YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
664b2e44bb85e
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 7 0 1
Bugün : 11547
Dün : 21806
Bu ay : 418790
Geçen ay : 737322
Toplam : 23935076
IP'niz : 13.58.39.129

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

İÇTİHAT KARŞITI DİYOBENDİ DÜŞÜNCESİ

VE

AFGANİSTAN’IN PERİŞAN HALİ

      

Diyobendilik ve Dârü’l-ulûm; İslam dünyasında özellikle dini ilimlerin öğretildiği, şartlara ve ihtiyaçlara uygun, Kur’an’a ve Sünnet’e dayalı yeni kurum ve kuralların belirleneceği İÇTİHAD’ın kabul edilmediği bazı eğitim ve öğretim merkezlerinin ortak adıdır.

Bunların ilki, 1693’te Batı Hindistan’da Haydarabat yakınlarında Leknev’de kurulan Dârü’l-ulûm-i Firengi Mahal olmaktadır. Kurucusu Molla Nizameddin’in hazırladığı müfredat programı daha sonra Hindistan’da açılan birçok medresede uygulanmış ve “Ders-i Nizami” diye şöhret bulmuştur. Hindistan’ın İngiliz sömürgesi olmasıyla birlikte İslam eğitim sisteminin yerini, giderek Batı eğitim sistemi ve müfredat programlarının almaya başlaması sonucunda Müslümanlar İslami kimliklerini ve kültürlerini korumak amacıyla bazı alternatifler düşünmek zorunda kaldılar. Hindistan uleması bu maksatla sadece İslami ilimlerin okutulacağı medrese veya “dârü’l-ulûm” adı verilen eğitim müesseseleri kurmayı kararlaştırdı ve 1866’da Diyobend’de bir dârü’l-ulûm öğretime açıldı. Öğretim kurumlarının İslami veya laik eğitim sistemi uygulayan iki ayrı müessese şeklinde faaliyet göstermesinin, farklı inanç ve düşüncelere sahip nesillerin yetişmesi ve ayrı kamplar oluşması gibi bazı menfi neticelerinin görülmesi üzerine, hem dini hem modern ilimlerin okutulacağı bir dârü’l-ulûm Nedvetü’l-ulema tarafından 1898’de Leknev’de kuruldu. Daha sonra Bopal’de de bir dârü’l-ulûm açıldı (1948). Hindistan’da ve öğretmen yetiştirmek amacıyla Mısır’da kurulan dârü’l-ulûmlardan başka, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde de özellikle Diyobend Dârü’l-ulûm’u örnek alınarak 1971-1987 yılları arasında Newcastle, Azaadville, Johannesburg, Chatsworth, Pietersburg ve Cape Town şehirlerinde birer dârü’l-ulûm açılmıştır.

Diyobend Dârü’l-ulûm’unun kurulması:

Hindistan’da 1857 yılında meydana gelen Sipahi Ayaklanması’ndan sonra Müslümanlar İngiliz-Hindistan yönetiminin baskı ve sindirme politikasına maruz kalmışlardı. Varlıklarını sürdürme çabası içinde bulunan Müslümanların sistemli bir şekilde içe dönük faaliyetlere ve eğitim çalışmalarına ağırlık vermeleri gerektiğine inanan bir grup ulema, önceleri küçük bir camide (Çatta Camii) çalışmalara başlamışlardı. Daha sonra Muhammed Kasım Nanevtevi ve Reşid Ahmed Gengühi tarafından Dârü’l-ulûm-i Diyobend kuruldu (30 Mayıs 1866). Bu medresenin Diyobend’de (Deoband) açılmasının ulemanın gördüğü bir rüyaya dayandığı konuşulmaktaydı. Zira Diyobend o tarihte küçük bir kasaba idi; dârü’l-ulûm’un faaliyete başlamasıyla kasabanın önemi birdenbire artmaya başladı. Esasta geleneksel eğitim sistemini benimseyen Diyobend, Dârü’l-ulûm’u, Hindistan’da o zamana kadar geçerli olan üç değişik dini eğitim geleneğini (Delhi, Leknev, Haydarabad) birleştirmeye ve bir denge kurmaya çalışmıştır. Bu üç merkezden Delhi tefsir-hadis, Leknev fıkıh, Haydarabad ise kelam-felsefe ilimlerine ağırlık verirken, Diyobend Dârü’l-ulûm’u bu ilimleri bir sistem içerisinde bir arada öğretmeye çalışmıştır. Bununla birlikte Diyobendiler Delhi geleneğinden, özellikle de Şah Veliyyullah ed-Dihlevi ve Seyyid Ahmed Şehid’den daha çok etkilendiği anlaşılmaktadır.

Diyobendiler kendilerini Ehl-i Sünnet esasları üzerine eğitim ve öğretim yapan bir kurum olarak tanımlamıştır. Gerçekten de Diyobendi medreselerde bu çerçevede ciddi bir Hanefi fıkhı öğretimi yapılmıştır. Değişik din ve inanışların bir arada bulunduğu Hindistan şartlarında Diyobend ulemasının üzerinde özellikle durduğu husus, İslam’ın, bütün yabancı unsurlardan arındırılması çabasıdır. Bundan dolayı âlimler, itikadi sapmalar ve muamelattaki birtakım gayri-İslami ayrıntı ve uygulamalarla; Hinduizm’den kaynaklanan hurafe, gelenek ve bâtıl inançlara şiddetle karşı çıkmışlar, ideal olarak en saf şekliyle, İslam’ın ilk 9 asırlık uygulamalarını savunmuşlardır. Diyobendi anlayışında değişen ve gelişen zamana, şartlara, ihtiyaçlara ve bunlara bağlı içtihatlara pek önem verilmemiş ve İslamiyet, asli kaynaklarında verilen Sahabe ve Tabiin dönemlerinde tatbik edilen esaslar ve uygulamalar üzerine kurulu bir hayat tarzı olarak ortaya konulmaya uğraşılmıştır.

Bu katı disiplin anlayışı, Dinimizi yozlaştırıp aslından uzaklaştırmaya ve birtakım Batılı ve bâtıl düşünceleri İslam’a sokmaya yönelik şeytani girişimleri önleme çabası olarak bazı dönemler ve kesimler için uygun olsa da, her çağın sorunlarına çözüm esasları içeren İslam’ın, böyle dar kalıplara sıkıştırılması, tamamen şekilci, taklitçi, tüm yeniliklere ve orijinal proje ve düşünceleri peşinen reddedici… Hatta daha ileri gidip bunları tekfir edici yanlış bir yaklaşıma yol açtığı için tehlikeli sorunları ve sıkıntıları da özünde barındırmaktadır.

