyak” derler. Şimdi paranoyaklar arasına Harvard Üniversitesi ve Financial Times Gazetesi de girdi. Çünkü onların tespitleri bizim tespitlerimize çok benziyor.
Şimdiden büyük bir gücün doğum tarihini konuşmamız gerekiyor.
Ağustos 2008, en uygun tarihtir diye düşünüyorum. Tabii büyük güçler bir günde doğup bir günde de ölmüyor. Uzun zaman can çekişiyor.
Neden Ağustos 2008 derseniz… Ağustos ayında Olimpiyatlar Pekin’de başlayacak. Bu olimpiyatlar Çin’in prestij, kazanacağı görkemde geçeceğe benziyor. (Çin Doğu Medeniyetinin, ırkçı emperyalizme karşı diriliş ve direnişin bir sembolü olarak örnek veriliyor. M.Ç)
Çin bu yıldan sonra, oyunun kurallarına uyan bir ülke olmaktan çıkacak kuralları koyan ülke olacaktır.
Dünyada üretilen yüz üründen 71 üründe birinci olan Çin neredeyse dünyada üretilen çelik ürünü kadar çelik üretiyor (360 milyon ton). Böyle bir ülkenin teknoloji sıkıntısı olmaz.
Çin Halk Bankası’nın kasasında 1.33 trilyon dolar var.
Amerikan bankalarının içi boşalmış.
Dünyanın en borçlu ülkesi Amerika, dünyanın en alacaklı ülkesi Çin.
20. yüzyıla aç ve sefil giren Çin 50 yılda dünyanın en zengin ülkesi oldu. Eğer Amerika’ya teslim olmayıp da Mustafa Kemal’in yolundan gitseydik biz de Çin gibi süper devlet olacaktık. Şimdi Amerika’nın siyasi ve askeri bozgununu paylaşmaya adayız. Bizimkilerin eşbaşkanlığını yaptığı BOP aslında bir enerji temin projesi idi. Bunu hayata getirmek için savaşları göze aldı. Ama Afganistan ve Irak’ta boğuldu. Bu projeden vazgeçmek, enerjiden vazgeçmek demektir. Bunun için savaşlara devam ederse bütün dünya Amerika’nın üzerine çökecek. Çin, Hindistan, Rusya, İran Amerika’ya karşı tek vücut haline gelmiş.
Amerika’nın bu güçlerle baş etmesi olanaksız görünüyor.
2008 ve daha sonraki yıllar mazlum ülkelerin daha derin nefes aldığı yıllar olacak.”[2]
Osmanlı’nın Gizli Tarihi’nin yazarı İsmail Çolak; Milli Gazete’den Kürşat Yeşildere’yle yaptığı röportajla şunları anlatıyor:
Osmanlı’yı yeterince tanıyamadık!
Osmanlı tarihi hâlâ büyük ölçüde esrarını muhafaza ediyor. Keşfedilmemiş kayıp bir medeniyet ya da kıta olarak Osmanlı, tarihçilerin ve tarih okurlarının merak ve ilgisini cezbetmeye devam ediyor. Biz de eserimizde, Osmanlı’daki kimi çetrefilli, tartışmalı hâdisenin ve muammalı şahsiyetin sırlarla dolu saklı çehresini; yakın tarihimizin bilinmeyen, unutulmaya yüz tutmuş ve münakaşaların bir türlü durulmadığı mühim bazı kesitlerinin esrarlı içyüzünü aydınlığa kavuşturmaya çalışıyoruz. Bu anlamda kitabımızın, Osmanlı ve yakın tarihimizin tozlu sayfaları üzerindeki kalın tabakayı kaldırma, hadiselerin üzerindeki esrar perdesini aralama adına önemli bir ipucu ve anahtar vazifesi göreceğini ümit ediyorum. Eser, genel okuyucu kitlesine hitap eden, onların Osmanlı’ya olan ilgi ve merakını müspet manada kamçılayıcı bir niteliğe sahip.
Avrupa Osmanlı’yı taklit ediyor!
