YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6622bfc66db75
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 3 2
Bugün : 19610
Dün : 26845
Bu ay : 471490
Geçen ay : 453014
Toplam : 23250454
IP'niz : 18.223.171.12

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 Sultan Abdülhamit ve Yahudiler

Sultan II. Abdülhamit ile Yahudiler arasındaki mücadele Türk-İslam tarihinin en önemli hadiselerinden birisidir.

Yahudi fesatlığı ve onların İslam’a olan düşmanlığı, İslam’ın muzaffer olması ve onların Resulüllah (S.A.V.)’in, hıyanetleri dolayısıyla Medine-i Münevvere’den kovulmasından bu güne kadar devam ede gelmektedir. Onlar Medine’de süren hıyanetleri yüzünden Raşid Halife Ömer b. Hattap (R.A.)’in zamanında Arap yarımadasından sürülmüşlerdi.  Onlar bunların intikamı için şeytani planlar düşünmüşlerdi.

Onların bir kısmı Müslüman görünerek İslam ümmetinin vücuduna zehir gibi girmişlerdi. Abdullah. b. Sebe, Karmatiler, Haşşaşiler, Ravendiyeliler ve Müslümanların tarihinde zuhur eden yıkıcı davetler hep onların eseriydi.

Ve nihayet Kırım tatarları on beşinci Miladi asırda Kanuni Sultan Süleyman’a Rus Yahudisi bir genç kız hediye etmişti. Kanuni Sultan Süleyman onunla evlendi. Ondan bir kız çocuğu dünyaya gelmişti. Yahudi asıllı annesi o kızı Hırvat Rüstem Paşaya gizlice vermiş ve şantaj yoluyla ondan çok servet edinmişti. Sadrazam İbrahim Paşayı da katlettirmişti. Ardından Kanuni sultan Süleyman’ın oğlu Mustafa’yı öldürtüp kendi oğlu II. Selim’i veliahtlığa tayin ettirmişti.

Kanuni, eşi Hürrem Sultan’ın geçmişini, kökenini, hangi niyet ve desiselerle saraya gönderildiğini elbette sezmişti. Ancak Yahudi asıllı Hürrem sultan’ın bir takım gizli ilişkilerini ve kirli işlerini bilmezlikten gelerek, bazı çevrelerin Osmanlı aleyhindeki fesatlıklarını ve saldırı fırsatlarını öğrenip kontrol etmeye ve onları Hürrem Sultan üzerinden yanlış yönlendirip durumu kendi lehine çevirmeye çalışan ve başaran bir deha sergilemekteydi. Evet, büyük mevziler ve zafer, bazen büyük tavizleri gerektirmekteydi.

Daha önce Yahudiler Endülüs’te ve Rusya’da yine fesatlığa girişmişti. Onlardan pek çoğu ülke mahkemelerinden korkarak başka yerlere ve müsamahakâr Osmanlı ülkesine göç etmişti. Yahudi asıllı kadın Kanuni’yi iğfal etmekte ve onların Osmanlının çeşitli bölgelerine yerleşip imtiyazlar edinmelerine gayret göstermekteydi. Bunlardan bir kısmı İzmir’e, bir kısmı Edirne’ye, Bursa’ya ve Anadolu’nun kuzey ve batı mıntıkalarına göçtüler. Osmanlı Devleti içinde yerleştikten sonra idareciler onlara İslami adaletle davrandılar. Ancak Yahudiler bu imtiyazları istismara başladılar. Hakikatte İspanya Yahudileri, Osmanlı’da sadece barınacak yer bulmadılar, aynı zamanda refah ve tam bir hürriyete kavuştular. Öyle ki, onlar için Osmanlı topraklarında her tarafa gitme serbestisi vardı ve en hassas bölgelere yerleşmeye başlamışlardı.

Hatta zaman geldi Hariciye Nazırı Ali Paşa (Sadrazamdan sonra en yetkili makam) 1865 yılında bazı Yahudilerin diplomat olarak gönderilmesine onay çıkardı. Bunlar çeşitli Hıristiyan Avrupa ülkelerine Osmanlıyı temsilen yollanmıştı.

Bunlar İttihat ve Terakki Cemiyetine etki etmeyi de başarmıştı. Sultan II. Abdülhamit, bu “dönme gerçeğini” bilmekte ve tedbirli davranmaktaydı. Bu durumu General Cevat Rıfat Atilhan şöyle anlatmaktadır:

“Müslüman Türk tarihinin bütününde, Siyonizm ve sabataycılık gerçeğini ve bunların Türk ve İslam’a yönelik tehlikelerini yakından tanıyan, bilen ve bunlara karşı uzun müddet ciddi tedbirler alan tek büyük zat Türk Hakanı Sultan Abdülhamit Handır. Bu tehlikeli oyunlara karşı otuz üç yıl müddetle feraseti, azmi ve kahramanlar gibi müthiş iradesiyle karşı koyan zattır.

