Süper güç denilen karanlık merkezlerle, gizli ve kirli ilişkilere girişen siyasi figürlerden cemaat rehberlerine hiç kimse, artık çelişkilerden kurtulamıyor, çırpındıkça daha çok batıyordu. Şimdi Mısır’da, Mursi’ye yönelik askeri darbeye güya karşı çıkıyor gibi davranan Fetullah Gülen, 28 Şubat tertibinde Erbakan’a yönelik postmodern darbeye niye arka çıktığını; “28 Şubat, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini de hızlandırdı” [1] sözleriyle savunmaya çalışıyordu. Yani ABD Yahudi Lobilerinin tezgâhı ve yerli maşaların katkısıyla Erbakan’ın devrilmesini ve yerine AKP iktidarını getirilmesini ve adım adım ertelenen Sevr’in yürütülmesini “Türkiye’ye demokrasinin yerleşmesi” olarak gösteriyordu. Zaman yazarı İbrahim Öztürk “Musaddık, Nasır, Mursi (II) yazısında (11 Temmuz 2013) Fetullah Gülen’in demokrasisinden neyi anlamak gerektiğini şöyle ifade ve itiraf ediyordu:
“Oysa (Mısır ve Mursi) AK Parti’yi biraz incelese şunları görecekti. AK Parti siyaseten geçmişten (yani Milli Görüş çizgisinden tamamen) koptuğunu ilan etti. AB üyelik sürecini ve reformları derinleştirdi. Kemal Derviş imzalı IMF programına tam uygunluk sergiledi. Bu meyanda Mursi gibi herhangi bir şeyi millileştirmek bir yana, 10 senedir birçok şeyi radikal bir şekilde satmaktan çekinmedi ve içeride yabancı sermaye ağırlıklı bir yapılanmaya yöneldi. Mursi kıstırıldığı kapanın farkına varıp, dış desteği derinleştirmek (yani Yahudi Lobilerinin gözüne girmek) üzere, kontrollü liberal politikalara ağırlık verip, esas olarak tam katılımcı bir sivil anayasa yapmaya gayret etmeliydi. Zamana ihtiyacı vardı ama acele etti. Akıl hocaları da kendisini yanlış yönlendirdi. Biz yaşananları haklı görmüyor ve temenni etmiyoruz. Ama reel dünya bunu gösteriyor” (Yani Siyonist Lobilere ve ABD’ye boyun eğmek gerekiyor).
“Hatırlayınız, İran Başbakanı Musaddık’ın 70 yaşlarında başına gelenler ibret vericiydi. Yaptığı en radikal iş İran petrollerini millileştirmek idi. ABD-İngiltere el ele vererek, para ile finanse edilen sokak gösterileri, İran Şahı’nın işbirliği ile İran ordusunu da devreye sokarak kendisini iktidardan düşürmüşlerdi. Yerine gelen kukla başbakanın yaptığı iş petrolü yine İngilizlere terk etmek oldu. Oyun bitti.”
Yani askeri darbeleri asıl dünyaya hükmeden güçler tezgâhlıyor, işlerine gelmeyen milli iktidarları onlar devre dışı bırakıyor ve işbirlikçi yönetimleri demokratik hilelerle onlar işbaşına getiriyordu. Bu itirafı Fethullahçı bir Zaman yazarının yapması önem arzediyor ve AKP’nin Milli Görüş’e hıyanet ve siyonizme hizmet karşılığı öne çıkarıldığını deşifre ediyordu.
Bu işbirlikçi iktidarlar eliyle, halkı oyalamak ve avutmak için verilen bir takım sahte özgürlük ve haklar; yol, hastane ve köprü gibi imkânlar ve sosyal yardım sadakaları, aslında “toplumu Siyonist sermayenin küresel dünya düzenine demokrat köleler haline getirme” amaçlı hile ve hıyanet operasyonları oluyordu. Hz. Musa’nın Firavun’a: “Bana karşı lütuf gibi göstermeye çalıştığın ve şimdi minnet edip başıma kaktığın (sarayında besleyip yetiştirmek gibi) şeyler, aslında (mensubu olduğum) İsrailoğullarını köleleştirmeye (ve uyumlu kulların haline getirmeye çalışmandan) dolayıdır” (Şuara: 22) yanıtı, zalim güçlerin ve işbirlikçilerin şeytani niyetlerini ve gerçek mahiyetlerini ortaya koyuyordu.