Mesela Avrupalılar tarafından Türk Asrı olarak anılan 15. ve 16. yüzyıllarda Batı’da, Osmanlılaşma akımının ve modasının çok enteresan bir biçimde yaygınlaşıp kök saldığını ve Avrupalı milletlerin Osmanlı’yı taklit ettiklerini, tarih keşfedilmeyi bekleyen bir sır olarak koynunda saklıyor. O kadar ki, bu durum Avrupa’da sanattan mimariye, müzikten edebiyata, giyimden yemeğe kadar oldukça geniş bir yelpazede varlığını hissettirmiş ve büyük halk kitleleri, sanat ve sosyete çevreleri, aydın ve devlet kesiminde hatırı sayılır ölçüde taraftar ve sempatizan toplamış. Hatta evlerinde “Osmanlı Köşesi” bulundurmayan sosyete mensupları ayıplanır hale gelmiş. Kitapta bu gizemli gelişmeyle ilgili çok enteresan ayrıntılar var. Kitapta yer verdiğimiz sırlı gelişmelerden biri de Osmanlı-Amerika ilişkileri ve Osmanlı’nın, Müslümanların ABD tarihindeki silinemez ve yabana atılamaz büyük izidir. ABD’nin Kristof Kolomb tarafından sözde keşfinin bilinmeyen içyüzü ve bununla Osmanlı’nın ilişkisine dair inanılması oldukça güç son bilgileri ve araştırmaları aktardık. Bu noktada Müslümanların, daha Hz. Ali ve Hz. Osman döneminde Amerika’ya ulaştıklarından, kıtanın varlığından 1000 yıllarında ilmen ilk defa bahsedenin Müslüman bilgin Biruni olduğundan, Müslüman âlim ve kâşiflerce Amerika’nın Kolomb’dan daha asırlar önce varlığından söz ettiklerinden ve Kolomb’un da başta İbni Rüşd olmak üzere birçok Müslüman kâşif ve bilginin eserleri ve tecrübelerinden istifade ettiğini ayrıntılı bir biçimde ele aldık. Osmanlı denizcilerinin de 15. Yüzyılda Amerika’nın doğu kıyılarına kadar gittiği, bugünkü Büyük Türk Takımadalarının ilk kâşifi olduklarından ve Piri Reis’in meşhur Kitâb-ı Bahriyesinde Amerika’nın Osmanlılar tarafından resmen keşfinin Kolomb’tan 29 yıl önce 1463’de Antilya ismiyle yapıldığını belirttiğinden de ayrıntılı olarak söz ettik. Hatta Kolomb’un Sultan II. Beyazıd’dan yardım istediği, Osmanlıların kıtayı bildikleri için iltifat etmedikleri ve daha da ilginci Barbaros’un Kanunî’ye buranın fethedilmesi için başvurduğu, padişahın da çok uzak olduğundan vazgeçilmesini istediği ile ilgili ağzı açılmamış bilgiler mevcut.
Batılılar dışardan Jön Türkler içerden hücuma geçiyor!
Osmanlı’nın son devir Dışişleri Bakanlarından Fuad Paşa’nın da dediği gibi, yüzyıllardır Batılı devletler dışarıdan, Tanzimatçılar, Jön Türkler ve İttihatçılar da içeriden, çok defa elbirliği ve çıkar birliği ederek Osmanlı Devleti’ni çökertmeye çalışmışlardır. Başta İngiltere ve Rusya olmak üzere tüm düvel-i muazzama, Osmanlı’yı yıkmak ve terekesini paylaşmak için Şark Meselesi dâhilinde asırlarca plan üstüne plan yaptılar, kazmadık kuyu, çevirmedik dümen bırakmadılar. Osmanlı, Haçlı-Siyon ittifakına ve onların içerdeki uzantılarının çeşitli hain komplolarına maalesef kurban gitmiştir. Kitapta Osmanlı aleyhinde kurulan bu emperyalist tezgâha ve şebekeye işaret etmek için özellikle üç kişinin rolü üzerinde durdum: Theodor Herzl, Zaharoff ve Enver Paşa.
