YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
68525963b199d
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 5 8 7
Bugün : 2041
Dün : 42338
Bu ay : 858124
Geçen ay : 1488216
Toplam : 38125797
IP'niz : 18.97.14.87

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

ATATÜRK’ÜN BÜYÜK TAARRUZ HAZIRLIĞI

VE

EGE’NİN KUVÂ-YI MİLLİYECİ DİN ADAMLARI

    

Emekli Kıdemli Albay, Atatürk’ün Kutlu Anıları ve Kurtuluş Savaşı araştırmacısı, değerli dostum Dr. Burhanettin Şenli, “ACI PARA – İstiklal Harbi’nde İki Şehidin Bilinmeyen Hikayesi” kitabını imzalayıp bize hediye etmişlerdi. Özellikle Uşak-Eşme’deki Milli Mücadele ve Büyük Taarruz hazırlıklarını ve bölgedeki vatanperver din adamlarının samimi ve stratejik katkılarını konu alan, oldukça ilginç ve orijinal olayları anlatan, çok ciddi ve zahmetli emekler ve incelemeler sonucu hazırlanan bu kıymetli eserdeki bazı çarpıcı bölümleri okurlarımızla paylaşmak istedik.

Uşak’ta Yunan işgali

28 Haziran 1920’de başlayan Yunan taarruzu neticesinde, Uşak’ta ilk işgal edilen ilçe Eşme’dir. Bu, Eşme’nin ilk işgal edilişidir. Eşme, Kula, Salihli, Alaşehir, Akhisar gibi Uşak’a yakın yerlerin işgal edilmesi, Uşak’ta panik havasının esmesine neden olmuştur. 1 Temmuz 1920 tarihinde Uşak’a gelen Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat Paşa, 5 Temmuz’a kadar şehirde kalarak, bozgun havasının dağılmasını sağlamış, 11. Tümen birliklerini Uşak’a getirerek şehirde sükuneti sağlamış ve göçü engellemiştir.

11 Temmuz 1920’de Eşme ilk işgalden kurtulmuştur. 1 Ağustos 1920’de Mustafa Kemal Paşa Uşak’a gelmiştir. Demirci Muharebesi’ne takviye Yunan birliği gelmesine engel olmak için Garb Cephesi’nin emriyle 12’nci Kolordu 23’üncü Tümen’e Eşme ve Kula istikametlerine kuvvetli birer akıncı müfrezesinin gönderilmesi emredilmiştir. İki gün süren kanlı savaşlar sonunda Yunan işgalindeki Demirci’ye girilmiştir. Kasabada Yunanlılara ait bir hayli silah ve cephane ele geçirilmiş ve bunlar 30 öküz arabasıyla Kütahya’ya sevk edilmiştir. Borlu’ya çekilen Yunanlıların zayiatı ise; dört yaralı subay, 89 ölü er ve 86 kayıp erdir. Bu muharebede dört makineli tüfek de Türklerin eline geçmiştir.

2 Ağustos 1920’de Mustafa Kemal Paşa gizlice Eşme cephesine gelmiş, Elvanlar’daki birlikleri denetlemiştir. Ancak 5 Ağustos 1920’de Eşme ikinci kez işgal edilmiştir. Yunan ordusunun ikinci tümen birlikleri Uşak istikametinde saldırıya geçmişler ve 29 Ağustos 1920 sabahı Uşak’ı savunan 23. Tümen’e saldırarak, şehri ele geçirmişlerdir.

Uşak’ta Yunan Mezalimi

Yunan mezalimini ikiye ayırabiliriz: Birincisi işgal dönemidir, ikincisi ise 30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde Türk Ordusu’nun zaferinden sonra kurdukları tahrip taburları ile yanlarına yerli Rum ve Ermenileri de alarak yaptıkları mezalimdir… Yunan’ın tatbik etmiş oldukları mezalim planı hemen hemen her yerde dört bölümden oluşmaktaydı. Bunlardan birincisi soygun, ikincisi yangın, üçüncüsü katliam ve sonuncusu da göç etmeye zorlamaktı. Yunan herhangi bir şehri ya da kasabayı boşaltırken ya da geri çekilme esnasında bir köyün civarından geçerken her şeyden evvel o köye ait olan nakliye işine yarayacak ne kadar hayvan varsa el koymuşlardır. Bundan sonra kapılara nöbetçiler koyarak evleri basmıştır, kıymetli ne kadar taşınabilir eşya varsa çaldıkları hayvanların sırtlarına yükleyip kaçırmışlardır.

Fakat bazı yerlerde gasp ve çalınan eşya miktarı o kadar fazlaydı ki hayvanların sırtında taşıma ihtimali olmadığı için resmî kamyon ve otolarla taşınmıştır. Resmî araçlarla soygun başladıktan sonra yerli Rum ve Ermenilere gün doğmuş, onlar da bu yağmadan pay alabilmek için Yunan askerlerine rehberlik etmeye başlamışlardır. Bu çapulcuların en değer verdikleri yağma eşyası ise altın ve mücevherattı.

Anadolu kadınlarının ve kızlarının binbir zahmetle kazandıkları gerdanlıkları ve yöre âdetlerince alınlarına taktıkları yarım altınları vahşi bir ihtirasla koparılıp alınıyordu. Süngü tehdidi altında bütün mevcut servetlerine el konulan çaresiz halk, canlarını kurtardıklarına şükrediyordu. Fakat çapulcuların ardı arkası kesilmiyordu; biri gelip yağmaladıktan sonra, bir diğeri onu takip ediyordu. Nihayetinde elde avuçta olanı çapulculara kaptıran halkın bir sonraki gelecek olan çapulcu kafilesine canından başka verecek bir şeyi kalmıyor ve maalesef canı da canice Yunan askerinin kurşunu ve süngüsüyle alınıyordu.

Mezalimin soygun safhası geçtikten sonra yangın başlıyordu. Koca bir şehrin ya da kasabanın alelade bir yerinden tutuşturulması sonucu tamamı ile yanması mümkün olmadığı için planlı bir şekilde çok kısa bir zaman zarfında şehir ya da kasaba birçok yerinden ateşe veriliyordu. Kasaba birkaç saat içinde kül olarak yok oluyordu. Uşak’ın ateşe verildiği zaman yaşanan insanlık dışı vahşet sahneleri, Yunan askerlerinin tarih sayfalarına isimlerinin kara harflerle yazılmasına sebep olmuştur.

Şehirde çıkarılan yangın sonucu tellallar çıkartılarak; “Evleriniz barklarınız yanıyor, çıkın ve yardım edin, ateşi söndürelim.” çağrılarına kulak verip saklandığı yerden çıkan halk birer birer katledilmiştir. Eşme kasabası akşam üzeri yakılmaya başlanmış ve halk ortaokul binasının önündeki meydanda toplatıldıktan ve dört taraflarından süngülü askerlerle kuşatıldıktan sonra akşam karanlığı basınca, meydanı çeviren diğer binalar ateşe verilmiştir. Bu suretle her taraftan ateş ve süngü çemberi içinde kalan ahali bir taraftan süngülü askerleri zorlayarak canları pahasına kendilerini kasabadan dışarıya atabilmişlerdir.

Eşme yangınında birçok halk canlı canlı yanmış, birçoğu da Yunan süngüleriyle hayattan koparılmıştı. Eşme’ye gelen 8. Tümen’in istihkâm bölüğünün gayretleriyle Takmak (Eşme) kasabasının bir kısmı yangından kurtarılmışsa da kasabada 20 ihtiyardan başka sağ insan kalmamıştı. Her yerde olduğu gibi Yunan burada da büyük katliamlar yapmıştı. Asi Çerkez Ethem’in 300 kişilik çetesi de Takmak Muharebesi’ne ve cinayetlerine katılmışlardı. Eşme ilçe merkeziyle buraya bağlı 28 köy, 1922 Eylül ayının ilk cuma günü bozgun halinde çekilen Yunan kuvvetleri tarafından yağma edildikten sonra ilçe merkezi feci bir şekilde ateşe verilerek yakılmıştır. Yunan sansürünün sıkı çemberi içinde yaşayan Eşme halkı, muzaffer Ordumuz yetişinceye kadar Yunan’ın bozgun halinde çekilmeye başladıkları hakkında hiçbir haber alamadıkları için, gafil halde ve ani bir şekilde tehlike ile karşı karşıya kalmışlardı.

Yakılan Binaların adedi:

Uşak: 1971 adet binanın çoğu yakıldı.

Eşme: 307 adet binanın tümü yakıldı.

Mustafa Kemal Paşa’nın Bölgedeki Kuvâ-yı Milliye ile Teması ve Uşak’a Gelişi

Mustafa Kemal Paşa, yanında milletvekilleri olduğu halde, Anadolu içlerine ilerleyen Yunan ordusuna karşı Kuvâ-yı Milliye’yi güçlendirmek, denetlemek ve alınacak önlemleri yerinde görmek için Eskişehir ve Afyon’u ziyaret etmiş, 31 Temmuz 1920 tarihinde de Uşak’a gelmiştir. Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki heyetin gezi programı şu şekilde idi; 1 Ağustos 1920 günü takriben sabah saat 9.30’da Banaz’a varış, orada istasyonda 68. Takım ve 21. Takım ile Topçu Takımını muayene, saat 11.30 Uşak İstasyonu’nda gönüllü piyade ve süvari kıtalarını muayene, daha sonra heyetin istirahati için ayrılan haneyi ve Hükümet Konağı’nı ziyaret, geceyi Uşak’ta geçirerek ertesi günü trenle Uşak’tan Karaköy İstasyonu’na giderek, buradaki 131. Alay’ı muayene ve Karaköy’ü ziyaret, daha sonra İnay Kazası’nı ve buradaki birlikleri ziyaret etmiş, akşam üzeri Uşak’a dönmüş ve gece trenle Afyonkarahisar’a hareket etmiştir.

Mustafa Kemal Paşa bu ziyaretinde Cephe Kumandanı Aşir Paşa’nın karargâhı olan, İstasyon Caddesi üzerindeki Hamit Ağa’nın evine inmiş, aynı gece özel bir trenle Eşme Cephesi diye adlandırılan Elvanlar bölgesine gizlice gitmiş, sabaha karşı da Ankara’ya geri dönmüşlerdir. Mustafa Kemal Paşa’nın Uşak’ı ziyareti, Kuvâ-yı Milliye’ye katılımı artırmıştır. 3 Ağustos’ta Banaz’dan 47 süvari, 19 gönüllü, Hacim ve Sivaslı’dan 100 süvari, Karahallı’dan gönüllü birlikleri gelip cepheye gitmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa’nın 31 Temmuz 1920 tarihindeki Uşak ziyaretine katılan Kütahya Milletvekili Ragıp (Soysal) Bey, Uşak’ın Kuvâ-yı Milliye’ye katkıları hakkında şunları ifade etmektedir; “Uşak, henüz Ankara’da TBMM açılmadan önce hükümetin kesinlikle zerre kadar yardım etmediği, edemediği zamanlarda 14 ay Salihli Cephesi’nde dikilmiş, malı ile canı ile fedakârlık etmiş ve düşmanı orada durdurarak Anadolu’ya sürekli bekçilik etmiştir.”

Karargâhı Uşak’ta bulunan 23. Tümen Komutanı İzzettin Çalışlar, anılarında Uşak Kuvâ-yı Milliyesi ile ilgili şu bilgileri vermektedir; “Bütün Uşak Kazası en ateşli Kuvâ-yı Milliyeci idi. Canla başla memleket savunmasına ve ulusal kurutuluş savaşına sarılmışlardı. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, halkın güven ve sevgisini kazanmış, tam bir feragat ve imanla çalışıyordu. Bu sebepten halkın birçok yardımlaşmalarına mazhar oluyordu. Uşak Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti reisliği yapan meşhur Hoca İbrahim Efendi, cidden bu vazifenin başında yüksek bir liyakat ve idare kudreti gösteriyordu. O zaman pek genç yaşta olan Kütahya Milletvekili arkadaşım Alaaddin Tiritoğlu, en ileri gelen bir Kuvâ-yı Milliye ruhlusu idi.”

Uşak Kuvâ-yı Milliye Birlikleri

Uşak’ta halkın Kuvâ-yı Milliye’ye verdiği destek sadece ordunun ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetlerin karşılanması ile sınırlı kalmamış, bizzat kendi içinden çıkardığı ve gönüllülerden oluşan silahlı birliklerle Yunan ordusuna karşı savaşmıştır. Uşak halkı tarafından oluşturulan gönüllü silahlı birliklerin başında Uşak Hücum Taburu, Uşak Akıncı Müfrezesi, Uşak Millî Piyade Taburu, Uşak Süvari/Eşraf Alayı ile İnzibat Kıtası gelmektedir.

Uşak Hücum Taburu ve Hizmetleri

1919 yılı ağustos ayı sonlarına doğru kurulan, “Uşak Hücum Taburu”nun komutanı Üsküplü Jandarma Yüzbaşısı İsmet Bey idi. İbrahim Tahtakılıç’ın teklifi üzerine kurulmuştur. Bütün teçhizatı Uşak halkı tarafından temin edilmiş, elbiselerinin kumaşı Uşak Şayak Fabrikası’ndan alınmıştır. Silahları ise İngilizlerin güvenliğini sağladığı Afyon silah deposunun arka duvarı yarılarak alınmış ve trenle gizlice getirilmiştir. Gerek Milis Tümeni’ne gerekse 23. Tümen’e İzmir Şark Cephesi Kumandanı unvanıyla Aşir Bey komuta etmiş, Milis Tümeni içinde bulunan kuvvetler arasında Uşak Hücum Taburu da yer almıştır. Uşak Hücum Taburu, Milli Mücadele sırasında çıkan ayaklanmaların bastırılmasında da görev yapmıştır. Anzavur Ayaklanması’nda ve Düzce’deki ayaklanmanın bastırılmasında görev verilmiştir. Tabur’dan bir bölük Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılışında hazır bulunmuş ve Muhafız Alayı’nda yer almıştır. Daha sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından Nazilli’de Miralay Refet Bey’e gönderilen bir yazıyla, Hücum Taburu’nun Eskişehir’e gönderilerek orada “Heyet-i Temsiliye emrinde genel ihtiyat olarak bulundurulması” istenmiştir. 1920 Haziran ayı içinde Uşak Hücum Taburu, Akhisar Kazası’na bağlı Gölmarmara Nahiyesi’ne intikal etmiştir. Orada Yunan ordusuyla çatışmaya girmiştir. Tabur sabahleyin Kula’nın kenarında istirahate geçtiği zaman, Kulalı kimi kişiler, askerin arasına karışmış: “Bu iş çetecilikle olmaz, koca seferberlikte başa çıkamadık.” diyerek onları zehirlemişlerdir. Askerlerin hepsi Kula’dan topluca ayrılmışlar. İnay’a kadar giden bir tren varmış, ona binerek kıtalarına gitmişlerdir. Hatta birliğin mevcudu yeni katılanlarla da artmıştır. İstanbul Kuleli Lisesi’nden Anadolu’ya hizmet için gelen öğrenciler de birliklere dağıtılmıştır.