Dârü’l-ulûm’da tedrisat genellikle Urdu dilinde yapılmaktadır ve müfredat genellikle 18. yüzyılda Molla Nizameddin tarafından tertip edilen “Ders-i Nizami” usulüne bağlı olarak uygulanmaktadır. Bu usulde ağırlıklı olarak şer’i ilimler arasında hadis, tefsir ve fıkıh üzerinde yoğunlaşılmaktadır. Dârü’l-ulûm’da ilk zamanlarda felsefe ve mantık gibi ilimler de okutulurken 1880’den sonra bunlar müfredattan çıkarılmıştır. Eğitim ve öğretim başlangıçta on yıl olarak planlanmışken daha sonra bu süre altı yıla indirilmiş durumdadır. Dârü’l-ulûm’da dikkati çeken bir başka husus da, burada ders veren hocaların birçoğunun aynı zamanda tasavvuf erbabı ve tarikat mensubu olmalarıdır. Özellikle Nakşibendiliğin etkin olduğu müessesede hocalarla talebeler arasında çok defa şeyh-mürid ilişkisi göze çarpmaktadır.

Şah Veliyyullah Dehlevi (1703-1762) Güney Asya’da bir imparatorluk kuran Moğollar döneminde Phulat (veya Muzaffarnagar) şehrinde doğmuş olup, Rahimiye Medresesi kurucusu ve Delhi’deki meşhur din âlimi Şah Abdurrahim’in oğludur ve ilk eğitimini babasından almıştır. Kendisi Diyobendi hareketinin ruhani ve fikri öncülerinden sayılır. 19’uncu yüzyıldaki İngiliz sömürge yönetiminin baskı ve yönlendirmesi sonucunda putperest Hindular, mevcut ortama hemen uyum sağlamışlardır. Bu durumda tek başına kalan Müslümanlar ise, yol ayrımında tercih yapmak zorundaydılar: Ya İngilizlerin dayattığı kendi dil, kültür ve yaşam tarzına ayak uyduracak ya da itiraz ve isyana kalkışacaklardı. İtiraz yolu tercih edildi. Ancak burada da iki farklı fikir gelişti:

1- İslami uyanışı esas alan bu amaçla verilecek dini eğitimin niteliği ne olacaktı?

2- Müfredatı uygulayacak Aligarh ve Diyobend medreselerinin dünya görüşü neyi esas alacaktı?

Gerçi her ikisi de Hindistan’ın bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi taraftarıydılar; fikirleriyle ülkenin var olma uğraşına katkıda bulunuyorlardı. Ancak İngiliz yönetimine karşı birbirlerine zıt tutumlar ortaya çıktı. Aligarh Medresesi kurucusu Seyyid Ahmed Han, İngiliz yönetimiyle uzlaşıp anlaşarak iş birliği yapmıştı. Medreseyi bir kolej gibi kullandı; dini müfredatın yanında pozitif bilimlere ilişkin derslerin de okutulmasını sağladı. Okulda İngilizce okuyanlar, yüksek öğrenimlerini Londra’daki Cambridge ve Oxford üniversitelerinde tamamlıyorlardı. Seyyid Ahmed Han, kendince İngilizlerin taktiklerini benimsemek suretiyle güya “Müslümanların varlığını teminat altına” almaya çalışmıştı. Bu hizmetleri nedeniyle Seyyid Ahmed, İngiliz hükümetinden “Sir” unvanını almıştı. Günümüzde bile “Sir” unvanıyla, İngiltere iş ve kültür yaşamına ilaveten İngiliz parlamentosunda bulunan bu gelenek mensubu birçok Hindistanlı ve Pakistanlı’ya rastlanmaktadır.

Yeni İskoçya Başbakanı Hamza Yusuf da, bu fikren ve fiilen İngilizleşmiş, ama ismen ve resmen Müslüman geçinen insanlardandı. (Bak: 31 Mart 2023 – Milli Gazete) Pakistan asıllı ve LGBT yanlısı Hamza Yusuf, Yerel Başbakanlık Konutu’nda ailesiyle iftar yapıp teravih namazı kıldırmaktaydı. Ama İskoçya Başbakanı olacak kadar da İngilizlerle aynılaşmıştı. Bu tavır bizdeki LGBT taraftarı ve İstanbul Sözleşmesi’nin 6284 sayılı kanunla uygulayıcısı olan dindar kahramanları hatırlatmıştı!..

Diyobendiler ise Aligarh kurucularını ve mezunlarını haklı olarak “teslimiyetçi” ve “iş birlikçi” olarak suçlamışlardı. Hindistan ulusal bağımsızlıkçılarıyla beraber fikirsel ve silahlı mücadeleye katkı sunmuşlardı. İngiltere sömürge yönetimi, geleneksel İslam eğitimi yerine Batı tarzı eğitim sistemini kurmaya başlayınca, İngiliz politikalarından hoşnut olmayan Müslümanlar 1857-58’de isyana kalkışmıştı. Sipahi Ayaklanması’nın başarısızlığının ardından 1866-67’de Diyobend Medresesi kuruldu. Müslümanlar, sindirme ve baskı politikasının hedefi haline gelmiş durumdaydı. Varlık mücadelesi veren kimi din adamları, küçük bir camide (Çatta Camii) içe dönük dini seminer, eğitim ve tedrisat türünden pasif faaliyette bulunma kararı almışlardı. Diyobendi hareketinin siyasi kanadı Cemiyet-i Ulema-i Hind (Hindistan Alimleri Cemiyeti) 1919’da kurulmuştu. O tarihten başlayarak, Hindistan kurtuluş hareketinin halk içinde yayılması ve kitlesellik kazanmasında büyük rol oynamıştı.

200 yıl boyunca Hindistan Sünnileri, başkent Delhi’deki Diyobend Medresesi’ne yakından bağlı kalmışlardır. Bu medrese, Arap-İslam dünyasında kendince bir ekol yaratmış olan Kahire’deki El Ezher Üniversitesi’nden sonra ikinci sırada yer almaktadır. Arınmış ve gelenekçi (Selefi) bir İslam’dan yana olup Kur’an-Sünnet-Hadis üzere amel (davranmak) etmekte; Batı etkisi ve nüfuzuna karşı gelenekçi ve sofu eksenli tepkiler koyulmaktadır. Diyobendiler, ilahiyat alanında taklit (Selef-i Salih’in yani İslam’ın ilk dönemlerindeki öncüllerin) öğreti, yorum ve faaliyetlerini aynen alıp uygulamaktan yanadırlar. Bu düzlemde Hanefi fıkhına (mezhepsel hukuk) göre amelde bulunurlar. Kimi insaflı Batılılar ve Müslüman araştırmacılar Diyobendi geleneğinin, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat anlayışına bağlı olduğunun farkındalar. Ancak Diyobendilerin, Sünni ekolden ayrı şekilde hareket edip faaliyet gösterdiklerine, dolayısıyla bilinen geleneksel Sünnilikten ayrıştıklarına da dikkat çekiyorlar.