Rahmetli Erbakan Hocamız’ın:
“Demokrasi; halkın kendi kendisini yönetmesi, yani; milli çıkarları istikametinde, kendi huzur ve hürriyeti için, kendi özgür iradesiyle istediği idarecileri seçmesidir. Ama “demukratur” ise; dış güçlerin, medya manipülesiyle, Masonik teşkilatlar ve sivil oluşumlar marifetiyle halkı yönlendirip, işbirlikçi hükümetleri iktidara getirmesi, yani “halkın yönetime alet edilmesidir.”Sözleri bu karanlık çağın belki de en önemli tespiti ve “kurtuluş”un en gerekli reçetesi oluyordu. Refah-Yol gibi Cumhuriyet Türkiyesinin en demokratik, en milli ve en verimli hükümetini devirmek üzere girişilen ve ABD Yahudi lobilerince tertiplenen 28 Şubat darbesi, Çevik Bir gibi asker paşalardan Fetullah Gülen gibi sivil maşalara kadar, figüranların kendilerine verilen rolleri oynadığı “demokratur” sisteminin nasıl yürüdüğünü bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu.
Şimdilerde demokratur putunun yılmaz pazarlayıcılarından Zaman yazarı Mümtazer Türköne bir zamanlar postmodern darbeyi meşrulaştırmak için Erbakan Hoca’nın sözüm ona 28 Şubat kararlarını imzaladığını ispatlamaya uğraşıyordu. Üstelik bir de kendi ayıbına Milli Gazete’yi ortak etmeye, şahit göstermeye kalkışıyordu. Bu safsatalara inanmayanlar Refah Partisi’nin yayın organı olan Milli Gazete’ye baksınlarmış. Mesela 14 Mart 1997 tarihli Milli Gazete’nin “Her konuda tam mutabakat” manşetini okuyacaklarmış!? Oysa Milli Gazete’nin o nüshasında Başbakan Erbakan’ın, Bakanlar Kurulu toplantısı öncesinde MGK kararlarının Anayasal sürecine ilişkin teknik-hukuki bilgileri aktarılıyordu. Anayasa gereği Bakanlar Kurulu’nun gündeminin 1. maddesinin MGK kararlarının müzakeresi olduğunu açıklıyordu. Aslında manşet, hükümet üzerine yoğunlaştırılmak istenen psikolojik savaşa karşı Bakanlar Kurulu’nun mutabakatına vurgu yapmak istiyordu. Her şeye rağmen birlik ve beraberlik vurgusu yapılıyordu. Başbakan Erbakan’ın açıklamaları da, Milli Gazete’nin bakış açısı da, psikolojik teknikler ve kaba baskılarla kabinenin DYP kanadının ayartılıp, Hükümette çatlak oluşturmaya dönük uğraşlara karşı bir mesaj vermeyi amaçlıyordu. Yoksa Fetullahçı ve Amerikancı Türköne, 28 Şubat itiraflarının, deşifre olan sırların ve pişmanlıkların Erbakan’ı bir kez daha haklı çıkarmasından mı rahatsız oluyordu? Çünkü yazının son cümlesi bile, derin bir husumet kokuyordu.
Zaman yazarı Şahin Alpay gerçekleri çarpıtıyor ve “şecaat arz ederken seciyesini kusuyordu”!
“TSK’nın harekete geçmesinde, RP liderinin ve sözcülerinin provokatif, tahrik edici söz ve davranışları önemli rol oynuyordu. Erbakan’ın başında olduğu RP, demokrasinin çoğunluk yönetimi ilkesine bağlıydı, otoriter laiklik uygulamalarını da haklı olarak eleştiriyordu. Ama oy almak için çirkin bir din istismarı yapıyor; RP’ye oy vermeyenlerin Müslüman sayılamayacağı temasını işliyordu. Geniş toplum kesimleri temel hak ve özgürlüklere saygı konusunda RP’ye güvenmiyordu. Bu güvensizlik dindar kitleler arasında da yaygındı ve endişeyle izleniyordu. Sanıyorum, dindar kesimin başlıca temsilcilerinden Fethullah Gülen’in dahi Erbakan’ı istifaya çağırmasının esas nedeni buydu. Muhtemelen Gülen, Erbakan ve arkadaşlarının Kemalist militaristleri tahrik edici, provokatif söz ve davranışlarının dindar insanlara büyük sıkıntılar yaşatacağını görüyordu. Nitekim öyle oldu. Gülen’in kendisi de 28 Şubat sürecinde ABD’ye göçmek gereğini duydu; hakkında açılan uydurma davaların hepsinde aklandığı halde hâlâ orada Amerika’da yaşıyordu. RP’nin yanlışlarını ben de görüyordum. Yazılarımda önce RP’nin hazır olmadığı hükümet sorumluluğunu almasına, sonra da kapatılmasına karşı çıkıyordum.”[2]
Bu sözler, hem Fetullahçıların 28 Şubat’taki darbe şakşakçılığının ve demokrasi sahtekârlığının bir itirafıydı; hem de Amerikan uşaklığının ilanıydı! Çünkü 28 Şubat’ta “Şeriat geliyor, irtica hortluyor” diye yaygara koparanların amacı “darbeyi meşrulaştırma” ve “perde arkasındaki ABD Yahudi Lobilerini” saklayıp aklamaktı.