Sultan Abdülhamit, dönmeleri Selanik vilayetinde bırakmaya ve onları İstanbul’a yaklaştırmamaya çalıştı. Onların saldırısına engel olmak ve hıyanetlerinden kaçınmak için bunu yaptı. Neticede Abdülhamit’e rağmen onlar, başka stratejilere başvurmuş, ona karşı bütün dünya kamuoyunu ve orduyu harekete geçirmeyi başarmışlardı.

Abdülhamit’in tedbir ve temkin siyasetine karşı Yahudi dönmeleri, Onu kuşatmak için dünya Masonlarıyla yardımlaşmaya başladı. Bunlar sahte sloganlar kullandılar: Hürriyet ve demokrasi karşıtı ve müstebit (diktatör/zorba) hükümdarı(!) (Sultan Abdülhamit’i) uzaklaştırmak lazımdı… Bu amaç doğrultusunda ordu saflarında isyan ve karışıklık çıkarmaya çalışıldı. Bundan hedefleri, Siyonistlerin Filistin’de yerleşmelerini sağlamaktı. Dönme Yahudiler bu maksatla, önlerindeki en büyük engel gördüğü Abdülhamit aleyhine kampanya başlatmıştı.

Sultan Abdülhamit ve Dünya Yahudiliğinin Lideri Hertzel (Herzl)

Dünya Siyonizmi Yahudi hareketinin lideri Teodor Hertzel (Herzl), Avrupalıların Yahudi meselesini desteklemelerini sağlamayı başarmıştı. Bu devletler Almanya, İngiltere ve Fransa idi. Bu devletler, Abdülhamit’in saltanatında Osmanlı Devletini kuvvetle sıkıştırdı ve ondan Filistin’i koparmak için baskılar yoğunlaştırıldı. Osmanlı Devleti çeşitli mali sıkıntılara maruz bırakılmıştı. Zira ekonomik sıkıntılar yüzünden halk perişandı. Nihayet Avrupa devletleri, mali heyetler göndererek, Osmanlı Türkiye’sinde, ekonomik durumları düzeltmek üzere borç vermeye çalıştı.

Bu darboğaz Hertzel (Herzl)’in en büyük kozu olmaktaydı. Bu yolla Yahudi karşısında Abdülhamit’i çaresiz ve etkisiz bırakmaktı. Şunlar Onun itiraflarıdır:

“Osmanlı’nın mali sıkıntısını düzeltmek için 20 milyon Osmanlı lirası vermemiz lazımdır. Onun iki milyonu Filistin için, diğeri de, Avrupa’ya borçlarını kapatarak Osmanlıyı tam serbestliğe kavuşturmak için aktarılacaktır. Bundan dolayı tarafımızdan Sultanın yeni herhangi bir borca muhtaç bırakmayacak, her türlü imkân sağlanacaktır. Tek istediğimiz Filistin’de bir bölgenin Yahudilere bırakılmasıdır.”

Bu şeytani projeler ve 31 Mart vakası gibi Masonik ihtilaller sonucu Sultan Abdülhamit’i tahttan uzaklaştıran, ardından devleti avucuna alan İttihat ve Terakki dönmeleri eliyle, Osmanlı’yı gereksiz yere I. Dünya Savaşına sokup parçalatan Siyonist Yahudiler sinsi amaçlarına oldukça yaklaşmıştı.

Kurtuluş Savaşımızdan sonra, Mustafa Kemal’i ablukaya alan Yahudiler, onun milli ve bağımsız adımlar atması ve Mason Localarını kapatması üzerine, hayatına kastedip ölümüne yol açmışlardı.

Ondan sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü ve Celal Bayar ise İsrail’in kuruluşunu ilk tanıyan kimseler olmuşlardı.

Filistin, 1948 senesinde Arap ordularının sözde ‘kurtarma’ iddiasıyla Kudüs’e girmeleriyle birlikte, hiçbir çarpışma olmaksızın Siyonist düşmana teslim edilip bir nevi ikram olunmaktaydı. Oysa bu ordular gelmeden önce mücahit Filistin halkı, ülkenin hemen her tarafında işgalci Siyonistlere karşı üstünlük sağlamış durumdaydı.