Diyobend ekolünün dini fikriyatı, esas olarak Pakistan’da yaygın ve etkili konumdadır; ikinci derecede ise Afganistan’daki fikirsel egemenliği göze çarpmaktadır. Esasen Sünni-Hanefi meşrepli Diyobendi hareket, Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğine karşı kültürel/ideolojik bir tepki olarak siyaset sahnesine çıkmıştır. Pakistan’ın 1947’deki bağımsızlığından sonra muhalif bir nitelik kazanmıştır. Zira Pakistan’ın kurucu yöneticilerini, “sömürge imalatı seçkin zümre” olarak suçlayıp muhalefet başlatmışlardır. Hal böyle olunca Diyobendi mezhepsel militanlık, Şiilere ve gayrimüslimlere karşı sert bir tutum almıştır, icabında şiddete başvurmaya başlamışlardır. Kadınlara bakışı ise İslam’ın bu konudaki haram/yasak kurallarını çok aşıp Afgan-Pakistan kabilelerinin, bilhassa Peştunların ataerkil töre ve âdetlerinden de güç alıp bu konuda oldukça katı ve kapalı bir tavır almışlardır. Pakistan hükümeti, Nisan (ortaları) 2000’de Diyobendi bağlantılı Cemiyet-i Ulema İslami’nin (İslam Âlimleri Cemiyeti’nin) organize ettiği 3 günlük bir konferansa fırsat sağlamıştı. Çok sayıda konuşmacı, siyasi ve kültürel bakımdan Batı karşıtı görüş belirtip tebliğler sunmuşlardı.

Aslında Diyobendi hareketi, İngiliz sömürgeciliği sonucunda, Hindistan’da Müslümanların elinden alınan otoriteyi yeniden kazanıp İslam’ı canlandırmak üzere Mücahidin Hareketi’ne ilham veren Büyük Müceddid (dini zamanına uyarlayan) Şah Veliyyullah Dehlevi’nin dini ve siyasi fikirlerinden etkilenip onları uygulamaya çalışmıştır. O devirde hareketin adı “İslam’ın Saygınlığını İade Hareketi”, “Mücahidin Hareketi” olmaktaydı. Ama, İngilizler bunları “Vahhabi Hareketi” olarak tanımlamaktaydı.

Talibancıların İslam anlayışının fikir ocağı da bu anlayıştır. Diyobend Medreseleri ve kurumsal çabaları ile bu konuda, Taliban’ın İslam anlayışının tarihi arka planına ışık tutmakta fayda vardır. Hindistan, Pakistan ve Afganistan’daki İslamcı akım ve oluşumların esas kaynağına bakmak lazımdır. Üç ülke arasında bilhassa Pakistan’da uç verip zaman zaman Hindistan ile Afganistan’daki benzerlerini de etkileyip harekete geçiren Pakistan Taliban Hareketi (Tehrik-i Taliban Pakistan-TTP), Cangvi Ordusu (Leşker-e Cangvi-LEC), Pakistan Sahabe Sipahileri (Sipah-e Sahabe Pakistan) türünden hareketler, esas olarak Hindistan alt kıtasında ortaya çıkan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat bağlısı ilim adamlarının, İslam’ı dış tehditlerden ve tehlikeli düşüncelerden koruma gayretiyle giriştikleri, savunma refleksi olarak katı ve kapalı bir anlayışı yansıtır. Bazen militan ve bağnaz bir tavır takınan bu hareketler, temelde Sünni İslam’ın Diyobendi ekolüne bağlıdırlar. Bu fanatik gruplar, öylesine katıdırlar ki, ara sıra Diyobendi denilen ekolün rahle-i tedrisatından geçmiş daha ılımlı kümelere saldırıp şiddet kullanmaktan da kaçınmıyorlar. Diğer mezheplere oranla daha esnek ve ılımlı görünen Hanefiliğin Maturidi itikadını/meşrebini benimsemeleri bile maalesef son derece katı ve fanatik davranmalarına engel olamamaktadır.

Tam tersine; giderek El Kaide, IŞİD ve Vahhabilik gibi radikal oluşumlara benzemeye başlamışlardır. Aslında taklitçi ve tavizsiz anlayışa dayalı bu aşırılıkların, bu militanlık ve bağnazlıkların Taliban’ın yetişip içinden çıktığı Diyobendi gelenekten kaynaklandığı da açıktır. Diyobend Medresesi’nin Hindistan, Pakistan ve Afganistan coğrafyasının farklı yerlerinde kurulmuş olan şubeleri, bahsedilen örgüt ve oluşumlar arasında sınırlar ötesi bir network (iletişim ve irtibat ağı, sosyal-mezhepsel şebeke) oluşturmayı başarmıştır. Yukarıda bahsedilen örgütlere ilaveten Muhammed Ordusu (Ceyş-e Muhammed), Mücahitler Hareketi (Harkatu’l Mucahidin), İslami Cihat Hareketi (Harkatu’l Cihadi’l İslami), İslam Âlimleri Tebliğ Cemiyeti-Fazl (Tabliğ-i Camiyat Ulema-i İslam-Fazl) gibi oluşumlar da Diyobendi iletişim ağının içindeki gruplardır. Diyobend Medresesi ekolünden gelenlerin hepsi de Hanefi mezhebi kurallarına göre dini yorum ve hüküm vermelerine rağmen aşırı ölçüde Ortodoks olup, Tekfirci (ötekileri kâfirlikle suçlayan) zihniyetten bir türlü kurtulamamışlardır.

Değerli Dostum, E. Albay Dr. Burhanettin Şenli, “Dünden Bugüne Afganistan” kitabında da çarpıcı ve ufuk açıcı bilgiler sunmaktadır:

Taliban liderlerinin ve üyelerinin çoğunluğunun eğitim gördüğü medreseler “Diyobendi” anlayışını benimsediğinden, harekette bu anlayışın izleri görülmektedir. Vehhâbi hareketinden de etkilenen Diyobendiler, şeriatta günün koşullarına uygun değişiklikler yapmayı öngören içtihadı reddetmektedirler. Diyobendi Hareketi, ayrıca Şiileri yönetimin dışında tutmayı ve kadının sosyal rolünü kısıtlamayı öngörmektedir. Hindistan ve Pakistan Diyobendilerinde gözlemlenen bu özellikler, Taliban’da aşırı şekilde kendisini göstermektedir. Diyobendi Hareketi, Afganistan’da uzun yıllardan beri etkilidir. Yeni Delhi’deki Diyobendi Medreselerinde eğitim gören Afgan ulemaları, Pakistan sınırındaki medreselerde öğrencilerini bu anlayışa uygun olarak yetiştirmişlerdir. Afganistan’daki ulemalar 1960’lı yıllara kadar yönetimde önemli ölçüde etkindi. Taliban’ın bir amacı da ulemaları devlet yönetiminde tekrar egemen hale getirmektir.