Fetullahçı İhsan Dağı’nın sahtekârlığı sırıtıyordu!
“28 Şubat darbecileri yargılansın. İyi de, peki; sinikleri, ezikleri ve korkakları ne yapalım? Onları da en azından biraz tanısak…”[3] şeklinde horozlanan İhsan Dağı tam bir Fetullahçı yaklaşımıyla, uyuz ve ucuz kahramanlık taslıyor ve tabi “kahredici bir aşağılık kompleksi ve suçluluk psikolojisiyle” vicdanını rahatlatmak istiyordu. Zaman yazarı ve Fetullah yalakası İhsan Dağı’nın muğlâk ve yuvarlak ifadelerle geçiştirdiği ve dile getirmediği gerçek şuydu:
ABD Yahudi Lobilerince ve yerli asker-sivil işbirlikçilerce Erbakan’a karşı girişilen 28 Şubat hıyanetinde, darbecileri arka çıkıp alkışlayan ve Hoca’yı suçlayıp sataşan “sinik, ezik ve korkak” tiplerin başında “FETULLAH GÜLEN geliyordu! Çünkü o süreçte televizyon ve gazetelerde Erbakan aleyhine darbecilerin keyfine demeçler patlıyordu. Erbakan’ı karalamaya, Amerika’nın asker ve sivil kuklalarını parlatmaya uğraşıyordu!
Bugün “demokrasi havarisi ve hoşgörü perisi” kesilen Fetullah Gülen ve yardakçıları 28 Şubat sürecinde, İslam düşmanı darbecilerin şakşakçılığını yapıyor; Gâvurlara, Firavunlara ve Karunlara gösterilen “hoşgörü”yü, Erbakan’dan esirgiyordu! Bir de kalkıp hiç utanmadan ve yüzleri kızarmadan “mağdur edebiyatı ve darbe karşıtlığı” rolleri oynanıyordu. O dönemin sivil darbe derebeyi Mason Süleyman Demirel’le Fetullah Gülen’in samimi dostluğu ne çabuk unutuluyordu?
“Türkiye parçalansa, devlet paçavra olsa bile, yine de asker karışmasın” demek, ahmaklıktan da öte bir alçaklığı yansıtıyordu!
a) Bugün Türkiye’mizde 10 parti, 10 mezhep, 10 meşrep, 10 köken kaynaşıp birleşmiştir, ama hepsi tek MİLLET’tir.
b) Ordu da işte bu milletin bir kesimidir, yani kendisidir.
c) Adam öldürmek en büyük vebaldir, cinayettir, bir insanı haksız yere katletmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir. Ama çok istisnai ve zaruri durumlarda idam cezası da verilebilir ve saldırgan düşmanları veya terörist isyancıları bertaraf etmek gerekebilir.
Şimdi soralım:
1- Asker de bu milletin bir kesimi olduğuna göre; ülke bölünmeye giderse, milli birlik ve dirlik tehlikeye düşerse, devlet ve düzen dejenere edilirse ve sivil yönetim ve yetkililer de:
• Ya acziyet ve zafiyetinden, ya hıyanet ve işbirliğinden dolayı, ciddi ve tehlikeyi giderici tedbirleri geciktirirse; O zaman hala “Ordu müdahaleye kalkışmasın, gerekirse demokrasi hatırına ülke parçalansın” diye beklenir miydi?
2- Dış güçler ve işbirlikçi hain çevreler –şimdiki gibi Kürt-Türk düşmanlığı- geçmişteki gibi Alevi-Sünni kamplaşması, sağcı-solcu kapışması, dindar-laik kutuplaşması başlatıp bir iç savaş çıkarırsa, buna rağmen demokrasi hatırına, yine de “Ordu bu işe bulaşmasın, gerekirse millet yıllarca birbirini boğazlasın; can, mal ve namus emniyeti, din ve düşünce hürriyeti ayaklar altına alınsın” diye beklenir miydi?
