SİYASET VE STRATEJİ İLİŞKİSİ
Evet, siyaset; ehil ve emin olanların elinde sebeb-i selâmet, cahil ve hain olanların elinde ise sebeb-i felakettir. Çünkü, siyaset, hak ve adaletle toplumu idare etme mesleğidir. İnancımıza göre bu meslek, mukaddes ve mübarektir. Zira “Bir saat adaletle hükmetmenin, yetmiş yıl nafile ibadetten hayırlı olduğu” hadisle bildirilmiştir. Adaletle hükmetmek ve hayrı yürütmek için de mutlaka hükümet olmak gerekmektedir. Hükümet ise, baştan sona siyaset işidir.
“Mademki hepsine sahip olamıyorum, öyle ise hiçbirini kabul etmiyorum” mantığı yerine “Ne kadarını kurtarabilirim ve davama neler katabilirim” düşüncesi daha gerçekçidir. Asla unutmayalım ki, parti amaç değil, araç yerindedir. Asıl amaç ise Hakkın rızası için halka hizmettir. Öyle ise önümüze çıkan hizmet imkânlarını tepelemek ve fırsatları boşa vermek vebaldir.
Hatta tek başına iktidar olma imkânı bulunsa bile;
a- Hem muhaliflerimizin şer ittifakını ve tahribatını önlemek…
b- Hem rakiplerimizin bazı kabiliyet ve kadrolarını hayır ve hizmette değerlendirmek…
c- Hem de daha geniş toplum kesimlerinin desteğini elde etmek üzere, onların bir kısmıyla iş birliğine girişmek zafiyet değil, kuvvettir; zillet değil, zaferdir! İbret ve dikkatle bakınız! Sahabenin zillet zannettiği Hudeybiye Barışı’nı Kur’an zafer olarak nitelendirmiştir.[1]
Güçlü ve güvenilir liderlerin tavizi azizlik, zayıf ve çaresiz liderlerin tavizi ise acizliktir. Ancak büyük oynayan ve tedbirini sağlam alan liderler büyük tavizleri göze alabilir!.. Siyaset, kuru kahramanlık sahnesinde, kabadayılık gösterisi yapmak değildir. Siyasetçi, Uzak Doğu sporcularına değil, satranç oyuncularına benzemelidir.
Basit liderler halkın ve olayların peşinden gider. Boş ve peşin alkışlarla yetinir. Büyük liderler ise, halkı kendi peşinden sürükler ve olaylara yön verir. Dış tehdit ve tehlikelere karşı, içteki barışı ve birliği sağlamaya yönelik tavizlerle, karanlık merkezlerin bizim aleyhimize kullanmak için kışkırttığı “piyon”ları kendi lehimize değerlendirmek üzere verilen tavizler, ileride çok talihli sonuçlar doğurabilir ve tarihin akışını değiştirebilir. Dünyayı yöneten şer güçlerin ve şeytani çevrelerin, bizim aleyhimize hazırladıkları siyaset ve stratejilerini önceden sezebilen ve karşı tedbirleri alabilen bir Liderin, milli menfaatler için yerli kuruluşlara bazı tavizlerde bulunması, onlara tavır koymasından daha hayırlı ve daha yürekli bir harekettir.
Her konuda olduğu gibi, siyasette de başlangıç değil sonuç önemlidir. Çünkü “Rağbet, akıbete göredir” ve akıbet muttakilerin (dürüst ve değerli kimselerin)dir.
Geçmişte de, taviz sayılan ve karşı çıkılan bazı girişimlerin, hangi olumlu sonuçları doğurduğunu hâlâ göremeyen akıl fukaralarına, veya kasıtlı olarak ters gösteren nankör münafıklara laf anlatmak için vakit harcamak beyhudedir. Bir milletin, hatta beşeriyetin tarihini ve talihini değiştiren büyük liderlerin hayatını inceleyiniz! Bunların hepsinin de, kimlere ne kadar taviz vereceğini ve kimlere karşı nasıl inatla direneceğini çok iyi bilen kimseler olduklarını göreceksiniz. Zira eşek arısına top atmak israf, yaban ayısına taş atmak ise divaneliktir. Zahirde korkusuzca ve kahramanca görünen bir tavır, şayet düşmanların işine yarayacaksa, bunu gafletle yapmak hezimet, ama bile bile yapmak hıyanettir!..
Ve yeri gelmişken hatırlatalım:
Süper güç olmak için sadece ekonomik zenginlik yetmez. Eğer yetse idi Almanya süper güç olurdu.
Süper güç olmak için sadece teknolojik üstünlük yetmez. Eğer yetse idi Japonya süper güç olurdu.
Süper güç olmak için nüfus yoğunluğu yetmez. Eğer yetse idi Hindistan süper güç olurdu.
Süper güç olmak için tek başına askeri güç yetmez. Eğer yetse idi Çin süper güç olurdu.
Süper güç olmak için sadece stratejik konum ve potansiyel imkânlar da yetmez. Eğer yetse idi Türkiye süper güç olurdu.
Halbuki süper güç olmak için, bütün bunları değerlendirecek ve dünya dengeleriyle oynayabilecek bir “Süper Beyin”e ihtiyaç vardır!.. Ve işte Türkiye’nin, İslam âleminin ve tüm mazlum milletlerin şansı bu Süper Beyin’dir!? Onun ilmi, insani projeleri ve bunları uygulayacak sadık takipçileridir!
Evet, siyasetin ehil olmayanların elinde felaket, ehil olanların elinde ise selamet sebebi olduğunu yukarıda söylemiştik. Önemine binaen tekrar belirtelim ki:
Siyaset; Hesaplı ve programlı davranmak ve planlanan sonuca ulaşmaktır!
Siyaset; Muhaliflerini zor kullanmadan ve kendisi de zarara uğramadan onları mükemmelce aşmaktır!
Siyaset; Çizilen haklı çizgi içine farklı çizgileri de yerleştirme, yani kendi doğruları içinde başkalarının eğrilerini eritebilme ustalığıdır!
Siyaset; Her düşünceye tahammül edip, adilce davranma uygarlığıdır!
Siyaset; Bütün beşeri zaaflarına gem vurmak ve bağlılarını da manevi disiplin altında tutmak başarısıdır!
Siyaset; Bilgece düşünmek, bilgece konuşmak, bilgece davranmak ve bilgece yaşamaktır!
Siyaset; İktidar tuvalinde[2] toplum tablosuna en uygun rengi hazırlayabilme sanatıdır!