Şehit Abdülkadir el-Hüseynî yönetiminde ve Mustafa Kemal Atatürk’ün fikren ve fiilen desteklediği Hacı Emin el-Hüseynî denetiminde sürdürülen cihat ile Siyonist yapıya acı darbeler vurulmaktaydı. Mustafa Kemal’le Kudüs Müftüsü Mücahit Hacı Emin El Hüseyni, Atatürk’ün Suriye cephesi komutanlığı sırasında tanışmışlardı ve Osmanlı Teşkilat-ı Mahsusa’sında El Hüseyni görev almıştı. Ama ne yazık ki, Atatürk’ün şüpheli ve şaibeli ölümünden sonra sinsi sabataist cuntanın, İsmet İnönü eliyle uydurdukları Kemalizm despotizmi döneminde, Mazlum Filistin halkı yalnız bırakılmış ve Siyonist Yahudi teröristlere arka çıkılmaya başlanmıştı. Bir zamanlar Atatürk’ü dinsizlik ve Deccal’likle suçlayanların şimdi: “Ülkemizin de, bölgemizin de, tüm insanlık aleminin de huzur ve hürriyetini koruyacak her türlü imkan ve iktidara sahip olmak sorumluluğundayız” anlamı ve amacıyla söylenen “Yurtta sulh, cihanda sulh” şeklindeki etkin ve aktif hedeflerini “Batıya şakşakçılık ve İsrail’e uşaklık hesabına, bağımsızlık ve bekamızdan tavize yanaşmak” şeklinde pasif ve teslimiyetçi politikalarına bahane yapıp palavra atmaları ise, samimiyetsizlik ve seviyesizliğin son aşamasıydı. Atatürk’ü dinsiz ve komünist gösteren İslam düşmanı soysuzlarla, Onu kendileri gibi tavizci ve teslimiyetçi gösteren huysuzların ne farkı vardı? Kudüs’teki işgalci Yahudiler, şehrin teslimi için gösteriler düzenlemeye başlamışlardı. Zira mücahit kuvvetler, şehrin suyunu tamamen kesmeyi başarmışlardı. Devrin Arap yönetimleri ‘gönüllü olarak’ araya girmeseler, Amerika ve İngiltere Kudüs’le ilgili Taksim Kararı’nı iptal etmek zorunda kalacaktı. Fakat o kimi satılmış, kimi aldatılmış sözde Müslüman Arap yöneticiler, gerçek efendilerinin buyruklarını yerine getirmek üzere ordularını Kudüs’e sokmuşlardı. Bu arada Arap Birliği’ne bağlı Askeri Komisyonu, Filistin’de mukaddes bir cihat yürüten Müslümanlara silah ambargosu uygulanması gibi bir hıyanete kalkışmıştı. Böylece alçak ve onursuz tavırlarla dolu trajik bir süreç yaşanmıştı.

Merhum Şehit Abdülkadir el-Hüseynî, toplanan silahları almak için Suriye’ye gitmişti. Onu sürekli savsaklayıp bahaneler ileri sürmüşlerdi. Israrları karşısında Siyonistlerle yürütülen savaşta pek de işe yaramayacak birkaç önemsiz silah ve mühimmat ile Filistin’e dönmüşlerdi. Nitekim gayet zor ve adaletsiz şartlarda girdiği Kastal Savaşında[1] şehit düşecekti. İşte Yahudi devleti de bu savaşın ardından ilan edildi.

1948-1967 Döneminde Arap dünyası birçok ihtilalle hizaya sokulmaktaydı. Bunlara yakından bakıldığında; esas itibarıyla seküler, ırkçı ve sosyalist ideolojilerin İslam düşüncesi ve geleneği etrafındaki kuşatmasının iyice perçinlenme gayretleri oldukları anlaşılacaktı. Ümmet artık, ‘beklenen kurtarıcı’, ‘Çağın Selahaddin’i gibi sahte kılıflara bürünmüş münafık lider ve komutanların ardına takılmıştı. Ancak yaşanan acı tarihî olaylardan sonra bunları çevreleyen yalan ve nifak perdeleri bir bir yırtılarak, zihinlerde oluşan seraplar da kaybolmaya başlamıştı. Bugün Davos kahramanı ilan edilerek aslında BİP-BOP (Büyük İsrail Projesi) Eş başkanlığı gizlenen, Yahudi Lobilerinden icazet madalyalı mostralar da, bu sahte kurtarıcıların son örneği konumundaydı.

“İnkâr edenlere gelince; onların amelleri ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu su sanır. Yanına geldiğinde hiçbir şey bulamaz. (Tıpkı bunun gibi kâfir de hesap günü amellerinden bir şey bulamaz). Ancak Allah’ı yanında bulur da Allah onun hesabını tastamam görür. Allah, hesabı çabuk görendir.” (Nur, 39)

Ümmet artık zifirî karanlıklara gömülmüştü. Bu karanlıkları besleyenlerin başında ‘Müslüman’ kimliğini değiştirmeye çalışanlar geliyordu:

“Yahut (inkârcıların küfür içindeki hâlleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bulutlar var. Karanlıklar üstüne karanlıklar. İnsan, elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Kime Allah nur vermezse, onun için nur diye bir şey yoktur.” (Nûr, 40)

Fakat karanlıklar er geç son bulur, hakikat güneşi doğardı. Sahteler anlaşılır, ne idüğü belirsiz fikir ve ideolojiler bir gün gözden düşerdi. Ve 1967 Felaketi[2] geldi.