3- 31 Mart isyanı ne kadar haksız ve ahlaksız ise; 19 Mayıs ve sonrası Kurtuluş savaşı kıyamı da o denli lazım ve şanlı değil miydi?
Siyonistlerin güdümündeki AB ve ABD’ye göre “İRAN nükleer silaha sahip olmamalıymış, eğer olursa Türkiye’de nükleer silah yapmaya kalkışırmış. Bu ise İsrail için çok büyük tehdit ve tehlike anlamındaymış.” Hemen belirtelim ki İsrail öncelikle bu küstahlığını ABD’den cesaret alarak sergiliyordu. Buna rağmen AKP NATO’nun Füze Kalkanı Projesi’nin bir ayağının Türkiye’ye konuşlandırılmasına izin veriyordu. Yani; Türkiye düşmanı İsrail’in güvenliği için oluşturulan bir projeye destek vermiş oluyordu. Yapılan açıklamalarda; “Füze Kalkanı Projesi’nin NATO’nun bir uygulaması olduğu, İsrail ise NATO üyesi olmadığı için bu projenin toplayacağı bilgilerden yararlanamayacağı” ileri sürülüyordu. Oysa İsrail NATO’nun resmi üyesi değildi ama NATO İsrail’i korumak için kurulmuştu. NATO’nun ağası Amerika’ydı ve ABD her durumda İsrail’i koruma ve kollama görevini sürdüreceğini defalarca açıklıyordu. Öyle ise DEMOKRASİ; ABD ve İsrail’e hizmetkarlığı, kendi halkımızın isteği ve desteği ile yapma cambazlığının kılıfı oluyordu!?
Fetullah Gülen, ilgili açıklamasında “bazen askeri müdahalenin kaçınılmaz olduğunu” da itiraf ediyordu:
“12 Eylül dönemini de çok iyi biliyorum. Devlet memuruydum, vaaz-u nasihat ediyordum. Herkes belli bir hevesin zebunu Türkiye’yi bir yere çekmek istiyordu. Ve çekilmiş de olabilirdi 12 Eylül’de. Türkiye bir ejderin ağzına atılmış olabilirdi. Şimdi biz Asya’daki o devletler gibi perişan, derbeder, yıkık-dökük Rusya’nın vesayetinde bir hale gelebilirdik. Bu açıdan askeri müdahaleleri bütün bütün yadırgamak, bütün bütün isabetsizdir demek doğru değildir. Ama acaba demokrasi içinde askeri güç o dönemde anarşiyi aşamaz, kargaşanın önüne geçemez miydi? Terörü bertaraf edemez miydi?” Bununla beraber belki 12 Eylül’le gemi azıya almış bir komünizmin durdurulması, korkunç bir anarşiye muvakkaten (geçici) dahi olsa dur denmesi söz konusu olunca, bütün bütün onu da mahkûm etmek bana yakışıksız geliyor. Darbe kötüdür, bununla beraber her kötü şeyin içinde iyi bir yanı vardır. Cami avlularında bile o gün komünist gençler tarafından tehdit ediliyorduk. Türkiye’nin bir maceraya sürüklenme ihtimali vardı. Komünizmin kendi içinde çözüldüğü bir dönemde komünizmin ağına düşecektik. Bu ülkeyi seven herkes gibi darbeyi beğenmemekle birlikte darbecilerin günahlarına kefaret olabilecek, millet adına yararlı bir şey nazarıyla baktım. Yeraltı faaliyetleri olmasın diye mekteplere ahlak, din dersleri koydular. Bunu ben bir takdir hissiyle ifade ederim. Cumhuriyet hükümetleri içinde kendi tarihi dinamiklerine bu kadar eğilen olmadı. Hatta niyetleri halis ise ahirette büyük mükâfat ihsan edebilir.”[4]
Evet, Sn. Fethullah Gülen’in itiraf ettiği gibi, örneğin 12 Eylül olmasaymış:
a) Türkiye komünizm canavarının ağzına atılıp Rusya’nın peyki (uydusu) olabilirmiş..
b) Türkiye anarşi ve terör yüzünden parçalanabilirmiş…
c) İhtilal hükümetleri okullarda din derslerini mecbur hale getirip milletin manevi değerlerine hizmet edebilirmiş..
d) Cumhuriyet hükümetleri içinde tarihi dinamiklerimize en çok saygıyı ve sahip çıkmayı bir askeri darbe dönemi yapabilirmiş…
Fetullah Gülen’in kutsal prensip gibi sahip çıktığı demokratik açılım, Türkiye’yi ve bölge ülkelerini dinamitliyordu.