Sultan II. Abdülhamid, Yahudilerin Filistin’deki emellerinin önüne âdeta heykel gibi dikilince, Siyonistler, Theodor Herzl liderliğinde onu tahttan indirme kararına varmışlar ve İttihatçıların 1908 Meşrutiyet Hareketi ile 31 Mart Vakası’nda aktif rol almışlardır. Bu çerçevede İttihatçıları, mason örgütleri kanalıyla bütün güçleriyle destekleyip gizli işbirliği içerisine girmişlerdir. Öyle ki Abdülhamid’in tahttan indirilmesi karşısında Siyonistler adeta bayram etmişlerdi. Abdülhamid’i devirmek hedeflerine ulaşmaya yetmeyince ve İttihatçılardan da aradıklarını bulamayınca, bu defa Osmanlı Devleti’ni yıkma planına devreye sokmakta herhangi bir sakınca görmemişlerdir. Osmanlı’yı yıkma ve Filistin’de bir Siyon Devleti kurma amacına hizmet etmesi noktasında I. Dünya Harbi Siyonistlerin karşısına altın bir fırsat olarak çıkacaktır. Bu maksatla, 500 asker ve 750 katırdan mürekkep bir “Siyon Katır Alayı” oluşturarak, cephe gerisinde müttefiklere yardım etmek düşüncesiyle Çanakkale’ye gelmişlerdir. Ardında da Kudüs ve Filistin’i Osmanlı’dan almak için bu sefer Sina-Filistin Cephesinde savaşmak üzere Vlademir Jabodinsky’nin organizatörlüğünde, “Kral Askerleri” ismiyle 5000 kişilik 4 alay tesis etmişlerdir. Siyonistlerin I. Dünya Savaşı’ndaki bu göstermelik yardımları, harbin sonunda bu bölgenin İngiliz mandasına girmesiyle birlikte semeresini vermiş ve İngilizlerin yardımıyla Yahudilerin Filistin ve çevresinde İsrail Devleti’ni inşa etmeleri için gerekli zemin ve şartlar oluşmuştur.
Vahdettin hain değil, talihsiz konumda bulunuyor!
Millî Mücadele’nin en çok tartışılan, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışı ve İstiklal Harbi’ni kimin başlattığı hâdisesinin tarihî arka planı, ilmî ve objektif bir nazarla belgeler ışığında netleştirilmeye ve zihinlerdeki muammalı sorulara tatminkâr cevaplar vermeye çalıştım. Hain yaftası vurulan Sultan Vahdeddin’in Millî Mücadele’yi başlatmadaki inkâr edilemez büyük rolü ve gurbet hayatında başına gelen acı olayları, kendisine yapılan çirkin tekliflere karşı takındığı haysiyetli tavırları ve tahttan hacizli tabuta uzanan bu sefil gurbet yıllarında Cumhuriyet Türkiye’sine bakışını ortaya koyarak, hain olup olmadığını tarihi gerçekler ışığında aydınlatmaya ve netleştirmeye gayret ettim. (Öyle anlaşılıyor ki Sultan Vahdettin Mustafa Kemal’le bir danışıklı dövüş içindedir. M.Ç.)
[1] 07.01.2008 / Suavi Kemal / Milli Gazete
[2] 6 Ocak 2008 / Aydınlık

CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Olaylar perde arkasındaki gizli amaçlar hedefler,gizli birliktelikler. Erbakan proje ve sistemlerini hayata geçirecek bir lidere…
Zikr eyle Hakkı her nefes, Allah bes bâki heves, Pes gayriden ümidi kes, Tekrâr-ı zikrullah…
21. yüzyılda hedeflerine ulaşması için, siyonizmin ana vazifesi Akp iktidarını uzun süre ayakta tutmasıdır. Geçen…
Aziz Erbakan Hocamız ın "Akp ve yöneticileri zat'ül hareke(bağımsız hareket edebilen) değildir, bunlar at yarışı…
Gerçeği anlayamayalım diye üstünü örtme gayreti güdenler; ya fiile destek olup organizasyonun içinde olanlar ya…
Aziz Erbakan Hocamızın "bunların arasında fark yok" buyurduğu, Ahmet Akgül hocamızın herkes en net şekilde…
Ya Rabbi, dilimizi zikrine alıştır. Kalbimizi bu bu zikir mutmain olan kalplere kat. Dili döndüğü…
Zikr eyle Hakkı her nefes, Allah bes bâki heves, Pes gayriden ümidi kes, Tekrâr-ı zikrullah…
Özellikle toplum hafızasının sıfır saniyelere yaklaştığı bu günlerde "AKP mütekabiliyet zaafları tarihi" özelliği taşıyan bu…
Zikrullah, yani Allah’ı anmak; gönlü canlandıran, ruhu yükselten bir manevi güçtür. • Zikirle insanın kalbinde…