Diyobendi Şekilcilik Hareketi’nin bir özelliği de sembollere özel bir önem arz etmektedir. Taliban’ın özellikle büyük şehirlerde kılık kıyafetle ilgili kurallara bu kadar önem vermesi, sembollerin, Diyobendi hareketinde olduğu gibi Taliban için de önemli olmasının sebebidir.

Taliban’ın İslam Anlayışı

Taliban, aşırı Sünni İslam anlayışına sahiptir. Bunda Taliban içinde etkin olan Peştunların Sünni olması önemli bir etkendir. Hareketin İslam anlayışı ile ilgili önemli bir nokta da -en azından halihazır durum için- kendi İslam anlayışlarını diğer ülkelere yaymak istememeleri, yani Panislamist olmamalarıdır. Amaçları, sadece Afganistan’da İslam’a dayalı “temiz bir yönetim” kurmaktır. İslam anlayışlarını Orta Asya’ya yaymak istedikleri yolundaki iddiaları kesin ifadelerle reddetmektedirler. Onlar, “saldırganlık ve iç savaş kurbanı” ya da “ağır hasta” olarak gördükleri Afganistan’ı iyileştirmeye çalışmakta ve tek çare olarak İslam’ı görmektedirler. Buna dayanarak Taliban’ın İslam anlayışında milliyetçiliğin önemli bir rolü olduğunu söylemek mümkündür. Taliban’ın bu anlayışını lider Molla Muhammed Ömer de açıkça dile getirmektedir. Hareketin Kandahar bürosunun bildirdiğine göre, Molla Muhammed Ömer, asıl amaçlarının “Afganistan’ı yolsuzluk yapan ve Batı yanlısı olan çıkarcılardan kurtarmak olduğunu”, “ülke içindeki meseleler çözümlendikten sonra dış dünyayla ilişkilere önem vereceklerini” ifade etmiştir.

Taliban’ın Yönetim Yapısı

Taliban Hareketi’nin başında, eskiden Yunus Halis’in liderliğindeki Hizb-i İslami’nin üyesi olan Peştun etnik grubuna mensup Molla Muhammed Ömer bulunmaktadır. O sıralarda 37 yaşlarında olduğu tahmin edilen Molla Muhammed Ömer, SSCB birlikleriyle çarpışırken başarılı bir komutan olarak ün yapmış, savaşta bir gözünü kaybetmiştir. Zamanının çoğunu örgütün askerî stratejisini planlamaya ayırdığı söylenen lider, kamuoyu karşısına fazla çıkmamaya dikkat etmektedir. Örgütün gerek halkla gerek dış dünyayla olan ilişkilerini yardımcıları yürütmektedir.

Molla Muhammed Ömer 1996 ilkbaharında Kandahar’da 1.200 ulemadan oluşan bir meclis tarafından (Loya Jirga=Büyük Şûra) “İnananların Komutanı” olarak seçilmiştir. Her ne kadar, şûrâlarda oy birliğiyle karar alındığı iddia edilse de tüm konularda son sözün lidere ait olduğu belirtilmektedir. Emir olarak nitelenen Molla Muhammed Ömer devletin başıydı ve Taliban’ın kontrolü elinde bulundurduğu tüm bölgelerde bulunan şûrâlara başkanlık etmiştir. Taliban’ın İslam anlayışına göre, Emir, Müslüman milletini yönetir. Bu nedenle Molla Muhammed Ömer, ülkenin “Afganistan İslam Devleti” olan adını “Afganistan İslam Emirliği” olarak değiştirmiştir.

Taliban’ın kurduğu rejim: Afganistan İslam Emirliği (1995-2001) ve sorunları

1995-2001 döneminde Taliban’ın askerî hedefi, kuzey bölgelerinde Peştun hâkimiyetinde bir devletin yeniden kurulmasıyla Abdurrahman Han’ın (Demir Emir) düzenini geri getirmekti. Taliban, Afganistan’ın tamamında Hanefi İslami hukuk ekolüne ve Molla Ömer’in dini fermanlarına uygun olan, şeriat kanununun katı bir yorumunun yanı sıra katı ceza kanunlarının uygulandığı İslami bir hükümet kurmaya çalıştı. Uyguladığı aşırı politikalar nedeniyle, Taliban yönetimi sadece Pakistan, Suudi Arabistan ve Yemen tarafından tanınmıştır. Taliban yönetimi, 1998 yılında, 1996 yılından beri barındırdığı El-Kaide terör örgütünün lideri Usame bin Ladin’in devrilmesi yönündeki ABD taleplerine yanaşmamıştır.

Aralık 2000’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Afgan halkının insani ihtiyaçlarını tanıyarak; topraklarını “teröristlerin” eğitimi için kullanılmasına açan ve Usame bin Ladin’e güvenli sığınak sağlayan Taliban’ı kınayan 1333 sayılı kararında, Taliban kontrolü altındaki Afganistan’a karşı ciddi yaptırımlar yayımladı. Ekim 2001’de ABD, Afgan Kuzey İttifakı’nın da içinde yer aldığı müttefikleriyle Afganistan’ı işgal ederek Taliban rejimini yıktı. Taliban liderleri ise Pakistan’a kaçtı.

Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve İran’da yaşanan İslam devriminin getirdiği yasaklar; İranlı uyuşturucu tüccarlarının Pakistan’a kaymasına yol açmış ve 1980’lerde eroin ticaretiyle Pakistan 8 milyar dolarlık bir pazar haline gelmiştir. Afyon üretiminin ticari ürün olarak yaygınlık kazanması, savaşın finansmanında eroin ticaretinden gelen gelirin kullanımı, Afganistan’ı uyuşturucu ticaretinde önemli bir merkez haline getirmiştir. İşgal ile başlayan süreçte kendi kendine yeterli, kapalı kırsal yapı, uluslararası yardımlarla gelen malların (para, silah, insani yardım) dolaşımı ile değişmiş ve ticarileşmiştir. Uluslararası ilişkiler ağı içinde dolaşıma giren uyuşturucu ve silah ticaretinden pek çok yerel örgütlenme/kişi pay almaya girişmiştir. Doğal olarak bu durum yerleşik iktidar ilişkilerini de etkilemiş, savaş koşullarında geliştirilen yeni himaye sistemleri, iktidar ilişkileri içinde yeni yerel grupların/kişilerin önem kazanmasına yol açmış ve iktidar ağlarını dönüştürmüştür.