Suriye PKK’sı Kürdistan bayrağı asıyordu! Suriye’de AKP Türkiye’sinin planlarını altüst eden sıcak gelişmeler yaşanıyor, PKK’nın Suriye kolu PYD sınıra bayrağını çekiyordu. Suriye’nin Haseki kentine bağlı Rasulayn İlçesi’nde şiddetli çatışmaların ardından kontrolü ele geçiren PKK’nın bu ülkedeki kolu olan PYD, Türkiye sınırına 100 metre uzaklıktaki binada asılı olan Özgür Suriye Ordusu bayrağını indirerek, yerine kendi bayrağını asıyordu.
Uzmanlar sınırda kurulan PKK devletini yorumluyordu:
PKK’nın, eylemlerine başladığı 1984’ten beri amaçladığı dört parçalı bir Kürdistan’ın kurulmasında yeni bir perde yaşandığı belirtiliyordu. PKK’nın Suriye uzantısı PYD’nin Türkiye sınırındaki Rasulayn’ı ele geçirmesini değerlendiren emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, “PYD’nin hamlesi yeni bir devletin ilk adımıdır” diyordu. Çanakkale On sekiz Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner de, “Suriye’de bir PKK devleti oluşturmak istendiğini” itiraf ediyordu.
Laçiner, PYD’nin son günlerdeki girişiminin Türkiye’deki çözüm sürecine etkileri konusunda ise şu ifadeleri kullanıyordu:
“Çözüm süreci diye toplum aldatılıyor. PKK’da öyle bir irade söz konusu değil. Başından beri hiç olmadı. PKK’nın tek bir hedefi var, ayrı bir devlet oluşturabilmek, daha sonra Suriye, Türkiye ve Irak’taki bu yapıları birleştirmek. Buna da sadece ve sadece silahla ulaşacağını düşünüyor. PKK, yönteminden de, hedefinden de vazgeçmiş değil. Çözüm sürecine taktik olarak bakıyor. Zaman kazanmak olarak bakıyor. Onun ötesinde, bırakılan bir tek silah yoktur. Türkiye’den çekilen kuvvetler, daha önce zaten çekilmişti. Bu süreçten önce zaten bin 500 civarında PKK’lı Türkiye’den çekilip Suriye’ye kaydırılmıştı. Onun ötesinde sınır dışına çıkma da mevcut değil.”
Kandil’den T.C.ye tehdit yağdırıyordu!
PKK’nın yeni tepe ismi Cemil Bayık, AKP hükümetine ‘son uyarıyı’ yapıyor ve bu açıklama çok kritik gelişmelerin sinyalini veriyordu. Kandil yönetimi AKP hükümetini adeta tehdit eden bir açıklama yapıyordu. ‘Son uyarı’ denilen açıklama PKK’nın yeni elebaşı Cemil Bayık’ın imzasını taşıyordu. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı imzasıyla yayınlanan açıklamada çözüm sürecinin ikinci aşamasının 1 Haziran’dan itibaren geçerli olduğu belirtilerek şu tehdit savruluyordu;
“Biz hareket olarak son kez AKP hükümetini uyarıyoruz. Tüm halkımız ve kamuoyu tarafından belirttiğimiz konularda en kısa zamanda somut adımların atılmaması halinde, sürecin ilerlemeyeceğini ve bundan da AKP hükümetinin sorumlu olacağının bilinmesini istiyoruz”.
Erbakan Hoca, Hak’ka dayandığı ve Kur’an’a tercümanlık yaptığı için hep haklı çıkıyordu:
“Siyonist Yahudi sermayesi, öylesine şeytani bir sömürü düzeni kurmuşlardı ki; yeryüzündeki 6 milyar insanın her birisi, her yıl bu ırkçı emperyalizme fert başına 1200 dolar “dünyada yaşama rüşveti” vermek zorunda bırakılıyor. Ve öyle bir sinsi sömürü sistemi kurmuşlar ki, kimse bu kadar rüşveti Yahudi’ye nasıl verdiğinin farkında bile olmuyor. Böylece her yıl Rockefeller’in başkanlığını yaptığı bu 300 Yahudi ailesinin tekelindeki uluslararası şirketlere tam 7 trilyon dolar akıyor.
Siyonist Gizli Dünya Devleti, ayrıca
1- Yeşil kâğıt tahviliyle 5 trilyon
2- Sarı kâğıt tahviliyle 5 trilyon
3- Beyaz kâğıt tahviliyle 5 trilyon
Olmak üzere, bu “üç kâğıtçılık”la ayrıca ülkeleri her yıl 15 trilyon dolar daha sömürüyor.
Bugün herhangi bir seyahate hatta Hac ve Umre ziyaretine gitmeye kalkışandan bile, uçakla gidiyorsa, IATA mecburiyetiyle bilet parasının yüzde 10’unu, gemi ile gitmek istiyorsa Loyd vasıtasıyla yüzde 9’unu, herhangi bir ülkeye para transferi etmeye çalışsa yüzde birini yine Yahudi’ye rüşvet vermek zorunda bırakılıyor.
Bugün insanlık, dünyanın herhangi bir ülkesinde, hangi malı alırsanız alın fiyatının üçte birini Yahudi’ye dolaylı faiz ve vergi rüşveti olarak ödemek mecburiyetinin farkında bile olmuyor.
Türkiye’de ve diğer ülkelerde şu anda, üretilen zirai ve sınaî malın tam 9-10 katı fazla, karşılıksız para basılıp piyasada dolaşıyor. Siyonist merkezler istediği anda doların ve yerli paraların değerini düşürüp-yükselterek dünya piyasalarından trilyonlar devşiriyor.
Büyük krizleri de aynı sömürü odakları tezgâhlayıp, böylece iflasa sürükledikleri Milli kuruluşları satın alıyor ve tüm dünyayı köleleştiriyor.” diyen Erbakan, dışa vuran sivilcelere değil, içerideki kanser hücrelerine dikkat çekiyordu; pansuman ve uyuşturucu tedbirler yerine gerçekçi çözümler öneriyordu.
Gizli Dünya Devleti, ekonomileri ve hükümetleri bir bir ele geçiriyordu! Dünyada sessiz ve gizli bir küresel darbe yaşanıyordu!
İtalya ve Yunanistan’da yaşanan ekonomik krizle ortaya çıkan tablo küresel güçlerin yani Siyonist merkezlerin maskesini bir kez daha ortaya çıkarmıştı. Dünyayı yöneten egemen güçler arasında sıkça adı geçen, Bilderberg, CFR, Trilateral Komisyon, Goldman Sachs gibi uluslararası Siyonist kuruluşların adı Avrupa’da yaşanan krizle yeniden tartışılmaya başlanmıştı.
Avrupa ülkelerini Siyonist Trilateral Komisyonun üyeleri yönetiyordu
Yunanistan yeni Başbakanı Lukas Papadimos’un dünyayı yöneten egemen güçlerden Trilateral Komisyonu’nun üyesi olduğu anlaşılmıştı. Aynı zamanda İtalya’da başlayan krizin ardından Başbakan koltuğuna oturan Mario Monti’nin de aynı kuruluşun üyesi olması, şüpheleri arttırmıştı. Estonya Devlet Başkanlığı görevini yürüten Toomas Hendrik İlves bu komisyonun üyeleri arasındaydı. Avrupa’da yaşanan ekonomik kriz ülkelerin bağımsızlığını tehdit ederken, halen Dünya Bankası Başkanı olan Robert B. Zoellick de Trilateral Komisyonu üyesi olması, kafaları iyice karıştırmıştı. Bu teknokratların bir diğer özellikleri ABD’nin en güçlü yatırım bankalarından olan Goldman Sachs da çalışmış olmalarıydı. Ve yeri gelmişken hatırlatalım ki, şimdi AKP politikalarının mimarı Kemal Derviş ve AKP Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de aynı Masonik odakların çıraklarıydı.
Küresel sermaye başbakan atıyordu!
Aslında her şeyin perde arkasındaki bir elden dizayn edildiği çok açıktı. Yunanistan’da Papandreu hükümeti, Meclis’de çoğunluğu oluşturmasına rağmen, bir hafta içinde yıkılmıştı. Yeni hükümeti ise parlamento dışından biri olan Papdimos’a kurdurmuşlardı. İtalya’da da adı skandallara karışan Berlusconi, her şeye rağmen güvenoyu alıp yeni hükümeti açıkladıktan kısa bir süre sonra, nedeni hala bilinmeyen bir sebeple istifa ettirilip uzaklaştırılmıştı. İtalya’da tek adam konumunda olan Berlusconi’nin güvenoyu aldıktan sonra neden istifa ettiği ise hala bir sırdı. Berlusconi’nin istifasının ardından İtalya’da kurulan hükümetin başında da tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi, meclis dışından biri olan Mario Motti bulunmaktaydı.
Motti’nin Goldman Sachs ilişkisi niye gizleniyordu?
Motti, Başbakan olmadan önce ABD’nin en güçlü yatırım bankalarından Yahudi sermayeli Goldman Sachs’da danışma kurulu üyeliği yapmıştı. Goldman Sachs’ın adı Yunanistan’da yaşanan ekonomik krizle sıkça anılmıştı. Yeni Başbakan Papadimos’un Goldman Sachs ile olan yakın ilişkisi de konuşulmaktaydı. Avrupa Merkez Bankası’nın yeni müdürü Mario Draghi de Goldman Sachs’ın Avrupa Başkan Yardımcılığı yaptığı unutulmamalıydı. Küresel sermaye ekonomik gidişatını beğenmedikleri ülkelere kendi çalışanlarını atayarak, denetimi altına alıyorlardı. Bir nevi borç verdikleri paraları kurtarmak ve güven altına almak istiyorlardı. Bu durumda o ülkelerin ne kadar bağımsız olduğu da böylece anlaşılmaktaydı.
Ekonomik politikalar Siyonist merkezlerce belirleniyordu!
“Kemal Derviş zamanında “15 günde 15 yasa” çıkarılmıştı. Kim için çıkarıldı bu yasalar? Biraz daha gerilere gidin, Nihat Erim Hükümetini hatırlayan” diyen Doç. Dr. Aziz Konukman Avrupa’da yaşanan bu durumu “Artık burjuva demokrasisi, krizlerde acil çözüm üretemiyor. Siyasi partiler de bir çıkış yolu bulamıyor. Uluslararası kuruluşlar da çözüm olarak teknokratlar atıyor. Daha çok, uluslararası finans kuruluşlarında, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlarda çalışmış, bu kuruluşlar tarafından kredibilitesi yüksek kişiler seçiliyor. Bu kuruluşlara güven telkin etmeleri önemli. Ülkelerin ekonomik politikaları artık ulusal bir düzeyde belirlenmiyor. Ulusal ekonomik politikaları IMF politikalarına uygun olmak zorundadır. 2008 yılında Türkiye IMF ile masaya oturmadı IMF ile yolları ayırdı, ama IMF politikalarıyla yolları ayırmadı. IMF’siz IMF politikaları devam ediyor. Yunanistan’da durum daha da kötüye gidebilir. Yeni kurulan teknokrat hükümetinin de uzun soluklu olacağı şüpheli. Bu yüzden Yunanistan için Duyun-ü Umumiye’nin gelmesi gündemde” şeklinde konuşmaktaydı.
Her şey dünyadaki Siyonist planların bir parçası oluyordu!
Gazeteci-Yazar Atilla Akar da “Öncelikle belirtmeliyim ki dünyada bu tarz olaylar “Tesadüfen” olmuyor. Bu tip kişilerde o görevlere “Kendiliğinden” gelmiyorlar. Her şey dünyadaki bir “Ağ”ın, belli planların bir parçasıdır. Bu ağ ve onun ekonomik uzantıları önce bir yerde “Kriz” çıkartıyor sonra oraya “Kriz çözücü” olarak yine kendi adamlarını atıyor. Sonra da topluma dönüp “Maalesef çıkacak krizi öngöremedik” yalanını söylüyorlar. Çark böyle dönüyor. O kadar ki son “Teknokrat hükümetler” olayında açıkça “Demokrasinin inkârı” yaşandı. Böyle olması da çok normaldir. Çünkü dünyanın hiçbir yerinde ülkeyi gerçekte o toplumun fertleri ve kendi hükümetleri yönetmiyor. Kâğıt üzerinde göstermelik bir demokrasi var. Dolayısıyla son olaylarda “Malumun ilanı” olmuştur. Bir anlamda iyi de olmuştur. Maskeler atılmıştır. Şimdi Yunanistan Başbakanı Lucas Papadimos ve İtalya Başbakanı Mario Motti’nin Trilateral Komisyon üyesi çıkmaları “Milli irade” dışında başka iradelerin “Memurları” olduklarını gösterir. Bunlar bu ağın “Mutemet kişilikler”idirler. Bu yüzden Üçlü Komisyon üyesi çıkmaları şaşırtıcı olmamalı. Tersi olsaydı şaşırırdım!” diyerek Erbakan Hoca’nın 50 yıl boyunca anlattığı gerçekleri haykırmaktaydı.
Dünyadaki sömürü ekonomisini Yahudiler yönlendiriyordu!
Küresel sermayenin önemli aktörlerinden birisi olan Goldman Sachs‘ın eski çalışanları arasında ABD eski Başkanlarından Clinton döneminin Hazine Bakanı Robert Rubin ve Bush döneminin Hazine Bakanı Henry Paulson gibi isimlerin yanı sıra, Kanada Bankası’nın 2008’den beri başkanlığını yapan Mark Carney, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi ve İtalya’nın “teknokrat” Başbakanı Mario Monti gibi ünlü isimler de yer alıyordu. Ayrıca, Nijerya eski Finans Bakanı Olusegun Olutoyin Aganga, New York Fed Başkanı William C. Dudley, İtalya eski Başbakanı ve 1999-2004 yılları arasında Avrupa Komisyonu Başkanlığı yapmış olan Romano Prodi ve Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick gibi isimler de Siyonist Yahudi kuruluşu Goldman Sachs‘ın ne kadar etkili olduğunu gösteriyordu.[5]
Şerafettin Elçi’nin MİT itirafı her şeyi açıklıyordu!
Vefat eden BDP Milletvekili Şerafettin Elçi: “Şu anda Kürt sorununa en akıllı ve en yapıcı yaklaşan MİT’tir. İstanbul Emniyetinden polis şeflerinin görevden alınması üzerine, KCK operasyonlarının bıçak gibi kesilmesi dikkat çekicidir”[6] diyordu. Bunun anlamı “özerk Kürdistan’ın kurulması ve federatif ayrışmanın sağlanması için, MİT’le Batılı güçler aynı istikamette ve birlikte çalışıyordu!”Egemen Bağış İngiltere’de: “Eğer barış görüşmelerinden bir sonuç alınmazsa, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanması seçeneği de gündeme gelebilir” diyerek Milli Türkiye’nin niyetini, Siyonist merkezlere şikâyet ve deşifre ediyor ve tedbir almaya yönlendiriliyordu.
[1] 08.07.2013, HabarX
[2] Şahin Alpay / 06 Mart 2012 / Zaman
[3] 06 Mart 2012 / Zaman
[4] ANKA
[5] Gökçen Göksal / Milli Gazete
[6] Cüneyt Özdemir / 5N1K / CNN Türk / 05.03.2012
MİLLİ DEVLET
Evet vurgulandığı gibi:Elbette ülkenin yönetiminin,Adil,insani ,vicdani,milli olması gerekir,eses konu budur.
Bu noktada Milli Görüşün Aziz lideri Muhterem ERBAKAN Hocamız tarafından ortaya konulan ve “EVRENSEL BİR KURTULUŞ MANİFESTOSU” diyebileceğimiz ADİL DÜZEN Projeleri ve onun kokusu hükmündeki Milli Görüş Hükümet ortaklıklarının icraatları ortadadır.Malesef Atatürk’ten sonra ülkemizdeki “Milli Devlet”olgusu tahrip edilerek etkisiz kılınmış fakat Aziz ERBAKAN Hocanın mücadele zeminine çıkmasıyla tekraren ve çok organize ve güçlü bir şekilde bu olgu (Milli Devlet-Hakkı üstün tutan,millici,maneviyatçı,lider ülke bilinçli,tüm vatansever oluşumlar-) vücut bulmuştur:
5700 Yıllık Siyonizm mikrobu elbette tuş olmak istemeyecektir,zulum saltanatının yıkılmaması için akla gelen her yöntemi en çılgın şekilde denediği gibi yine sonuna kadar deneyerek direnmeye çalışacaktır.ANCAK”LA HAVLE VELA KUVVETE İLLA BİLLAH..(GERÇEK KUVVET KUDRET SAHİBİ ANCAK CENEBI ALLAH’TIR)”Bilinci hakim olacak AZİZ HOCAMIZIN 40 Yıldır hazırladığı ve bir kısmını deşifre ettiği ancak çok daha sofistike olanlarını “BÜYÜK KAPIŞMA”ya hazırladığı STRATEJİK TEKNOLOJİ’ler, işbirlikçi unsurların değil ERBAKAN’ın sadıklarının ve”MİLLİ DEVLET” yapılanmasının stratejik hamleleriyle harekete geçirilecek 350 yıldır “AH”çeken insanlık bu sefer “OH” çekecektir!…