Tepki, etkiyle orantılıydı. Başarıya uzak rejim, prensip ve ideolojiler savaş sahnesinde bir saat bile dayanamadılar. Düşmanla çarpışmadılar. 5 Haziran 1967 günü hız bakımından dünyada emsali görülmemiş bir hezimet yaşandı. Çürük rejimlerin zafiyeti ve orduların çil yavrusu gibi dağılıp kaçışı ancak bu kadar olabilirdi. Karanlıklar yırtılmış, serap sona ermişti. Liderler artık çıplaktı. Kadın erkek ilişkisini serbest gören, insanların mallarını ve onurlarını heder eden, yükselmek ve gelişmek için dini hayattan koparmak gerektiğini savunan o parlak ideolojiler çürümüştü. Nehirden denize tüm Filistin toprakları; dahası Sina ve Golan, Yahudilerin ellerine geçmişti. Artık yeni bir dönem başlıyordu ve 1967 Felaketi, bu dönemin miladı olmuştu. Tarihe şöyle bir bakıldığında görüleceği üzere bu mübarek toprakların bir misyonu vardı. Kudüs ve Kur’an’da üstüne yemin edilen diğer mübarek topraklar inkârcıların eline düştüğü gün Müslümanlarda bir irkilme yaşandı. Bu düşüş, kulakları yırtan, gafilleri uyandıran ve tereddüt içindekilere yol gösteren bir çığlığa dönüştü.

Asırlarca önce yaşanan Haçlı Savaşlarında da böyle olmuştu. Müslümanlar ancak Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın kâfirlerin eline düşmesinden sonra harekete geçmişlerdi. Moğollarla yapılan savaşlarda da, tehlike Filistin ve Kudüs’e yaklaşıncaya kadar Müslüman halklarda ciddi bir hareketlilik gözlenmemişti. Tarih yine tekrar ediyordu. 67 Savaşını yöneten liderler bütün parıltı ve tantanalarını kaybetmişler, inkârcı ve materyalist ideolojiler tam anlamıyla batmıştı. Müslüman halkı dininden ayırma projesi suya düşmüş, yıllardır kandırılan insanlar karanlıklardan aydınlığa ve hakikate çıkmaya başlamışlardı. İslami hareket, ancak onu yaşayanların farkına varabilecekleri bir kıpırdanış içine girmişti. Uyanış başlıyordu. Sonra 10 Ramazan (6 Ekim) 1973 savaşı[3] oldu. Müslüman Mısır ordusu, modern çağda ilk defa tekbir getirerek hücuma geçti. Süveyş kanalı inanılmaz bir hızla aşıldı. Mısır ordusu neredeyse Siyonist devleti sona erdirecekti. Fakat Sedat, büyük bir komplonun içindeydi. Ordunun ilerleyişini durdurdu. Camp David Barış Anlaşması’nın[4] kabulüyle ihanet doruğa ulaştı. Sedat bundan sonra da Müslümanlarla Yahudiler arasındaki psikolojik engeli kaldırmaya çalıştı. Fakat bu engel, Kur’an-ı Kerim’de bizzat Yüce Allah tarafından konulmuş, Yahudilerin kin ve nefretleri onun temellerini güçlendirmişti. Gün geldi, Sedat yerle bir oldu fakat Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki o psikolojik engel bir türlü yıkılmadı. Zira Yüce Allah’ın koyduğu bir barikat, insanlar tarafından yıkılamazdı!

Uyanış hareketi, İslam dünyasını topyekûn saran bir kültür devrimine yol açtı. Uyanışın zirve noktasında konuşlanan Cezayir Halkı inanılmaz bir İslami dönüşüm geçirdi. Yaklaşık yüz elli senedir Fransız sömürgeciler tarafından batılılaştırılmak ve İslam’dan uzaklaştırılmak istenen halk, bugün öyle bir noktaya geldi ki Sultan Abdülhamid’in azledilmesiyle birlikte hükmen kaldırılan İslam Hilafetinin halefi olmaya hazır hâle geldi. Cezayir’deki İslami dirilişin ilk müjdeleri ufukta belirmiştir. Aynı hareket, İslam dünyasının Doğu’sunda İran’da da zirveye ulaşmış ve asırlardır var olan şahlık rejimi devrilerek Müslüman Şii ulemasının yönettiği bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu olaylar, dünya çapında sarsıntılar oluşturmuş, İslam’ın yeniden dünya siyasetinde etkin rol üstlenmeye hazırlandığı yönünde endişelerin (!) doğmasına yol açmıştır.

Üniversiteler, basın organları, televizyon kanalları, düşünce kuruluşları yeniden İslam ile meşgul olmaya başlamışlardır. Kimi analitik, kimi ön yargılı, kimi saldırgan yaklaşıyor olsa da, dinimiz hepsinin gündeminde ilk sıralara oturmuş bulunmaktadır. Gidişatı yakından izleyen Siyonistler ellerini çabuk tutarak Filistin Direnişini kırmak, milliyetçi bir zeminde filizlenen bu direnişin İslami karaktere bürünmesini önlemek istemişlerdir. Bu noktada Arap rejimleriyle de işbirliğine girmiş; fakat ilahî kaderin tecelli etmesine mâni olamamışlardır. Filistin direniş hareketi İslam ile tanışmış, ayet ve hadislerde haber verilen İsrail devletinin çöküş sürecinin işaretleri ufukta belirmeye başlamıştır.

Yaklaşık üç milyonluk Filistin halkı bir gece bütün insanlar gibi-ihtilaflı, hasetli, kavgalı-olarak yataklarına uzanmış, sabah kalktıklarında sanki tek yürek hâline gelmişlerdir. Tam anlamıyla Efendimiz’in buyruğunda tarif ettiği topluluğa dönüşmüşlerdir: “Sevgi, merhamet ve birbirine şefkatle davranmada müminler tek vücut gibidirler. Vücudun bir organı hastalandığı zaman, diğer organları da onun için ateşlenip uykusuz kalırlar.”[5] Dinleri ve vatanları uğrunda hayata, servet ve evlatlara değer yermiyorlardı. Yüce Allah kalplerindeki düşman korkusunu söküp almış, Efendimiz’in asırlar önce uyardığı acı dönem artık sona ermişti: “Birçok (kâfir) milletin yemek tabaklarına üşüşen oburlar misali, birbirlerini davet ederek üzerinize üşüşmeleri yakındır. Birisi şöyle dedi: “Acaba o gün sayımız mı az olacak?” Buyurdu ki; Hayır! Bilakis o gün kalabalık olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi olacaksınız. Allah düşmanlarınızın göğsünden sizin korkunuzu çıkaracak ve sizin kalbinize de “vehn” atacaktır. Birisi dedi ki; “Vehn nedir, ey Allah’ın Resulü?” Dedi ki; Dünyayı sevip ölümü çirkin görmektir.”[6]

Yüce Allah, mübarek topraklarda yaşayan Filistin halkının yüreklerindeki dünya sevgisini söküp alınca, bu halkın evlatları Lübnan ve Filistin sokaklarına kükreyen aslanlar, tekbir ve şehadet sesleriyle yeri göğü inleten akıncılar misali geri dönmüşlerdir. Filistin, hem de tüm Filistin tekbir sesleriyle dalgalanırken taşlar gaspçı işgal güçlerini kovalıyordu.

Mukaddes topraklarda bir mucizedir yaşanıyordu. Yaşananlar pozitivist kriterlere, rasyonalist analizlere konu olacak türden şeyler değildi. Yüce Allah’ın şu buyruğundan başka bir cevabı da yoktu:

“Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” (Enfâl, 63)

Yahudilerin Nil’den Fırat’a büyük Yahudi Devleti hayalleri buharlaşmaya başlamış, gerçek tüm dünyanın gözleri önüne serilmişti. Siyonistlerin Allah’a ve beşeriyete duydukları kin ve nefret artık apaçık görünüyordu. Öyle ya, taş da Yüce Allah’ın ordusunda bir askerdi. Siyonist vahşetini ve barbarlığını gözler önüne seren televizyon bile O’nun askerlerinden birine dönüşüvermişti.

Dünya kamuoyu, Yahudi mezalimine karşı homurdanmaya başlamıştı. Yeni yetme devletçik için sonun başı çabuk gelmişti. İslam artık Filistin’deydi. Camiler komuta merkezleri, minareler cihat çağrısının yükseldiği mekânlar ve sloganlar “Allahü Ekber” idi. Yahudiler, sinirlerini harap eden bu ilahî nidadan uzak durmaya çalışıyor, onu dinlememek için kulaklarını tıkıyorlardı. Ölüm korkusu iliklerine işliyordu. Hele bir mahalle, köy veya kamptan yükselen toplu tekbir sesleri, mazlum Filistin halkının yardımına gelen meleklerin lâhutî nidalarıyla karıştığında çok daha müessir oluyordu:

“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu.” (Enfâl, 9)

Çantaları barışçıl çözüm önerileriyle dolu olan arabulucuların hayalleri de İntifada[7] ile birlikte suya düşüyordu. Sözde gerçekçilik ve itidal çağrılarıyla akılcı yaklaşımları havada kalırken, silahsız bir milletin direnişi karşısında söyleyecek söz bulamıyorlardı. Zira ne gayba, ne de bu mazlum halkın kazanacağı zaferle izzet ve onurunu muhafaza edebileceğine inanıyorlardı. Siz beyefendiler, hanımefendiler, boş hayallere kapılmayın! İsrail devletinin hazin sonu, kuruluşundan çok önceki bir tarihte, göklerin ve yerin yaratıldığı günde tayin edilmiştir. Bu son, muhakkak yaşanacaktır. İsra ve Maide süreleriyle başka sûrelerdeki birçok ayet-i kerimenin beyan ettiği bu kader, insan gücüyle değişebilecek nitelikte bir hadise değildir!

Bugün, topraklarımızda ümit verici bir değişim süreci yaşıyoruz. İslam hayata dönerken, bizde de hayat emareleri yeniden canlanıyor. Uzun zamandır mahrum kaldığımız gaybî yardım gelmeye başlıyor. Yüce Allah’ın izniyle yeryüzünü hak ve adaletle yönetecek bir hilafetin emareleri ufukta beliriyor. Nitekim Sevgili Peygamberimiz, kıyamet kopana kadar Müslümanların hükümran olacaklarını bildirirken şöyle buyurmuştur: “Peygamberlik Allah’ın dilediği zamana kadar aranızda kalacak, sonra Allah dilediğinde onu kaldıracak. Sonra Allah’ın dilediği zamana kadar aranızda, Peygamberlik yolu üzere bir Raşid Hilafet olacak (yani ilk dört Raşid Halife dönemi). Sonra Allah dilediğinde onu kaldıracak. Daha sonra Allah’ın dilediği zamana kadar aranızda, ısırıcı krallık (saltanat) dönemi olacak. Sonra Allah dilediğinde onu da kaldıracak. Daha sonra Allah’ın dilediği zamana kadar aranızda, zorba krallık olacak. Sonra Allah dilediğinde onu da kaldıracak. Daha sonra aranızda Peygamberlik yolu üzerinde, (yeniden) bir Raşid Hilafet olacak” dedi ve sustu.”[8]

Ey kamplarda yaşamaya mahkûm edilen Filistinliler! Yahudilerin, ABD’nin ve onlarla işbirliği yapan yönetimlerin zulmü yetmezmiş gibi bir de aynı dini paylaşan kardeşlerinizin haksız muamelelerine maruz kalan Filistinliler! Siz ey Celil kasabasında veya sürgünde yaşayan Celil sakinleri! Hayfa’da veya sürgünde yaşayan Hayfa sakinleri! Akka’da veya sürgünde yaşayan Akka sakinleri! Yafa’da veya sürgünde yaşayan Yafa’lılar! Ramle’de veya sürgünde yaşayan Ramle’liler! Naplus’ta veya sürgünde yaşayan Naplus’lular! Beyt Sahur’da veya sürgünde yaşayan Beyt Sahurlular! Kudüs’te veya sürgünde yaşamak zorunda bırakılan Kudüs’lüler! Halil’de veya sürgünde yaşamak durumunda kalan Halil’liler! Halil’in bütün köy ve kazalarında yaşayan Halil’liler! Nasıra’da veya sürgünde yaşayan Nasıra’lılar! Gazze’de veya sürgünde yaşayan Gazze’liler! Allah’ın yardımı artık sizinledir! Müjdeler olsun! Rahatlama günleri yakın olup Siyonist devletin eceli gelmiş bulunmaktadır. Taşlarınızın ve bileklerinizin nelere kadir olduğunu görmüyor musunuz?! Allah’ın yardımı ve zaferi müjdeleyin!

“Ne zaman derler. De ki: Pek yakın olabilir!” (İsrâ, 51)

“(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah’ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)

İçeride ve dışarıda daha bir kaynaşma, Yüce Allah’a daha bir yakınlaşma, Kur’an’ı daha fazla okuma, daha fazla dua, niyaz ve tazarruda bulunma, karanlık gecelerde daha fazla secde, dünyayı daha da hor görme, cennet kapılarını Siyonistlerin kafalarıyla çalma…

Ey Lübnan kamplarında zor şartlarda hayatlarını sürdürenler! Yakınlarının uğradığı haksızlıklara, kadın ve çocuklarının Siyonistler, Maruniler ve onların uşakları tarafından katledilişlerine tanık olan, bu sahnelere katlanmak zorunda bırakılanlar! Suriye’de Ürdün’de çadır kentlerde ve kamplarda yaşamaya mahkûm edilenler! Göğüs gerdiğiniz bu zulüm ve karanlık fazla uzun sürmeyecek. Çünkü İslam’ın küfürle, Müslümanların Siyonist güçlerle savaşı başlamış bulunmaktadır. Efendimizin asırlar önce haber verdiği günler artık yaşanmak üzeredir:

“Müslümanlar ile Yahudiler arasında çok kanlı bir savaş olmadıkça Kıyamet kopmaz. O savaşta Müslümanlar Yahudileri tamamen öldürürler. Hatta bir Yahudi taş ve ağaç arkasına saklanacak da o taş veya ağaç: Ey Müslüman! Ey Allah’ın kulu! Şu arkamdaki bir Yahudidir. Hemen gel de onu öldür, der. Yalnız Ğarkad ağacı müstesnadır. Çünkü o Yahudilerin ağaçlarındandır.”[9]

Cenab-ı Allah’ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun ey muzaffer ordunun inançlı mücahitleri![10]

Mahmud Abbas’ın İsrailli bakan Barak’ı, Gazze saldırısını sürdürmeleri konusunda ikna etmeye çalıştığı iddia edildi.

Mahmud Abbas hakkında korkunç iddia

Filistin haber ajanslarından Şehab ise Mahmut Abbas’ı hem iç, hem de dış kamuoyu karşısında güç duruma düşürecek bir habere yer verdi.

Şehab, Washington’daki sağlam kaynaklara dayandırdığı haberinde, Filistin’in, Goldstone Raporu’nun görüşülmesinin ertelenmesine destek vermesinin gerisinde, teyp kayıtlarının bulunduğunu öne sürdü.

Verilen bilgiye göre, bu duruş, Albay Eli Abraham’ın toplantıya gelip, dizüstü bilgisayarında yer alan ve Filistin Devlet Başkanı Abbas ile İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak arasında, eski İsrail Dışışleri Bakanı Tzipi Livni’nin de hazır bulunduğu bir ortamda geçen teyp bandını gösterdi.

Söz konusu kaynaklara göre, bu ses bandında Abbas, Barak’ı, Gazze’deki İsrail operasyonunun sürmesi gerektiğine ikna etmeye çalışıyor.

Barak’ınsa, Livni’nin de operasyonun sürmesine destek vermesine karşın, bu konuda isteksiz göründüğünün altı çiziliyor.

Aynı kaynaklara göre Albay Abraham, hem bu konuşmanın kayıtlarını, hem de Filistin Devlet Başkanlığı Sekreteri Tayyib Abdülrahim ile İsrailli yetkililerden Dov Weisglass arasındaki bir telefon görüşmesinin kayıtlarını Filistin tarafına gösterdi. Bu konuşmada, Abdülrahim de İsrail ordusunun Cebaliye ve (Gazze’deki fiili Başbakan İsmail Haniye’nin evinin bulunduğu) Şati Mülteci kampına girmesi için ortamın hazır olduğunu belirtiyor ve bu iki kampın ele geçirilmesinin Gazze’de Hamas iktidarına son vereceğini, ”beyaz bayrak” çekmelerini sağlayacağını vurguluyor.

Weisglass ise Tayyib Abdülrahim’e bunun binlerce sivilin ölümüne neden olacağını söylüyor. Buna karşı Abdülrahim’in yanıtı ise şöyle: ”Hepsi Hamas’a oy verdi ve kendi kaderlerini onlar çizdi, biz değil.”

Habere göre İsrail tarafı, Filistin temsilcilerini, bu kayıtları, BM toplantısına, topyekun medya önüne getirmekle tehdit etti ve bu tehdit, Filistin temsilcilerini İsrail’in isteğine boyun eğmek durumunda bıraktı. Böylece Filistin tarafı hiçbir ülkeye Goldstone Raporu’nu benimsemeleri konusunda bir açıklama yapmayacakları yolunda, İsrail’e yazılı bir taahhüt de verdiler.

İsrail’in Maariv gazetesi de ajansın bu haberini sayfalarına taşırken, bir siyasal kaynağa dayanarak, Filistin’in kararının, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Abbas’a yönelik, rapora desteklerini geri çekmemeleri durumunda, bunun İsrail ile Filistin arasındaki barış sürecine ciddi zarar vereceğini söylemesinden sonra geldiğine de işaret etmişti.

Filistin halkı, Batı Şeria ve Gazze’de sokaklara döküldü

Abbas’a öfke sokaklara taştı

İsrail’i savaş suçu işlemekle suçlayan Goldstone Raporu’nun, BM’de görüşülmesinin ertelenmesine Abbas yönetiminin onay vermesi üzerine Filistin halkı sokaklara döküldü. Gösteride konuşan ve ailesinin çoğunu operasyon sırasında yitiren Nafız El Daye adlı Gazzeli, ”Abbas yönetimi bizi sırtımızdan vurdu. Hiç kimsenin bizim kanımız üzerinden pazarlık yapma hakkı yoktur” diye konuştu.

İsrail’i, yılbaşındaki 22 gün süreli Gazze Operasyonu sırasında savaş suçu işlemekle suçlayan Goldstone Raporu’nun, BM İnsan Hakları Konseyi’nde görüşülmesinin ertelenmesinin yankıları sürüyor.  Raporun ertelenmesine Filistin yönetimi liderliğinden onay geldiği iddiaları, Batı Şeria’da ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinlileri sokağa döktü. Bir yerel Filistin haber ajansının, raporun ertelenmesiyle ilgili iddiaları ise siyasal gözlemcilere göre Filistin yönetimini hem iç hem de dış kamuoyunda daha da sıkıntıya sokacak görünüyor.

Raporun BM İnsan Hakları Konseyi’nden uluslararası mahkemeye taşınmasını bekleyen Filistinliler, görüşmenin ertelenmesinin ilk şaşkınlığının ardından, sokaklara dökülüp tepkilerini ortaya koydular. Batı Şeria’da Ramallah’taki gösterileri Gazze Şeridi’nde, operasyon sırasında ölen ve yaralananların yakınlarının protestoları izledi.

 

 

 

 



[1] 8.4.1948 Günü yaşanan ve Şeyh Abdulkadir el-Hüseyni’nin şehit edildiği savaş

[2] Altı Gün Savaşı: Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki tansiyonun artması sonucu, 5 Haziran-11 Haziran 1967 tarihleri arasında, Ortadoğu’nun çehresini değiştiren bir savaş yaşandı. Savaş sonunda İsrail; Mısır kontrolündeki Sina Yarımadası ve Gazze Şeridi’ni, Suriye’ye ait Golan Tepeleri’ni ve Ürdün’ün elindeki Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ü işgal etti. Savaşın ilk günü İsrail, Mısır’ın güçlü hava filosunu harekete geçemeden yok etti. 6 Gün Savaşı olarak da bilinen çarpışmalar sonucu İsrail, kontrolündeki toprakları 4 kat genişletti. Elde edilen zafer İsrail’de ve destekçilerinde büyük bir güven doğurdu. Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi ise, “savaş yoluyla toprak elde etmenin kabul edilemezliğini” vurgulayan 242 no’lu kararıyla İsrail’e, işgal ettiği topraklardan çekilmesi çağrısında bulundu. BM verilerine göre, 1967 savaşının ardından 500 bin Filistinli Mısır, Lübnan, Suriye ve Ürdün’e sığınmak zorunda kaldı.

[3] 10 Ramazan (6 Ekim) Savaşı; İsrail tarafının Yom Kippur Savaşı olarak bildiği bu savaşa Mısır, Suriye ve Irak orduları fiilen katılmıştır. Bu savaşta, özellikle Mısır, 1967 savaşında kaybettiği toprakları ve prestiji kazanırken, Suriye’nin toprak kaybı biraz daha artmıştır. Savaş sonunda Mısır 500, Suriye 500, Irak 120 tank, İsrail ise 600 tank kaybetmiştir. Savaş sırasında Mısır-Suriye kuvvetleri 8500, İsrail ise 6000 kayıp verdi.

[4] İsrail-Mısır Barış Antlaşması (1979); ABD’nin Washington, DC şehrinde 26 Mart 1979 tarihinde, Camp David Mutabakatı’nda varılan kararları takiben imzalanmıştır. Barış Antlaşması, Enver Sedat’ın, İsrail’e yaptığı ziyaretten 16 ay sonra ve yoğun pazarlıklar sonucu imzalanmıştır. Camp David Mutabakatının imzalanmasına rağmen bu antlaşmanın imzalanacağı kesin değildi. Mısır, Arap Birliğindeki ülkelerin bu antlaşmayı imzalamaması yönünde ağır baskısı altında idi. Antlaşmanın ana maddeleri arasında; iki ülkenin bir birlerini karşılıklı olarak tanıması, 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan beri yürürlükte olan savaş halinin sona erdirilmesi, İsrail’in silahlı kuvvetlerini ve sivillerini, 1967 Altı Gün Savaşı’nda ele geçirdiği Sina Yarımadası’ndan çekmesi sayılabilir.

[5] Sahîhu’l-Buharî, Edeb, 18.

[6] Sünen-i Ebî Dâvud, Hds. 3745.

[7] 1987 Aralık ayında Gazze’de 6 İslami Cihad mensubunun Gazze hapishanesinden kaçmasının gürültüsü yaşanıyordu. Filistinli bir genç topladığı taşları yoldan geçen İsrail askerlerine atmaya başladı. Arkadaşları da onu taklit etti. Kısa bir süre sonra taş atanların sayısı yüzleri buldu. Bu tuhaf saldırıya gerçek mermiyle karşı koymaya çalışan İsrail askerleri yağmur gibi yağan taşlar karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Bu olay Ortadoğu’da yıllar boyunca sürecek binlerce benzer gösterinin ilkiydi. Taş, kurşuna meydan okumuş ve kazanmıştı. O gün yaşananlar kısa zamanda bütün Filistin topraklarına yayılıverdi.

[8] İmam Ahmed, Musned, 4/273.

[9] ” Sahihu’l-Buharî, Hds. 2709; Sahîhu Müslim, Hds, 5203

[10] Bak. Assad Tamimi. İsrail’in Sonu. Moralite yy.)

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Abdullah AKGÜL

Abdullah AKGÜL

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx