FERT VE CEMİYETTE BOZULMA
FERT VE CEMİYETTE BOZULMA
İnsanın yozlaşması; asli fıtratından, tabii yapısından ve yaratılış amacından uzaklaşması demektir. Ahlâksız, zararlı ve asalak bir tip haline gelmesidir. Kanser hücreleri gibi, toplumun diğer üyelerine karşı uyumsuz, huzursuz ve sorumsuz bir tavır sergilemesidir. Kendisine, ailesine, yakın çevresine, ülkesine ve insanlık âlemine karşı sevgi ve saygısını yitirmesidir. Burada, insanı içinde yaşadığı toplumdan asla ayrı düşünmemek gerekir. Çünkü “olgunlaşma” da, “yozlaşma” da, toplumla birlikte gerçekleşir. “İnanan insanlar (topluluğu), tuğlaları birbirine destek veren binalar gibidir.” “Mü’minlerin birbirine merhamet ve meveddeti (sevgi ve desteği), bir azası rahatsızlandığında, iyileşinceye kadar diğer bütün organlarının onun acısına iştirak ettiği bir beden misalidir.”[1] mealindeki hadisler de bu gerçeği dile getirmekte, “fert”lerin “cemiyeti” oluşturan hücreler yerinde olduğunu ifade etmektedir. İşte bunun içindir ki, hasta hücreler vücut sağlığını tehlikeye soktuğu gibi, hasta vücutlarda da sağlam hücrelerin üretilmesi güçleşecektir. “Kesinlikle Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirinceye kadar, bir toplulukta olanı değiştirmez”[2] ayeti de bu gerçeğe dikkat çekmektedir. Yani fert fert kullar bozulunca, tabiatıyla toplumların da yozlaşacağını… Ve yine nefisler kendini değiştirip düzelince, kavimlerin de gelişip güçleneceğini haber vermektedir. Özetle, İslam her toplumu “canlı bir vücut” gibi görmektedir.
İnsanın iyi veya kötü bütün davranışları, onun düşüncelerinin bir neticesidir. Yararlı veya zararlı bütün girişim ve gayretleri onun inanç ve ideallerinin bir meyvesidir. Kısaca insanın fiziki hareketleri, onun fikri mertebesinin ve halet-i ruhiyesinin ürünleridir. Bir başka deyişle, insanların sosyolojik tavır ve tepkileri, onların psikolojik yapılarının gereği ve göstergesidir. Öyle ise, insanların davranışlarını değiştirmek için, önce düşünceleri değiştirilmelidir… Faaliyetlerini düzeltmek istediklerimizin önce fikirlerini değiştirip düzeltmelidir. Yani beden eğitiminden önce, beyin eğitimi gerekli ve önemlidir. Çünkü önce beyinleri uyuşturulup köreltilmeyen toplumları köleleştirmek de… Beyinleri uyandırılıp diriltilmeyen toplumları özgürleştirmek de imkânsız gibidir. Evet; bakış açıları ve düşünce tarzları insanların davranışlarını, olaylara yaklaşımlarını ve sonuçlarını temelinden değiştirmektedir. Yani fiili ve fiziki durum, fikri duruma göre şekillenmektedir.
Hz. Peygamber Efendimizin, Müslüman olmak üzere huzuruna gelen Nuaym Bin Mes’ud’a: Şimdilik imanını ve İslam’ını gizlemesini… Mekke müşrikleriyle, Beni Kureyza Yahudilerini birbirine düşürmesini istemesi ve böylece Hendek kuşatmasını Müslümanların lehine çevirmesi… Yani Yahudi ve müşriklerin fikirlerini etkileyip yönlendirerek, ekonomik ve teknolojik güçle başarılamayanı, psikolojik ve stratejik bir girişimle elde etmesi, bunun tarihi bir örneğidir. Bugünkü Amerika’nın dış politika stratejisi de, “yabancı devlet adamlarının iradelerini etkileyip büyüleme ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme” temelinde yürütülmektedir. Kendisine meydan okuyan bir köylüyü öldürmeye giden Herkül’ü, köylünün akıllı hanımının bir hilesi ürkütmüş ve geri çevirmiştir. Şöyle ki; gece köylünün evini basan Herkül’e, köylünün hanımı yorganın altından görünen kocasının ayaklarını göstererek: “Hişt, yavaş ol çocuğumuz uyanacak! Şimdi babası arslan avından dönünce ve seni burada görünce parçalar!” demiş, Herkül; “çocuğun ayakları böyleyse, babası dev gibidir” diye düşünüp, korku ve telaşa düşerek orayı terk etmiştir.
Bunun gibi; Firavun hesabına Hz. Musa’yı alt etmek üzere meydana çıkan sihirbazlar sabah üzeri: “Firavun’un izzet ve hâkimiyeti (üzerine yemin ederiz ki) kesinlikle biz galip geleceğiz (ve Musa’yı yenip perişan edeceğiz!)”[3] şeklinde hava atarken, bir müddet sonra; “Biz âlemlerin Rabbine iman ettik” diyerek Firavun’un tehditlerine karşı: “Hiç zararı yok! (Elinden geleni geri koyma) Çünkü biz (anladık ve inandık ki) Rabbimize dönücüleriz”[4] diye haykırmaları, yani tam aksi bir tutum takınmaları, onların fikri yapılarındaki değişim sebebiyledir. Hâlbuki sihirbazların hem bilgi ve becerileri, hem de bedeni güçleri aynen eskisi gibidir. Zahiren her şey yerindedir ama, ruhen bir devrim gerçekleşmiştir.
Olumlu ve onurlu düşünceler, büyük hayırlara ve başarılara yönlendirdiği gibi, kötü ve karamsar düşünceler ve asılsız vehim (şüphe ve endişe)ler de insanları sürekli köstekleyecek, köreltecek ve kirletecektir. Bu nedenle, özellikle ve öncelikle toplumun psikolojik yapısını, yani ruh ve inanç dünyasını değiştirip düzeltmekle işe başlanması gerekir. Psikolojik dünyasını değiştiremediğimiz toplumun, sosyolojik yapısını değiştirmeye çalışmamız boşuna bir gayrettir.
Bir insanın kalbinin, ciğerlerinin ve kan dolaşım sisteminin çalışması, nasıl irademiz dışında ve otomatikman gerçekleşiyorsa… Bunun gibi nefislerimizde kökleşip karakter haline gelen bazı fikirler de, olaylar karşısında böyle otomatikman tepki vermeye müsaittir. Ve biz farkında olmadan devreye girmektedir. Nefsimize (gönül iklimine) girip yerleşen ve tekrar edilerek alışkanlık ve ahlâk haline gelen iyi veya kötü düşüncelerin, doğru veya yanlış kanaatlerin, zamanla benliğimizi şekillendirmeye ve gayriihtiyari devreye girip bizi yönlendirmeye başladığı görülecektir. İşte nefsimizin (ruhi bedenimizin) derinliklerine sinmiş ve kökleşmiş bazı yanlış düşünce ve değerleri belirleyip bunları düzeltmek elbette zordur, ama imkânsız da değildir… Ve bunu başaramayan, asla kurtuluşa erişemeyecektir. Bunun için de, Kur’an terazisinde gerçek tartımızı ve psikolojik ayarımızı… Çevresel, bölgesel ve evrensel şartlarımızı… Sorunlarımızı, imkân ve fırsatlarımızı çok iyi teşhis ve tespit edip; sistemli, sürekli ve yürekli bir tedaviye girişmemiz gerekir. Çünkü biz “nefislerimizde olan (yanlışlık ve yamuklukları) değiştirip düzeltmedikçe, Allah cemiyetimizdeki (sistem ve yönetimdeki) haksızlıkları ve aksaklıkları değiştirip düzeltmeyecektir.”[5] Ve unutmayalım ki bu ayet, kişisel değil toplumsal diriliş ve değişime işaret etmektedir. Yani, “biz fert fert eğitilir, düzelir ve kendimizi ıslah edersek, cemiyetimiz ve sistemimiz de kendiliğinden düzelir” mantığı geçersizdir.
Gerçek ve örnek bir devrim ve değişim için, Efendimizin şu üç merhaleyi izlediği görülmektedir;
1- Mekke’de 12 yıl boyunca, önce nefislerini değiştirmiş, düzeltmiş ve kendisini disiplinize edebilmiş, sayısı çok az bir “çekirdek kadronun” yetişmesi ve pişmesi için NEFSİ MÜCADELE dönemi, yani; FERDİ VE FİKRİ EĞİTİM süreci,
2- Ardından Medine’de 11 yıl kadar, devlet ve hükümet imkânlarına kavuşmak, hürriyet ve hâkimiyet fırsatını yakalamak üzere, teşkilat düzeni ve disiplini içerisinde, SİYASİ VE ASKERİ mücadele süreci,
3- Mekke Fethi'nden sonra ise 1 yıl kadar da devlet ve hükümet imkânlarıyla TOPYEKÛN ISLAH VE İRŞAT süreci…
Mekke’de 12 yıl boyunca sadece yaklaşık 100 kişinin, Medine döneminde 11 yıl boyunca 10 bin kişinin; ama fetihten sonra 1 yılda 100 bin kişinin iman etmesi ve Hak yola girmesi, bu süreçlerin gereğini ve etkinliğini açıkça göstermektedir. Toplumun ıslahında ve değişimlerin başarılmasında bu “çekirdek kadro”, meyveli ve muazzam bir ağacın yetişmesindeki “tohum-çekirdek” gibidir. Bir insanın oluşumunda, anne rahmindeki ilk “hücreler” yerindedir. Bu çekirdek kadronun sayısı azdır ama, sa’yi (gayreti ve görevi) çok önemlidir.
“(Bu zorlu emirleri) Onlardan az bir kısmı hariç (diğerleri) yapamazlardı.”[6]
“Kullarım içinde şükredenleri (nimet ve fırsatlarımın gereğini yerine getirenleri) çok azdır.”[7]
“Sonra pek azınız hariç, verdiğiniz sözden yüz çevirip caydınız.”[8]
“İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanete uğrayıp duracaksın.”[9] gibi ayetler çok açık şekilde, her devirde, İslami ve insani değişim hareketlerindeki sadık, samimi ve seviyeli “çekirdek kadro”nun sayıca çok az olacağını zaten haber vermektedir.
“Pek azı iman ediyorlar!”[10] “Ne de az tezekkür ediyor (okuyup düşünüyor)sunuz!”[11] “Hayır, onların anlayış ve kavrayışları çok azdır.”[12] gibi ayetler de, yine gerçekten inanan, araştıran ve anlayanların çok az olduğunu bildirmektedir.
“İçinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlup edebilir. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı ve inançlı kişi) bulunursa, inkârcılardan binini yenebilir. Ve şimdi Allah sizden (yükünüzü) hafifletti. Sizden bin sabırlı kişi (onların) iki binini yenebilir.”[13]
Ayetleri ise, hem iman ehli ve kaliteli bir azlığın, inançsız ve sabırsız kalabalıklara galip geleceğini bildirdiği gibi, hem de sayının arttıkça özgül ağırlığının düşeceğini haber vermektedir. Çünkü önce inançlı yirmi kişinin; inkârcı iki yüz kişiye galip geleceği ifade edilirken, yani bir mü’minin on kâfirle baş edeceği söylenirken, daha sonra sayı bine çıkınca, on bin kâfir yerine iki bin kâfirle baş edebileceği bildirilmektedir.
Demek ki, nicelik (kemiyet) arttıkça, nitelik (keyfiyet) azalma göstermektedir.
Ve zaten, önemine binaen Kur’an’da 2 tam sayfada anlatılan Talut ve Calut olayında, çeşitli deneme ve elemeler sonucu dökülerek yüzde bire düşen sadık ve samimi çekirdek kadronun ayetleşmiş ifadesiyle; “Nice az (ama öz bir) topluluk, çok daha kalabalık (ve kuvvetli bir) topluluğa, Allah’ın izniyle galip gelmiştir.”[14] Ne var ki, bir toplumu ıslah ve yeniden inşa etmek… Kâmil bir devrimi ve Adil bir Düzeni gerçekleştirmek isteyenler, önce Sünnetullah denen tabii yasalara ve tarihi kurallara uymak mecburiyetindedir. Bunun için de toplumun kültürel ve geleneksel değerlerini... Ekonomik ve sosyal düzenini… Ahlâki ve siyasi problemlerini çok iyi bilmeleri… Doğru ve doyurucu projeler, uygun ve uygulanabilir çareler üretmeleri gerekir. Bu konularda yazılı ve canlı tüm kaynaklara müracaat edilmelidir. Çünkü bir konuda uzmanlarının araştırıp yazdığı ve anlattığı her “Sözü dinleyen ve en güzelini yerine getiren kullarımı müjdele!.. İşte onlar, Allah’ın kendisine hidayet ettiği kimselerdir ve onlar gerçek akıl sahipleridir.”[15]
Ciddi ve cesaretli bir araştırma ve planlama yapmadan… Yeterli ve yürekli ekip ve elemanlarla, sürekli ve sistemli bir program uygulanmadan… Öyle kabataslak bilgiler ve yarım yamalak girişimlerle toplum mühendisliğine ve siyaset bilimciliğine soyunanlar, belki çabuk sivrilecek... Ama ondan daha da erken silinip gidecektir.
“Biz Müslümanız... Halis niyetli insanlarız... Hayır ve hizmet için yola çıkmışız... Öyle ince hesaplara, derin ve detaylı plan ve hazırlıklara, düzenli ve disiplinli teşkilatlara gerek duymayız... Hemen bir ucundan işe koyulmalıyız... Allah’ın bizi başarılı kılacağına inanmalıyız!..” gibi sloganik sözlerin ve Sünnetullah’a (doğal ve sosyal yasalara) uymayan girişim ve gayretlerin, hüsran ve pişmanlıkla sonuçlanacağı kesindir. Çünkü; “Bu sizin kuruntularınıza ve kitap ehlinin kuruntularına göre değildir. Kim kötülük yaparsa (Kur’an’ın ve kâinatın yasalarına aykırı davranırsa) cezasını çekecektir.”[16]
Asla hatırımızdan çıkarmayalım ki, psikolojik ve sosyolojik yasalar da, aynen biyolojik yasalar gibidir. Bunlar kâfirler için de, mü’minler için de gerekli ve geçerlidir. Nasıl ki su ve hava, hem mü’min hem kâfir için gereklidir… Ve nasıl ki mikroplu ve zehirli şeyler mü’min için de kâfir için de tehlikelidir. Bunun gibi, sorumluluk ve gayret... Doğruluk ve adalet... Kanun ve kurallara riayet... Bilgi ve bereket... Mü’min topluma da kâfir topluma da yarar getirir. Ama yalan ve hıyanet... Zulüm ve hakaret... Hırsızlık ve rüşvet... Tembellik ve cehalet mü’min topluma da, kâfir topluma da mutlaka zarar verir. Çünkü “Onlara da, bunlara da, Rabbin nimetinden veririz. Zaten Rabbinin nimeti hiç kimseye yasaklanmış değildir.”[17]
Bütün nebiler ve müceddidler, toplumu düzeltip disiplinize etmek… Bozuk, bâtıl ve barbar düzeni kaldırıp adil ve asil bir hayat nizamını yerleştirmek üzere… Yani bir devrim ve değişim gerçekleştirmek gayesiyle gelmiş ve mücadele etmişlerdir. Bu da en başta “nefislerde olanı değiştirmek…” Yani ruhen (aklen ve kalben) her türlü şirkten, küfürden, kötülükten, nankörlükten, zulümden, zilletten, rezaletten, cehaletten, sefaletten ve esaretten uzaklaşıp… Düşünen, değerlendiren, doğruyu gören ve sahiplenen, insani ve imani değerleri için mücadele eden… Hak ve hayır için didinen… Nefsi duygularına ve bâtıl sistemin dayatmalarına karşı direnen insanlar… Ve bu şuurlu ve sorumlu insanlardan meydana gelen “çekirdek kadrolar” ve halka halka gelişip güçlenen, deneme ve dökülmelerle çelikleşip yoluna devam eden teşkilatlar ve toplumlar oluşturmayı gerektirmiştir.
Hak’tan ve hayırdan uzaklaştıkları, nefsi isteklerin ve şeytani sistemlerin tuzağına kapıldıkları için; “Daha önceki kavimlere uygulanan Sünnetullah (İlahi yasa) gereği”[18] (hürriyet ve haysiyetleri ellerinden giden ve “Hatta gözleri perdelenmiş ve sanki büyülenmiş bir kalabalık gibi”[19] sürü mantığı ile hareket eden bir toplumu gaflet ve dalâlet uykusundan uyandırmak, değişim önderlerinin en zor görevi ve en zahmetli dönemidir.
“Bilgisizce hevâlarına uyan zalim (yönetici)lerin...”[20]
“Allah’tan bir hidayet olmaksızın (ve Kur’an’a uymaksızın) kendi hevâlarıyla hareket eden sapkın ve saptırıcı (ilim ve irşat ehli geçinen istismarcı) kimselerin…’’[21]
Ve “Kötü amelleri kendilerine süslü gösterilen nefsü hevâsına esir olmuş (halk) kesimlerinin...”[22]
“Din” diye, atalarından ve doğup büyüdükleri ortamdan öğrendikleri ve taklit ettikleri gelenek ve görenekleri benimseyen şerikci ve şekilcilerin… Ve İslam’ı fantezi bir aksesuar olarak değerlendiren ve “nefislerinde olanı değiştirmek” üzere kendilerine gelen davetçilere “Siz atalarımızı, üzerinde bulduğumuz (ve tâbi olduğumuz düzen ve değerler gibi) şeyden, bizleri çevirmek için mi geldiniz?”[23] diye inatla direnen yobaz ve gericilerin hep birlikte din ve değişim önderlerine karşı hücuma geçmeleri… Ama granit kayalara çarpan dalgalar misali dağılıp geri çekilmeleri ve sonunda, önceleri inkâr ve itiraz ettikleri bu lider şahsiyetlere zamanla itaat eder hale gelmeleri, imtihanın sırlı hikmeti ve Allah’ın değişmez sünnetidir. Ve zaten “Akıl” ve “Sünnet”, Kur’an’da arızi değil merkezi kavramlar olarak sıkça geçmektedir. Yani aklımızı kullanmak, her konuda araştırıp anlamaya çalışmak ve böylece her türlü hareket, hizmet ve ibadetimizi bu şuur ve huzurla yerine getirip yaşamak… Bunun yanında, her işimizi ve girişimimizi Sünnetullah’a (doğal ve sosyal yasalara) uygun yapmaya çalışmak, hem kulluk görevi hem de başarı ve bereketin gereğidir. Hz. Peygamber Efendimiz de; “Siz aynı gemide yolculuk yapan kimseler gibisiniz… Bazılarının bilmeden ve düşünmeden kolay su almak üzere gemiyi delmeye kalkışmalarına göz yumarsanız, hep birlikte batıp gidersiniz!” mealindeki Hadis-i Şerifiyle, toplumsal yasaların tabiat kanunlarına benzediğine işaret etmektedir. Çünkü geminin yüzmesi ve batması fiziki kanunlara, cemiyetin düzelmesi ve yozlaşması da fikri kanunlara tâbidir.
Fertlerin psikolojik, cemiyetin ise sosyolojik yapısı ile; evrenin ve maddi bedenin yapısı ve bağlı oldukları kanunlar açısından büyük bir benzerlik sezilmektedir. Zaten bunun için Efendimiz; “Elmüslimune Kerreculilvahid” Müslüman toplumun bir tek kişi gibi olduğunu söylemektedir. Bir vücut nasıl temiz gıdalardan ve mikroplardan farklı şekilde etkilenirse, bir toplum da ahlâki safiyet veya zafiyetlerden o nispette etkilenecektir.
Efendimizin verdiği gemi örneğine dönelim: Bir sinek, gemi gibi bir bineği elbette deviremez!.. Ancak bir tarafına konduğunda hesaba katılmayacak kadar çok az da olsa, geminin hassas dengesinde bir değişiklik yapacağı da inkâr edilemez!.. Ve yine bir sinek, koca bir ineği yenemez!.. Ama hassas yerlerini ısırıp, onu huzursuz edip hırçınlaştıracağı da göz ardı edilemez… Öyle ise, toplumsal değişim sürecinde ve özellikle “çekirdek kadro” yerindeki ekip ve elemanların, sorunlara ve sorumluluklarına “sinek kadar önemsiz” diye değil, “sinek kadar da olsa önemli” şeklinde yaklaşmaları ve en ince ayrıntılara bile bu titizlikle bakmaları gerekir. Hz. Peygamberimizin; “mü’min, sinek kanadı kadar hatasını bile, her an başına düşebilecek şekilde ince bir kılla bağlı değirmen taşı gibi görendir. (Maddi ve manevi her türlü tehdit ve tehlikeye karşı böylesine tedbirli ve dikkatli hareket edendir.) Münafık ise, dağlar gibi günah ve ayıplarını (isyan ve ihmalkârlıklarını) bile, sivrisinek gibi hafif ve zararsız gören ve basite indirgeyendir.” mealindeki Hadis-i Şerifi bu konuda bize pek önemli dersler vermektedir. Evet çok basit ve milimetrik bir gevşeklik, sıkılması gereken bir somunu işe yaramaz hale getirebilir. Bir somun, bütün bir motoru devre dışı bırakabilir. Motor çalışmayınca koca bir vapur yerinde hareketsiz kalabilir ve hatta batabilir.
İşte bu yüzden “çekirdek kadro”yu oluşturan ekip ve elemanların çok, ama çok iyi yetişmeleri, pişmeleri, gizli açık kirlerden ve bozuk fikirlerden arınıp temizlenmeleri ve en hassas motorun parçaları gibi, birbirine kenetlenmeleri gerekmektedir. Bu ekip için asıl tehlike ise İblis gibi; vekillik, halifelik, liderlik, birincilik ve bencillik vb. şeytani duygulara kapılıp haset ve hıyanet damarıyla birbirine düşmeleridir. Yoksa, tembellik, tehircilik, ürkeklik, emre itaatsizlik gibi durumlar da yanlış ve yıpratıcıdır ama, kalbi kaypaklıklar kadar tahrip edici değildir. Hz. Adem’in zellesi de bu cinstendir. Yani “yasaklanan meyveyi yemekle” sanki içtihat hatasıyla ve güneş battı zannıyla orucunu bozup iftar etmek gibidir. Bu özel hizmet ve fazilet ekibinin elemanları Ensar ve Muhacir misali; “Birbirlerini Allah için sever ve sahiplenirler. Birbirlerine yaptıkları iyilik ve ikramlardan dolayı, nefislerinde kıskançlık ve pişmanlık hissetmezler. Hatta, kendileri (maddi) bir ihtiyaç (veya makam ve hürmet gibi bir arzu ve iştiyak) içinde olsalar bile (dava arkadaşlarını) öz nefislerine tercih ederler. Böylece her kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar kurtuluş ehlidirler.”[24] ayetinin öğrettiği yüksek ahlâk ve anlayış sahipleridir.
“İçinizden hayra çağıran, ma’rufu (iyilik ve adaleti) emredip, münkerden (kötülük ve zulümden) sakındıran bir “ümmet” bulunsun. Asıl felaha erenler bunlardır.”[25] ayeti de bu çekirdek kadroya dikkat çekmektedir. Ayette geçen “Ümmet”; itaat disiplini ve sürekli irtibat düzeni içinde bir araya gelmiş, kaliteli, kabiliyetli ve karakterli teşkilat ve topluluk anlamında emredilmiştir. İşte bu çekirdek kadronun ve onun alt kümesi sayılabilecek özel dostluk ve dayanışma grubunun, sevabı da, sorumluluğu da oldukça yüksektir. Çünkü teşkilat ve toplum, bir bakıma bu çekirdek kadronun saflığına, sadakatine ve sağlamlığına göre şekillenecektir. Evet bu çekirdekteki güzel özellik ve farklılıklar da, gizli hastalıklar da, ileride bütün vücuda sirayet edecektir. Bu özel ekibe dâhil fertlerin en çok dikkat etmeleri gereken husus: Bu ekiple ve şahs-ı manevisiyle münasebet ve samimiyetini gevşetmemek ve kalbi alâkasını kesmemektir. Aksi halde kan ve sinir damarları tıkanan organların kangrenleşip bedenden kopmaları gibi bir sonuç kaçınılmaz olabilir. Zafer kazanan bir bölüğü tebrik için, hepsi adına onların komutanıyla tokalaşan padişahın iltifatı, nasıl ki hepsine yapılmış gibidir, işte samimi ekipteki bir ferde yapılan maddi ve manevi ikramlar ve makamlar da, sanki her birine yapılmış kabul edilmeli ve sevinmelidir. Rüyalar bile buna dâhildir.
Anlatmaya çalıştığımız tabii kaideleri ve tarihi tecrübeleri dikkate almadan… Psikolojik, sosyolojik ve biyolojik yasaları (yani Sünnetullah’ı) hesaba katmadan… İmamsız ve ihtimamsız (lidersiz ve ciddiyetsiz)... Plansız ve programsız… Teşkilatsız ve altyapısız… Gerekli ekipman ve imkânı hazırlamadan, sadece gençlerin ve iyi niyetli kimselerin his ve heyecanlarını coşturup peşimizde koşturarak, nice hizmetlerin hezimetle sonuçlandığı… İmkân, eleman ve zaman israfından ve sonunda ümitsizlik girdabına yuvarlanmaktan başka işe yaramadığı acı bir gerçektir. Çünkü sorun sadece fedakârlık ve kahramanlık sorunu değildir.
Kur’an’daki evrensel boyutlu pek çok ayetlerin… İbret ve hikmet dolu öğütlerin, hep kapsamını daraltarak ve belli bir kavme veya kesime has sanarak yorumlamak, bir türlü aşamadığımız bir eksikliktir. Çünkü: Bozuk ve bencil fikirlerin… Ahlâki çöküntü ve fakirliklerin… Taklitçilik ve fantezilerin… Düşman ideolojilerin ve anarşik faaliyetlerin bunalttığı ve atıl bırakıp aptallaştırdığı kalabalıklar, toplumsal bir maraza, yani sosyal ve sepici bir hastalığa yakalanmış gibidir. Ve Kur’an bu yozlaşmanın her çağda görülebileceğine dikkat çekmektedir.
“Onların kalplerinde maraz vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır.”[26] gibi ayetler de kişiselden ziyade toplumsal maraza işaret etmektedir. Bir toplum organizmasının hastalanıp yozlaştığının en önemli göstergesi, inanç ve ideallerine tamamen ters bir hayat sürmeleri... Yani imanlarıyla nizamlarının… Kitaplarıyla ahlâklarının… Yalvaç (peygamber)leriyle yaşamlarının uyumsuz ve uygunsuz hale gelmesidir. Bir insanın nefsine ve çevresine yapacağı en büyük kötülük… Kendisinin, toplum bünyesinin bir üyesi ve evrenin bir öğesi olduğu gerçeğini unutup, Kur’an ve kâinat yasalarına aykırı, kanser hücreleri gibi uyumsuz, sorumsuz ve başıboş hareket etmesidir. Böylece sevgisiz, samimiyetsiz ve seviyesiz bir duruma düşmektedir. Bu nedenle anlıyoruz ki, asıl problem inanç problemi değil, insan problemidir. Değişmesi gereken -hâşâ- İSLAM değil, Müslümanlık iddiasındaki kişilerdir. Gerçek imanın yerini, zan ve ihtimaller… Sünnetullah’a uygun sistemli ve sürekli hizmetlerin yerini ham hayaller… İlim ve irfanın yerini bir sürü hurafeler aldığı içindir ki Rabbimiz “nefislerimize yerleşmiş kirleri ve bozuk fikirleri temizleyip değiştirmemizi” istemektedir.
“İman edenlerin Allah’ın (hüküm ve haberlerini, nimet ve hikmetlerini düşünmek) ve Hakk olarak indirilen Zikri (Kur’an’ı dikkatle okuyup anlamaya ve gereğini uygulamaya gayret etmek) için, kalplerinin saygı ve kaygı ile yumuşayacağı zaman hâlâ gelmedi mi? (Sakın) Müslümanlar, bundan önce kendilerine kitap verilip de, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçtiğinden böylece kalpleri katılaşmış (ve Hakk dinden uzaklaşmış) bulunanlar gibi olmasınlar! Ki onların çoğu da fasık (günah ve kötülüğe dalmış olduklarından kitaplarını yozlaştırmış ve yoldan çıkmış)lardı.”[27] ayeti, maalesef Müslümanların da, Yahudi ve Hristiyanlar gibi, kitaplarının izinden ve İSLAM’ın özünden ayrılacaklarını ve yeniden Kur’an’a dönmedikçe kurtulamayacaklarını haber vermektedir. Ve burada mutlaka toplumsal bir değişim ve dönüşüm öğütlenmektedir. Dikkat edelim, Cenab-ı Hak; “Şüphesiz Allah, bir insan kendi nefsini değiştirmedikçe, onun durumunu değiştirmez.” demiyor. “Kesinlikle Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirmedikçe, bir toplulukta olanı değiştirmez.”[28] buyurmakla, bir toplumun bâtıl ve barbar sistemini ve bozuk hayat felsefesini değiştirmek üzere yola çıkılmasını istemekte ve ilk girişim ve gayreti kullarından beklemektedir.
“Eğer şükrederseniz, mutlaka (nimetlerimi) artırırım.”[29] “Eğer Allah’a yardım ederseniz (O da) size yardım eder.”[30] gibi ayetler de, Allah’ın yardım ve başarı ikramı için ilk adımı kullarının atması gerektiğini bildirmektedir. Rad: 11. ayetinde istenen değişim, bu dünya hayatında yapılması ve yaşanması gereken bir değişimdir. Çünkü dünya imtihanı toplumsal, ahiret hesabı bireyseldir. “İçinizden sadece zalimlere dokunmakla kalmayacak (gayesiz ve gayretsiz olursanız hepinizi kuşatacak) olan fitneden sakının.”[31] ayeti, bu dünyadaki sorumluluğumuzun toplumsal bir boyutu olduğunu, “Hiçbir günahkâr, başkasının suçunu yüklenmez. İnsan için kendi gayret ve kazancından başkası yoktur. Ve tüm sa’yi (yaptıkları ve yapmayı amaçladıkları) yakında görülecektir.”[32] ayetleri ise ahirette hesabımızın ve karşılığının bireysel olduğunu bildirmektedir.
Bu nedenle her “TOPLUM’a; kendine özgü bir bedeni, beyni ve birikimi olan canlı bir organizma gözüyle bakarsak, sorunlarını ve çözüm yollarını bulmak daha kolay hale gelir. Meyveli bir ağaca; çocuğun başka, köylünün başka, şurupçu fabrikatörün başka, mobilyacının başka, ziraat mühendisinin başka ve botanikçinin daha başka gözle baktığı gibi, hasta bir toplum yapısına da; sosyoloji ve psikoloji doktoru gibi yaklaşabilenler, yeterli ve gerekli reçeteler üretebilir. İnsan nefsi hem arınmaya, hem de azgınlaşmaya müsait bir fıtratla yaratıldığı gibi[33] bir toplum da hem düzelip örnek medeniyetler kurmaya, hem de dejenere edilip yozlaşmaya ve yıkılmaya uygun vaziyettedir.
İşte bu noktada, değişim önderleri “beyin”, çekirdek kadrolar ise “cenin” yerindedir. Yeni devrimleri onlar gerçekleştirecek, yeni cemiyetleri onlar şekillendirecektir. Bütün merhaleleri onlar kat edecek, büyük medeniyetler onların attığı temel üzerinde yükselecektir. Onlar çağları değiştirecek, yeni fetihler ve yüce ümranlar inşa edecektir. Bu lider şahsiyetin ve çok az sayıdaki çekirdek-öncü kuvvetin, yepyeni tarihlerin ve asırlar boyu övülecek talihli projelerin altında imzaları bulunacak, şanlı ve şanslı toplum mühendisleri olarak tarihe geçeceklerdir. Evet, tarihi notlar almak, araştırıp tarihi olayları yazmak ve bunları okumak da bir maharettir… Ama asıl marifet; tarihi doğru yorumlayabilmek… Daha da ötesi, yeni tarihler yapabilmektir. Ve tarihi her zaman kötülerin değil bazen de iyilerin yazacağı yine tarihi bir gerçektir ve çok yakın görülmektedir. Ve şimdilik bize düşen hâlâ canlılık alâmeti görülen meyve ağaçlarına aşı yapma gayretini sürdürmek, aşısı tutanları koruyup, suyuna sapına dikkat etmektir.
Özü sağlam, kökü sağlam olanlar dirilecek ve ileride bunlardan meyveler devşirilecektir. Görevimiz; tebliğ, terbiye ve tedaviden vazgeçmemektir. Netice Allah’a aittir ve hidayet O’nun elindedir. Çünkü, “Kur’an, muttakiler için hidayet rehberidir.”[34] “İnsan ancak Rabbinden korkanları uyarabilir.”[35] “Davetçi, sadece zikre uyan (kitabı ve kâinatı okuyan ve aklını kullanan) kimseleri inzar ve irşat edebilir.”[36] “(Bu Kur’an, kalbi) Diri olanların uyarılması ve kâfirlerin üzerine (azap ve intikam) sözünün hak olması için (indirilmiş)dir.”[37]
Öyle ise, merhametli ve metanetli bir doktor gibi, toplumun kimlik bunalımından ve kültür yozlaşmasından kurtuluşuna öncülük etmelidir.
Kültür; bir toplumun ortak nefsi ve genel kişiliği yerindedir. Bir milletin inanç ve ahlâk temelleri, gelenek ve görenekleri, örf ve âdetleri, onların kültürünü, yani yaşam biçimini şekillendirir. Edebiyattan sanata, zanaattan ziraata, siyasetten sosyal hayata... Kısaca yaşamın her alanında etkisi ve izleri görülecek olan “kültür”, asırlar boyu zaman sürecinden süzülerek gelmiş olup, bir toplumun ortak DNA’sı gibidir. Nasıl bir çocuk anne babasından ve atalarından birçok özellikler taşıyarak doğuyor ve yetiştiği ortamdan etkileniyorsa, bir toplum da, tarihinden ve geçirdiği evrelerden kendisine miras kalan ortak düşünce ve değerlere sahiptir. Bir toplumun psikolojik, sosyolojik ve hatta politik yapısı, onların tarihsel pratiğinin izlerini yansıtıverir. Bir kişinin, anne babasını, hısım akrabasını ve atalarını, doğup büyüdüğü ortamı ve yakınlarını inkâr etmesi ne ise, bir toplumun kendi tarihini ve kültür temellerini inkâra kalkışması da aynı şeydir.
[1] Sahih-i Buhari
[2] Ra'd: 11
[3] Şuarâ: 44
[4] Şuarâ: 50
[5] Ra'd: 11
[6] Nisa: 66
[7] Sebe: 13
[8] Bakara: 83
[9] Maide: 13
[10] Bakara: 88
[11] A’raf: 3
[12] Fetih: 15
[13] Enfâl: 65-66
[14] Bakara: 249
[15] Zümer: 18
[16] Nisa: 123
[17] İsrâ: 20
[18] Enfal: 38
[19] Hicr: 10-15
[20] Rum: 29
[21] Kasas: 50, En’am: 119
[22] Muhammed: 14
[23] Yunus: 78
[24] Haşr: 9
[25] Âl-i İmrân: 104
[26] Bakara: 10
[27] Hadid: 16
[28] Ra’d: 11
[29] İbrahim: 7
[30] Muhammed: 7
[31] Enfâl: 25
[32] Necm: 38-40
[33] Şems: 9-10
[34] Bakara: 2
[35] Fâtır: 18
[36] Yâsin: 11
[37] Yâsin: 70
Bu yazarin diger makaleleri
< Önceki | Sonraki > |
---|