Siyaset ilmi, Allah’ın ender kişilere lütfettiği çok önemli bir armağandır![3]
Velhasıl; bazen “Büyük ve kalıcı menfaatlere ulaşmak için, küçük ve geçici zararları ve tavizleri göze almak gerekebilir. Bunu yapamayan siyasiler ağır bir sorumluluk ve tarihi bir suçluluk altındadır.”[4]
“Hem insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nispetindedir. Himmetin derecesi ise maksat ve meşguliyetinin (yüksekliği) nispetindedir.”[5]
Siyasi şuuru olmayanların, insani onuru da bulunmayacaktır. Bu nedenledir ki;
Siyaset, gerçek ayarımızı ortaya koyan en hassas bir terazi konumundadır.
Siyasette, bâtılların yanında ve zalimlerin yardımında olanların, ibadetleri de sadece “âdet ve gösteriş”ten ibaret kalacaktır.
Evet, siyaset, “hikmet ve feraset” ister. Yoksa körün şoförlüğüne benzeyecektir!..
Siyaset, “sabır ve metanet” ister. Yoksa hoş ama boş gösterilere dönüşecektir.
Siyaset “kadro ve kuvvet” ister. Yoksa Don Kişot’un maceralarından farksız hale gelecektir.
Siyaset “iman ve istikamet” ister. Yoksa firavunluğa ve fırsatçılığa özenecektir.
Velhasıl insani siyaset, Peygamber mesleğidir. Şeytani siyaset ise menfaat meselesi ve mason hizmetçiliğidir.
Siyasette Başarı ve Bereket ise Şu Yedi Şeye Bağlıdır:
1- İnanç ve irade: Davasının haklılığına ve mutlaka zafere ulaşacağına inanmayan ve bu inancın gereği olan azim ve iradeyi ortaya koyamayanlar; siyasi müflis olmaya mahkûmdurlar. Kendileri inanmadıkları bir davaya, başkalarını ise asla inandıramaz ve halkın güvenini ve desteğini sağlayamazlar.
2- Bilgi ve beceri: Davasının esaslarını, ülke insanının sorunlarını ve çözüm yollarını, değişen ve gelişen dünya şartlarını bilmeyen, takip etmeyen, kendisini devamlı yenileyip yetiştirmeyen siyasiler, bu yarışta saf dışı kalırlar.
3- Plan ve proje: Uzun ve kısa vadeli hedefleri ve projeleri bulunmayan… Bunları dikkatle belirleyip, titizlikle tatbike koyamayan siyasiler; zaman, imkân ve eleman israf edeceklerinden, asla başarıyı yakalayamazlar.
4- Eleman ve ekip: Her işi tek başına yapmaya kalkışan… Ekip çalışmasına yanaşmayan ve alışmayan… Danışma ve dayanışma içinde olmayan… Yeterli ve yetenekli elemanlardan kendi marifet ve mesuliyetleri sahasında yararlanamayan siyasiler, sonunda yenilmekten ve bitip tükenmekten kurtulamazlar.
5- Koordine ve organize: Aynı inancı ve aynı amacı paylaşan kurum ve oluşumlar arasında, gerekli ve ahenkli bir iletişim ve iş birliğini sağlayamayan siyasiler, hayallerini hakikate çeviremez ve arzulanan hedefe yanaşamazlar.
6- Takip ve değerlendirme: Ekip ve elemanlarını, onlara emanet ettiği görev ve programlarını sık sık takip ve teftiş etmeyen… Aksaklıkları ve tıkanıklıkları vaktinde fark edip gidermeyen… Yanlışlık ve yamukluklarını düzeltmeyen siyasiler, Zafer Bayramı’nı kutlayamazlar.
7- Varılan netice: Kısa ve uzun vadeli hedeflerine ne ölçüde yaklaşıldığını… Hangi başarıların, hangi plan ve elemanlarla kazanıldığını… Bundan sonra hangi engellerin hangi taktik ve stratejilerle aşılacağını… Hem rakiplerini hem de iş birliği yapması gerekenleri hangi önem ve öncelik sırasına göre nasıl konuşlandıracağını bilmeyen siyasiler de mutlu sona ulaşamazlar.
Stratejik Kölelik ve Zalimlerin Politik Hedefleri
Gerçek düşmanı tanımamak, gizli sömürü ve tahakküm odaklarının demokrat figüranlığını yapmak, artık en gafil ve rezil bir köleliğe dönüşmüş bulunuyordu. ABD yönetimine yakınlığı ve muhafazakârlığı ile tanınan The Heritage Foundation’ın 1983 yılında dış politika analisti James A. Phillips’e hazırlattığı ‘Koruyucu İslam Kuşağı’ adlı raporda, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Müslüman ülkeler topluluğunun, Sovyetler’i bir duvar gibi kuşatması öneriliyordu. 1979 yılında İran İslam Devrimi’nin fiilen son verdiği CENTO’nun dağılması, Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgale kalkışılması, ABD açısından bölgede ciddi bir kriz olarak algılanıyordu!.. Oysa Afganistan işgali komünizmi yıktığı gibi, 11 Eylül bahaneli Amerikan vahşetleri de kapitalizmi yıkacağa benziyordu.
“Komünizme karşı kalkan oluşturma” palavrası!
Heritage raporundan önce de Ortadoğu’da ‘İslam kartının’ kullanılması doğrultusunda yaklaşımlar mevcuttu. Başkan Carter’ın Ulusal Güvenlik İşleri Danışmanı Zbigniew Brzezinski, 1977 yılından beri ‘İslam’ın komünizme karşı bir kalkan’ olarak kullanılmasını savunuyordu. Ayrıca 1979 Aralık ayında Şah’a direniş hızlandığında ABD Ulusal Güvenlik Konseyi, Sovyetlere bağlı ülkelere ve İslam nüfusunun yoğun olduğu cumhuriyetlere yönelik radyo yayınlarının arttırılmasına karar veriyordu. Bu kararı müteakip, Carter yönetimi 1980 yılı bütçesi ile ilgili olarak Senato Dış İlişkiler Komitesi’ne verdiği raporda; Ulusal Güvenlik İşleri Danışmanı Brzezinski’nin, ‘yükselen siyasi güç olmaya başlaması nedeniyle dünya çapında İslam fundamentalizmi konusunda araştırma yapılması işini yönettiğini’ bildiriyordu. Brzezinski’nin, üzerinde araştırma yaptığı ‘kanun dairesinde İslam’ yani; Türkiye, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Pakistan’daki; Amerikan aleyhtarı olmayan, sistemin kontrolü altındaki İslam’dı. İşte Sovyetleri kuşatmaya yönelik bu ‘kanun dairesindeki İslam’ eksenli ‘koruyucu kuşak’ formülasyonu ve Brzezinski etiketli bir strateji olarak ABD tarafından uygulamaya konuldu. Brzezinski; bölgede Pakistan, Suudi Arabistan ve Türkiye’yi kapsayacak bir politik iş birliği yapısını güvence altına alacak ‘Middle East Treaty Organization’ (METO) adını verdiği bir de örgütlenme öneriyordu. Brzezinski’nin ‘Koruyucu İslam Kuşağı Stratejisi’, “dost ülkelerde İslam’ı kontrol etmek ve kullanmak, düşman ülkelerde ise kışkırtmak ve karıştırmak” prensibine dayanıyordu.