Afganistan’da Etnik Dağılım

1970’lerin ortasında nüfusun %85’inden fazlasının kırsal alanda yaşadığı, önemli oranda göçebe nüfusa sahip, özellikle güneyde kabile bağlarının güçlü olduğu çok etnikli Afganistan’da en büyük etnik grup nüfusun %40’ını oluşturan Peştunlardır. Hindukuş Dağları’nın güneyinde ve kuzeyinde yaşayan Peştunlar, ortak bir kökenden geldiklerine inanmaktadırlar; ancak aralarında farklı kabile ve aileler temelinde bölünmeler de vardır. Nüfusun yaklaşık %30’unu oluşturan, aşiret örgütlenmelerinin olmadığı, Farsça konuşan Tacikler ise Kabil’de, kentlerde ve kuzeydoğuda Tacikistan, Özbekistan sınırında yaşamaktadır. Afganistan’da siyasal yapıda Peştunlar önemli iken, Tacikler bürokraside ve ulema örgütlenmesi içinde ağırlıktadır. Yine aşiret bağlarının zayıf olduğu Özbekler ve bu bağın güçlü olduğu Türkmenler ülkenin kuzeyinde yaşamaktadır. Tüm bu etnik gruplar Sünni Müslüman iken orta Afganistan’da yaşayan, Farsça konuşan ve kendilerinin Moğolların soyundan geldiğini öne süren Şii Hazaralar ise nüfusun %15’ini oluşturmaktadır. Şii Afganlar arasında Kızılbaşlar, İsmaililer de vardır. Köy mollaları düzeyinde Sünni-Şii ayrımını söylemenin güç olduğu Afganistan’da Şii ulema, İran’da Kum kentinde ya da Irak’ta Necef’te -İranlı hocalardan- dinî eğitim almıştır. Afganistan’da 1960’lardan itibaren Kabil Üniversitesi çevresinde örgütlenen iki muhalefet hareketinden söz etmek mümkündür. İlkini sol hareketlerden Halk ve Parçam -ileride Afganistan Demokratik Halk Partisi (ADHP) olacaktır- oluştururken, İslamcı gruplar ikinci muhalefet grubunu oluşturmaktadır. 1950’lerin sonunda özellikle Mısır’da El-Ezher Üniversitesi’nde dinî eğitim alan ve burada Müslüman Kardeşler örgütü ile tanışıp Afganistan’a döndüklerinde Kabil İlahiyat Fakültesi’nde çalışan bir grup entelektüel tarafından oluşturulan Cemiyet-i İslami, bu dönemde ağırlıklı olarak kültürel dönüşüm üzerinde durmuştur. Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin eserlerini tercüme ederek İslam’ı modern bir ideoloji olarak sunan bu grubun diğer ülkelerde var olan benzer gruplarla doğrudan bir ilişkisi yoktur. Bu aşamada daha çok bireysel tanışıklıklar söz konusudur. 1960’ların ortalarından itibaren Kabil Üniversitesi’nde öğrenciler arasında önem kazanan ve devrimci radikal bir eğilimi temsil eden “Müslüman Gençler Örgütü” ağırlıklı olarak laik eğitim kurumlarında eğitim gören öğrenciler arasında taban bulmuştur, ancak kabileler arasında taraftarı yoktur. Ulemayı muhafazakâr olarak değerlendiren Müslüman Gençlik Örgütü’nün gizli bir örgütlenmesi de mevcuttur. 1972’de Burhaneddin Rabbani’yi emir olarak seçen örgüt, hücreler biçiminde örgütlenmiş ve içinde “radikal”, “ılımlı” iki eğilimi barındırmıştır. Daha sonra “ılımlı” kanat Cemiyet-i İslami, “radikal” kanat da Hizb-i İslami olarak örgütlenmiştir. Bölünmede tekfir meselesi ve hareketin stratejisi ana çatışma konusudur. Selefiler arasında ana çatışma konularından olan tekfir, bir kişinin kâfir ilan edilmesi ile ilişkilidir. Bir kişinin kâfir ilan edilebilmesi için açık dinî ihlallerin olması ve bunun kanıtlanması gereklidir. Gulbeddin Hikmetyar liderliğinde homojen, disiplinli, öncü partiyi savunan Hizb-i İslami, iyi Müslümanın sadece dinî tutumuyla değil, daha önemlisi siyasal eylemleri ile tanımlanacağını ve kendine Müslüman diyenlerin de İslami düzeni inkâr ederlerse “kâfir” sayılacağını savunmaktadır. Rabbani’nin lideri olduğu cephe örgütlenmesini ve kitle hareketini savunan Cemiyet-i İslami ise tekfire karşı çıkmaktadır.

Afganistan’da dinî yapı

A. Müslümanlar

1- Sünniler

Bir İslam ülkesi olan Afganistan’da nüfusun %99’u Müslüman olup ekseriyeti Hanefi mezhebine mensuptur. Sünnilerin dışında Şia’nın farklı kollarına mensup olanlar da %15-20 gibi önemli bir oranı temsil etmektedir. Afganistan’da az sayıda Hindu, Sih ve Yahudi de yaşamaktadır. Afganistan toplumunun dini hayatında tasavvuf ve tarikatların önemli yeri vardır. Tarihte olduğu gibi günümüzde de tasavvuf, dini ve sosyal hayatı etkileyen temel unsurlardan biridir. İslam dünyasının meşhur tasavvuf merkezlerinden olan Horasan bölgesinin bir kısmı Gazne, Herat ve Belh gibi önemli şehirler bu ülkenin sınırları içerisinde bulunmaktadır.

2- Şiiler

Sünnilerin dışında Şia’nın farklı kollarına mensup olanlar da %15-20 gibi önemli bir oranı temsil etmektedir.

B. Gayrimüslimler

Afganistan’da az sayıda Hindu, Sih ve Yahudi de yaşamaktadır.

Afganistan’daki tüm bu grupların komşu ülkelerle güçlü ekonomik, kültürel ve siyasi bağları bulunmaktadır. Pakistan’da Afganistan’dan daha fazla Peştun’un (yaklaşık 11,5 milyon), Afganistan’da da Tacikistan’dakinden daha çok Tacik’in (yaklaşık 4,5 milyon) yaşaması bölgenin iç içe geçmiş bir nüfus yapısına sahip olduğunu göstermesinin yanı sıra etnik unsurların ülke politikalarının belirlenmesindeki rolünü de ortaya koymaktadır. Etnik kimlikle birlikte Afganistan’daki gelişmeleri etkileyen ikinci bir dinamik de din olmaktadır. Afganistan’da hâkim olan din İslamiyet’tir. Halkın %99’u Müslümandır.

Etnik grupların çoğunluğunu teşkil eden Peştunların da tek bir milli kimliği yoktur. “Peştun” olarak adlandırılan topluluğun içinde, örneğin “Gilcayi” ve “Durani” gibi kabileler mevcuttur. Söz konusu kabileler birbirleriyle bütünleşmiş değillerdir. Tacikler ise Peştunlara göre daha homojen yapıya sahip bir grubu oluşturmaktadır. Özellikle SSCB’nin işgalinden sonra, Tacikler arasındaki milli kimlik daha da güçlenmiştir. Bu kapsamda, önemli etnik gruplar olan Peştunların, Taciklerin, Özbeklerin ve Türkmenlerin Afganistan’ın geleceğinin belirlenmesinde önemli rol oynayacakları düşünülmektedir. Bu grupların bir araya getirilmelerinin güçlüğü dikkate alınarak, halen sürdürülen harekât sonrasında ortaya çıkabilecek iktidar çatışmalarının neticesinde Afganistan’ın parçalanma ihtimalinin de göz önünde bulundurulması gerektiği değerlendirilmektedir.

Afganistan’daki Müslüman halkın %84’ü Sünni, %15’i ise Şiilerden oluşmaktadır. Bu nedenle, din faktörünün de etnik kimlik gibi bölge ülkelerinin Afganistan’a yönelik politikalarında belirleyici rol oynadığı görülmektedir.

C. Afgan Toplumunda ve Dini yapıda “Peştunvali” ağırlığı

Afganistan’ın toplumsal yapısını oluşturan geleneklerin temelini bazı değerler sistemi oluşturmuş, bu da birçok temel kültürel yapıya dayalı olarak gelişmiş durumdadır. Bu yapıların en önemlilerinden birisi, Peştun geleneği anlamına gelen “Peştunvali” olmaktadır. Afganlar arasındaki ilişkiler, büyük ölçüde millî bir miras olan ve tüm etnik yapılar tarafından çoğunlukla benimsenen “Peştunvali” kuralları vasıtasıyla kurulmuşlardır. Bu kurallar Peştunlara özgü olmasına rağmen diğer etnik gruplar da birçok kuralı aşağı yukarı benimsemiş durumdadır. Peştunvali kuralları yazılı değildir, ancak toplumun tamamı tarafından bilinmiş ve yüzyıllardır uygulanmış olan kuralların tümüne verilen isim olmuştur. Peştunvali; öz-saygı, bağımsızlık, adalet, misafirperverlik, sevgi, bağışlama, intikam ve herkese karşı (özellikle yabancılara ve misafirlere) tolerans gibi hususları bünyesinde toplamıştır.

SONUÇ

Afganistan, stratejik önem taşıyan konumundan dolayı tarih boyunca işgallere uğramıştır. 18. yüzyılda dünya hâkimi olan Britanya ve Rusya arasında tampon oluşturması için “Büyük Oyun”un en önemli kurbanı yapılmıştır. Devam eden stratejik öneminden dolayı 1979 yılında Rusya tarafından işgal edilmiş, fakat SSCB’nin dağılmasında en önemli faktörlerden birisi olmuşlardır. Sovyet işgaline karşı savaşan radikal dini unsurlar, daha sonra birbirleriyle iç savaşa tutuşmuş ve ülkedeki kargaşa yine radikal bir grup olan Taliban’ın ülkeyi ele geçirmesi ile sonuçlanmıştır. Taliban yönetimi El-Kaide unsurlarının ülkede barınmasına izin vermiş ve iş birliği yapmıştır. Batılılar tarafından beslenip büyütülen bu iki örgüt yönünü Batı’ya dönerek onları düşman olarak görmeye ve eylem yapmaya başlamıştır.

İstila ve istikrarsızlıklarla dolu bir tarihe sahip olan Afganistan’da 1979 yılında meydana gelen Sovyet işgali, bugün yaşanan olayların anlaşılması açısından belki de en temel gelişmedir. Zira bu tarihten sonra Afganistan’da başlayan karışıklıklar hız kesmeden günümüze kadar gelmiştir. Bu nedenle Sovyet nüfuzu ve işgalinin araştırmacılar ile akademisyenler tarafından çok iyi incelenmesi, analiz edilmesi gerekmektedir.

2001’de Washington’da Pentagon ve New York’ta İkiz Kulelere yapılan saldırılardan hemen sonra ABD, radikal İslamcı gruplara karşı tutumunu değiştirmiş ve “teröre karşı savaş” politikası temelinde bu grupları “küresel tehdit” olarak ilan etmiştir. Organize suç örgütü gibi muamele gören bu grupların gücünün sınırlanması için ABD şiddet kullanmaktan çekinmemiştir. 11 Eylül saldırılarından hemen sonra Afganistan’daki Taliban yönetimi Usame bin Ladin’i koruduğu ve “terörist” grupları barındırdığı için hedef olarak seçilmiş ve ABD bombardımanları sonunda pek çok Ortadoğu ülkesinin de desteği ile devrilmiştir. Ayrıca bu grupların finansal kaynaklarını kurutmak ve kitle imha silahlarına sahip olmalarını önlemek amacı ile pek çok uygulama gerçekleştirilmiştir. Aslında pek çok ülke; örneğin Pakistan, İran, Suudi Arabistan, Mısır, Yemen, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri vb. Afganistan’da Taliban rejiminin yıkılmasında ve El-Kaide’ye karşı mücadelede ABD’ye destek vermiştir. Tüm bu devletler kendi içlerinde El-Kaide veya benzeri örgütlenmeler tarafından tehdit edildiklerini düşündükleri için bu mücadeleye ABD yanında girmişlerdir. Ayrıca bu mücadelede ABD’ye destek olmak bölgede bazı otoriter yönetimlerin kendilerini güçlendirmelerine yol açmış, bir başka deyişle örneğin; Mısır’da Hüsnü Mübarek, Pakistan’da Pervez Müşerref yönetimini, Batılı eleştirilerden koruyuvermiştir. Afganistan deneyiminin bilinmesi sadece bugün ne olduğunu anlamak açısından değil, yarın ne olabileceğini öngörmek açısından da önemlidir. 2003’te ABD ve Britanya’nın Irak işgalinden sonra Irak Afganistan’ın yerini almış ve radikal gruplar için teknik uzmanlıklarını geliştirecekleri, cihadı yenileyecekleri bir alan olmuştur. Afganistan gibi Irak da, farklı ülkelerin farklı grupları destekleyerek kendi çıkarlarını ya da çatışmalarını Iraklılar üzerinden çözmeye çalıştıkları bir savaş alanına dönüşmüş vaziyettedir. Bugün Irak’ta işgalci güç olarak ABD, Britanya ve İsrail öndedir. Afganistan deneyiminden öğrenmeye niyetli olan ülkeler bu savaşın bölge ülkeleri için yeni sorunlara gebe olduğunu ve buna göre tutum alınması gerektiğini bileceklerdir. “Tehdit” tanımlamaları belirli bir tarihsel-toplumsal bağlamda, mevcut iktidar yapıları temelinde farklı toplumsal/siyasal gruplar tarafından şekillendirilir. Kuşkusuz “tehdit”in kimler tarafından, nasıl algılandığı önemlidir. Ancak “tehdit”in hangi iktidar yapısı temelinde, hangi toplumsal-siyasal aktörlerce süreç içinde nasıl kurgulandığı ve değiştiği kavramı günümüz açısından çok daha önemlidir.

