Taraf Gazetesini manşetine göre, “ABD Diyarbakır’ı üs yapmak istiyordu”[1]
Abdullah Öcalan, Recep Tayyip Erdoğan’ın açılımlarından ve onunla birlikte kendisinin bağlı olduğu Siyonist odaklardan cesaret alarak:
“Bir söz söylesin savaşı bitireyim” diyordu. Tek bir söz… Ne kadar kolay görünüyordu.
Peki, bütün kilitleri açacak olan o söz ne imiş? Kürt halkına, yeni anayasayla yeni bir statü belirlenmesi… Yani Sevr’in gereğinin yerine getirilmesi. Recep T. Erdoğan yalvarır gibi itiraf ediyor. “Ret noktasını aştık, inkâr ısrarını aştık, asimilasyon politikasını aştık. Ve şu anda gelip “statü” noktasında sıkıştık.”!?
Leyla Zana’nın Can Dündar’a söylediği şu tarz sözleri tam bir meydan okumaydı:
“Nefreti görmüş, öfkeli bir kuşak geliyor. Onlara ‘fırtına çocukları’ deniyor. Devlet elini çabuk tutup bugün bu sorunu bizimle çözmezse, arkamızdan gelenlerle barışması çok zor olacak. Bu fırsat kaçırılmamalı…”
AKP yalakası ve Yenişafak yazarı Ali Bayramoğlu “Bu, hafife alınmayacak bir tespittir.” Diyerek Leyla Zana’ya arka çıkıyordu.
Demokratik Toplum Kongresi’nin Barzani yönetimini ziyaretinin anlamı:
Türkiye himayesinde Kürdistan
Ekim’de Erbil’de toplanması kararlaştırılan Kürt Ulusal Konferansı’nın hedefi “4 parça 1 çatı” olarak açıklanıyordu. Uzmanlara göre, ABD tasarımı “Türkiye himayesinde Kürdistan” formülü AKP iktidarı desteğiyle işliyordu.
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Ahmet Türk, BDP Eşbaşkanı Hadip Geylani, HAKPAR Genel Başkanı Bayram Bozyel, KADEP eski Genel Başkanı Şerafettin Elçi ve beraberindeki heyetin “Kürt Ulusal Konferansı” için kukla Kürt devletine (Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi) yaptıkları ziyaretin ayrıntıları ortaya çıkmıştı. Ziyaret sırasında başkan Mesut Barzani ve Başbakan Behram Salih’le de görüşen heyet, hedeflerini “4 parça 1 çatı” olarak açıkladı. Bu hedef Özgür Gündem’in manşetine taşınmıştı. Heyete katılanlar ziyaretle ilgili olarak resmen değil ama fiilen bölünme mesajları içeren açıklamalarda bulunmuşlardı:
Uzmanlar yorumladı: “AKP de Amerika’nın yanında”
Erbil’de Barzani ile yapılan görüşmeleri ve alınan kararları değerlendiren bölge uzmanları, gelişmelerin tamamen ABD’nin istediği biçimde seyrettiğini vurgulamışlardı. ABD-PKK atışmalarının “bilgi dâhilinde” ve danışıklı dövüş şeklinde olduğunu kaydeden uzmanlar, şu görüşleri savunmuşlardı:
“Büyük Kürdistan için son aşamaya gelindi.”
“ABD’nin yıllar önce bölge için tasarladığı “Türkiye himayesinde Kürdistan” formülü geçerli. Federasyonun sağlanması amaçlanıyor. Büyük Kürdistan son aşama… Zaten Irak ve Türkiye tarafı birleştirilirse gerisi kolay. Amerika da bunu bildiği için şimdi esas işle uğraşıyor. Burada kritik olan bu oluşumun maddi kaynağının sağlanması. Yani bölgede çıkan petrolün Kürtler hesabına dünyaya pazarlanması. Bu konuda gizli çalışmalar yürüyor.
AKP’de bu konuda Amerika’nın yanında. Seçimden sonra yeni gelişmeler ortaya çıkar. Irak merkezi hükümetinin tepkisi de bundan.”
Türkiye’yi iç savaşla korkutmak!
Leyla Zana’nın Güneydoğunun küçük bir köyünde yaptığı konuşma herhalde Türk-Kürt ilişkilerinin dönüm noktalarından biri olarak okunmalıydı.
“Oylarınızı Kürdistan’a, barışa, kardeşliğe ve gerilla için verin”
Bu sözler, aslında kandırılıp kışkırtılan Kürtlerin aklının bir yerinde duran bir isteği nihayet aydınlığa çıkartıyordu.
Kürtlerin yönettiği bir Kürdistan isteniyordu.
Neşe Düzel’le yaptığı röportajda “Kürtlerin hedefi değilse de ufku bağımsızlıktır” diyen Cihan Tuğal’ın “ufuk” olarak değerlendirdiği isteğin artık bir “hedef” haline geldiğini Leyla Zana açıklıyordu.
Ardından Aysel Tuğluk, Kurtuluş Tayiz’e “Anayasal eşitlik bize yetmez, bize statü gerekir” diyordu.
“Kürtler bir bütün değil elbette, Türkler nasıl çeşitli fikirler ve çıkarlar etrafında kümelenmişse Kürtler de değişik fikirler etrafında toplanmışlar ama “özerk” ya da “bağımsız” bir Kürdistan fikri sanırım hepsinin ortak paydasını oluşturuyor. Kürdistan’la ilgili farklı hayalleri var ama Kürdistan ortak hayalleri. Bu aşamada sanırım “bağımsızlık” değil de “özerklik” talep ediyorlar. Tam tarif edilmese de “özerklikten” bir tür konfederasyon ima ediliyor herhalde. Kendi yöneticilerini kendilerinin seçtiği, kendi “güvenlik güçlerini” kendilerinin oluşturacağı bir siyasi yapı. Şimdilik bağımsızlık istememelerinin bazı nedenleri var” diyen Taraf yazarı Ahmet Altan Sabatayisti bu sözleriyle bağımsız Kürdistana arka çıkıyordu.
“Kafalarında nasıl bir devlet var, sorusunu Zana’nın bir cümlesi bunu açıklığa kavuşturuyordu.
“Gün gelecek, Öcalan kendi halkının arasında bu halkın çocuklarına öğretmen olacak.”
Bu cümleyi duyup da Atatürk’ün karatahta başında çocuklara “öğretmenlik” yaptığı sahneyi hatırlamayacak bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bulmak zordur herhalde.
Benim anlayabildiğim kadarıyla Atatürk’ün yerine Öcalan’ı, Türk ordusunun yerine de PKK’yı koyan 1923 modeli Kemalist bir devlet istiyorlar.
Kürtlerin istekleri netleşiyor, tavırları ve pozisyonları da öyle.
Peki, Türkler bu isteğe ne diyecek?
Üç şık var, “Hayır, idari yapıyı hiçbir şekilde değiştiremezsiniz” derler ve iç savaş çıkar, “Olur, zaten biz de özerk eyaletler sistemine geçeceğiz, bütün bölgeler kendilerini yönetsinler” derler ve mesele hallolur ya da “Kürdistan’ı yönetin ama bu Kürdistan’ı biz finanse etmeyiz, siz bağımsız olun” derler ve ayrılırız.
Artık kendini kandırmanın anlamı yok, talep net ve açık.
Türkler de ne istediklerini söylesinler, bir tercih yapsınlar, bu bulanık belirsizlikten çıkalım.
Bir iç savaş herkes için felaket olur, buna gerek de yok, Kürtlerin isteklerini külliyen reddetmek herkese pahalıya patlar.
Türkler özerklikle ayrılık arasında bir seçim yapsınlar.
Bu işi bir çözüme kavuşturalım, ondan sonra da ya birlikte ya da ayrı ayrı daha özgür, daha zengin ve daha mutlu yaşamanın yollarını arayalım.”[2]
Diyen Ahmet Altan, aslında siyonist Yahudilerin, Emperyalist ABD ve AB’nin ve işbirlikçi hainlerin ortak görüşlerini yansıtmaktaydı.
Orijinal Misakı Milli kayıp mı oluyordu?
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi olarak kabul edilen Misak-ı Milli (Milli Yemin) orijinal belgesi kayıplara mı karışmıştı?
Milli Yemin belgesinin Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, TBMM, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Genelkurmay Tarihi ve Stratejik Etüt Başkanlığı’nda olmadığı ortaya çıkmıştı. Misak-ı Milli’nin 12 Eylül 1980 Darbesi’ni gerçekleştiren Kenan Evren ve arkadaşları tarafından kâğıt üretiminde kullanılmak üzere SEKA’ya devredilen siyasi parti evrakları içinde yok edilmiş olabileceği konuşulmaktaydı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu Başkanı ve Milletvekili Ahmet İyimaya, 15 yıldan beri peşine düştüğü Misak-ı Milli(Milli Yemin) belgesinin devlet arşivlerinde olmadığını açıklamıştı
İyimaya “Siyaset Kurumu’nun Ortak Günahı Yasama Reformu” adıyla kaleme aldığı kitabında, Misak-ı Milli belgesinin devlet arşivlerinde olmadığını belgeleri ile ortaya koymaktaydı.
Belgenin Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Magna Carta’sı olduğunu anlatırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini oluşturan bir belgenin korunamamış olmasının büyük bir ayıp olduğunu vurgulamıştı. İyimaya, “Bu belge Türkiye Cumhuriyeti’nin coğrafi sınırlarını belirlemesi bakımından Magna Carta’dan farkı yok. Üstelik bu belge tüm dünyaya ilan edilmiş bir belgedir. Ulus devletine geçişin en önemli belgesidir. Eğer yok edilmemiş ise bu belgenin mutlaka devletin arşivlerinde yerini alması gerekir.” ifadelerini kullanmıştı.
Misak-ı Milli (Milli Yemin) belgesi nedir?
Misak-ı Millî (Millî Yemin ya da Ulusal Ant), Türk Kurtuluş Savaşı’nın siyasî manifestosu olan altı maddelik bildirinin adı idi. İstanbul’da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından 28 Ocak 1920’de oybirliği ile kabul edilerek 17 Şubat 1920’de kamuoyuna açıklanmıştı.
12 Ocak 1920’de İstanbul’da çalışmalarına başlayan Meclis, yönetim organlarını seçtikten sonra ilk olarak 28 Ocak’ta gerçekleştirdiği kapalı oturumda “Ahd-ı Millî Beyannamesi” adıyla Misak-ı Milli’yi kabul edip esas almıştı. 12 Şubat’ta Edirne Milletvekili Şeref Bey’in önerisi üzerine, beyannamenin bütün dünya parlamentolarına ve basına açıklanması kararlaştırılmıştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş felsefesini ve coğrafi sınırlarını dünyaya ilan eden belge, ulusal devlet bünyesinde hangi etnik unsurların yer alacağını da açıklamıştı.
Milli Duyarlı ve tutarlı bir yazarımızın tespitleriyle:
Aslında bu gidişat çok önceden belirlenmişti! 100 yıl önce bugün hedeflenmişti!
Yıl 1912 Amerikan başkanı Woodrow Wilson.. Türkiye’yi param parça eden ünlü Wilson ilkelerine adını veren kişiydi. Türkiye sınırları içine bir Kürdistan ve bir Ermenistan haritaları çizen Amerikan başkanı idi. Bakın ne diyordu:
‘Amerikan kapitalizminin temel hedefi, zayıf ülkelerin hammaddelerini ve ulusal pazarlarını açık birer kapı olarak tutmaktır. Bunun için diplomasi ve gerekirse zor kullanılmalıdır…’
Geçenlerde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na işte bu Wilson’ın adıyla anılan ödülü verilmişti. Peki, Wilson’ın 100 yıl önceki planı neydi? Petrol coğrafyasına bir Kürt ve bir Ermeni Devleti oturtmak onun projesiydi.
O zaman ince ince hesapladıkları, Türkiye’yi bölme ve yutma hayalleri Atatürk’ün önderliğindeki Milli mücadelemiz sayesinde gerçekleşememişti. Kuyruklarını artlarına kıstırıp ilk fırsatta gelmek üzere gitmişlerdi. Milletimiz inanılmaz şartlarda yaptıkları savaşı galip bitirmişlerdi. Yedi Düvel buna ağızları köpürerek ‘Türk Mucizesi’ demişlerdi.
Ardından yepyeni bir ülke kurmuşlardı. Türkler ulusal kaynaklarına sahip çıkıyorlardı. Ardı ardına fabrikalar açmış hatta uçaklar, arabalar yapmışlardı. Madenlerini işlemeye başlamış, petrol aramışlardı. Tarım ve sanayi kalkınmasını başlatmışlardı, şuurlu ve sorumlu insanlar ve huzurlu bir ülke amaçlanmıştı.
Ama içerde işi bozulanlar vardı. Locaları kapatılacak masonlar, sabataist cunta ve azınlık takımı. Onlar kullanıma hazırdı. Kürt Sait isyanı Lozan’da Musul meselesi masadayken, Dersim İsyanı, Hatay için direnilirken tezgâhlanmıştı.
1930’lardan itibaren koyun postlarına bürünmüş ‘yabancı uzmanlar’ genç cumhuriyeti ziyaret etmeye yoğunlaşmıştı. Her şey yeniden kurulurken maskeli sırtlanlar Ankara’ya koşmaktaydı. Tanzimat kafalı Batıya ayran budalası gibi hayran ‘münevverler’, yabancı emeller için uygun arazi şartları sağladı. 1938’de milletin önderi şaibeli şekilde öldü ve geride kalanlar hemen Batı’ya bağlandı.. İngiliz ve Fransızlarla üçlü anlaşma imzalandığında, Gazi Paşa’nın ölümünün üzerinden 5 ay dolmamıştı. Gazi paşa’yı ‘anlamayıp sadece, mecburen uyanlar’ asıllarına dönmüş, sinsi tahribatlarına fırsat yakalamışlardı.
2. paylaşım Savaşına kadar ‘ecnebi uzmanlar’ yurdun tüm açık yaralarına dair raporlarını hazırlamıştı.
2. Dünya savaşı ile bir süre askıya almışlardı. Yalta’da yeni bir düzen kuruldu artık Avrupa’nın mührünü (Siyonist Yahudi sermayesi güdümlü) Amerika alacaktı.
Savaşın sonunda ‘yenidünya’ sırtlanları İsmet İnönü’ye bir sömürge anlaşması dayatılmıştı. Marshall yardımı çerçevesinde imzalanan anlaşma, Kurtuluş’tan 24 yıl sonra Türkiye’yi esir almıştı. (Zaten İnönü öteden beri Amerikan mandacılığına yatkındı. Ö.Ç.) Önce Dünya Bankası ve İMF denetimine girdik. Sonra NATO’ya alındık Bedelini Kore’de kanla ödeyecektik. Üstüne üstlük ‘Canım Amerika!’ diye şarkılar söyledik!
Hollywood filmleri seyrettik, Dean Martin, Frank Sinatra dinledik..
1956’da küresel elitin önde gelen ismi, (Siyonist Yahudi) Rockefeller, ABD başkanı Eisenhower’a: ‘Türkler oltada balık! Yeme ihtiyaçları yok!’ diyordu.. Sonra Ortadoğu’daki yüksek idealleri için, işlerine gelen hükümetleri iktidara getirmek işlerine gelmeyenleri devirmek amacıyla yardım fonlarının kullanılacağı’ karara bağlanıyordu..
1966’da NATO haber alma tesislerine kapıyı açtık. Tüm istihbaratımızı ABD’ye devrettik. 1971’de ‘Büyük Türkiye’ hayallerimizin bedelini birbirimizi kırdırarak ödettiler Ardından bir darbeyle işi bitirdiler!
Uslanmayıp 1974’de (Erbakan’ın özel gayretiyle Ö.Ç.) Kıbrıs barış harekâtını yapınca ASALA terörünü başımıza bela ettiler! Ama biz yılmadık, müttefikimize daha sıkı sarıldık..
1980’de Sovyetlerle sanayi işbirliği, hızlı sanayi atılımları sürerken bir CIA darbesiyle daha sarsıldık..
1984’de (Erbakan’ın başlattığı) ağır sanayi hamlelerine Güneydoğu Anadolu Projesini ekleyince bu sefer PKK ile ödüllendirildik!
Sonunda, 100 yıllık Kürt devleti hayali paketlenip Türkiye’nin önüne konuyordu. Ve SEVR HORTLATILIP yeni kabusumuz oluyordu..
Fulbright burslarıyla yetiştirdikleri liderleri getirip ülkemizin başına koydular…
1991’de başa geçirdikleri Turgut Özal’a kukla bir Kürt devleti için ilk adımları attırdılar. Çekiç Güç kontrolünde bir Kürdistan devletinin alt yapısını hazırladılar.. Irak’ın kuzeyi güvenli bölge ilan edildi ve PKK Çekiç Güç kontrolünde pamuklar içinde yetiştirildi! Derken Özal, ‘Bir Türk-Kürt Federasyonu’ndan’ bahsediverdi! Bu arada on binlerce vatan evladı yitirilmişti….
1995’de Avrupa Birliği ‘Kürt Sorununu askeri tedbirlerle ortadan kaldıramazsınız!’ diyordu. İçerdeki besleme koro bunu onaylıyordu. Bu ülkenin has vatandaşları Azınlık konumuna sokuluyordu… Aynı anda Türkiye’nin Gümrük Birliği ile eli kolu bağlandı! Yani tüm gelirlerine el konuluyor, üretimi durduruluyor, terörle mücadelede deli gömleğine sokuluyordu.
(Bu arada Erbakan’ın Refah-Yol hükümeti Çekiç Gücü kovduğu, D-8’leri kurduğu, yerli ve milli kalkınma çabalarına koyulduğu için 28 Şubat şarlatanlıklarıyla yıktırılıyordu. Ö.Ç.)
1999’da Apo Türkiye’ye verildi. Artık İmralı’dan terörü yönetecekti! Vatan evladı ölmeye devam etti!
2002 de Türkiye’ye bir sessiz darbe yapılacak, oyunun son perdesi sahnelenecekti.. Küresel elit, Sevr hükümlerini yerine getirme karşılığında AKP’ye iktidar koltuğunu verdi!
2004’de Avrupa Birliği Uyum Yasaları önümüze geldi… Bu yasalarla ellerimiz arkadan bağlanıyor, teröriste ise ‘VUR!’ deniyordu. Vurmaları için gerekli tüm silahlar, Irak ve Güneydoğuya NATO uçaklarıyla taşınmıştı. Ordunun sınır ötesi harekatı sınırlandırılmıştı. İstihbaratımız ABD ve İsrail istihbaratının içine katılmış ve kayıplarımız, 10 yıl içinde 50 kat artmıştı.
Eşzamanlı olarak Bölgesel Kalkınma ajansları, ikiz yasalar ve yerel ‘iktidar’ girişimleri teröre zemin hazırlamıştı.
Medya vasıtasıyla zehir enjeksiyonu had safhadaydı. Basın tümüyle işgal altında ve köşe başlarını tutanlar. ‘Sahiplerinin sesi’ olmaya can atmaktaydı!
Üniversiteler şirketleşmeyi tamamlıyorlardı. İşbirliği yapan akademisyenler rüyalarında göremeyeceği imkânlarla donatıldı.
2007’de Amerikan istihbaratçılarından oluşan bir ekip Ankara’ya yuvalanmıştı. Gözleri gören, kulakları duyan, burnu koku alan helal süt emmiş vatan evlatları kralın çıplak olduğunu yazıp çizmeye başlayınca dış güçler ve işbirlikçileri telaşlanmıştı. Konuşmaya başlayanlar dinleniyor, terörle mücadelede üstün hizmeti olanlar Silivri’ye davet ediliyordu(!)
Şimdi geldiğimiz noktada her şey apaçık ortada! Düşman belliydi. Hem de 100 yıldan beri, hiç değişmemişti. (Büyük İsrail hedefi BOP kılıfıyla sahnedeydi)
Çokuluslu şirketlerin kontrolünde ABD ve Avrupa Birliğinin elitleri, ve onların denetimindeki mali ve siyasi kurumlar, İMF, Dünya bankası, NATO! Ve tabii içerde onların planlarını yürürlüğe koyan işbirlikçi hükümetler !. Artı Sivil Toplum diye altımızı oyan ajanlar ve onların maşalarının ucunda sallananlar. Hepsini toplasanız 10 bin kişiyi bulmayacak çömezler, harekete geçirilmişti.
Geride 72 milyon var. İşsiz ve yoksul bırakılmış, dini ve etnik olarak istismar edilip kışkırtılmış, şehit düşmüş, gazi olmuş, kan kusan, göz pınarları akan 72 milyon..
Psikolojik savaşın her türlüsüyle karşılaşmış, çok hırpalanmış, ama sağduyusunu kaybetmemiş, sabrı defalarca denenmiş bir millet… Sessiz ama derinden, son anda ‘YETER’ diyen… İşte bu nedenle “ZALİM”ler bu milletten korkuyor ve oyun üzerine oyun kuruyordu.
Bu millet artık Terörün Washington ve Brüksel’den fışkırdığını (ve Telaviv’den kışkırtıldığını) biliyordu. Batıyla ittifak yapanların, eşbaşkan olanların bu kan kaybını durduramayacağını da görüp anlıyordu. Eylüldeki referandum halkın bu bilincinin keskin bir göstergesi olacaktır. Halk gücünün farkına vardığı zaman başka bir dönem başlayacaktır!
Allah tüm şehitlerimize RAHMET eylesin!!! Elbette Onların kanı yerde kalmayacaktı!
Recep Başbakan doğru söylüyordu. Evet, PKK da, BDP de taşerondu. Ama unutmayalım asıl taşeronluğu AKP yapıyordu.
“Türkiye şehitlerine ağlarken, “uzmanlar” da çıkıp Şemdinli ve diğer bölgelerdeki saldırıları, PKK’nın ne yapmaya çalıştığını yorumluyor, ne yapılma(ma)sı gerektiğini anlatıyorlardı. Kafalar, Başbakan Recep Erdoğan’ın da iki gün üst üste PKK için kullandığı “taşeron” ifadesine takılıyordu. Haklı olarak kamuoyu PKK’nın kimin ya da kimlerin taşeronu olduğunu Başbakan’dan açıklamasını bekliyordu. Elbette Erdoğan boşa konuşmuyordu. Bunu ilk defa bu kadar vurgulu yapması da, PKK’yı harekete geçiren merkezlere bir mesaj niteliği taşıyordu. Ancak Başbakan dışında bir isim daha bu merkezleri çok iyi biliyordu. O isim kim derseniz, siyasi yasaklı olan ve kapatılan DTP’nin bir dönem eşbaşkanlığını yapmış olan Aysel Tuğluk’tu!
Nasıl mı?
Hatırlayalım, Dağlıca baskınından birkaç gün sonrasıydı. 8 askerin kaçırıldığı ortaya çıkmış, DTP’nin vekilleri Kandil’e giderek PKK’lıların şovuyla o askerleri “teslim” almıştı. Milletvekillerinin de bulunduğu heyete Aysel Tuğluk başkanlık ediyordu. Sonrasında Türkiye’ye dönüldü. 28 Kasım 2007 tarihli Yeni Şafak gazetesinde Tuğluk’un aynen şu demeci yayınlandı:
“Tamamen o gençlerin hayatıyla ilgili kaygı duyduğum için gitmek gerektiğini düşündüm. İnsani bir refleksti. Ancak giderken duyduğum bu heyecanı, orada uluslararası bir kurgu olduğunu fark ettiğimde yitirdim. Ne ABD’nin ne de bu işe karışmış diğer güçlerin uluslararası çıkarlarına bulaşmak istemezdim.”
Aysel Tuğluk daha sonra susmuştu. Ne “uluslararası kurgu” meselesini, ne de “ABD ve diğer güçlerin uluslararası çıkarları” konusunun perde arkasını nedense unutmuştu.
Belki de önümüzü görmemizi sağlayacak, terörle mücadele bilinçleri aydınlatacak şifreler, bu sözlerde saklıydı.
Neydi bu uluslararası kurgu?
Bu sözlerden yaklaşık 2 sene sonrasıydı. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın yaptığı bir açıklama, aslında bu uluslararası kurgunun işaretlerini veriyordu. Ali Babacan, 24 Ekim 2009’da katıldığı bir televizyon programında açılım süreci ile ilgili bir soruya şu yanıtı veriyordu:
“Bunun (yani açılımın) altyapısı 2007 yılındaki Dağlıca baskınından sonra yapılan diplomatik çalışmalarla başladı.”
Yani bir anlamda, açılım Dağlıca saldırısı ile başlıyordu. İşte uluslararası kurgunun siyasi boyutu buydu. Peki askeri boyutu var mıydı?
Yılların gazetecisi Fatih Çekirge, o saldırıdan sadece bir gün sonra (22 Ekim 2007) Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde, üst düzey bir isimle yaptığı görüşmeyi yazıyordu. Muhtemelen dönemin üst düzey bir askeri yetkilisi olan o isim, bakın Çekirge’ye saldırı ile ilgili neler söylüyordu:
“Bunlar düzenli orduya karşı gayri nizami harp taktikleri uygulayan ve gerilla yöntemlerini iyi bilen teröristler. Bunlara gerilla diyemiyoruz. Çünkü siyasi bir kimlik alıyorlar. Uyguladıkları bütün taktikler gerilla taktiğidir. Siste saldırma, köprüde kıstırma, hedef çevirip yok olma. Kamuflaj ve karanlıktan yararlanma… Dağda yaşamak kolay değildir. Bunlar özel eğitim almışlar. Belki de içlerinde başka uluslara ait özel unsurlar var.”
Aynı isim, saldırıyı gerçekleştiren terörist grup içinde “ABD’nin eğittiği peşmerge unsurlarının olduğu”nu da açık bir dille ifade ediyordu.
Baskının ardından 5 Kasım 2007’de ABD’de dönemin ABD Başkanı George Bush ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir araya geliyor, buluşma ile ilgili haberlerde Erdoğan ile Bush arasında şu maddeler üzerinde anlaşma sağlandığı belirtiyordu.
1. Kandil’deki PKK kontrol noktalarının yerine Bölgesel Kürt Yönetimi’ninkilerin kurulması,
2. Erbil üzerinden gelen yolcuların PKK’ya para transferinin engel olunması.
3. Mahmur Kampı’nda kalanların Türkiye’ye geri yollanması
4. Demokratik Çözüm Partisi gibi PKK şiddetine göz yuman Kuzey Irak’taki grupların faaliyetlerinin sınırlandırılması,
5. Bunların yapılmasına karşılık Türkiye’nin bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’yi kötülemekten vazgeçerek doğrudan diplomatik görüşme kanalının açılması için özel bir elçi gönderilmesi; Habur’daki prosedürleri hızlandırması ve yeni sınır kapılarını açması,
6. Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin nüfuzunu kullanarak PKK’nın 12 aylık bir ateşkes ilan etmesini sağlaması,
7. PKK’nın barış isteğine dair stratejik bir karar alması,
8. Bunun karşılığında 2002 yılında örgüte katılanların ilk etapta, komuta sorumluluğu olmayan kadroların ikinci etapta affedilmesi için yasa çıkarılması, Kırmızı bülten ile aranan 134 üst düzey yöneticiye bulundukları ülkelere sığınmalarının kolaylaştırılması
9. Türkiye’nin PKK ile müzakere etmeyi reddettiği için, bu süreçte, üniter yapıya bağlılığını ve terörizmi kınadığını ilan etmesi halinde DTP’nin meşru ve kabul edilebilir bir muhatap sayılması
10. ABD’nin Irak ve Bölgesel Kürt Yönetimi’nin PKK üzerinde etkilerini kullanmaları için baskı yapması ve Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve güvenlik çıkarlarını göz önünde bulundurması. (Not: Zafer Çağlayan başkanlığındaki Türk İşadamlarının Kuzey Irak çıkarması bu anlaşma gereği yapılıyordu. Ö.Ç.)
Günümüze kadar bu plan, PKK’nın tasfiyesi ve zayıflatılması dışında gerçekleşiyordu. Zaten plan iki ana unsurdan oluşuyordu. Bunlar Barzani ve Talabani ikilisini tanınması, PKK’yı beraber tasfiye edip siyasi kimlik ve resmiyet kazandırılması” oluyordu.
Plan yarı yarıya gerçekleşmiş bulunuyordu. Irak’ın kuzeyi ile diplomatik ilişkiler kuruluyor, Talabani ve Barzani Türkiye’ye geliyor, üst düzeyde ağırlanıyordu. Ancak planın asıl unsuru olan PKK’nın tasfiyesi gerçekleşmiyordu. Çünkü, ABD’nin planladığı “açılım”, özellikle “Habur rezaleti”nden sonra kamuoyunun direnciyle karşılaşıyordu. O zaman da açılım tıkanıyor. PKK’ya ihtiyaç duyuluyordu. Günümüzdeki saldırı da belki bu nedenle planlanıyordu. Yeni bir Dağlıca yaratmak amacı taşıyordu.
Şifrelerin devamını en iyi bilenlerden biri olan Aysel Tuğluk’a gelmemiz gerekiyordu. Tuğluk o açıklamadan sonra bir daha bu yönde hiçbir konuşma yapmıyordu. Birileri mi susturdu, yoksa Tuğluk bunları açıklamayı zararlı mı buldu bilinmiyordu. Ancak Tuğluk konuşursa, sorun çok daha iyi anlaşılacağa benziyordu.[3]
Bu arada askere yapılan hücumlar karşısında ‘Peygamber Ocağı bu kadar sert eleştirilmemeli’ yaklaşımına karşı çıkan Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, “Peygamber Ocağı” tanımlamasının ittihatçıların en çok kullandığı retorik metaforu olduğunu ileri sürüyordu.
Hz. Muhammed’in ordusu olmadığına işaret eden Bulaç, ‘ll. Mahmut’un Asakir-i Mansure-i Muhammediyye’yi kurarken gelişen söylem ve İttihatçıların bunu pekiştiren retoriği “peygamber ocağı”nı kutsal bir metafor olarak türetti’, ‘belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber (sas)’in ne askerî birliği, ne nizamî bir ordusu ne de askerî kışlası ve karargâhı ve ocağı vardı’ diyerek, hem gerçekleri çarpıtıyor, hem de cehaletini sergiliyordu.
“Hz. Peygamberin ne askeri bir teşkilatı, ne nizami bir karargahı ve kışlası vardı..” diyenlere sormazlar mı?
Peki o zaman Bedir’in Arslanları, Uhud’un Kahramanları, Mekke Fethi’nin şanslıları, haşa, ordu değil de çapulcu alayları mıydı?
Elbette Hz. Peygamber Efendimiz döneminde ve öncesinde, kışlalarda beslenen resmi askeri birlikler bulunmamaktaydı. Ancak herhangi bir saldırı karşısında savaş ve savunma taktiklerini bilen, bununla ilgili özel talimlerle yetişen kişilerin listelerinin bulunduğu kütüklerin ve ilgili görevlilerin hazırlandığı bir nevi sivil ve gönüllü ordunun varlığı da inkâr edilmez tarihi bir hakikatti. Ve zaten o dönemlerde birçok devlet ve millet de, zaten kışlalarda beslenip eğitilen resmi asker uygulamasına başlamamıştı.
TSK’yı karalamak ve manevi bağlarını koparmak için çırpınan ve yalakalığını yaptığı Recep Bey’in Kuzey ırak’a İslam düşmanı NATO’yu çağırmasına ses çıkarmayan Amerikan tapar zaman yazarı Ali Bulaç, Mustafa Kemal Atatürk’ün hayranlıkla anlattığı: “Hz. Muhammed’in A.S. Bedir ve Uhud gibi savaşlarda uyguladığı çok yüksek askeri stratejileri, üstün savaş taktiklerini” okuyup utanması lazımdı. İslam’daki cihat ruhunu körletmek için İbni Teymiyenin, saldırgan Moğollara karşı verdiği Mardin fetvasını geçersiz kılmaya çalışan, ama Bediüzzaman Said Nursi’nin de desteklediği ve “Kutsal cihattır” dediği, Ankara Müftüsü Rıfat Börekci’nin tarihi fetvasına şimdilik ses çıkaramayan ılımlı İslamcı zalim Amerikan kuklalarının, demokrasi kılıflı bu ordu düşmanlıkları kimlerin uşakları olduklarının da ispatıydı.
Umarız, Ege Denizindeki yapılacak Deniz Kurdu ve Efes tatbikatlarının, Cumhurbaşkanını ve Başbakanı şok eden bir kararla, Genelkurmay tarafından iptal edilmesindeki uyarı mesajını, muhatapları çok iyi okumuşlardı!
0
0
votes
Değerlendirmeniz

CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Özgür Özel, hapishanede bulunan İBB başkanı Ekrem İmamoğlunun yaptığı mitinglerle sesinini duyurmaya çalışıyormuş gibi görünürken…
"Başbakanlar, başbelasıdır bozuk düzende! Gizli gerçek hükümet, mason localarıdır Siyonist merkezler ise akıl hocalarıdır Amerika…
Sırtlanlar sadece, vergi yükler sırtlara BOP IMF görevlisidir, fatura hep yurttaşa Milli Görüş bereketle, zam…
Öyle anlaşılıyor ki hem CHP’de hem AKP’de hem de diğer muhalefet mahfillerinde, hâlâ en korkulan…
Bir toplumda iki sınıf vardır ki onlar bozulursa bütün toplumda ifsat olur bunlar yöneticiler ve…
"CHP’nin marazlı masonik takımı Kılıçdaroğlu’na karşıydı. Çünkü Kılıçdaroğlu, “Kirli, kiralık ve münafık cephenin” değil, “Milli ve duyarlı cephenin” yanındaydı.…
MİLLİ GÖRÜŞ - MİLLİ ÇÖZÜMDEN GAYRİSİ HAİM NAHUM DOKTRİNİN UYGULAYICISIDIRLAR. KİM DAHA İYİ UYGULAYACAKSA SİYONİZM…
Bugünlerde terörist başı bebek katili cani'nin ayağına gitmek için can atanların böylesine bir ihanete nasıl…
Anlaşılan amaç Özel'i bir şekilde aday yaptırıp tekrar kolaylıkla iktidarı sürdürmek. Tabi bu hizmet! falan…
Milli Çözüm, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, Kripto Yahudiler ve Pakraduniler” kitabında yakın siyaset tarihimizi doğrudan ve derinden…