Carter yönetiminde altyapısı hazırlanan bu strateji, Reagan döneminde de geçerliliğini korumaya devam ediyordu. Wohlstetter Doktrini olarak bilinen ve ABD Dışişleri Bakanı Haig ve Bakan Yardımcısı Burt tarafından Reagan yönetiminin benimsediği açıklanan strateji ‘Koruyucu İslam Kuşağı’nı içerik olarak daha da geliştiriliyordu. Bu doktrine göre; Sovyetlerin Ortadoğu’da etkisinin kırılması için Pakistan, Türkiye ve Suudi Arabistan’dan oluşan İslam kuşağının birbirleriyle, ayrıca Körfez ülkeleri ve Çin’le ilişkileri teşvik ediliyordu. Çünkü hakiki İslamiyet’in yükselişi Batı çıkarları için “tehdit ve tehlike” görülüyordu. O nedenle İslami hareketler müttefik ülkelerde denetlenirken, düşman ülkelerde kışkırtılıyordu. Özellikle Türkiye’nin Körfez’e, ABD çıkarlarını destekleyecek tarzda müdahale kapasitesi arttırılıyordu. ABD emperyalizmi ‘Koruyucu İslam Kuşağı’ temelinde, Sovyetlerin güneyini Çin’den Türkiye’ye kadar kuşatırken, Körfez’de bulunan ve dünya petrol kaynaklarının %65’ini oluşturan muazzam rezervleri denetimi altına almayı amaçlıyordu. Aslında Sovyetlerin Körfez’e yönelik askeri bir harekâta girişmesinin mümkün olmadığını ABD kurmayları da pekala biliyordu!
Yeşil kuşağın (Türk-İslam coğrafyasının) askeri üslerini, Amerika’nın emrine sokması!
Suni olarak yaratılan tehdit senaryolarıyla; Batı’nın petrol ikmalini kesebilecek bir Sovyet saldırısına karşı ABD askeri gücünün bölgede kalıcı üsler edinmesi meşru hale getiriliyordu. Bu bağlamda 12 Eylül Darbesi sonrasında Türkiye’nin; Çin, Pakistan, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Tunus ve Kuveyt ile ilişkileri ‘aniden’ oldukça sıcak bir biçimde gelişiyor; Türkiye milli çıkarlar peşinde koşarken, NATO eski Müttefik Kuvvetleri Başkomutanı ve Reagan dönemi Dışişleri Bakanı Alexander Haig, 1985 yılında ‘Washington Basın Klübü’nde yaptığı açıklamada; bu ilişkilerin geliştirilmesinin ‘Amerika’nın teşviki’ sayesinde gerçekleştiğini belirtiyordu. Haig’in açıklamaları aynı zamanda “Koruyucu İslam Kuşağı’nın İsrail’in varlığını güvence altına alan” yönüne de ışık tutuyordu. Haig bu konuda şunları vurguluyordu:
“Bence Ortadoğu ve Güneybatı Asya bir bütündür. Bugün böyle söylüyorum, Bakanlığım döneminde de böyle düşünüyordum. O yıllarda Ortadoğu’da bir ortak amaç motivasyonunu şiddetle ön plana çıkarmak ihtiyacı beliriyordu. Arap, Türk, Yahudi olduklarını bir tarafa bırakıp, bölgede ülkelerarası stratejik anlayış birliği yaratılması gerekiyordu. Bu stratejik anlayış birliği bizim için öylesine önem taşıyordu ki Bakanlığım yıllarında özellikle Pakistan ile Türkiye arasında dayanışma oluşturmak için yoğun çaba göstermiştim” diyordu. Haig’in “Amerika’nın bundan menfaati ne olacaktı?” sorusuna cevabı ise: “Bu ülkelerin kendi aralarında ortak çıkarlar bulmaları bile, yeterince Amerika’nın menfaatineydi!” biçiminde oluyordu. Haig, “Stratejik anlayış birliğinin benim kafamdaki coğrafyası da Çin’den, Pakistan, Mısır, Türkiye ve İsrail’e kadar uzanıyordu” diyerek, önemli bir olguya ve İsrail’i koruyup kollama duygusuna işaret ediyordu.
‘Koruyucu İslam Kuşağı’ bir yanıyla Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarlarıyla uyumlu işbirlikçi Arap rejimlerini güvence altına alırken, diğer yandan İsrail’in stratejik varlığını güçlendiriyordu. “12 Eylül Generallerinin kozmetik bir uygulama ile İsrail’le siyasi ilişkilerini düşük profilli, bir temsil esasına bağlamasının, Suudi monarşisinin kendisini Siyonizm karşıtı göstermesinde olduğu kadar değeri vardır” iddiaları bir yanılgıyı yansıtıyordu. (Evet bizce bu iddialar bir yanılgıdır ve hatta bir önyargıdan kaynaklanmaktadır. Çünkü 12 Eylül harekâtı, sözde Konya’da yapılan ve İsrail’i kınayan büyük MSP mitingini gerekçe göstermişken, İsrail’le ilişkileri en alt seviyeye indirmesi ve milli şuurun yeşerip yerleşmesine yarayacak adımlar atıvermesi sonucu geç fark edilip, Kenan Paşa ve ekibine saldırmaya başlanmıştı.) İsrail’in Ortadoğu’da finansal, askeri, teknolojik varlık koşullarını yaratan ABD emperyalizminin en büyük işbirlikçisi Suudi monarşisi, ‘Koruyucu İslam Kuşağı’ stratejisi ile Siyonist sömürgeciliğin dayanaklarını sağlamlaştırmada önemli bir rol oynuyordu.
Darbeleri ve Dengeleri Zorlama!
Türkiye’de bir dönemin ideolojik-politik omurgasını oluşturan görünürdeki Türk-İslam sentezi kadroları, söylemde antisiyonist geçinirken, aslında her türlü Milli hareket ve fikre düşmanlık temelinde Siyonist devletin, askeri-politik güvencesini pekiştiren ‘Koruyucu İslam Kuşağı’nın en büyük destekçileri oluyordu. Takkeli komprador kapitalizmin bu ‘hacı’lar diktatörlüğü, serbest pazar tek tanrıcılığının neoliberal uygulamalarına İlahi bir çerçeve kazandırırken, cüretini ABD emperyalizmine dayandırıyordu. ABD emperyalizminin küresel egemenlik stratejisinde, politik iktidarın ‘ılımlı’ İslamcılarda olması bir sakınca oluşturmuyordu. Küresel neoliberal kapitalizm ile ‘ılımlı’ olarak etiketlenen İslami akımlar, birbirini tamamlayıcı unsurlar haline getiriliyordu. Post modern söylemlerle popüler hale getirilen Amerikan “hoşgörü” ideolojisinin kimlik vurguları: Vicdan, direniş, insani duyarlılık gibi değerlerden İslam’ı arındırırken, sermaye egemenliği stratejisine kilitlenmiş bireysel bir duruşun, ibadetçi ikiyüzlülüğü ‘ılımlı’ olma etiketiyle dayatılıyor ve toplum aldatılıyordu. İslam, hayata yön veren gerçek kimliğinden uzaklaştırılıp, mistik ve fantastik hayali bir dünyaya transfer ediliyordu. Dinimiz; vahşet derecesinde kutuplaşmış bir kapitalist genişlemenin doğal sonucu olan küresel bir ırk ayrımcılığı sisteminin onaylayıcısı haline getirilmeye çalışılıyordu. Ama Erbakan Hoca’nın dehası ve manevrası ile, 12 Eylül’de istismar edilmeye çalışılan İslam ruhu ve Kuvay-ı Milliye şuuru, sonunda kârlı çıkıyor ve Refah’ın 1. Parti olmasına bir nevi zemin hazırlanıyordu.
Daha düne kadar Afganistan’da ABD’nin ‘Koruyucu İslam Kuşağı’ stratejisinin kiralık katilleri olarak çalışan; Suudi Arabistan, Pakistan, Britanya destekli sözde ‘özgürlük savaşçıları’ (El-Kaide, DEAŞ ve türevleri) şimdi maalesef Müslüman halkları ve özellikle ağabey ve şeyh takımını kompradorlaştırma dalgası ile kuşatan emperyalizm; yeni saldırı senaryolarının karanlık gerekçelerine hazırlanıyordu. Bu arada İsrail’in Afganistan’daki sözde ‘özgürlük savaşçıları’na ve Taliban oluşumuna yoğun desteğine ilişkin kirli sırların üzeri kapatılıyordu. Şimdilerde yeni bir oluşum gibi sunulan ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin kökleri, ABD’nin NATO’yu da devreye sokarak Avrasya’da küresel egemenlik kurma niyetinden kaynaklanıyordu. Avrasya’da ‘istikrarsızlık’ potansiyellerinin askeri denetimi adına büyük bir üsler kuşağı oluşturan ABD emperyalizmi, sözde siyasal İslamcı ve din istismarcısı yapılar oluşturup iktidara taşıyor, bunları BOP’un eşbaşkanı yapıyor ve önce Erbakan’ı devre dışı bırakmayı amaçlıyordu.
BOP’a hazırlık ve soysuzlaştırma:
ABD; ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nden çok önce geleceğin askeri denetim ağını oluşturmak için, Balkanlar’dan başlayıp, Ortadoğu ve Kafkasları kapsayıp, Orta Asya’yı da içerecek bir Siyonist sömürüye bağımlı ve ılımlı Müslüman devletler zinciri kurma planını uygulamaya başlıyordu. Bosna ve Kosova’yı karıştırmak, bu zincirin Balkanlardaki halkalarını oluşturuyordu. Irak’ta, kalıcı ABD üsleri bu maksatla kuruluyordu. Kafkasya ve Orta Asya’da Amerikan askeri varlığı önemli boyutlarda arttırılıyordu. İsrail, Türkiye, Mısır, Ürdün ekseni ise; sadece kamuoyunu yatıştırmaya yönelik ve göstermelik İsrail ‘terörü’ kınamaları dışında güdümlü iktidarlar ve NATO gözlüklü sivil ve siyasi bürokratlar tamamen ABD taşeronluğu yapıyor ve Bush-Şaron yönetimlerinin değiştirilmesi temelinde daha rahat geliştirilecek programlar hazırlanıyordu. NATO’nun, Ortadoğu’da kazanacağı işlevler ve ABD’nin Avrasya zemininde yaptıkları değerlendirilirse, gerçek yüzü ortaya çıkıyordu. Irak’ta İslam’ın kutsal mabetlerine yakın insanlara ABD’li Generallerin emirleriyle, tüm beşeri varlıklarını ve onurlarını yok etmek için kadın-erkek tecavüz edilip, böylece Müslümanlık açısından bir moral yıkım anlamına gelen ve daha önce Haçlı Orduları tarafından uygulanan Lut’laştırma dayatılırken, emperyalizmin şahsi makam ve menfaat güvencesi, bugün Türkiye’nin ılımlı İslamcıları ve istismarcı iktidarları başta olmak üzere tüm İslam dünyasında paylaşılan ve arkasına sığınılan “Barış ve hoşgörü” safsatası oluyordu.[6]
Tarihin değil, adalet ve asaletin sonunu hazırlama!
Her şey ne güzel gidiyordu. Dizleri üzerine çökmüş Sırbistan, bir avuç dolar için mazlum ve Müslüman katili Miloseviç’i Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne satmaktan çekinmiyordu. NATO, güçsüz Rusya’ya karşı, ama asıl Türkiye’yi ve İslam ülkelerini kuşatmak kasıtlı, doğuya doğru genişliyordu. Irak’tan sonra Suriye çeşitli bahanelerle bombalanabiliyordu. UKO (Arnavut Ulusal Kurtuluş Ordusu Milisleri) işgalindeki Makedonya, onu silahlandıranların sunduğu sözde silahsızlanmayı kabul etmeye mecbur kalıyordu!.. Mazlum Filistin halkı sıkı denetim ve ambargolar altında eziliyordu. Filistinli liderler ise akıllı bombalar tarafından yok ediliyordu. O yıllarda Türkiye’de, hisse senedi sahipleri rekor kârlar yapıyordu ve destek veriliyordu. Milli ve siyasi sol solduruluyor, İslami hareketler “layt” ediliyor, tüm partiler neoliberalizm ve sözde “insani” müdahaleciliğin ardında toplanıyordu. Kısacası, bazı yorumcuların deyimiyle, bölgemiz huzur içinde demokrasiye koşuyordu!?
11 Eylül’de Şaşkınlığa Uğrama!
Sonra birden şok, şaşkınlık ve dehşet yaşanıyordu. Tüm zamanların en büyük gücü, tek gerçek evrensel imparatorluk sanılan ABD, 11 Eylül’de tam kalbinden, zenginlik ve iktidarının merkezinden vuruluyordu. Eşsiz bir elektronik casusluk şebekesi, benzersiz güvenlik önlemleri, yüz milyarlarca dolarlık askeri bütçeleri, bunların hiçbiri, felaketi önlemeye yetmiyordu!..
Eski ABD Dışişleri Bakanı Siyonist Bayan Madeleine Albright, ölen yarım milyon Iraklı çocuğun, ambargoya değip değmediği sorulduğunda, “Bu çok zor bir tercih, ama sanırım değer” yanıtını veriyordu. Ama İkiz Kuleler çökünce bu zalimler zıvanadan çıkıyordu. Oysa masumların katledilmesi asla kabul edilemez bir durumdu. Ama bu demek değil ki, saldırının altında yatan nedenleri anlamaya çalışmayacağız, bu kendimizi aldatmak olurdu…
Amerikalı savaş karşıtı A. J. Muste, her savaşın kaybedenden çok kazanan tarafın başına sorun olduğunu söylüyordu. Çünkü zaferi kazanan, şiddetin işe yaradığını öğreniyordu ve daha da azgınlaşıyordu. Savaş sonrası tarihin tümü, bu gözlemin doğruluğunu gösteriyordu. ABD’de, ülkeyi tehdit eden hiçbir doğrudan tehlike yokken, Savaş Bakanlığı’nın adı Savunma Bakanlığı’na çevriliyor ve hükümetler, birbiri ardına ve komünizmi bastırmak palavrasıyla, askeri müdahale ve siyasi istikrarsızlaştırma kampanyalarını yürürlüğe koyuyordu. Bugüne döndüğümüzde, Batı ve özellikle Amerikan politikasıyla ilgili birkaç soruna göz atmamız gerekiyordu:
1- Kyoto Protokolü: Amerika’nın bu protokole muhalefetinin temelinde bilimsel bir neden yoktu. Gerekçe, “ekonomi için kötü” olduğuydu. Günde 12 saat kölelik ücretleriyle çalışan insanlar, bu tutuma nasıl bir tepki koyacak? sorusu hesaba katılmıyordu!..
2- Durban Konferansı: Maalesef Batı, kölelik ve sömürgecilik nedeniyle tazminat ödeme fikrini bile kabul etmiyordu. Oysa İsrail devletinin, antisemitik zulüm nedeniyle kurulup, kazandığı bir tür tazminat olduğu niye saklanıyordu? Gerçi ne gariptir ki; Avrupalılar tarafından işlenmiş suçların bedelini yani katliamı Avrupalı Naziler işliyor, ama Filistinli sahipsizlerin vatanı ellerinden alınıyordu ve bedelini Filistinliler ödüyordu. Böylesi bir tutumun, sömürgecilik kurbanları tarafından bir tür ırkçılık olarak değerlendirileceği niçin unutuluyordu?
3- Makedonya: Batı (Siyonizm) bölge ülkelerini zayıflatmak, karıştırıp korkutmak için bu ülkeyi sürekli kışkırtıyordu ve onlar da, çaresiz, Batı’nın emirlerini yerine getiriyordu. Sonuçta, NATO tarafından silahlandırılan çetelerin, NATO denetimi altındaki topraklarından yöneltilen saldırılarına maruz bırakılıyordu. “Acaba bu ülkedeki ve bölgedeki halklar bu konuda ne düşünüyor?” diye kimse hesaba katmıyordu!..
4- Afganistan: Usame Bin Ladin’in, güya SSCB’ye karşı Afganistan’ı kullanan Amerikalılar tarafından eğitilip silahlandırıldığı ne çabuk unutuluyordu. Eski Başkan Carter’ın danışmanı Zbigniew Brzezinski‘nin “büyük satranç tahtası” olarak adlandırdığı bölgedeki oyunda kaç insan ölüyordu? Asya, Orta Amerika, Balkanlar veya Ortadoğu’da, Siyonist ve emperyalist merkezler tarafından kullanılıp sonra kendi hallerine bırakılan kaç terörist yetiştiriliyordu?… Konuları niye konuşulup tartışılmıyordu?
5- Irak: On yıl boyunca Irak halkı, yüz binlerce ölüme yol açan bir ambargoya tâbi tutuluyordu. Sebebinin, Irak halkının malı olan petrol kuyularını kontrollerine almak olduğunu herkes biliyordu. Ama kışkırtılıp Kuveyt’e saldıran Saddam’ın despotluğu bahane yapılıyordu. Peki, 1967’den bu yana yasadışı işgalini sürdüren İsrail’e yönelik niye hiçbir yaptırıma girişilmiyordu? Acaba Batı’nın “Her şeyin sorumlusu Saddam Hüseyin’dir veya Beşşar Esad’tır” yalanlarıyla gafil Müslümanlar mı avutuluyordu?
İşte bu yüzden; emperyalizme kafa tutan Erbakan, Latin Amerika, Endonezya ve İran düşman ilan ediliyor, Rusya kıskaca alınıyordu. 11 Eylül trajedisinin, “timsah gözyaşları” dışında Amerika’ya acımaya ve bu bahaneyle başlattığı saldırıları haklı bulmaya yol açacağını sananlar da aldanıyordu. Hem despotik köleliğin, hem de demokratik köleliğin mimarı (canavarı) olan Amerikan saltanatı artık temelinden sarsılıyordu!
Akıllı analizler yapmanın ve bir öz eleştiride bulunmanın tam zamanıdır!
ABD’nin 11 Eylül hezimeti üzerine elbette kızgın haykırışlar ve dayanışma mesajları yayımlanıyordu. “Sert yanıtlar” verildiğinde alkışlayanlar da çıkıyordu. (Acaba nereyi bombalayacaklar; Sudan’da bir ilaç fabrikasını mı, yoksa Yemen havaalanlarını mı?) Çok sayıda entelektüel enayi; bu saldırıları, karşı oldukları kişiye bağlayan sözde akıllı analizler yapıyor, sahte benzerlikler kuruyordu. Saddam, Kaddafi, Batılı savaş karşıtları, antiemperyalistler, Filistin Kurtuluş Hareketi, hatta Çin, Rusya ve Kuzey Kore suçlanıyor, birçoğu ortadan kaldırılıyordu. Böylesi bir barbarlığın Amerikalılara tamamen yabancı olduğunu söyleyenler bile çıkıyordu. Öyle ya, ne de olsa biz, yüksek irtifadan bombalamayı veya ambargolarla yavaş yavaş can almayı daha insani bulan bir anlayışa yatkınız!.. Ama bunlardan hiçbiri asıl sorunu çözmüyor ve huzuru sağlamıyordu. İsyanın kendisine saldırmak işe yaramıyor, asıl isyanı yaratan acılara ve bunların arkasındaki Siyonist Haçlılara yönelmek gerekiyordu.
11 Eylül saldırıları en az iki siyasi olumsuz sonucu doğuruyordu: Birincisi, zaten rahatsız edici ölçüde ırkçı olan Amerikan halkı, dedikleri gibi “bayrağın etrafında toplanıyor” ve devleti, ne kadar barbarca bir politika izlerse izlesin, destekleyip alkışlamaya başlıyordu. Amerikalılar, gezegenin geri kalanının nasıl bir bedel ödediğine bakmadan “Amerikan yaşam tarzı”nı korumakta daha da kararlı ve acımasız davranıyordu.
Öte yandan; ABD ve onun egemen olduğu dünya tarafından bozguna uğratılan, aşağılanan ve ezilen insanlar ve özellikle kışkırtılıp kurgulanan bazı Müslüman gruplar, bu barbar imparatorluğu vurmak ve yıkmak için tek silahın terör olduğunu sanmaya devam ediyor, görünüşte cihatçı, gerçekte emperyalizm uşağı örgütlere katılım artıyor ve ırkçı emperyalizm saldırılarına bahane üretiyordu. El-Kaideyi de DEAŞ’ı da böyle anlamak gerekiyordu!
İşte tam da bu nedenle; küçük bir azınlığın yani Siyonist sermaye diktasının insanlığın çoğunluğu üzerindeki kültürel, ekonomik ve askeri egemenliğine karşı, artık gerçek bir siyasi mücadele, her zamankinden daha gerekli, önemli ve anlamlı hale geliyordu.[7]
Her konuda olduğu gibi, siyasette de başlangıç değil sonuç önemlidir. Çünkü “Rağbet, akıbete göredir” ve akıbet muttakilerin (dürüst ve değerli kimselerin)dir.
Siyaset ve strateji o kadar iç içe dirki ikisi bir arada olmaz ise eksik kalır bir yanı, bununda tarihteki en iyi örneğini Efendimiz bizlere göstermiş ve her şeyiyle Mekkenin fethinde yaşayarak anlatmıştır. Büyük fetihten önceki hazırlıklar, sefer zamanında, zafer anında ve zaferden sonraki süreçlerde neler yapmamız ve yapmamız gerekliliğini bizlere tek tek anlatmıştır. Geçmişten gereken dersler ve ibretler alındığı müddetçe tarih tekerrür etmeyecek ve daha büyük fetih ve zaferler elde edilecektir.
Süper güç olmak için sadece ekonomik zenginlik yetmez. Eğer yetse idi Almanya süper güç olurdu.
Süper güç olmak için sadece teknolojik üstünlük yetmez. Eğer yetse idi Japonya süper güç olurdu.
Süper güç olmak için nüfus yoğunluğu yetmez. Eğer yetse idi Hindistan süper güç olurdu.
Süper güç olmak için tek başına askeri güç yetmez. Eğer yetse idi Çin süper güç olurdu.
Süper güç olmak için sadece stratejik konum ve potansiyel imkânlar da yetmez. Eğer yetse idi Türkiye süper güç olurdu.
Halbuki süper güç olmak için, bütün bunları değerlendirecek ve dünya dengeleriyle oynayabilecek bir “Süper Beyin”e ihtiyaç vardır!..
Ve işte Türkiye’nin, İslam âleminin ve tüm mazlum milletlerin şansı bu Süper Beyin’dir!? Onun ilmi, insani projeleri ve bunları uygulayacak sadık takipçileridir!
Süper güç olmak için sadece ekonomik zenginlik yetmez. Eğer yetse idi Almanya süper güç olurdu.
Süper güç olmak için sadece teknolojik üstünlük yetmez. Eğer yetse idi Japonya süper güç olurdu.
Süper güç olmak için nüfus yoğunluğu yetmez. Eğer yetse idi Hindistan süper güç olurdu.
Süper güç olmak için tek başına askeri güç yetmez. Eğer yetse idi Çin süper güç olurdu.
Süper güç olmak için sadece stratejik konum ve potansiyel imkânlar da yetmez. Eğer yetse idi Türkiye süper güç olurdu.
Halbuki süper güç olmak için, bütün bunları değerlendirecek ve dünya dengeleriyle oynayabilecek bir “Süper Beyin”e ihtiyaç vardır!.. Ve işte Türkiye’nin, İslam âleminin ve tüm mazlum milletlerin şansı bu Süper Beyin’dir!? Onun ilmi, insani projeleri ve bunları uygulayacak sadık takipçileridir!
Evet, siyaset; ehil ve emin olan Milli Çözüm ve Ahmet AKGÜL üstadımızın elinde selâmet sebebi, cahil ve hain olan işbirlikçilerin elinde ise felaket sebebidir!
Yahudi “biz efendi olacağız siz köle olacaksınız” diye inanıyor.
“SİYASET” sahibi değilseniz, “namaz kılan Yahudi kölesi” olursunuz…
“SİYASET” sahibi değilseniz, Namaz kılarsınız, ama Yahudi’nin kurduğu düzene karışmazsınız…
“SİYASET” sahibi değilseniz, Yahudi’nin bütün insanlığı sömürmesine ve dünyaya hükmetmesine seyirci kalırsınız…
“NAMAZ KILAN YAHUDİ KÖLESİ” olmak istenmiyorsa, mutlaka “SİYASET ve STRATEJİ” gereklidir.
Yahudi’nin kurduğu düzeni yıkmak ve yerine Adil Düzeni kurmak için, mutlaka “SİYASET ve STRATEJİ” gereklidir!
Yahudi’nin bütün insanlığı sömürmesini ve dünyaya hükmetmesini engellemek için, mutlaka “SİYASET ve STRATEJİ” gereklidir!
“Küçük bir azınlığın yani Siyonist sermaye diktasının insanlığın çoğunluğu üzerindeki kültürel, ekonomik ve askeri egemenliğine karşı, artık gerçek bir SİYASİ MÜCADELE, her zamankinden daha gerekli, önemli ve anlamlı hale gelmiş bulunmaktadır.”
Evet, siyaset; ehil ve emin olan Milli Çözüm ve Ahmet AKGÜL üstadımızın elinde selâmet sebebi, cahil ve hain olan işbirlikçilerin elinde ise felaket sebebidir!
Velhasıl insani siyaset, Peygamber mesleğidir. Şeytani siyaset ise menfaat meselesi ve mason hizmetçiliğidir.
“(Ey) Rabbim, bana hüküm (adaleti yürütme ve hikmetli düşünme yeteneği) bağışla ve beni salih kullarına kat.” (Şuarâ Suresi 83. Ayet)
Evet, siyaset; ehil ve emin olanların elinde sebeb-i selâmet, cahil ve hain olanların elinde ise sebeb-i felakettir. Çünkü, siyaset, hak ve adaletle toplumu idare etme mesleğidir. İnancımıza göre bu meslek, mukaddes ve mübarektir. Zira “Bir saat adaletle hükmetmenin, yetmiş yıl nafile ibadetten hayırlı olduğu” hadisle bildirilmiştir. Adaletle hükmetmek ve hayrı yürütmek için de mutlaka hükümet olmak gerekmektedir. Hükümet ise, baştan sona siyaset işidir.
“Mademki hepsine sahip olamıyorum, öyle ise hiçbirini kabul etmiyorum” mantığı yerine “Ne kadarını kurtarabilirim ve davama neler katabilirim” düşüncesi daha gerçekçidir. Asla unutmayalım ki, parti amaç değil, araç yerindedir. Asıl amaç ise Hakkın rızası için halka hizmettir. Öyle ise önümüze çıkan hizmet imkânlarını tepelemek ve fırsatları boşa vermek vebaldir.
Her konuda olduğu gibi, siyasette de başlangıç değil sonuç önemlidir. Çünkü “Rağbet, akıbete göredir” ve akıbet muttakilerin (dürüst ve değerli kimselerin)dir.
“İşte tam da bu nedenle; küçük bir azınlığın yani Siyonist sermaye diktasının insanlığın çoğunluğu üzerindeki kültürel, ekonomik ve askeri egemenliğine karşı, artık gerçek bir siyasi mücadele, her zamankinden daha gerekli, önemli ve anlamlı hale geliyordu.” Jean Bricmont
Hans anladı Hasan hala ipe un seriyor. Siyonizm’in ahlaki tahribatını, ekonomik sömürüsünü ve askeri zulmünü tüm insanlık gördü/isyanda.
Özellikle Hamas’ın kahramanlığı; Hans’ları bile zulme karşı çareler arar hale getirdi.
Gel gör ki kapitalist sömürü nizamın yerine sunulan “huzur, barış, adalet” getirecek tek alternatif Adil Düzen projelerini ve sahibini Hasan’lar inatla görmemeye hatta düşmanlık etmeye çalışmakta!..
Ekonomide adil yöntemleri, liyakat sahibini iş başına getiren sistemleri, adaleti tam tecelli ettirecek kanunları, insanca yaşamayı sağlayan ahlak prensipleri sunun Kutlu Bilgeyi Hans’lar duyduklarında, görünen o ki HASAN’LARDAN çok daha kıymet verip, kabullenip, yeryüzüne hakim olması için çırpınacağı aşikar değil mi?
“İşte sizler böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye (nakdiniz ve vaktinizle Hakk davasını desteklemeye) çağrıldığınızda; buna rağmen bazılarınız cimrilik yapmaktadır. Oysa kim cimrilik ederse artık o, ancak kendi nefsine cimrilik ettiğinden (manevi ziyandadır). Allah ise, Ğaniy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır; asıl fakir (ve her halde Allah’a muhtaç) olan sizlersiniz. (İman ve akıl bunu anlamak ve ona göre davranmaktır.) Eğer siz (Hakk’tan ve cihaddan) yüz çevirecek olursanız, (Allah) yerinize sizden başka bir kavmi-kesimi getirip-değiştirir (ve onları zafere ulaştırır). Sonra onlar, sizin gibi (itirazcı ve isyancı) da olmazlardı (itaatli ve sadakatli davranacaklardır). ” Muhammed suresi 38
Düşman stratejisini, Siyonizmin hilesini ve hedefini savaştan önce öğrenen BİLGE ve CESUR bir komutan için zafer, bulutlarla kararan gökyüzünden beklenen yağmur kadar yakındır. #ÜSTAD AHMET AKGÜL
Yani anlaşılıyor ki; Aziz Erbakan Hoca, Siyonist şeytanı devirmek için; birtakım taktik tavizler vererek, stratejik kazanımlar elde etmişti. Ve tarihin en büyük inkılabına zemin hazırlamıştı. Kutlu ve mutlu sonuca iyice yaklaşılmış, şartlar olgunlaşmıştı. Ve Artık Vakit Tamamdı.
2008 yılında dergimizde yayımlanan, Dünyanın Dönüşümü Kanlı mı Olacak, Kansız mı yazımızdan bir alıntı:
Amerika’daki başkanlık seçimi sonuçlarının ülke ve dünya dengelerini derinden etkileyeceği, hatta değiştireceği kanaatleri, tamamen boş beklentilerdir ve ABD’nin “tek ve yenilmez süper güç” imajını devam ettirmeye yöneliktir. Çünkü ABD’yi başkanlar değil, Yahudi Lobileri yönetmektedir. Ancak son birkaç dönemdir, Yahudi Lobileri kendi başkan adaylarını seçtirmekten acizdir. Amerika’da Siyonizm karşıtı organize bir oluşum giderek güçlenmektedir.
Artı, Türkiye menşeli milli ve insani bir merkezin dünya dengelerindeki etkinlik ve yetkinliği, ehlince daha çok sezilir ve sözü dinlenir hale gelmiştir.
Buraya kadar anlatmaya çalıştıklarımızı özetlersek:
1- ABD “tek süper güç” özelliğini çoktan yitirmiştir.
2- ABD’yi başkanlar, bakanlar, hatta senato ve kongre değil; Yahudi Lobilerin güdümündeki teşkilatlar ve bürokratlar yönetmektedir.
3- Ancak Siyonist odaklar eski güçlerini artık yitirmiş ve Amerika önemli ölçüde yerli ve milli mahfillerin güdümüne geçmiştir.
4- Bu yeni “mahfil”lerle Türkiye merkezli insani cephenin, çoğu kez danışıklı dövüş şeklinde, çok ince ayarlı ve mevcut dünya düzenini değiştirmeye programlı bir ilişki içerisinde hareket ettiği hissedilmektedir.
5- Yani Amerika’da başkanlık seçimlerinde kimin galip geleceği değil, seçilen kişinin hangi merkezlerce ve hangi istikamette yönlendirileceği önemlidir.
Siyonist merkezle, insani cepheyi kısaca kıyaslayacak olursak;
a) Siyonist merkezin; klasik, konvansiyonel ve nükleer silah konusundaki korkunç ve ezici üstünlüğüne karşılık,
İnsani cephenin, bütün bunları etkisiz ve geçersiz kılacak, yeni ve orijinal teknoloji harikaları vardır ve kullanılmaya hazırdır.
b) Siyonist Merkezin tüm dünyada yaygın ve saygın, müthiş ve masonik organizeli “kalifiye insan” potansiyeline karşılık,
İnsani cephenin, yine dünya çapında inanç ve ideal sahibi, samimi ve şerefli; sayıca az ama etkin, özgül ağırlığı yüksek ve seçkin bir kadrosu bulunmaktadır.
c) Siyonist merkez; finans gücüne, faizci bankacılık sistemine sahipken,
İnsani cephe, stratejik madde ve maden üretimini, tabii gıda ve tarım sektörünü ve enerji potansiyelini elinde tutmaktadır.
d) Siyonist merkezin, genellikle bilim adamlarını, medya patronlarını, sivil toplum kuruluşlarını ve think-thank uzmanlarını avucunda tutmasına karşılık,
İnsani cephe, beş-altı asırda ancak çıkabilen bir süper beyne ve siyaset dahisine sahip olmanın şansını ve avantajını taşımaktadır.
Velhasıl, birisi Şeytanın ve Şeddatların şebekesi; bizimkisi ise Hakkın ve Rahmanın mümessili konumundadır.
—
İşte Aksa Tufanı da, Siyonist sistemi çökertmek üzere vurulan son balyozdur.
Bilindiği üzere; Aksa Tufanı bütün dünyayı şaşkınlığa çevirmişti. Tarihte eşine az rastlanır, en büyük ve en gizli hazırlıklardan biri olan Aksa Tufanı’nın başlangıç tarihi 7 Ekim’i planlayan AKIL, eminiz ki bitiş tarihini de planlamıştır.
Örneğin; Türk Ordusu’nun Zeytin Dalı Harekâtı’nda, operasyonun bitişini 18 Mart Çanakkale Zaferi’ne denk getirmesi de Siyonistlere çok anlamlı bir mesajdı.
Bakalım, Siyonist şeytanların dünya saltanatının devrilişi hangi kutlu tarihe denk getirilecekti.
Sabırla, ama bazen de işte beşeriyet icabı, sabırsızlanarak bekliyoruz.
Her konuda olduğu gibi, siyasette de başlangıç değil sonuç önemlidir. Çünkü “Rağbet, akıbete göredir” ve akıbet muttakilerin (dürüst ve değerli kimselerin)dir.
Geçmişte de, taviz sayılan ve karşı çıkılan bazı girişimlerin, hangi olumlu sonuçları doğurduğunu hâlâ göremeyen akıl fukaralarına, veya kasıtlı olarak ters gösteren nankör münafıklara laf anlatmak için vakit harcamak beyhudedir. Bir milletin, hatta beşeriyetin tarihini ve talihini değiştiren büyük liderlerin hayatını inceleyiniz! Bunların hepsinin de, kimlere ne kadar taviz vereceğini ve kimlere karşı nasıl inatla direneceğini çok iyi bilen kimseler olduklarını göreceksiniz. Zira eşek arısına top atmak israf, yaban ayısına taş atmak ise divaneliktir. Zahirde korkusuzca ve kahramanca görünen bir tavır, şayet düşmanların işine yarayacaksa, bunu gafletle yapmak hezimet, ama bile bile yapmak hıyanettir!..
“Siyaseti önemsemeyen Müslümanları,Müslümanları önemsemeyen siyasetçiler yönetir.”Prof.Dr.Necmettin Erbakan
Evet, siyasetin ehil olmayanların elinde felaket, ehil olanların elinde ise selamet sebebi olduğunu yukarıda söylemiştik. Önemine binaen tekrar belirtelim ki:
Siyaset; Hesaplı ve programlı davranmak ve planlanan sonuca ulaşmaktır! Siyaset; Muhaliflerini zor kullanmadan ve kendisi de zarara uğramadan onları mükemmelce aşmaktır! Siyaset; Çizilen haklı çizgi içine farklı çizgileri de yerleştirme, yani kendi doğruları içinde başkalarının eğrilerini eritebilme ustalığıdır!
Siyaset; Her düşünceye tahammül edip, adilce davranma uygarlığıdır! Siyaset; Bütün beşeri zaaflarına gem vurmak ve bağlılarını da manevi disiplin altında tutmak başarısıdır! Siyaset; Bilgece düşünmek, bilgece konuşmak, bilgece davranmak ve bilgece yaşamaktır! Siyaset; İktidar tuvalinde[2] toplum tablosuna en uygun rengi hazırlayabilme sanatıdır! Siyaset ilmi, Allah’ın ender kişilere lütfettiği çok önemli bir armağandır![3]
Velhasıl; bazen “Büyük ve kalıcı menfaatlere ulaşmak için, küçük ve geçici zararları ve tavizleri göze almak gerekebilir. Bunu yapamayan siyasiler ağır bir sorumluluk ve tarihi bir suçluluk altındadır.”[4]
“Hem insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nispetindedir. Himmetin derecesi ise maksat ve meşguliyetinin (yüksekliği) nispetindedir.”[5]
Siyaset ve Strateji İlişkisi
• Siyaset, ehil ve emin olanların elinde sebeb-i selâmet, cahil ve hain olanların elinde ise sebeb-i felakettir. Siyaset, hak ve adaletle toplumu idare etme mesleğidir ve mukaddes ve mübarektir.
• Adaletle hükmetmek ve hayrı yürütmek için hükümet olmak gerekmektedir. Hükümet ise baştan sona siyaset işidir.
• Siyaset, kuru kahramanlık sahnesinde kabadayılık gösterisi yapmak değildir. Siyasetçi, Uzak Doğu sporcularına değil, satranç oyuncularına benzemelidir.
• Basit liderler halkın ve olayların peşinden gider. Boş ve peşin alkışlarla yetinir. Büyük liderler ise halkı kendi peşinden sürükler ve olaylara yön verir.
• Dış tehdit ve tehlikelere karşı, içteki barışı ve birliği sağlamaya yönelik tavizlerle, karanlık merkezlerin bizim aleyhimize kullanmak için kışkırttığı “piyon”ları kendi lehimize değerlendirmek üzere verilen tavizler, ileride çok talihli sonuçlar doğurabilir ve tarihin akışını değiştirebilir.
• Süper güç olmak için sadece ekonomik zenginlik, teknolojik üstünlük, nüfus yoğunluğu, askeri güç veya stratejik konum ve potansiyel imkânlar yetmez. Süper güç olmak için, bütün bunları değerlendirecek ve dünya dengeleriyle oynayabilecek bir “Süper Beyin”e ihtiyaç vardır.
• Siyaset, “hikmet ve feraset” ister. Yoksa körün şoförlüğüne benzeyecektir!.. Siyaset, “sabır ve metanet” ister. Yoksa hoş ama boş gösterilere dönüşecektir. Siyaset “kadro ve kuvvet” ister. Yoksa Don Kişot’un maceralarından farksız hale gelecektir. Siyaset “iman ve istikamet” ister. Yoksa firavunluğa ve fırsatçılığa özenecektir.
https://www.millicozum.com/mc/ozel-yazilar/siyaset-ve-strateji-iliskisi/