ABD iktidarı, büyük bir operasyon ile devirerek aldığı Afganistan’ı Taliban’a tekrar teslim etmek yoluna gitmiştir. Afganistan’ı Rusların kucağına iterek perişan eden Amerika, büyük bir yenilgi alarak ülkeyi hızla NATO müttefiklerine haber vermeden terk etmiştir. Yapılan onca masraf boşa gitmiştir. Ülke hiçbir ilerleme göstermediği gibi, çok daha kötüye evrilmiştir. Geride ABD’nin yarattığı koskoca bir kaos ve yıllardan beri acı çeken Afgan halkı kalmıştır. Ekonomisi bozuk, kadının varlığının yok sayıldığı, elli yıldan fazla süredir savaşmaktan başka bir şey bilmeyen cahil kalmış erkeklerden ve eğitim alamayan çocuklar ile gençlerden oluşan Afganistan, tedbir alınmadığı takdirde dünyaya birçok yeni sorunlar ulaştıracaktır.[1]

Toparlayacak olursak:

İslam’ın önüne eklenen birtakım terimlerde aslında İslam’ı yozlaştırma amaçları sırıtmaktadır. Ve maalesef günümüzde 3 türlü İslam anlayışına rastlanmaktadır.

1– Sert (Katı ve Bağnaz) İslam Anlayışı

2- Gevşek (Ilımlı ve Batı’ya uyarlı) İslam Yorumları

3- Gerçek (Fıtri – Doğal ve Kuşatıcı) İslam Yaklaşımı

Sert ve katı İslam anlayışına yani şekilcilik ve taklitçilik bağnazlığına karşı, ismen ve resmen olmasa da, fikren ve fiilen GERÇEK (fıtri ve doğal) İslam düşüncesini ortaya koyan en önemli şahsiyet ve hareketlerin başında Erbakan Hocamızın bulunduğu unutulmamalıdır. Prof. Dr. Necmettin Erbakan; ülkemizdeki ve yeryüzündeki hiçbir İslami hareket ve hizmeti asla dışlamamış, suçlamamış, hepsini kucaklayıcı ve GERÇEK (fıtri) İslam’a yaklaştırıcı bir tavır ortaya koymuşlardır. Çünkü O, hem İslam’ın değişmez esaslarına samimiyetle sahip çıkıp bağlı kalmış, hem de yeni ve gerekli içtihatların yapılması lüzumuna inanmış ve bu konuda orijinal program ve projeler ortaya koymuşlardır. İşte bu yüzdendir ki; dış güçler (Siyonist ve emperyalist merkezler)ce Erbakan özellikle hedef alınmıştır. Çünkü Erbakan İslam dünyasının ve insanlığın acilen ihtiyaç duydukları ve “Silm kökünden, barış ve bereket kaynağı’’ İslam’ın genel prensiplerine bağlı, ama çağın da ihtiyaçlarını karşılayıcı… Bunun için her türlü müspet bilimlerden yararlanıcı ve temel insan haklarına dayalı Adil Düzen projelerini ortaya koymuşlar, İslam Birliğini ve insanlık birliğini amaçlayan teşkilatların altyapısını oluşturmuşlardır.

 


[1] Dünden Bugüne Afganistan – Dr. Burhanettin Şenli – Yeniyüz Y.Y. 1. Bas. Ekim 2022 – Ankara

 

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Rahmet PAKGÜL

Rahmet PAKGÜL

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
7 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Süleyman

İslam barış demektir
Makaleyi okuyunca Erbakan hocamızın plan ve projelerine başta İslam ülkelerinin ve tüm insanlığın acilen ihtiyacı olduğunu yeniden anlıyoruz.
Bütün kesimleri kuşatıcı, herkesi ortak bir amaç etrafında birbirlerinin ayrı yönlerini değil ortak yönlerini ortaya koyarak çözüm odaklı çalışılması gerektiği bunuda Erbakan Hocamızın ve Milli Çözümün diliyle başarılır.

Veysel

Benzer İşler!
“Yeni İskoçya Başbakanı Hamza Yusuf da, bu fikren ve fiilen İngilizleşmiş, ama ismen ve resmen Müslüman geçinen insanlardandı. (Bak: 31 Mart 2023 – Milli Gazete) Pakistan asıllı ve LGBT yanlısı Hamza Yusuf, Yerel Başbakanlık Konutu’nda ailesiyle iftar yapıp teravih namazı kıldırmaktaydı. Ama İskoçya Başbakanı olacak kadar da İngilizlerle aynılaşmıştı. Bu tavır bizdeki LGBT taraftarı ve İstanbul Sözleşmesi’nin 6284 sayılı kanunla uygulayıcısı olan dindar kahramanları hatırlatmıştı!..”

Osman Nuri

Aziz Erbakan Hocamızın devamı ve takipçisi olan Milli Çözüm , Kirli Güçleri ve İşbirlikçilerini iyi tanıyor olduğundan Kirlileri nasıl etkisiz ve çaresiz kıldığını görmek yüreklere su serpmekte ve ferahlatmaktadır.
Ufuk açıcı ve fayda sağlayıcı bir makale… İçtihat karşıtları olan diyobendleri okuyunca elbette Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışının asıl sebepleri olan CİHADSIZLIK VE O GÜNÜN PROBLEMLERİNE ÇÖZÜM ÜRETECEK İÇTİHAT MÜESSESENİN ÇALIŞTIRILAMAMASI gözönümüze geldi. Elbette böylesi olumsuz hareketlerin arkasında Siyonizm olduğunu hatırlamakta fayda vardır… İnsanlığın iyiliğine faydasına yarayan her işin icraatın arkasında Milli Çözüm , insanlığın kötülüğüne zararına olan her iş ve icraatın arkasında da Siyonizm yani Irkçı Emperyalistler olduğu gerçeğini hatırlıyoruz.

