HAYAT; SERAB, HAKİKAT İSE; RABB!..
Her türlü küfür ve kötülüklerin şu üç günahtan doğduğunu görüyoruz. “3H” olarak hatırda tutacağımız bu anaç günahlar;
1- Hakaret (Hakir görmek),
2- Hırs (Aşırı istek),
3- Haset (Kıskançlık ve çekememek)tir.
Hakaret: Kendisini üstün ve önemli, karşısındakini ise basit ve değersiz zannetmek… Başkalarını hor ve hakir görmek; nefsani bir gururla büyüklenip, rakip gördüklerini küçümsemektir. Azazil’i İblis yapan bu düşüncedir. Bu günahı ilk defa şeytan işlemiştir.
Hırs: Doyumsuz arzular, aşırı tutkular ve nefsani duygular demektir. Aklı örten, vicdanı körelten, gaflete ve şehvete sürükleyen düşüncelerdir. Hz. Adem’i ve Havva validemizi sonunda pişman ve perişan olacakları duruma düşüren işte bu hırs ve hevestir.
Haset: İnsanlara verilen nimet ve faziletleri onlara reva görmemek… Özellikle yakınlarının ve tanıdıklarının maddi ve manevi hoşluklarını ve huzurlarını kıskanıp çekememek… Ve bir bakıma Allah’ın takdir ve taksimini beğenmemektir. Bu kötülüğü ilk işleyen; Hz. Adem’in oğlu Kabil’dir ki, haset yüzünden kardeşi Habil’i öldürmekten çekinmemiştir.
Hakaret’in sebebi kibir ve enaniyet; acı meyvesi ise hile ve hıyanettir.
Hırs’ın sebebi gaflet, neticesi ise; hasaret ve mahrumiyet’tir.
Haset’in sebebi vicdan kirliliği ve iman zafiyeti; neticesi de cinayet ve müsrifliktir, yani fitne ve fesada yönelmektir.
Kibir ve Hakaret’in ilacı: Vahdet (Birlik).
Hırs ve Heves’in ilacı: Kanaat.
Haset ve Fesat’lığın ilacı: Uhuvvet (Kardeşlik)tir.
Her zerrenin ve herkesin Allah’tan gelip, Allah’a döneceğini… Canlı cansız, her şeyde Yüce Yaratıcı’nın tecelli ve tezahür ettiğini… Kendisini mü’minlerin; mü’minleri cemiyetin; cemiyeti ise âlemlerin bir parçası olduğunu ve hepsinin de Rabbimizin eseri ve nefhası olarak meydana geldiğini bilen ve “kesret içindeki vahdeti” (çokluk görüntüsü içindeki gerçek birliği) gören bir insan; yaratılış sırrına ve iman huzuruna ermiş demektir.
Elbette küfre, kötülüğe ve nankörlüğe tepki göstermek ve bunları terbiye etmek de, bir kulluk görevimiz ve olgunluk gereğimizdir. Ama bu uyarma ve önlem alma görevimizi yaparken de; toplumdaki fasıkları ve teşkilattaki münafıkları tanıtırken de: Kendi vücudumuzdaki kanser urlarını ve kangren çıbanlarını kurutmaya çalışır gibi hareket etmelidir.
Çünkü; “bebe”lerin “gebe”lere, “gebe”lerin ise “ebe”lere ihtiyacı olduğu da asla unutulmaması gereken bir gerçektir.
Akılları ve ahlâkları farklı da olsa, bakış açıları ve yaşam tarzları uymasa da; bebelerin, gebelerin ve ebelerin birbirine katlanmak zorunda olduklarını kim inkâr edebilir?
“Müslümanlar tek bir vücut gibidir. Her insan, aynı bedenin ayrı bir organı yerindedir.”
“İnsanlar, ya dinde kardeşimiz ya yaratılışta eşitimizdir. İnsanlar, bir tarağın dişleri gibi eşit (haklara sahip)tir.” mealindeki hadislerin hikmet ve hedefini iyi düşünmelidir.
Hiçbir şekilde ve hiçbir bahane ile: “Başkasından bize ne… Neme lazım.” denilmeyecek, bunun yerine:
“8 milyarın hepsi bize lazım” şeklinde düşünülecek ve bu sorumlulukta hareket edilecektir.
Ve zaten; Milli şuur, insani onur ve vicdani huzur da bu değil midir?
Ayşe Işık Gül Hanım’ın bir hikmet meyvesi ve rahmet eseri olan R.A.B.[1] romanının sonunda dile getirdiği gibi:
Her şey ve herkes bir ayna yerindedir. Ve insan o aynalarda kendisinin farklı yönlerini seyretmektedir!..
Evet:
“Bizim o kadar çok versiyonumuz var ki; baktığımız her yerde, her şeyde ve herkeste kendimizi görüyoruz…
Biz aslında başkasını değil, kendimizi arıyoruz. Kendimizi bulduğumuz ve bildiğimiz kadar da Rabbimize ulaşıyoruz…
İnandığımız, inanmadığımız; sevdiğimiz, sevmediğimiz; sadece kendimiziz…
Savaştığımız, barıştığımız; özlediğimiz, beklediğimiz hep kendimiz ve öz benliğimiz…
Kendimizi kendimize tanıtmak ve kanıtlamak en büyük derdimiz…
Bizim geldiğimiz yer, gittiğimiz yer; çıktığımız yer, vardığımız yer; hep kendimiz.
Kınayıp eleştirdiğimiz, kıskanıp esirgediğimiz; ihsanlarda bulunduğumuz, hayran olduğumuz; kin tutup nefret duyduğumuz; alkışladığımız, taşladığımız; onayladığımız, karşı çıktığımız, hepsi, evet hepsi kendimiz.
Attığımız her adımda ve aldığımız her tavırda; kendimize ve özümüze biraz daha yaklaşıyoruz.
Amacımız; tayin ve takdir edilen en ileri durumumuza, makam-ı maksudumuza ulaşmak… Bir gün O’nun çehresinde kendi çehremizi, “Rahman suretinde yaratılan suretimizi” seyre koyulmak!..
“Biz Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na dönücüleriz”[2] ayetinin kutsi hikmetine ve gizemli hedefine kavuşmak…
Başkalarında görüp iğrendiklerimiz, kendi gizli çirkinliklerimiz; onlarda fark edip beğendiklerimiz kendi güzelliklerimiz ve olumlu özelliklerimizdir.
Başkaları bizim aynamız gibidir. Aynadaki yüzümüzde gördüğümüz kirler, çiğlikler ve çirkinlikler nedeniyle aynalara kızmak ve onları kırmaya kalkışmak yerine, kendi nefsimizi ve öz benliğimizi düzeltmeye çalışmak; daha akıllı ve yararlı bir girişimdir.
Hz. Ali Efendimizin:
“İyiliğim de, kötülüğüm de sadece kendimedir. Kime kötülük ettimse, kendime ettim; kime iyilik ettimse, yine kendime ettim. Kim bana kötülük etti, o bendim… Kim bana iyilik etti, o da bendim.” sözleri, hikmet ve hakikatin ta kendisidir…
Mutlak hakikat “TEK”ti ve vuslat o gerçeğe erişmekti. Yani damlaların deryaya karışıp birleşmesiydi. Bütün Hak dinler bu hakikatin öğretileri, bütün diller bu hikmetin ifadeleriydi. İnsanlardan cinlere, madenlerden meleklere, hayvanlardan havaya ve göklere; görünen ve görünmeyen her şey, aynı enerji nurunun farklı boyutlardaki görüntüleriydi. Ve ayette buyrulduğu gibi:
“Göklerin ve yerin nuru Allah-u Teâlâ Hazretleriydi.”
Hayırlar da şerler de, sevinçler de kederler de, hep aynı kaynağın eseriydi. Allah; eşi, benzeri, dengi, veziri ve neziri olmayan “Ehad-Bir-Tek”ti.
O’nun dışında her şeyin eşiti, karşıtı, ortağı ve benzeri vardı, olabilirdi.
Örneğin bir insanın aynadaki görüntüsü; kendisinin aynısı değildi ama gayrısı da değildi… Aynadaki görüntü -1, kendi bedeni +1, bunların toplam değeri ise; 0 (sıfır) ederdi!?
Bir insanın herhangi bir uzvu; o insana aitti ama o insan demek değildi. Bunun gibi, her şey ve herkes Allah’ın eseriydi, O’nun tecellisiydi ama hâşâ, bunlara Allah denemezdi…
Bu gerçeği kavrayan; nefsani ve şeytani duyguların esaretinden kurtulup kendi kendisini yönetmeyi başaran, başkalarını da yönlendirebilirdi. Yani lider konumuna yükselirdi. Gerçek ve örnek lider; Hz. Muhammed’di (SAV). O, bütün varlığın ve insanlığın; hem çekirdeği, hem meyvesi, hem lideriydi…
Öz ruh, öz akıl ve öz hayat, Hz. Muhammed Aleyhisselam olduğuna göre, her insanın fıtratında O’nun bir hissesi ve eseri var demekti.
R.A.B’daki anlatımıyla:
“Dünya bir podyum, hayat ise bir defileydi. Allah tarafından yaratılmış bütün kavramlar; önce bitkiler, sonra hayvanlar, en sonra da insanlar tarafından somut biçimde belirtilmeyi ve sergilenmeyi sabırsızlıkla beklemekteydi. Podyuma çıkarılıp seyircilerce izlenecek olan o kavramlardan bazıları kabul görürken, bazıları görmeyecekti. Fakat o kavramların hiçbirinin soyut özleriyle çıplak olarak görülüp anlaşılması mümkün olmadığından, temelde aşkın “acı ve haz” adlı iki zıt yüzünden türetilmiş olan; merhamet-hiddet, emniyet-ihanet, izzet-acziyet, mülkiyet-fakr-u zaruret vb. kavramların kendilerini göstermeleri için; önce çeşitli elbiselere bürünmeleri gerekliydi. İnsan ister davet etsin, ister etmesin; farklı giysilere bürünüp kapısına gelen o kavramlarla muhakkak yüzleşecekti. O elbiselerin içinde neler yoktu ki; hırsız, polis, fahişe, rahibe, anne, baba, öğretmen, öğrenci, doktor, hasta, işçi, patron, dost, düşman… Allah, yarattığı bütün bu elbiselerin; bir insanın önce ruhu, sonra bedeni aracılığıyla tanıtılmasını murad etmişti. Bireysel ruhlar birer mankendi. Yazgı, dünyaya gönderilen bütün bireysel ruhlara çeşitli kostümler biçmişti. Her renk bir ismi, her desen bir duyguyu, her modelse bir fikri canlandırmakla görevliydi.
Büründükleri her etiket, üzerlerine geçirdikleri her duygusal elbise, gözlerine inen yeni bir perde demekti. Beden gözü ile görülemeyen, yalnız gönül gözü ile fark edilebilen bu peçeler, beden gözlerinin gerçeği apaçık görebilmelerine olanak vermiyordu. O peçeleri sıyırıp atmaları için, arzulardan ve dolayısıyla da acılardan kurtulmaları gerekiyordu. Çünkü tüm acılar arzulardan, tüm arzularsa beklentilerden kaynaklanıyordu. Yani en güçlü, en iyi, en zengin, en güzel, en saygın olma beklentisinden… Daha da derine inildiğinde, en büyük olma beklentisinin altında yatan ana nedene ulaşılıyordu: Hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç bulunmamak, ihtiyaçsız olmak, kendi kendine yeter konuma ulaşmak, kısacası tanrı olmak!? Yani veren olmak, alan olmamak. İşte maddi ve bedenli olarak ulaşılması olanaksız olan bu ütopya, Yaratan ile yaratılan arasındaki en kalın, yırtılması en zor perdeyi oluşturuyordu. İnsan psikolojisinin en derin katmanlarında yer alan bu cüretli eğilim; zavallı insanın bilgisizliğinden, Rabbini layığınca tanıyamamış olmasından ileri geliyordu. Çünkü O’nun ortağı yoktu ve hiçbir zaman olmayacaktı. Tanrılık iddiasına kalkışmak, ikinci bir yaratandan söz etmek olurdu ki bu en büyük suçtu.
Dünya podyumundaki hayat defilesi muhteşemdi. Sefaleti sergileyen, azgınlığı ve aşırılığı sembolize eden, cesareti, kanaati, şefkati, sabrı vb. temsil eden kostümler, kader yazgısı tarafından manken ruhların üstlerine giydirilip çağlar boyunca art arda podyuma çıkarılıyordu. O elbiselerin yarısı ateşten, yarısı nurdan yapılmıştı; ancak bunun önemi yoktu. Çünkü giysiler, bir insanın yüklendiği misyonu, yani gerçeği bulma oyununda canlandıracağı rolüydü. Rollere takılıp kalanlardan bazıları kendilerini çok yüce görüp aldanarak, bazıları çok aşağılık sanarak, özünde bir ve eşit olduklarını hatırlayamayacaklardı.
Çünkü kendilerini özel ve ayrıcalıklı hisseden o kişiler; bulundukları konuma, “imtihan eseri ve görev gereği” geldiklerini unutmuşlardı. Toplumu oluşturan bireysel ruhlar, hem bir bedene benzeyen toplumun yaşayabilmesi, sürekliliğinin sağlanabilmesi için, hem de gerçeği arayanlara ışık tutabilmesi için o elbiseleri taşıyorlardı. Ama ikilikten ayrılamayan, birliği asla anlayamazdı.
Toplum, sanki bir tek bedendi. İnsanlarsa o bedenin hücreleriydi. Kimi insan beyin, kimi mide, kimi el, kimi ayak, kimi de göz, kulak hücresi gibiydi. İnsanın kişiliğini oluşturan iyi kötü bütün kavramlar, sadece ruhunda değil, bedeninde de çeşitli doku, organ ve yapı taşları olarak yerlerini almışlardı. Örneğin gülmek bir duyguydu ve bedende hormon olarak yer almıştı. Bedenin çeşitli yerlerinde, ruhundaki negatif kavramlara benzeyen asitler ve türlü mikroplar vardı ve onlar bile, bedene gerekliydi. Toplumda da, iyisiyle kötüsüyle her çeşit insanın olması takdir edilmişti. İnsanların toplum içindeki görevlerinin ayrı olması, değerlerinin ayrı olduğunu göstermezdi.[3] Çünkü asıl değerleri; inançla, ahlâkla ve insanlığa sağladıkları yararlarla belirlenecekti.
“Gerçekte sadece ‘O’ vardı, başkası denilenler sadece geçici görüntüler ve hissedilen hayaller gibiydi. Kendini başkalarından ayrı sananlar ve herkesin, “Mutlak Bir”in farklı tezahür ve tecellileri olduğunu kavrayamayanlar için bu dünya adaletsiz gelebilirdi. Fakat Allah’ın en önemli özelliklerinden birisi Adil olması değil miydi? Bu özelliğinin yansıması olarak, herkese eşit güzellikte bir kalp vermişti. Farklı yaşam biçimlerini deneyimleyen ve sahneleyen kimseler hep aynı hakikatin farklı suretlerdeki görüntüleriydi. Bir kesim zenginliği deneyimlerken, bir kesim de yoksulluğu deneyimliyordu. Ama her şey gerçekte olduğundan farklı algılanıyordu. Zengin rolünü canlandıran kişiler daha şanslı gibi görünse de, aslında gerçeği daha çabuk ve daha kolay kavramada yoksul rolünü canlandıran kişiler daha şanslıydı. Çünkü acı çekmeden, zoru yüklenmeden ve aciz duruma düşmeden hiç kimse kulluğunu kavrayamıyordu. Evrenin her yerinde en ilkelinden en gelişmişine kadar çeşitli yaşam formları bulunduğu gibi; kıyamete kadar dünyanın her yerinde, en aşağısından en yukarısına kadar her türlü kişilik bulunacaktı. Eğer herkes aynı telden çalsaydı, melodi ortaya nasıl çıkacak, gerçek nasıl anlaşılacaktı? Gerçek, farklı seslerin uyumunda saklıydı. Herkes aynı kalıptan çıkmış gibi, aynı şekilde düşünseydi hayatın hiçbir anlamı olmazdı. Hayatın tadı ve tuzu bu farklılıklardı. Olgunlaşmanın ve huzura ulaşmanın sırrı; herkesin birbirinin sesine kulak vermesinde, sabırla dinlemeyi ve saygı göstermeyi öğrenmesinde aranmalıydı. Farklı ifadeler, aynı gerçeğin tanımlarıydı.”
Allah, en güzel isimlerin sahibiydi ve mükemmel olan bir tek O’ydu. Bu yüzden O’ndan daha çok övgüye, hayranlığa, sevgiye, saygıya değer hiçbir şey yoktu. Bu şaşmaz gerçeğin, yaratacağı şuurlu bir varlık tarafından takdir ve tasdik edilmesini istiyor, Kendisini gereğince tanıyıp, layığınca sevebilecek bir kul yaratmayı diliyordu. Öyle bir kul ki: “Gönlünde bütün her şeyi taşıdığı halde hiçbir ağırlık hissetmesin, karşılaştığı tüm zorluklara karşın, yine de Rabbine hiçbir zaman isyan etmesin, O’ndan ayrı olsa bile daima O’nunla beraber olsun ve nereye giderse gitsin O’nu hiç unutmasın, daima ansın ve O’nunla arasına hiçbir şeyin girmesine izin vermesin.” murad buyrulmuştu. İnsan denen gizemli varlığın yaratılış gayesi işte buydu. Oysa Rabbini daima ansın diye yaratılan insan, maalesef çok nankör oluyordu. İhtiyaç duyduğu her şeyi hatırlayıp peşinden koşuyor ama, Rabbini layığınca anmayı ve aramayı aklının ucundan bile geçirmiyordu.
İnsanın; hem dört bir yanı aynalarla kaplıydı, hem bizzat kendisi bir aynaydı, fakat aynaya dikkatli bakmayı ve yazılı duran gerçeği okumayı çoğu zaman başaramıyordu. Üstelik aradığını bulmak için gerekli her türlü donanıma sahip bulunuyordu. Her varlık gerçeği yansıtan bir aynaydı ve her biri kendi içinde nice sırları taşıyordu. Her şey biricikti, fakat mikrodan makroya kadar her şey aynı sırrı saklıyordu. Her 1 varlık, 2 farklı yüze sahipti, 3 ana katmandan oluşuyor ve 4 asal dönem geçiriyordu. Her 1 varlık, 5 ayrı duyarga içeriyor, 6 değişik yönde duruyor ve kendi içinde 7 derece anlam taşıyordu. Her 1 varlığın 8 çeşit yeteneği, 9 temel içgüdüsü ve sayısız eseri vardı. Âlemlerin Rabbi olan ALLAH, tüm yarattıklarını işte bu şekilde sayıların sırrı ile bürümüştü. Ancak “1” sayısının ifade ettiği mana sadece ALLAH’a aitti. Yaratan’ı yaratılanlardan ayıran fark bu idi. Her sayının bir anlamı ve görevi vardı. Çünkü hiçbir şey boş yere yaratılmamıştı. Gerçeğe işaret eden bütün her şey gibi, tüm sayılar da önceden tasarlanmış içleri dolu simgelerdi.
Kâinat bir kitap, dünya bir bölüm, hayat bir sayfa, acı-tatlı olaylar bir paragraf, yıllar bir satır, günler bir kelime, anlar bir harf gibiydi… Kur’an’ın hitabını dürbün yaparak Allah’ın kâinat kitabını okuyabilenler, mutlu ve kutlu kişilerdi.
Kelebek böceği misali, nefis zarını deşip hikmet semasına kanat çırpanlar, sonunda hakikat sarayına erişeceklerdi.
Bu maneviyat yolculuğunda ise, insana önder ve örnek olacak mürşid-i kâmiller mutlaka gerekliydi.
Ve hele ahir zamanda; kâinatın hem sebebi hem çekirdeği, hem meyvesi, hem Peygamberi olan Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın en son ve en kâmil vekili ve vârisi olan Hz. Mehdi’nin rehberliği olmadan hakikati bilmek ve bulmak, Deccalizm’in ve Siyonizm’in kıskacından kurtulmak mümkün değildi.
[1] Karakutu Yay. 1. Baskı İst. 2006
[2] Bakara: 156
[3] Bkz: Sf: 219-223
Milli Çözüm, Her Türlü Problem ve Derde Şifa Kaynağıdır!
Hakikati kamil manada ortaya koyabilmek; Hidayet ve Feraset işidir. Şükürler olsun ki, hakikatın menbağı konumundaki Milli Çözüm gibi şaşmaz bir değere sahibiz. Rabbimiz, layık olabilmeyi nasip etsin.
Adeta çiçeklerden toparlanan polenlerden üretilen bal misali, şifa kaynağı yazılardan istifade etmemiz dileğiyle…
Her türlü küfür ve kötülüklerin şu üç günahtan doğduğunu görüyoruz. “3H” olarak hatırda tutacağımız bu anaç günahlar;
1- Hakaret (Hakir görmek),
2- Hırs (Aşırı istek),
3- Haset (Kıskançlık ve çekememek)tir.
Hakaret’in sebebi kibir ve enaniyet; acı meyvesi ise hile ve hıyanettir.
Hırs’ın sebebi gaflet, neticesi ise; hasaret ve mahrumiyet’tir.
Haset’in sebebi vicdan kirliliği ve iman zafiyeti; neticesi de cinayet ve müsrifliktir, yani fitne ve fesada yönelmektir.
Kibir ve Hakaret’in ilacı: Vahdet (Birlik).
Hırs ve Heves’in ilacı: Kanaat.
Haset ve Fesat’lığın ilacı: Uhuvvet (Kardeşlik)tir.
kulluk
Diğer insanlarda gördüğümüz bazı olumsuzlukları kınamak yerine, bu tip durumların kendimizde var olan olumsuzlukları gördüğümüz ayna misali olduğunu kabullenirsek tevbe etmemiz, kendimize çeki düzen vermemiz kolaylaşır. Tabii ki yaşadığımız ortamda var olan olumsuzlukların (Rabbimizin emirlerine ters durumların) ortadan kalkması, Adil bir dünyanın kurulması için gayret göstereceğiz. İşte bu çalışmalarımızın sürekli olması ve son ana kadar bu amaçtan ayrılmamak için nefsi dürtülerimizi kontrol altına almak ve vazifemizin sadece Rabbimize kulluk olduğu bilincinden ayrılmamamız gerekiyor.
Amin
Allah razı olsun
Adil düzen.
Mehdi (as) yolu Adil
Düzenine hizmet
Vermektedir. Milli çözüm dergisinin misyonu
Nedir?
Ülkemizde bölgemizde
İslam alaminde ve tüm yer yüzünde farklı dinden ve görüşten ama herkesin temel insan haklarına sahip ve saygın yaşayacağı. ADİL BİR DÜZENİN yeni bir medeniyet devrimini gercekleştirecek, orjinal plan ve projelerin elinde bulundugu, bunları farklı dillere cevrilip ilim ve devlet erbabına duyurulduğu bir harekettir milli çözüm dergisi.
İman Etmek
Efendimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde, “Nefsim elimde olana yemin olsun ki siz, iman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.” buyurmuşlardı. Erbakan Hocamız mana aleminde,”Ya Rabbi, kardeşliğimizi olgunlaştırmadan canımızı alma” niyazını bize öğretmişlerdi. Üstad Ahmet Akgül Hocamız ise; “Bu sene Milli Çözümcü kardeşlerimizin 2 görevi olacak.
1. Nefis tezkiyesi yapıp, hatalarımızdan kusurlarımızdan tövbe edeceğiz.
2. Kardeşlerimiz ile aramızdaki uhuvveti güçlendirmek için gayret çekeceğiz.” ödevini bizlere vermişti. Bu nasihat ve tavsiyelere uyarak, ama-fakat demeden samimiyetle birbirimizi sevme gayreti çekmek, kardeşlerimizde gördüğümüz hataları önce kendi benliğimizde tedavi etmek bizi kurtaracaktır inşallah. Değil mi ki sadıkların birbirinden başka kimsesi yok. Madem öyle onlara da birbirine karşı kalpten muhabbet beslemek düşer. Mevlam sevdiği kuluna kin gütmekten, sevmediği kuluna muhabbet beslemekten bizi korusun. Amin.
O’nu Bilmek!..
RAHİMÜ RAHMAN BENİM!
“Ben gizli bir hazineydim, bilinmek murat ettim
Âlemleri halk eyledim”, Rahimü Rahman Benim!
Hayr ve şer takdirimdir, imtihana karar verdim
Hüküm de, hikmet de emrim; hakimü Şeytan Benim!
Hücreden canlı cüsseye, kâinat hayat kimin
Milyon çeşit çiçek böcek, nebat hayvanat kimin
Hayret ve hayranlık veren, tabiat sanat kimin
Hepsin yaratıp yürüten, delilü Bürhan Benim!
Ayan oldu sıfatlarım, Zatımı bilmek muhal
İman nurumla çözülür, şifre sır dolu bu hal
Hidayetim yetişince, dalalete kalmaz mahal
Bela da şifa da Benden, her derde derman Benim!
Binbir ismim eylemekte, her mahlûkta tecelli
Halis salih kulum bulur, huzurumla teselli
Benlik dava eden gafil, kovulacak temelli
İzzet azamet hakkımdır, Hannanü Mennan Benim!
Basiretle bak âleme; ağlayan kim, gülen ne
Gören kimdir, görünen ne; doğan kimdir, ölen ne
İman tevhit, küfür şirktir; birleyen kim, bölen ne
Yüz lisanla kelam eden, sahibü insan Benim!
Güzeldeki özellik ne, nedir seni cezb eden
Aşk nedir, vuslat nedir ki; nedir sözü kizb eden
Kim Rahmani, kim şeytani; nedir farklı hizb eden
Celal ve Cemal adımdır, Rıza ve Rıdvan Benim!
Ayet kitap, hadis hikmet; emri tut, nehye sabret
Dikkat nazarıyla seyret, gördüğün her şey ibret
Kalbe türlü ilham gelir; hayra uy, şerre diret
Ölçü mizan ben koymuşum; Kur’an’la ferman Benim!
“Ehed”im, şerikim olmaz; “Ahmed”im, nezirim yok
Tek ve gerçek Sultanım ki, eşim ve vezirim yok
Her kusurdan münezzehim, misalim benzerim yok
“Her dem ayrı bir “şe’n”deyim”;* çün dehrü zaman Benim!
Yevm: Her gün, her an, her dem
Şe’n: İlahi icraatlar ve hikmetli işler.
*Rahman Suresi; 29. ayet.
Üstad Ahmet AKGÜL
KESRETTE VAHDET E ULAŞABİLMEK
AYNI MÜHÜR AYNI GÖNÜL
Kesrette vahdete ulaş, canlı cansız birliğe er
Şirkten şekavetten kurtul, dert tasadan dirliğe er
Halka şefkat hayra rehber, öncülük yap pirliğe2 er
Cümle kâinat tabiat, aynı bahçe aynı bülbül…
İlk tecelli son tecelli, aynı mühür aynı gönül…
Üstadımızın Şiirlerinden Alıntı
EN ÖNEMLİ GERÇEKLER!
Kınayıp eleştirdiğimiz, kıskanıp esirgediğimiz; ihsanlarda bulunduğumuz, hayran olduğumuz; kin tutup nefret duyduğumuz; alkışladığımız, taşladığımız; onayladığımız, karşı çıktığımız, hepsi, evet hepsi kendimiz.
Attığımız her adımda ve aldığımız her tavırda; kendimize ve özümüze biraz daha yaklaşıyoruz.
Amacımız; tayin ve takdir edilen en ileri durumumuza, makam-ı maksudumuza ulaşmak… Bir gün O’nun çehresinde kendi çehremizi, “Rahman suretinde yaratılan suretimizi” seyre koyulmak!..
“Biz Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na dönücüleriz”[2] ayetinin kutsi hikmetine ve gizemli hedefine kavuşmak…
Başkalarında görüp iğrendiklerimiz, kendi gizli çirkinliklerimiz; onlarda fark edip beğendiklerimiz kendi güzelliklerimiz ve olumlu özelliklerimizdir.
Başkaları bizim aynamız gibidir. Aynadaki yüzümüzde gördüğümüz kirler, çiğlikler ve çirkinlikler nedeniyle aynalara kızmak ve onları kırmaya kalkışmak yerine, kendi nefsimizi ve öz benliğimizi düzeltmeye çalışmak; daha akıllı ve yararlı bir girişimdir.
Hz. Ali Efendimizin:
“İyiliğim de, kötülüğüm de sadece kendimedir. Kime kötülük ettimse, kendime ettim; kime iyilik ettimse, yine kendime ettim. Kim bana kötülük etti, o bendim… Kim bana iyilik etti, o da bendim.” sözleri, hikmet ve hakikatin ta kendisidir…
Mutlak hakikat “TEK”ti ve vuslat o gerçeğe erişmekti. Yani damlaların deryaya karışıp birleşmesiydi. Bütün Hak dinler bu hakikatin öğretileri, bütün diller bu hikmetin ifadeleriydi. İnsanlardan cinlere, madenlerden meleklere, hayvanlardan havaya ve göklere; görünen ve görünmeyen her şey, aynı enerji nurunun farklı boyutlardaki görüntüleriydi. Ve ayette buyrulduğu gibi:
“Göklerin ve yerin nuru Allah-u Teâlâ Hazretleriydi.”
Kelebek böceği misali, nefis zarını deşip hikmet semasına kanat çırpanlar, sonunda hakikat sarayına erişeceklerdi.
Allah’ı
Şartsız
Kabul etmektir AŞK!..
Her buyruğuna, her çağrısına şartsız, koşulsuz, amasız, niyesiz koşmaktır… Aşk vardır, doğrudur ve hep var olacaktır. Sana cennetin kapılarını sonuna kadar açacak olan da Allah ve dava aşkıdır! O halde dünyada da ahirette de cennet istiyorsan, Allah’a Şartsız Koşacaksın… “Yap” dediğini yapacak, “bırak” dediğinden uzaklaşacaksın! Şunu unutmayın ki; insanın acıları, kederleri, sıkıntıları, huzursuzlukları Rabbinden uzaklığı kadardır!
Allah’a imanınız ve güveniniz tam anlamıyla eksiksiz olsun. O’na tüm kalbinizle inanın ve güvenin. Çünkü Allah, koruyacağını bir örümceğin ağıyla koruyan, yok edeceğini ise bir sinekle yok ediverendir!..
Milli Çözüm Hidayettir..!
Allahu Ekber….. Allahu Ekber….. Allahu Ekber….
İmtihan için geldiğimiz şu dünya hayatını ; anlamamız ve gereğini yerine getirme konusunda gayrete çabaya sevkeden , tefekküre boğup rabbimize karşı ne nankörlükler içinde olduğumuzu en zirve derecede anımsatan ve kendimizden utanmamızı sağlayan , yetmez dünya hayatımızın cennet ortamına çevirmemize katkı sunacak muhteşem ve muazzam bir şekilde ifade edilmesi gerçekten bu hakikatlerin bizlere ulaştırılmasını kaleme alan Muhterem Ahmet Hocamıza sonsuz şükranlarımı minnettarlığımı arzederim… Allah için yaşamak ancak bu kadar güzel – kabullendirici bir tarzda anlatılabilir…
Bu muhteşem makalenin sonunda da ifade edilen : [u][b]”..Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın en son ve en kâmil vekili ve vârisi olan Hz. Mehdi’nin rehberliği olmadan hakikati bilmek ve bulmak, Deccalizm’in ve Siyonizm’in kıskacından kurtulmak mümkün değildi. [/b][/u] ” bu hakikatı arayıp bulmak O’na tâbi ve taraf olabilmek için bu gerçeği özümsemiş bu gerçeğin hayata kılınması uğrunda ve bu gerçeğin anlaşılmasında kavranılmasında yaşanmasında da ANAHTAR ROL olma hususunda da ikinci bir Rehber Şahsiyete ihtiyaç var olduğu açık…
[b]MİLLİ ÇÖZÜM, HİDAYETTİR[/b]!
Milli Çözüm hayal, değil hikmettir
Aynı hakikattir, sanma farazi1…
Kur’ani ilhamdır, kutlu himmettir
Şifa kaynağıdır, olmaz marazi (2)…
Başımızı Hak sev-daya salmışız
Şükür rahmet derya-sına dalmışız
Akıl ilim vicdan, ölçü almışız
Kur’an’dan mükemmel, yoktur terazi…
Biz iman etmişiz, sanmayın güman (3)
Hakkel yakin tatmin, sağlam argüman (4)
Meali Kerimi, Hakka tercüman
Hayran kalır gelse, Fahrüddin Razi (5)…
Boş laf dedikodu, karnımız toktur
Milli Çözüm şiir-leri bir oktur
Hedefinden şaşmaz, hikmeti çoktur
Okusa mest olur, Sadi Şirazi (6)…
İbadet hizmeti, angarya saymaz
Fırsatçılık yapmaz, fesada kaymaz
Mert ve metin mü’min, davadan caymaz
Hem zoru görünce, olmaz arazi (7)…
Doğrudur sözleri, temizdir özler
Mevla’ya sığınmış, zaferi gözler
Gayesi ahiret, cenneti özler
Hak rızadan gayrı, yoktur garazi (8)…
_“Rabitu!..”_ (9) emrine, uymuş nöbette
Ekmek peynir zeytin, azık sepette
Kudret hikmet görür, her bir sebepte
Çün iman bütündür, olmaz birazi…
Hak davadan kaçıp, dünyaya hücum
Fasıkın tüm derdi, makam lahmacun
_“Ve tercune minallah, mala yercun…”_ (10)
Zalimden hainden, yok ihtirazi (11)…
Hak Batılı ayır, katan sevilmez
Seherde secde et, yatan sevilmez
_“La uhibbül afilin…”_ (12), batan sevilmez
Bakiy (13) gerek; dünya, yeter birazi…
Cihat ve tebliğden, kısmet ararsan
Gel Milli Çözüme, kıymet ararsan
Katıl has ekibe, hizmet ararsan
Münafıkı çeken, tek paparazi (14)…
*1- Farazi:* Varsayım, gerçekle alakası olmayan.
*2- Marazi:* Hastalıkla ilgili.
*3- Güman:* Tahmini sayılan, tam emin olunmayan, belgesi bulunmayan…
*4- Argüman:* İnandırıcı, ispatlayıcı belge.
*5- Fahrüddin Razi:* (1150-1210) Büyük İslam Alimi, fizikçi ve müfessir. (Mefatihül Ğayb eserinin sahibi)
*6- Sadi-i Şirazi:* Meşhur İranlı İslam şairi ve mütefekkiri (1218-1258) Moğollar tarafından şehit edilmiştir.
*7- Arazi olmak:* Görev ve sorumluluktan kaçmak, kaytarıp sıvışmak.
*8- Garaz:* Kasıt, kötü amaç, önyargı.
*9-* “Ey iman edenler! (Din ve dava uğrundaki zorluklara, hayatın ve cihadın sıkıntılarına) Sabredin ve sabır üzerinde yarışın, (Allah’la, peygamberlerle, cihad emirinizle, Hakk yoldaki cemaatinizle) irtibatınızı koparmayın, kararlı ve sebatlı davranın (ve nöbet ve hizmet yerlerinizi terk edip ayrılmayın. Bu emirlere karşı gelmek hususunda) Allah’tan korkun. (Bu sayede) Umulur ki kurtuluşa ve başarıya (felaha) ulaşırsınız!..” (Al-i İmran Suresi: 200)
*10-* “(Münafıklar ve inkarcılar İslam’ın hakimiyeti ve ahiret nimetleri hususunda) hiçbir umut taşımadıkları ve vicdani huzur ve onurdan mahrum kaldıkları halde Siz ey mücahit Mü’minler, Allah’tan zafer, galibiyet, Cennet ve rü’yet gibi faziletler ummanın huzurunu yaşamaktasınız” (Nisa Suresi: 104)
*11- İhtiraz:* Korkup çekinme, usanıp vaz geçme
*12-* (Hz. İbrahim:) Ben batıp bitecek, elimden kayıp gidecek olan, fani ve geçici şeyleri sevmeye ve gönül vermeye layık bulmuyorum. Çünkü Bakiy olanı ve ebedi hayatı istiyorum. (En’am Suresi: 76)
*13- Bakiy:* Ölümsüz olan, varlığı asla sonlanmayan Allah (cc)… Sonsuz ve kusursuz ahiret hayatı.
*14- Paparazi:* Meşhur insanların fotoğraflarını çeken muhabirler.
Hz. Ali Efendimizin:
“İyiliğim de, kötülüğüm de sadece kendimedir. Kime kötülük ettimse, kendime ettim; kime iyilik ettimse, yine kendime ettim. Kim bana kötülük etti, o bendim… Kim bana iyilik etti, o da bendim.” sözleri, hikmet ve hakikatin ta kendisidir.
Yaratılış gayemize layık olabilmek umuduyla…
Kendisini gereğince tanıyıp, layığınca sevebilecek bir kul yaratmayı diliyordu. Öyle bir kul ki: “Gönlünde bütün her şeyi taşıdığı halde hiçbir ağırlık hissetmesin, karşılaştığı tüm zorluklara karşın, yine de Rabbine hiçbir zaman isyan etmesin, O’ndan ayrı olsa bile daima O’nunla beraber olsun ve nereye giderse gitsin O’nu hiç unutmasın, daima ansın ve O’nunla arasına hiçbir şeyin girmesine izin vermesin.” murad buyrulmuştu. İnsan denen gizemli varlığın yaratılış gayesi işte buydu.
Medet Ya Rabb, Sahibimsin…
“Allah, en güzel isimlerin sahibiydi ve mükemmel olan bir tek O’ydu. Bu yüzden O’ndan daha çok övgüye, hayranlığa, sevgiye, saygıya değer hiçbir şey yoktu. Bu şaşmaz gerçeğin, yaratacağı şuurlu bir varlık tarafından takdir ve tasdik edilmesini istiyor, Kendisini gereğince tanıyıp, layığınca sevebilecek bir kul yaratmayı diliyordu. Öyle bir kul ki: “Gönlünde bütün her şeyi taşıdığı halde hiçbir ağırlık hissetmesin, karşılaştığı tüm zorluklara karşın, yine de Rabbine hiçbir zaman isyan etmesin, O’ndan ayrı olsa bile daima O’nunla beraber olsun ve nereye giderse gitsin O’nu hiç unutmasın, daima ansın ve O’nunla arasına hiçbir şeyin girmesine izin vermesin.” murad buyrulmuştu. İnsan denen gizemli varlığın yaratılış gayesi işte buydu. Oysa Rabbini daima ansın diye yaratılan insan, maalesef çok nankör oluyordu. İhtiyaç duyduğu her şeyi hatırlayıp peşinden koşuyor ama, Rabbini layığınca anmayı ve aramayı aklının ucundan bile geçirmiyordu.”
HAYAT; SERAB, HAKİKAT İSE; RABB!.. gerçeğine her daim erenlerden eylesin Rabbim. Huzur başlığın içinde görmek isteyene Allah razı olsun.
Hz. Mehdi’nin rehberliği
Ve hele ahir zamanda; kâinatın hem sebebi hem çekirdeği, hem meyvesi, hem Peygamberi olan Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın en son ve en kâmil vekili ve vârisi olan Hz. Mehdi’nin rehberliği olmadan hakikati bilmek ve bulmak, Deccalizm’in ve Siyonizm’in kıskacından kurtulmak mümkün değildi.
Rab’bim ilmimizle amel etmeyi nasip etsin… Amin
Kelebek böceği misali, nefis zarını deşip hikmet semasına kanat çırpanlar, sonunda hakikat sarayına erişeceklerdi.