Atatürk’ün Emriyle Kurulan “Vardar Müfrezesi”, Yzb. Abdurrahman Özgen ve İlk Acı Para Hikâyesi

Akıncı Süvari Müfreze Kumandanı Yzb. Abdurrahman Özgen, harpte esir almadığı gerekçesiyle Divan-ı Harb’e (Askerî Mahkemeye) verilmiştir. Eskişehir’deki Divan-ı Harp Reisi (Askerî Mahkeme Başkanı) Nurettin Paşa idi. Yargılamasında Abdurrahman Yüzbaşı’ya, neden esir almadığını sordu. O da düzenli ordu kurulmadığını, esirlerin teslim edileceği yer olmadığını bildirdi. Ayrıca ne kendisine ne de personeline yiyecek için hiçbir ödeme yapılmadığını, yaklaşık iki yıldır maaş da verilmediğini söyledi. Mahkemede hakkında son kez ikaz edilerek beraat etmesine karar verildi. Abdurrahman Yüzbaşı sevindi, çünkü daha önce de Yunan ordusuna karşı gelmenin de idam sebebi olduğu yönünde emir verilmişti. Bu mahkemede ikisinden de kurtuluyordu.

Abdurrahman Yüzbaşı Eskişehir’den trenle Bilecik’e geçmiştir. İstasyondan çıktıktan sonra şehre doğru giderken bir kalabalık görür. Köylülerden birisine sokulup sorar:

– Ne var arkadaş, bu kalabalık ne diye toplanmış burada?

Adamın yüzü sevinçliydi:

– Mustafa Kemal Paşa geldi! dedi. Atımı kalabalığa doğru çevirdim. Yanlarına gelince atımdan aşağıya inerek Paşa’nın huzuruna çıktım. “Hoş geldiniz Paşam!” diyerek elini öpmek istedim. O, heybetli kaşlarını çatarak, askerce:

– Sen kimsin, nereden geliyorsun? Hangi birliğe bağlısın? diye sordu. Birliğimi ve mensup olduğum alayı bildirdim:

– Yaralı idim Paşam, tedaviye geldim. Çok şükür iyileştim, İstasyondan makineli tüfek parçalarını alıp karargâhıma döneceğim… Yanındaki zevata dönüp bazı şeyler konuştu. Beni tanıdığı halde tanımazlıktan geliyordu. (Çanakkale Harbi’nde birlikte savaşmışlardı.) İstihbaratı kuvvetli olan Mustafa Kemal Paşa da aynı konuda hakkımda bazı şikayetleri duymuş.

O, sert bir tavırla:

– Ne zamandan beri askersin, bugüne kadar neler yaptın? diye sordu.

– Paşam, 17. Kolordu’da vazifeli iken İstanbul Hükümeti’ne isyan bayrağını çekip bölüğümle vatan savunmasına koştum. O günden bugüne kadar o cephe senin bu cephe benim vuruşup duruyorum.

– Peki, nerelisin, memleketin neresi? diye bir soru daha sordu. Ben de cevap verdim:

– Siz nereli iseniz, ben de oralıyım: Türküm Türk, efendim.

O zaman sevgi ile yüzüme baktı. Sahte bir kızgınlıkla:

– Senin hakkında çok şikayetler geliyor, dedi. Aynı konuları sordu. Durumu anlattım. Yaklaşık iki yıldır maaş alamadığımızı söyledim. Bir süre daha konuştuktan sonra yanında bulunan Salih Bozok ile İzzettin Çalışlar’a döndü:

– Arkadaşlar, bu adam gibi birkaç subayım daha olsa cepheden korkum kalmaz… Sonra bana:

– Demek ki şimdiye kadar maaş almadınız, hiç paran yok mu?

– Nereden olsun paşam.

– Öyle ise al.

Elini cebine attı. Cüzdanını çıkardı. İki on liralık eski Osmanlı banknotunu bana uzattı:

-Al bunları harçlık yaparsın.

Ben ise, Paşa cüzdanını karıştırırken dikkat ettim, cüzdanında fazla para yoktu. Uzattığı parayı almak istemedim. Paşa kızdı:

– Al diyorum sana!

Esas vaziyette bir kere daha selam verdim:

– Peki Paşam, aldım kabul ettim.

Fakat bu paranın bir tanesine yazıp imza etmesini rica ettim.

Elindeki kurşun kalem ile “Bilecik Hatırası” diye yazdı ve imzaladı. Parayı aldım. Bir tanesini tekrar ısrar ve rica ile kendisine iade ettim. Yazılı olanı bende kaldı.

– Haydi oğlum, yolun açık olsun. Güle güle git vazifenin başına. Senin için emir vereceğim, müstakil bir Akıncı Müfreze Kumandanı olarak çalışacaksın! şeklinde emir verdi. Sevinçten gözlerim dolmuştu. Tekrar elini öptüm ve ayrıldım. İşte o günden sonra müfrezemin adı “Akıncı Vardar Müfrezesi” olarak koyuldu. Bütün muharebeler devamınca bu şekilde anıldım.

Alay kumandanıma Mustafa Kemal Paşa ile neler konuştuğumu bir bir anlattım. O da sevinmişti.

Mustafa Kemal Paşa son sözünde, “Düşmana sık sık baskınlar yapmalı, zayiat verdirmeli, mümkün olduğu kadar da silah ve cephane elde edilmelidir.” demişti. Bu olay sonrasında Vardar Akıncı Müfrezesi, Abdurrahman Özgen Bey ve Derviş Paşa’nın kardeşi Ali Bey’in süvarilerden oluşan müfrezelerinin birleştirilmesiyle kurulmuştur. Vardar Akıncı Müfrezesi, bu süreçten sonra yaptığı baskınlarla çok önemli hizmetler yapmıştır. Arşivimde bulunan ve daha önce yayınladığım belgeler bu başarıların bir kanıtıdır.

İkinci Acı Para Hikâyesi: Cahit Arf’e Vefa… Yine Bir Eşmeli Hikayesi!

Eşme doğumlu olan Türk ekonomist, bürokrat ve siyasetçi Durmuş Yılmaz, Merkez Bankası Başkanlığı görevini yaparken bilim insanlığına saygı duyarak çalışma arkadaşlarıyla birlikte aldıkları bir karar ile 1 Ocak 2009 tarihinden itibaren tedavüle giren On Türk Lirası’nın arkasına Cahit Arf’ın fotoğrafını yerleştirmiştir. Daha sonra Cahit Arf’ın Şehit Eşme Kaymakamı Ahmed Şevki Bey’in kızı Halide Arf ile evlendiğini, yazdığım kitap bölümünden öğrenmiştir. Bu konuda bana yazdığı mesaj ile On Türk Lirası’nın üzerine Cahit Arf’ın fotoğrafını koymaya karar verdiklerinde memleketi Eşme ile bağlantıyı bilmediğini, bu ismin arkasında bir de Eşme’nin şehit kaymakamı olduğunu öğrendikten sonra ne kadar güzel bir iş yaptıklarını anladığını ifade ederek zarif bir yorum ile teşekkürünü iletmiştir. Bu güzel yorum beni de çok mutlu etmiştir. İstiklâl Harbi’mizde şehit olan bir kahramanımızın hikayesi de On Türk Lirası’nın arkasında acı bir para hikayesine dönüşmüştür.

Atatürk’ün Derviş Paşa için yazdığı şiir

Yalova’dan İstanbul’a yeni dönmüş olan Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın önemli isimlerinden, silah arkadaşı Derviş Paşa’nın ölüm haberini almış ve çok üzülmüştü. Milli Mücadele dönemi süvari tümen komutanlarından, İstiklâl Madalyası ve takdirnamelere layık görülen, sayısız kahramanlıklara imza atan Derviş Paşa, 3 Ocak 1932 yılında Askerî Yargıtay Üyeliği’ne atandı. Ancak bu göreve başlayamadan aynı yıl 17 Ocak’ta hayata gözlerini yumdu. Atatürk o gece Derviş Paşa için bir mersiye (ağıt) yazdı ve ertesi gün kabri başında okunmasını emretti. Atatürk’ün hafızı olarak tanınan, Riyaset-i Cumhur İnce Saz Hey’eti Şefi Binbaşı Hafız Yaşar Okur, yıllar sonra hatıralarını kaleme aldığı, “Atatürk’le On Beş Yıl” isimli eserinde o günü şöyle anlattı:

“…Huzurlarına çıktığımda çok üzüntülü idiler. ‘Al kâğıt kalem, söylediklerimi not et.’ diye buyurdular. Hemen o anda söyledikleri şu sözleri tespit ettim:

“Büyük Türk Ordusu,

Büyük bir kahramanını toprağa veriyor…

Ulu Türk Milleti,

Değerli bir evladını toprağa veriyor…

Toprak!

Bu değerliyi koynuna almaktan zevk mi duyuyorsun?

Bize dersin ki;

Bu kıymetliniz bağrımda

Açacaktır kahraman çiçekleri

Sükûn buluruz

Sükûn buluruz

Ancak o zaman

Gözlerimizin yaşı

Seni sular…”

Dikte ettirdikleri bitince şu emri verdiler:

-Şimdi kütüphaneye gidiniz, bu güfteyi mersiye şeklinde besteleyip bana getiriniz!

Güfteyi pek kısa bir zamanda besteledim, huzurlarında okudum. Çok memnun ve mütehassis oldular. Birkaç defa tekrar ettirdikten sonra:

-Bu mersiyeyi yarın Derviş Paşa’nın kabrine koyunuz! diye emrettiğini ifade eden Okur, ertesi gün Derviş Paşa’nın cenazesinin Maçka Mezarlığı’na götürüldüğü merasimde, güftesi Atatürk’e bestesi kendisine ait mersiyeyi segâh makamında Cumhurbaşkanlığı hafızlarıyla birlikte okuduğuna da yine hatıralarında yer verdi. Okur o anı anlatırken, “Gözlerimi suladı ve ancak o zaman sükûn bulduk.” diye yazdı.

Eşme’nin İşgalden Kurtuluş Mücadelesi

İşgalin Sona Ermesi

Büyük Taarruz’un başlaması ve Yunan ordusunun hezimete uğramasının ardından işgal altında bulunan bölgeler birer birer Türk Ordusu’nun hâkimiyeti altına giriyordu. Düzenli ordunun kurulmasının ardından başlatılan Büyük Taarruz ve kaçan Yunan ordusunu takip harekâtı; Eşme’de yaşanan yaklaşık iki yıldan fazla süren düşman işgalinin son bulması anlamına geliyordu. Türk Orduları yavaş yavaş Eşme’ye yaklaşıyordu. Nihayetinde Türk kuvvetlerinin ileri takip harekâtıyla işgal altındaki memleket toprakları bir bir istiklâllerine kavuşmuşlardır. İncelememizin konusunu teşkil eden Eşme bölgesindeki takip harekâtı özetle şöyle gelişmişti. 1’inci Kolordu Kuvvetleri Çardak yolu ile ilerlemiş ve 02 Eylül 1922 günü saat 15.30’da Akçaköy’ü yakmaya çalışan Yunan’ın çoğunu imha etmiş. Ardından Camili’nin doğu sırtlarına gelmiş ve burada gecelemiştir. 6’ncı ve 57’nci Tümenler Akçaköy-Oruçlu bölgesinde konaklamışlardır. 1’inci Kolordu 03 Eylül günü Dervişli’ye gelerek, Yunan’ın çekildiği Takmak-Kula yolunu kapamıştır. 7’nci Tümen 03 Eylül günü Dereköy’ün batı sırtlarında düşmanla muharebeye tutuştu. Yunan 200 ölü, 116 esir bırakarak Dereköy’den çekildi. Yunan’ın bozgunu dolayısıyla geri çekilmeleri çok hızlı oluyordu. Bu sebeple birliklerimiz çok hızlı hareket etmesine rağmen yetişmekte güçlük çekiyordu. Tabi ki tek güçlüğümüz yetişmek değildi. Hem ikmal sisteminde hem de haberleşmede aksaklıklar vardı. Mesela: “1’inci Ordu Komutanı 2 Eylül 1922 muharebeleri hakkındaki raporları kolordulardan geç alındığından, durumu Batı Cephesi Komutanlığı’na ancak 3 Eylül 1922 saat 01.00’da bildirdi.”

Birliklerimiz haberleşmedeki eksikliklerini atlı ulaklar ile gideriyordu. Yunan birliklerinde haberleşme ise büyük taarruz sonrası daha büyük problem olmuştu. Yunan birliklerinin bozgunu, Afyon Cephesi’nin düştüğü, hatta Trikopis’in Hacı Anesti’nin yerine başkomutan olduğu bile kendisine esir olana kadar tebliğ edilememişti. Trikopis’e, telsizle haber iletilememiş, Yunan birliklerinin başkomutanı olduğunu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Başkomutanı Mustafa Kemal Paşa, 2 Eylül 1922 tarihinde, esir alındıktan sonra huzuruna getirildiğinde bildirmişti. 8’inci Tümen 3 Eylül günü Takmak’ın kuzeyinde Yunan artçılarıyla muharebeye girişerek, Takmak (Eşme) kasabasının bir kısmını yangından kurtarmışsa da kasabada 20 ihtiyardan başka sağ insan kalmamıştır. Her yerde olduğu gibi Yunan burada da bütün halkı öldürmüştü. Türk kuvvetleri ardından Elvanlar istasyonunu ele geçirdiler. Böylece 3 Eylül 1922’de Eşme düşmandan geri alınmıştır. Ordumuzun yetişmesiyle Eşme’nin bir kısmı yakılmaktan kurtarılabilmiştir. 4 Eylül gecesi Başkumandanlık Karargâhı Eşme’ye taşınacaktır ve Başkumandan da bundan sonraki yazışmalarını artık Eşme’den yapacaktır.

Mustafa Kemal, Başkumandanlık Karargâhı’nın Eşme’ye nakli sırasında kaçan düşmanın geride bıraktığı feci manzarayı yakından görmüş ve ilk fırsatta harbin sebep olduğu yaraları tedavi için hemen harekâta geçilmesi talimatını ilgililere ulaştırmıştır. Gerçekten de Yunanlılar Eşme’yi bir kulübe bile bırakmadan yakmışlardır. Yakılmayan, harap edilip yıkılmayan bir yer bırakmamışlardı. Bozgun halinde kaçarlarken toparlanmaya fırsat bulamayan Yunan, ne hikmetse her geçtikleri yeri yakıp yıkmaya, gasp, yağma, tecavüz ve can almaya devam ediyor, bunu da planlı ve kasıtlı bir şekilde yapıyordu. Ve artlarında yanmış, yıkılmış simsiyah bir harabe bırakıyorlardı.

Süleyman Çoban bize, Eşme’nin Yunan işgalinden kurtulmadan bir gün önce yaşananları ve Türk askerlerinin Eşme’ye girişlerini şu şekilde nakletmişti:

“Mustafa Kemal’in Ordusu Eşme’ye doğru ilerledikçe, Yunan askerleri üçer beşer silahıyla kaçıyordu. Cemiyetleri bozulmuştu, kaçmak için tek yolları vardı, o da demiryoluydu. Bu yüzden Eşme’ye doluşmaya başlamışlardı. Bizim bostanın bulunduğu yerden geçerken, bizden karpuz alıyorlardı, ekmek alıyorlardı ama eskiden olduğu gibi parasını vermiyor, zorla alıyorlardı. İki kafalı yılan olmuştu artık Yunan askeri. Bir gün beş tane Yunan askeri geldi. Bostanın oraya oturdu, karpuz istedi. Biz de verdik. Bize dönüp, “Kemal geliyor” dediler, sonra küfredip, ondan bir canavar gibi bahsettiler ve “O canavar bizi yutacak.” dediler. Karpuzla ekmeğin parasını vermeden gittiler.”

Eşme’nin kurtuluşundan bir gün önce Yunan askeri cephede bozguna uğramış, süvarisi, piyadesi bölük bölük, tabur tabur İzmir’e doğru kaçışmaya başlamıştı. Öğle saatlerinde, Uşak’ta daha önceden konuşlanmış olan Yunan alayı, Eşme’ye vardı. Onlardan biraz sonra da son tren geldi. Üç makinesi bulunuyordu. Batak Kaya Geçidi’yle Takmak Geçidi’nin arasında duruyordu. Arkada bulunan tren geriye gitti ve dere üzerindeki köprüyü havaya uçurdu. Sonra on kadar Yunan askeri ellerindeki mataralarıyla geldiler. İçleri benzin doluymuş, biz ne bilelim. Öndeki askerler serpiyor, arkadan gelen kibriti çakıp ateşe veriyordu. Öyle büyük bir yangındı ki 350 haneli, 2 camili köy, tavuk kümesine kadar yandı. Bütün Eşme’yi ateşe verdi gâvurlar.

Yunan askeri, köyü yaktıktan sonra kaçmıştı. Köy ahalisi de saklandığı yerden çıkarak köye doğru yürümeye başladı. O anda Türk süvarileriyle karşı karşıya geldik. 2’nci Alay’ın 1’inci Bölüğü’ymüş süvariler, Türk süvarisini gören ahali atların nallarından, üzerindeki Türk askerinin ayağına kadar ağlaşarak öpmeye başladı. Beyaz ata binen yaşlıca bir adam vardı. Ama rütbesi yoktu, ahaliye: “Biz onları hasır gibi çiğnedik Sakarya’da, Dumlupınar’da, merak etmeyin sizin de intikamınızı alacağız. Canınız kurtuldu ya, malınız için üzülmeyin, hükümet her şeyi halleder.” dedi. İçimizdeki ihtiyar bir amcaya: “Amca sen şu karşı tepelerde hiç angaryaya gittin mi?” dedi. Amca dedi ki; “Oğlum, ben yaşlıyım diye götürmediler.” Amca daha sözünü tamamlamadan -meğerse Yunan askeri iki top bir tepeye, dört top da diğer tepeye koymuş- büyük bir uğultuyla top patladı. İlk top mermisi yakın bir yere düştü, ahali kaçışmaya başladı. Beyaz ata binen yaşlı adam bağırdı; “Süvariler, sol tarafa marş marş!” Top atışının başladığı yöne doğru hareket ettiler. Biraz sonra 1’inci ve 2’nci bölük topçuları gelmeye başladı. Derenin üzerindeki sırtı geçince top atışından kurtulmuş oldular. Sivil ahali de dere yatağına saklanarak top atışından kurtulmaya çalıştı. Dere yatağında saklanan köylünün başına “Bozkırlı’ diye bir asker bıraktılar. Karşı tepelerden gelen yoğun top atışına Türk topçusu da karşılık veriyordu. Bir top mermisi sivil halkın bulunduğu dere yatağına yakın bir yere düştü. O esnada biri, “Bozkırlı şehit oldu” diye bağırdı. Biz o yöne doğru bakarken Bozkırlı toprağın altından çıkıverdi, üstünü başını silkeledi ve top atışının yapıldığı tepelere doğru dönerek: “Yunan gâvuru, nereye kadar kaçacaksın benden?” diye bağırmaya başladı. Türk askerinin geriye kalanı da Eşme’ye gelmeye başlamıştı. Bir bölük asker üç ya da dört takımdan oluşması gerekirken bizim askerimiz 30-35 kişilik bölükler halindeydi. Öldürdüğü Yunan askerinin potinlerini giyenler şanslıydı, diğerleri ya yalın ayak ya da çarıkla yürüyordu. Çadır bezinden fişeklikler vardı, bellerinde çoğunun mermisi bile yoktu, matarasında suyu ve torbasında ekmeği yoktu.

“Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” Emri Eşme’de Verilmişti!

Atatürk ”Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” derken Ege Denizi ve İzmir’i Kastetmiştir!

Tarih 1 Eylül 1922’ydi. İşgalci Yunan ordusu Dumlupınar’da bozguna uğramış, İzmir’e doğru kaçış halindeydi. Başkumandan Mustafa Kemal Atatürk, tüm kuvvet komutanlarına şu emri vermişti: “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri.” O dönemde düşman Ege’den saldırırken ve Türk askeri düşmanı Ege’de denize dökerken Atatürk neden ilk hedefi Ege değil de Akdeniz olarak göstermişti? diye merak edenlere söyleyelim:

Atatürk, o dönem denizin gerçek adını vermişti. Ege daha önce İç Akdeniz ya da Adalar Denizi olarak bilinmekteydi. Piri Reis’in haritasında da Ege Denizi, Akdeniz olarak geçmektedir. Aydınoğluları ve Osmanlı Devleti kaynaklarında bu deniz “Adalar Denizi” olarak isimlendirilmişti. İstanbul Deniz Matbaası tarafından 1930 yılında basılan “Türk ve Yunan Deniz Harbi Hatıratı ve 1909-1913 Yunan Bahri Tarihi” adlı eserde Ege Denizi ibaresine yer verilmemiş ve Adalar Denizi ifadesi geçmiştir.

Coğrafya Kongresi’nde İbrahim Akyol, Besim Darkot, Herbert Louis ve Hamit Sadi Selen adlı profesörlerin teklifiyle Türkiye’nin 7 coğrafi bölgeye ayrılmasına karar verilmiştir. Buna göre denizlere doğru açılan cepheler komşu denizlere göre, iç kısımlar ise Anadolu’nun yönlerine göre isimlendirilmiştir. Bir başka deyişle bölümlendirmede fizikî coğrafya gözetilmiştir. Lozan Antlaşması’nın dili Türkçe, İngilizce, İtalyanca, Yunanca olmayıp Fransızca’dır ve metinde söz konusu denizin adı Fransızca olarak Mer Egee (Ege Denizi) olarak geçmektedir. Antlaşma metninin Türkiye’de yapılan Türkçe çevirisinde Fransızca Mer Ege yerine Adalar Denizi ifadesi tercih edilmiştir.

1922 Büyük Taarruz’da “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” komutu ve 1927’de Büyük Nutuk’ta Adalar Denizi adlarını kullanan Atatürk, 1928-1930 arası Türk Tarih Tezi oluşumunda yürütülen araştırmalar sırasında yabancı akademisyenlerin kitaplarında Ege’nin Yunanca bir ad olmadığına ilişkin bilgilerle karşılaşıp Ege adının Türkçeyle bağlantısı ortaya konunca, 1930 yılı Ağustos ayında Almanya’dan satın alınan bir yolcu gemimize Ege Vapuru adını vermiştir.

Atatürk’ün kurduğu Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin 1930’da yayımladığı “Türk Tarihinin Ana Hatları”nda Ege Denizi, Ege Medeniyeti, Ege Havzası başlıklı bölümlerde “Adalar Denizi’nin taşıdığı Egee kelimesi ile Türkçe Ege, Eke kelimeleri arasındaki benzerlik tamdır.” denilmektedir. Ayrıca Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun Başkanı olan Samih Rıfat, 02.08.1931 günlü Cumhuriyet gazetesinde Batılı bilim insanlarının kitaplarından alıntılar aktararak Ege adının Yunanca değil Türkçe olduğunu ispat etmiştir.

Bakanlar Kurulu’nun “Ege Medeniyeti” başlıklı kitabın yazımına ilişkin 29.12.1936 günlü kararının altında K. Atatürk imzası görülmektedir. Atatürk’ün; 1 Kasım 1937 günü TBMM Açış Söylevi’nde “Ege Bölgesi” ve “Ege Büyük Manevraları” ifadeleri geçmektedir. Bunlardan yola çıkarak Atatürk’ün yaşamı boyunca Ege Denizi adını kullanmadığı savı doğru değildir. 1930’dan başlayarak Türk Tarih Tezi ve Tarih I-II-III-IV ders kitaplarında Ege’nin Türk olduğu, adın Türkçe olduğu belirtilerek Adalar Denizi yerine Ege Denizi adı resmileşmiştir. Demek ki Türkiye’de Ege Denizi adının 1941’de Yunanistan’ın dayatmasına boyun eğilerek kullanılmaya başlandığı savı geçersizdir.

Gizlilik Kararı

Anadolu ile “hariç” (dış dünya) arasındaki haberleşme Türk taarruzunun başlamasından hemen önce kesilmişti. Büyük Millet Meclisi, taarruz öncesinde, Anadolu’dan dışarıya bilgi sızmaması için haberleşme yasağı getirme tedbiri alıyordu. Ankara Hükümeti haberleşme yasağını 25 Ağustos’ta memleketin tüm memurlarına, 26 Ağustos’ta ise Ankara Hükümeti’nin İstanbul temsilcisi Hamit Bey’e tebliğ ediyordu. Bu karar gereği uyulması gerekli maddeler şöyleydi:

a) Anadolu’ya kimse girmeyecektir.

b) Anadolu’dan kimse çıkmayacaktır.

c) Anadolu’dan harice hiçbir haber verilmeyecektir.

d) Aksi takdirde vatana ihanet suçuyla hükmedilecektir. Anadolu’nun herhangi tarafında Ankara’dan mektup kabul edilecek fakat Anadolu’dan harice (dışarıya) mektup gönderilmesine izin verilmeyecektir.

İstanbul basınına göre alınmış olan bu önlemler askeri harekâtın dışarıya yansımasını önlemek, yani casusluğu ortadan kaldırmak amacını taşıyordu. Alınan bu kararlar Anadolu halkına da tebliğ edilmişti. Ardından Anadolu’da hemen uygulama sahasına sokuldu. Bu doğrultuda Anadolu’da bulunan İstanbul gazetelerinin özel muhabirlerinin telefonları kesildi. İstanbul’dan, İzmit’e şimendifer ulaşımı durduruldu. İstanbul-Anadolu telgraf haberleşmesi sonlandırıldı.

Haydarpaşa-Adapazarı trenleri Hereke’den öteye geçememekteydiler. Yine Yarımca istasyonunun ötesinde bulunan Anadolu Hükümeti şimendifer memurları 27 Ağustos’tan itibaren görevlerini terk ederek İzmit’e dönmüşlerdi. İstanbul basını, bu yasak nedeniyle Anadolu’dan haber alamıyordu. Bu nedenle de gazeteler İstanbul kamuoyuna Büyük Taarruz’la ilgili haberleri zamanında ve doğru olarak veremediler. Bu duruma son verme adına İstanbul basını, iletişim yasağını delmek için İstanbul’dan; İzmit ve Ankara ile birkaç kere haberleşme çabalarına girmişti. Fakat bu çabaları iletişim yasağının sıkı bir şekilde uygulanması nedeniyle sonuçsuz kalmıştı.

Alınan bu haberleşme yasağı Büyük Taarruz için oldukça faydalı olmuştu. Bu sayede Türk taarruzunun gelişim safhaları dış dünyadan, özellikle Yunanistan’dan saklanmıştı. Nitekim Vakit gazetesi Yunan Hükümeti’ne muhalif gazetelerden birisinin bu manadaki görüşünü aktarmıştı. Yunan gazetesi aynen şunları yazmıştı:

“Biz geçen sene taarruz ettiğimiz zaman, bunu bütün dünya üç ay evvelinden biliyordu. O derecede ki adeta taarruzumuz gülünç bir mahiyet almıştı. Şimdi Türkler taarruz ediyor. Halbuki taarruzun arifesinde bile birkaç metre uzaklıktaki Yunan kumandanlığı haberdar değil!”

Eşmeli Hacı Müftü’nün Gayretleri:

Hacı Müftü; Eşme Kazasında mektep medrese görmüş, kendi halinde esnaflık yapan ve ahali tarafından sevilip sayılan Hatipzade Ahmet Naim Efendi’nin oğludur. 1873 yılında Eşme’de doğdu. Eşme’de ilköğrenimini tamamladı. Uşak’ta Arapça ve Kur’an-ı Kerim eğitimi aldı. Daha sonra medrese eğitimi almak üzere İstanbul’a vardı. Osmanlı Devleti’nin çöküş durumundan rahatsız olduğundan siyasi faaliyetlere katıldı. Benzer faaliyetlerde bulunan Harbiyeli ve Tıbbiyelilerle birlikte Mısır’a sürgüne yollandı. Celal Bayar ile tanışıklığı öğrencilik dönemine rastlamaktaydı.

Hacı Ahmet Nazif, Eşme’ye döndükten sonra Müftü Hacı Mustafa Efendi’den icazet almıştır. 20 Ekim 1904’te Eşme Müftülüğüne atanmıştır. Balkan Savaşı’nın çıkmasıyla (1911-1912) beraber gönüllülerden bir alay oluşturarak, Gönüllü Alay Kumandanı ve Alay Müftüsü olarak Balkan Harbi’ne katılmıştır. Savaşın sona ermesinin ardından tekrar Eşme’ye dönerek müftülük görevine devam etmiştir.

Balkan Savaşı’nın yaraları henüz sarılmamışken, dünyayı kana bulayıp milyonlarca insanın ölümüne sebep olacak olan Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Bir oldubittiyle Osmanlı Devleti de bu savaşın içine çekildi. Milyonlarca asker en son teknoloji ürünü ölüm makineleriyle insanlığın sonunu getirmek istercesine bir savaşa tutuşmuştu. Hacı Müftü savaş süresince Eşme’den ayrılmadı ve müftülük görevine devam etti. Dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı ve müttefikleri yenilip mütareke imzaladı. İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar, başta İstanbul olmak üzere Anadolu’yu işgale başladılar. Kargaşa ve kaosun yaşandığı, akıbetin ne olacağının tartışıldığı ve her kafadan bir sesin çıktığı o günlerde İzmir ve Ege’nin Yunan tarafından işgal edileceği söylentileri aldı başını gitti.

Hacı Müftü Balkan Harbi esnasında olduğu gibi hemen gönüllülerden oluşan müfrezeler kurmaya başladı ve Turgutlu’ya kadar gelen düşmana hücum etti. Eşme’nin Batı Anadolu’nun iç kısımlarında bulunması ve düşman işgaline henüz uğramamış olması, Eşme’yi kısa sürede Millî Mücadele merkezi haline getirmişti. Bu oluşumda Hacı Müftü’nün gayretleri oldukça etkili olmuştur. Ayrıca Efelerden de çok destek ve saygı görmüştür. Hacı Müftü’nün Atçalı Kel Mehmet Efe’nin torunu olduğu bilgisine de ulaşılmıştır.

Hacı Müftü Ahmet Nazif Efendi öncülüğünde, 21 Mayıs 1919 tarihinde Eşme’de kurulan Kuvâ-yı Milliye teşkilatında; Hacı Müftü Başkan, Belediye Reisi Kara Yunus Efendi Başkan Vekiliydi. Üyelerse; Elvanlar Köyü’nden Çataloğlu, Hacı İbrahim oğlu Hakkı Efendi, Hacı Rüştü ve oğulları, Kolonkaya Köyü’nden Nizamoğlu’ydu. Kıranköy’den Madanoğlu Mustafa Efendi de daha önce kazada tahsildarlık yaptığından para pul işlerini iyi bilir düşüncesiyle çekirdek kadronun içerisine dahil edilmiş, Kuvâ-yı Milliye’nin para kasası, sandığı görevi verilmişti. Bir ara Ankara’ya gitmiş; Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Çakmak Paşa ve diğer komutanlarla görüşmüştür. Geceyi yakın dostu Fevzi (Çakmak) Paşa’nın evinde geçirmiştir. Ankara’da iken politikayı sevmemiş, Mustafa Kemal Paşa’nın mebusluk teklifi üzerine: “Paşam buralar bana göre değil, ben kırlardan uzak kalamam, avcıyım, daha uygun arkadaşlar var, onları yapın.” demiştir. Daha sonra oğlu Hacim Yılmaz onuncu dönem milletvekili olmuştur.

Ayrıca, Alaşehir’de halkın Kuvâ-yı Milliye’ye katılması için faaliyetlerde bulunmuşlardır. Alaşehir ve Nazilli kongrelerine Eşme Belediye Başkanı Yunus Efendi ile birlikte katılmıştır. Turgutlu’da adamlarıyla Yunan’a karşı savaşmıştır. İnönü Harplerine ve Sakarya Harbi’ne de katılmıştır. 1922 yılı kasımına kadar çeşitli cephelerde savaşmıştır. İstiklâl Harbi sonunda cephede savaşanlara verilen kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilmiştir. 1927 yılında bir cinayet sonucunda hayatını kaybetmiştir.

30 Ağustos Zaferi; Mustafa Kemal’in Savaş ve Strateji Dehasının Eseridir!

Şanlı Başkomutanlık Meydan Savaşı’nın kazanılmasından sonra Atina ve İzmir’e haberler ancak 31 Ağustos günü ulaşmıştı. 1 Eylül Cuma; Londra, Türk başarısının önemini hâlâ anlayamamış bir şaşkınlıktaydı. Lord Curzon, gerçek durumu hâlâ kavrayamamıştı. Atina, İzmir ve İstanbul’daki İngiliz temsilcilikleri, 1 Eylül günü de cephe haberleri bakımından oldukça geri kalmışlardı.

Mustafa Kemal, Büyük Taarruz hazırlıklarını son derece gizli tutmuş ve dışarıya en ufak bir haber sızmasına fırsat tanımamıştı. İngiliz Gizli İstihbarat Servisi de, Büyük Taarruz hazırlıklarını önceden haber alamamıştı. Atina ve Londra oldukça gafil avlanmışlardı. Yunan ordusuna dışarıdan takviye gönderilmesine ya da bir dış müdahaleye zaman kalmamıştı. Bundan başka Mustafa Kemal, Büyük Taarruz’u bir hafta sonunda başlatmıştı. Atina ve Londra hafta sonu tatili yaparlarken, Türk Orduları üç günlük zaman kazanmışlardı. Cumartesi sabahı başlayan Büyük Taarruz haberleri ancak pazartesi günü geç saatlerde Atina’ya ulaşmıştı. Atina ya da İzmir’den ilk haberlerin Londra’ya yetiştirilmesiyse salı gününe kadar gecikmiş durumdaydı. Mustafa Kemal, Türk Ordularının ilk günlerdeki başarılarını mümkün olduğu kadar dış dünyadan gizlemeye çalışmıştı. Başkumandanlık Meydan Savaşı’nın kazanılmasına kadar geçen beş gün içinde, Türk bildirileri, orduların zaferini önemsizmiş gibi gösterip, düşmanları ve Haçlı dünyasını oyalamışlardı. Atina ve Londra buna da aldanmışlardı. 31 Ağustos, hatta 1 Eylül gününe kadar Londra’ya ulaşabilen cephe haberleri onları gaflet ve rehavete atmıştı. Lord Curzon, olayların gerisinde kalmış, daha doğrusu Mustafa Kemal, Lord Curzon’ları, Lloyd George’ları atlatmayı başarmıştı. Atina; durumun kendileri açısından “son derece vahim” olduğunu, ancak Büyük Taarruz’un birinci haftasının sonunda farkına varmıştı. Bu haberlerin Londra’ya ulaştırılmasıysa, ertesi günü bulmuştu. Londra ve Atina’nın gerçek durumu kavradıkları zaman ise artık Yunan ordusu bakımından iş işten geçmiş durumdaydı. Çünkü artık Yunan cephesinden eser kalmamıştı. Yunan işgal ordularının tutsak edilmekten kurtulabilen kalıntıları, sürüler halinde İzmir’e, Marmara’ya doğru yuvarlanıyorlardı. Türk Ordusu ise kutlu zaferin ardından, son hızla İzmir’e doğru düşmanı kovalamaktaydı!

 

0 0 oy
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Picture of Rahmet PAKGÜL

Rahmet PAKGÜL

Abone Ol
Bildir
7 Yorum
En Yeni
En Eski En Çok Oylanan
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle

Kahramanlarımızı Minnet Anıyoruz…
Vatan uğruna bir insanın en kıymetlisi olan “canı” yok sayıp, rahatı ve yumuşak yatakları terk edip, bizlere bu bu cennet vatanı emanet edenleri saygı, hürmet ve minnetle anıyoruz. Mevlam yerlerini nur eylesin. Bu vatana kast eden, düşmanlık edenler olduğu gibi her zaman canı pahasına gayret çeken kahramanların da olacağının ispatı olan kurtuluş mücadelemizi taçlandıracak; Adil Düzen günlerini de göreceğiz inşallah. İşte o zaman çekilen gayretler daha iyi anlaşılacak, ok hedefine varacaktır inşallah…

Çaresi yok gebereksiniz
“Londra ve Atina’nın gerçek durumu kavradıkları zaman ise artık Yunan ordusu bakımından iş işten geçmiş durumdaydı. Çünkü artık Yunan cephesinden eser kalmamıştı. Yunan işgal ordularının tutsak edilmekten kurtulabilen kalıntıları, sürüler halinde İzmir’e, Marmara’ya doğru yuvarlanıyorlardı. Türk Ordusu ise kutlu zaferin ardından, son hızla İzmir’e doğru düşmanı kovalamaktaydı!”
Yukarıdaki yazıdaki gibi az kaldı içimizdeki hain ve işbirlikçilerini ülkemden kovalamaya az kaldı.
Bir hudeybiye anlaşması gibi mağlubiyet gibi ama aslında büyük bir zafer yaşadık sadece zaferin ilanı biraz ertelendi ama çaresi yok, yok olacaklar.

Devlet Adamı olmak !…
Ülkemize son yüz yıl içinde gelmiş geçmiş DEVLET ADAMI diyeceğimiz kişilerin başında , Mustafa Kemal Atatürk – Prof. Dr. Necmettin Erbakan – Ve inşaallah yakın gelecekte resmen de tescillenecek olan Ahmet AKGÜL Hocamızı saymak mümkün…
Devlet Adamı diye kullanılan ifade Başbakan Cumhurbsşkanı Genel Müdür gibi bürokratları düşünürüz… Kanaatimce her bürokrat her Genel Müdür her Başbakan her Cumhurbaşkanı , devlet adamı sınıfında değildir. Devlet adamı hem BİLGİ hem BİLGE bir kişiliğe sahip olan ve bu bilge ve bilgiliğe yaraşır icraatlara projelere planlara imza atmış olmalı…
Atatürk de hizmetleri ortada tartışılmasız büyük bir Devlet Adamı ve Lider… Aziz Erbakan Hocamız da çok daha üstün plan ve projelere imza attığını zaten biliyoruz. 8 milyar insanlık alemini hakka ve hayra huzura bolluk ve berekete gark edecek ADİL DÜZEN projelerini hazırlanıştır… Yetmez insanlığın saadetini engelleyen haksızlıkları ve ahlaksızlığı zirveye taşıyan Siyonizmi deşifre etmiş ve etkisiz kılacak üstün savaş teknolojileri ile kendi zamanından ve sonraki yıllara ışık tutan ve hakkın emrine sunduğu teknoloji kuvvetiyle Asrımızın SÜPER GÜCÜ TÜRKİYE olması yolunda DEVLET ADAMLIĞININ hakkını veren zaat olmuştur. Ruhları şad olsun…
İnşaallah Mustafa Kemal Atatürk ve Aziz Erbakan Hocamızın izinde ruhunda yol alan – O iki zaatın IŞIĞINI bize yansıtan anlamamızı sağlayan – günümüz problemlerine Kur’an’ı ve Sünneti en doğru şekilde anlayarak İÇTİHAT ederek çareler üreten BİLGİ SAHİBİ – BİLGE KİŞİLİK VE CESARETİYLE öne çıkan günümüzün hakka tercümanlığını bihakkın yerine getiren Üstad Ahmet AKGÜL Hocamıza da minnettarlığımızı arzetmeyi vazife addediyorum… İşte böylesi DEVLET ADAMLARIYLA insanlık ülkemiz madden ve manen saadete erişebiliyor. Kıymet bilenlerden olabilmek duasıyla…

Mustafa Kemal’i anlamak yerinde saymak değil, Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.
Atatürk!

Kendisi vatanının ve milletinin selameti için sayısız fedakârlıklar yapmış, 57 yıla sığdırdığı hayatının hiçbir anını boşa geçirmeden toplumuna ve topraklarına hizmet etmiştir. 57 yılda 3997 adet kitap okumuş, 11 adet kitap yazmış, içinden çıkılması imkânsız görünen 11 savaşa komutanlık yapmış, maddi zorluklara rağmen hepsini Allah’ın dilemesiyle kazanmış, üstün başarılarından dolayı 24 madalya, 7 nişan almıştır. Bu başarılı ömürde ana dili gibi konuşup anlatacak şekilde de Fransızca, Almanca ve Arapça gibi birkaç dil öğrenmiştir. Kendi tasarrufundan verdiği altınlarla Elmalılı Hamdi Yazır’a: “Milletimizin okuduğunu anlamasını sağlayacak, ibadetlerini anlayarak ve bilinçle yapacak şekilde Kur’an-ı Kerim’in mealini çıkarmak için hazırlık yapınız. Görüyoruz ki; hem dünyada hem ahirette insanın başına gelebilecek en kötü sonlar, Allah’ın dinini ve emirlerini anlayarak yaşamamaktan geçiyor. O halde milletimizin her birinin evine, hayatına yön verecek birer Meal-i Kerim girsin. Kimse Allah’a kulaktan dolma bilgilerle, yalan-yanlış yönelmesin!” demiş insandır. Hatta mübarek Ramazan ayının ilk iftarı için buluştuğu imam ve müezzinlere: “Beyler, sizlere Ramazan ayı boyunca teravihlerde okuyacağınız ayetleri halkımıza anlatma görevi veriyorum. Zira sizler namaz kıldırmakla yükümlü olduğunuzdan daha çok, arkanızda namaz kılanlara namazlarında ne okuduklarını anlatmakla yükümlüsünüz. Göreviniz ağır, fakat kutsaldır. Aman ha vebale girmeyiniz!” diye uyarmıştır.

Atatürk: “Dindar bir milleti ancak din adına, İslam’ı yaşıyor görüntüsüyle istismarcılık yapan din adamları kandırabilirdi; öyle de oldu!” demiştir. Sizce şu anda da aynısı olmuyor mu? Bu söz, Milletimizin içinde bulunduğu durumu özetlemiyor mu? Dinsizlikle, tekke-zaviye kapatmakla suçlanan Atatürk, Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin Kabr-i Şeriflerini yıkıp yerini değiştirmek isteyen Suud Kralı’na çektiği telgrafta: “Suud Kralı’nın dikkatine! Duydum ki Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (SAV) mezarını yıkıp yerini değiştirmek istiyormuşsun. Eğer o kutsal mezardan bir tane taşı oynatırsan Kurtuluş Savaşı’nı bırakır, ordumla aşağıya inerim ve sizi tepelerim!..” diye yazmıştır. (26.06.1919)

İşgal devam etmekte
“Bir kimse, Malazgirt’te inanışının şahlanışını yaşamadan; Kosova’da, Niğbolu’da bir kılıç olup parlamadan; Ulubatlı Hasan olup İstanbul’u fethetmeden, Sultan Fatih olup atını denize sürmeden; Kanuni olup şanlı ordularıyla Avrupa’nın içlerine yürümeden… (Çanakkale’de) Seyit Çavuş olup 250 kiloluk mermiyi ‘Ya Allah!’ diyerek namluya sürmeden… Bir insan (Kutlu Kurtuluş Savaşı’mızın ilk büyük zaferi sayılan ve Mustafa Kemal’in komutasında yapılan) Sakarya’nın siperlerine girmeden ve (bizzat kendisinin büyük bir dirayet ve cesaretle tarihi harekât ve çıkarma emrini verdiği) Kıbrıs’ta düşman tahkimatının arasından geçmeden, Milli Görüş’ün ne olduğunu anlayamaz!” Prf.Dr. Necmettin Erbakan

Dün 7 düvele karşı savaşan Kuvâ-yi Milliye bugün Milli Çözümde tecelli etmektedir.
Dün 7 düvele karşı savaşan Kuvâ-yi Milliye bugün Milli Çözümde tecelli etmektedir.
Bu gerçeği hazmetmekte zorlananlar Üstad Ahmet Akgül Hocamızın sadece “Fetö olmadan önce Fetullah Gülen cemaatinde tecelli eden 7 düvelle” mücadelesini incelemeleri hazımı kolaylaştıracaktır.
Fetö dediğin bir cemaat değil “İsrail, ABD ve ülkemizdeki işbirlikçileri” yani Milli Çözüme karşı tüm dünya (7 düvel.) Bu orantısız güce rağmen, bıkmadan, artan bir şiddetle, itiraz edilemez verilerle, Milli Çözümün den başka 7 düvele karşı bu nitelikte mücadele eden yoktu.
Dün Yunan’ı hezimete uğratan Kuvayi Milliye ruhu ne ise anlaşılan o ki bugün Fetö ve türevlerine karşı mücadele eden Milli Çözüm ruhu aynıydı.
Bugün herkes sözde Kuvayi Milliye safında (fetö karşıtı) bu da bir seviye iyide en önemlisi “o gün tüm imkansızlıklara, zahiren düşmanın en güçlü hak tarafın en güçsüz olduğu dönemde neredeydin?” sorusunun cevabı Kuvayi Milliye safında olup olmadığının göstergesiydi.
Başta Mustafa Kemal Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını (Kuvayi Milliyeyi) hayırla, şükranla yad ettiğimiz gibi hatta bugün daha önemli olanı başta Üstad Ahmet Akgül Hocamızı ve Milli Çözüm kadrosunu hayırla, şükranla anıyor ve gösterdiği istikamette hareket etmenin kurtuluş yolu olduğunu idrak ediyoruz.

Ruhunuz şâd olsun!
Balkan, Trablusgarp savaşlarında yorulan ardından, 1. Dünya harbinde 7 ana cephe olmak üzere, toplam 30 cephe de 4 yıl boyunca bütün dünya ile savaşan Osmanlı Devleti; 5 yıl boyunca İstiklal harbi mücadelesi vermiş.. İç ve dış bütün tehditleri ortadan kaldırarak, Büyük İsrail’in kurulmasını engelleyerek sadece kendi topraklarını yahut Müslümanların bağımsızlık ateşini yakmakla kalmamış, bütün dünyayı büyük bir felaketten kurtarmıştır.
Ecdadımızın vermiş olduğu Milli Mücadele için başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bütün şehitlerimiz ve gazilerimizin ruhları şâd olsun.
Halkımızın gerçek Atatürk’ü tanıyacağı;
Atatürk istismarcılarından ve Atatürk düşmanlarından kurtulacağı, gerçek tarihimizin en güzel şekilde anlatılacağı kutlu günler yakındır İnşAllah.
Yine bugün aynı Milli Görüş ruhuna sahip olan; Sultan Fatih’in torunları, 1000 yıldır topyekûn üzerimize gelen emperyalistleri ve İslam dünyasının ortasında bulunan terör şebekesi İsrail’i tarihin görmüş olduğu en büyük hezimete uğratacaktır..
Zafer inananlarındır ve zafer yakındır!

ÖZEL YAZILAR

YORUMLAR

Son Yorumlar
7
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...