Makaledeki şu hakikatı yinelemek istiyorum:

[u][b]Sert ve katı İslam anlayışına yani şekilcilik ve taklitçilik bağnazlığına karşı, ismen ve resmen olmasa da, fikren ve fiilen GERÇEK (fıtri ve doğal) İslam düşüncesini ortaya koyan en önemli şahsiyet ve hareketlerin başında Erbakan Hocamızın bulunduğu unutulmamalıdır. Prof. Dr. Necmettin Erbakan; ülkemizdeki ve yeryüzündeki hiçbir İslami hareket ve hizmeti asla dışlamamış, suçlamamış, hepsini kucaklayıcı ve GERÇEK (fıtri) İslam’a yaklaştırıcı bir tavır ortaya koymuşlardır. Çünkü O, hem İslam’ın değişmez esaslarına samimiyetle sahip çıkıp bağlı kalmış, hem de yeni ve gerekli içtihatların yapılması lüzumuna inanmış ve bu konuda orijinal program ve projeler ortaya koymuşlardır. İşte bu yüzdendir ki; dış güçler (Siyonist ve emperyalist merkezler)ce Erbakan özellikle hedef alınmıştır. Çünkü Erbakan İslam dünyasının ve insanlığın acilen ihtiyaç duydukları ve “Silm kökünden, barış ve bereket kaynağı’’ İslam’ın genel prensiplerine bağlı, ama çağın da ihtiyaçlarını karşılayıcı… Bunun için her türlü müspet bilimlerden yararlanıcı ve temel insan haklarına dayalı Adil Düzen projelerini ortaya koymuşlar, İslam Birliğini ve insanlık birliğini amaçlayan teşkilatların altyapısını oluşturmuşlardır.[/b][/u]

Gökçe Öztürk

Kurtuluşun iki şartı
1- Hakkı ve adaleti hayata hâkim kılacak ve Adil bir Düzen kuracak bütün tedbirleri acilen almak üzere, fikri ve siyasi cihadımızı kesintisiz sürdürmek…

2- Yersiz ve yararsız olan taassup, taklitçilik, şekilcilik, ucuz ve kolay kahramanlık hastalıklarını terk etmek ve asrın ihtiyaçlarına uygun içtihatlara yönelmektir.

Böylece, Türkiye’mizi örnek ve yüksek bir medeniyet merkezine dönüştürmek… Ülkemizi her din ve görüşten bütün insanların barış ve bereket içinde yaşadığı, bir dünya cenneti haline getirmektir.

Mücahit Dinç

Zafer inananlarındır ve zafer yakındır!
Theodor Herzl tarafından 1897 yılında yapılan ilk Siyonist Kongresi’nde alınan kararlardan biri;
İslam’ı yok etmekti…
Sert (Katı ve Bağnaz) İslam
Gevşek (Ilımlı ve Batı’ya uyarlı) İslam
Terör, anarşi gibi planlarla İslam’ı ortadan kaldırmak istediler ancak; Allah’ın yardımı ile halen Avrupa’da dahi bir çok insan Müslüman oluyor!
Tek kişilik Ordu olan ERBAKAN HOCA 100 yıl sonra aynı salonda bütün zalimlere meydan okuyarak o salona Kelime-i Tevhid sancağını astı.
Allah’ın va’adinin gerçekleştiği, kudretini herkese göstereceği bütün insanların gerçek İslam ile tanışacağı o gün;
İnsanlar fevc fevc İslam’a koşacaklar İnşAllah.
”Bulutlar dağılınca Erbakan mührünü göreceksiniz”
Üstat Ahmet AKGÜL

Mus ab

Bir kez daha şahit oluyoruz ki insanlığın Milli Çözüme acil ihtiyacı var.
“Erbakan İslam dünyasının ve insanlığın acilen ihtiyaç duydukları ve “Silm kökünden, barış ve bereket kaynağı’’ İslam’ın genel prensiplerine bağlı, ama çağın da ihtiyaçlarını karşılayıcı… Bunun için her türlü müspet bilimlerden yararlanıcı ve temel insan haklarına dayalı Adil Düzen projelerini ortaya koymuşlar, İslam Birliğini ve insanlık birliğini amaçlayan teşkilatların altyapısını oluşturmuşlardır.”
Tüm İslam ülkelerinin içinde bulunduğu kansere son verecek ve insanlığın insanca yaşamını sağlayacak Erbakan projelerini sahibi, savunucusu ve her daim gündeme taşıyıcısı Üstad Ahmet Akgül Hocamızdan başkası değildi.
Bir kez daha şahit oluyoruz ki insanlığın Milli Çözüme acil ihtiyacı var.

Necati

İÇTİHATSIZ VE CİHATSIZ SAADET OLMAZ!
İslam şeriatı ve Kur’an kuralları, önemini ve özelliğini yitirmeyen değişmez bir İlahi esaslar bütünüdür.
İslam şeriatının esasları, değişmez mutlak doğruların kaynağı olan Kur’an’la belirlenmiş, Hz. Peygamberin (SAV) Sünneti ve sistemiyle şekillenmiştir.
İSLAM; “Herkesin birlikte barış içinde yaşayacağı ve temel insan haklarının korunacağı bir düzen kurulmalıdır” dinen, aklen ve ilmen ittifakla benimsenen “Mutlak doğruları” “İçki, kumar, fuhuş, cinayet, anarşi zararlıdır ve ortadan kaldırılmalıdır” gibi yine hem dinen, hem aklen, hem de vicdanen ittifakla kötü ve zararlı kabul edilen “Mutlak yanlışları” bildiren temel ve genel hükümleri içermektedir.
Kur’an-ı Kerim, Hak dininin ve adalet prensiplerinin bir nevi anayasası gibidir. Allah tarafından vahiyle bildirilmiştir ve asla değişmeyecek olan temel hükümlerdir. Ancak bu anayasaya dayanılarak, her asırda, o dönemin şartlarına ve ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde çıkarılan kanunlar ve kurumlar ise, zamanla yetersiz kalabilir, gereksiz olabilir, yani değişme özelliğine sahiptirler.
İslam’ın temel esaslarına ve değişmez doğrularına bağlı kalarak, her asırda, kendi şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun ve yeterli çözüm ve çareler üretmek gerekmektedir.
Geçmiş dönemlerde temel kaynaklara ve genel doğrulara dayanarak, kendi zamanlarına ve şartlarına uygun olarak, ilmi metotlarla hazırlanan içtihat ve tatbikatlar, İslam’ın mutlak ve değişmez örnekleri değildir. Sadece kendi çağları için gerekli ve yeterli düzenlemelerdir.
ERBAKAN İslam dünyasının ve insanlığın acilen ihtiyaç duydukları ve “Silm kökünden, barış ve bereket kaynağı’’ İslam’ın genel prensiplerine bağlı, ama çağın da ihtiyaçlarını karşılayıcı… Bunun için her türlü müspet bilimlerden yararlanıcı ve temel insan haklarına dayalı ADİL DÜZEN projelerini ortaya koymuşlar, İslam Birliğini ve insanlık birliğini amaçlayan teşkilatların altyapısını oluşturmuşlardır.

ÖZEL YAZILAR

YORUMLAR

Son Yorumlar
7
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx