YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6606895ce5c30
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 5 8 9
Bugün : 11372
Dün : 16551
Bu ay : 406580
Geçen ay : 338123
Toplam : 22732530
IP'niz : 54.242.22.247

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Siyonist RAND Corperation kuruluşu yetkililerinden Stephen Larrabee, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın kilit adamlarındandır. “Tayyip Erdoğan’ı yönlendiren yedi Amerikalı”dan birisi konumundadır. Başka deyişle BOP Eşbaşkanlığı’nın üstündeki özel Yahudi yöneticilerden birisi olmaktadır.

Larrabee, RAND Corperation’ın son Türkiye raporundaki tahlilinde şunları açıklamıştır:

“Beş-on yıl sonra Türkiye’nin nerede olacağını soracak olursanız, Türkiye’nin çıkarlarını ön plana koyacak şekilde bağımsız ve dengeli bir siyaset izleyeceği anlaşılmaktadır. Türkiye’nin Batı ile bağları zayıflayacak, daha çok bölgesel bir rol oynamaya çalışacak ve kendi çıkarlarını ön plana koyacaktır.” (Yani buna karşı etkili önlemlere başvurulmalıdır.)

Larrabee, Türkiye’nin “orta vadeli” geleceğindeki yeni yönetimi, “millî yönetim” olarak adlandırmaktadır. Buna bağlı olarak, önümüzdeki dönem bağımsızlıkçı partilerin güç kazanacağını vurgulamakta ve emperyalist odakları uyarmaktadır.

Larrabee’nin şu itirafları dikkatle okunmalıdır:

1. Bugün Türkiye’de ülkenin çıkarlarını ön planda tutan bir yönetim bulunmamaktadır.

2. Türkiye’de beş-on yıl içinde ülkenin çıkarlarını ön plana koyan bir yönetim kurulacaktır. Bunu önleyici tedbirler alınmalıdır.

3. Kurulacak millî hükümet, MHP ve CHP tarzı bir Milliyetçiliği esas almayacak, tam bağımsız bir tavır takınacaktır. Bugünkü MHP ve CHP de Batı’ya bağlıdır.

4. Kurulacak millî hükümet, Avrasya ülkeleriyle birlikte olan, ancak Batı ile de ilişkilerini sürdüren, bağımsız ve dengeli bir politika uygulayacaktır.

Stephen Larrabee’nin yayımlanan “Troubled Partnership/ US-Turkish Relations in an Era of Global Geopolitical Change” başlıklı raporu oldukça önemli ipuçları taşımaktadır. Rand Corperation, bu çalışmayı ABD Hava Kuvvetleri için yapmıştır. Raporda, ülkemizin önündeki olasılığı en yüksek seçenek tahlil ediliyor: Türkiye, orta vadede Avrasya’da konumlanacak; hatta NATO’dan ayrılacaktır.

ABD’nin “Özel Planlar Bürosu” ve “Ilımlı Sol” hazırlığı

“Baykal 1997’den beri ABD’ye gitmemişti. Hatta öyle ki 6 Nisan’da Türkiye’ye gelen Obama; bu yüzden Baykal’a sitem bile etmiş: “sizi ABD’de görmek isteriz. Neden hiç gelmiyorsunuz” demişti.

1 Mart tezkeresinden hemen sonra Baykal’ın kızının İsviçre’deki banka hesabına 1.5 milyon dolar yatırıldığı iddiası patlak vermiş ancak daha sonra belgenin sahte olduğu kesinleşmişti.

Asıl tuhaf olan şuydu; belgenin üzerinde Pentagon bünyesinde kurulan “Özel Planlar Bürosu”nun adı geçmekteydi. Baykal şöyle demişti; “Bu büro Irak savaşı çerçevesinde Pentagon’a bağlı olarak oluşturulmuş bir bürodur ve Amerika’da da, dünyada da çok tartışılmaktadır. Tartışmaların temeli bu büronun dezenformasyon bürosu olarak çalışmakta olduğuna ilişkindir. Bu büronun, bilgi üretme değil, karartma, yanıltma, iftira, karalama, çamur atma çabaları içinde olduğuna ilişkin dünya basınında ve Amerikan kamuoyunda çok ciddi tartışmalar vardır.”

Baykal bu operasyonun ardında açıkça ABD’nin olduğunu ima etmişti.

Baykal o günlerde başına gelen ilginç bir olayı da dile getirmişti. Seçimlere üç gün kala Baykal’a bir mektup gönderilmişti. Mektupta; “Sizi siyaseten bitirecek belgeyi 3 gün içinde almak istiyorsanız, Hürriyet Gazetesi’nin küçük ilanlar bölümüne “satılık laterna” diye ilan verin. Biz o ilandaki telefon ve adrese belgeleri iletelim” denmişti. Baykal ikisini savuşturmayı bilmişti.  Ancak üçüncüsü savuşturulacak gibi değildi.  Acaba pes mi etmişti?

Peki, şimdi ne olacaktı? Türkiye’ye ılımlı sol mu gelecekti? İsim kim olabilirdi? En son ABD’ye kimin gittiğine dikkat etmeliydi!”[1]

Baykal’ın istifa şifreleri nasıl okunmalıydı?

Deniz Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa ettiğini açıklamasının ardından gazetelerin internet sitelerindeki ifadeler ilginçti. İlk tepkilerin ne olduğunu merak etmiştim. Hürriyet internet sitesinin manşetine yerleşen değerlendirme dikkat çekiciydi: ‘Bir tarih sona erdi’! Hürriyet, Deniz Baykal’ın defterini şimdiden dürüvermişti. Şaşıracak bir yan olmasa gerekti, zira ‘kaset skandalı’nın patlak vermesinin hemen ertesi günü özellikle Hürriyet, CHP yanlısı yazarlarıyla birlikte konuyu öne çıkarıp Baykal’ın istifa etmesi gerektiğini belirtmişlerdi. Deniz Baykal ile ilgili kasete ilişkin medyada başlıklar ve köşe yazarı yorumlarındaki ‘ahlâksızlık’tan ötürü sert kınama cümleleriyle dolu, diş kirası niteliğindeki girizgâhlardan sonra ‘istifa etmelidir’ çağrıları hayret vericiydi. ‘Komployu kınama’ Baykal’ın içine düşürüldüğü durumdan ötürü akıtılan ‘timsah gözyaşları’ndan başka bir şey değildi. Nitekim Baykal’ın istifa açıklaması üzerine, aynı çevreler televizyon ekranlarına fırlayıp Baykal’ın kararını ‘örnek’ ve ‘onurlu’ bulduklarına dair övgü dolu açıklamalar yapmaya girişmişti. İki hafta sonra CHP Kurultayı gerçekleşecekti. CHP yetkilileri Deniz Baykal’ın Kurultay’a katılmayacağını açıkladılar ama Baykal’ın geri dönme ihtimali hala sürmekteydi.

Parti Sözcüsü Mustafa Özyürek ile bir dönem Baykal’ın en yakınındaki İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen: “Baykal’ın CHP ile CHP’nin de Baykal ile özdeşleştiğini ve ayırmanın mümkün olmadığını söyledi ve ‘Bundan sonraki karar partiye aittir’ dedi. Mehmet Sevigen ise ‘Örgütümüz kendisini aday gösterirse Sayın Baykal’ın gelmeme şansı yoktur’ diyerek niyetini belli etmişti.

Yani? Baykal, CHP Genel Başkanlığına ‘tabanın büyük arzusu ve baskısı’ ve ‘Kurultay kararı’ ile dönebilir mi? Tümüyle ihtimal dışı değildi. Öyleyse niçin Hürriyet sıcağı sıcağına ‘bir tarih sona erdi’ hükmünü verip, Deniz Baykal hemen tarihe havale edildi? Bilmiyoruz. Ama ‘kaset’in bir ‘işaret fişeği’ olduğu, Baykal istifa etmediği takdirde arkasının geleceği ‘mesajını’ içerdiği kesindi. Bu kaseti kim çekmiş ve kim ortaya çıkartmışsa, bunu yapanların Deniz Baykal’ın istifasını ve ‘tarihe gönderilmesini’ istediklerinden endişe edilmemeliydi.

Peki, AKP iktidarı ve yandaş medyasıyla güya karşıtı olan Doğan Grubunun ve Hürriyet’in; “Deniz Baykal’ın istifasını istemek ve Onu tarihe gömmek” noktasında buluşmaları neyin nesiydi?..

Çünkü her iki taraf ta, küresel güçlerin güdümündeydi ve Deniz Baykal’ın 1 Mart tezkeresindeki gibi milli ve haysiyetli tavırları, Siyonist merkezlerce asla affedilmeyecekti!..

Bu arada, “Sn. Baykal’ın, CHP’nin başına getirilmek üzere, kafasında geçen isim Kemal Kılıçtaroğlu’dur” anlamına gelecek açıklamalar yapan ve tabi hemen yalanlanan kişiler ve özellikle Önder Sav gibi, parti içindeki Brütüsler de kendilerini ele vermekteydi.

Milli Gazete’den Mehmet Şevket Eygi Beyefendi yazmıştı:

Bir komplo teorisi

Dostlarımdan, ismini vermeyeceğim bir zatın son olaylarla ilgili mektubunu aşağıda okuyacaksınız. Patlatılan skandal bombasının çok hesaplı kitaplı bir komplo olduğuna dair tahminlerin doğruluğu, her geçen gün kuvvetleniyor. “Baykal harcandı ama asıl harcanmak yahut çaresiz bırakılmak istenen AKP ve Başbakan mıdır? Soruları önem kazanıyor.

Başta ABD ve İsrail olmak üzere dış güçler Türkiye’nin Lozan’ın gizli Protokollerini uygulamasını istiyor. İçteki işbirlikçileri de var güçleriyle Anayasa tadillerini ve açılımları destekliyor. (M.Ç.)

Dostumun mektubunun metni şudur:

“Yaklaşık 3 ay kadar önce CHP Kadıköy İlçe Teşkilatına kayıtlı bir arkadaşım beni partisine üye olmaya davet etti. Ben kendisine, uzun yıllardan beri Özal çizgisinde olduğumu ve Sn. Deniz Baykal’la bir yere varılamayacağını bildirerek daveti nazikçe reddettim. Ancak dostum, “İşler senin bildiğin gibi değil, bekle CHP kongresinden önce ve sonra çooook değişik şeyler olacak ve Sn. Baykal gidecek” dedi. Buna yanıtım, “Hadi canım sen de” olduysa da “Nasıl ve neler olacak?” diye sormadan da duramadım. Daha sonraki günlerde de birkaç defa teyit edilen yanıt çok ilginçti ama o gün için ciddiye almamıştım. Yanıt şuydu: “Sn. Deniz Baykal, kongrede gelişecek bazı olaylar neticesinde Onursal Başkan, K. Kılıçdaroğlu (ise Baykal’a değil dış odakların) emanetçi başkan olacak, üst yönetim tamamen değişecek, partinin başına 38-39 yaşlarında (Sabataist Yahudi asıllı ve Fetullahçılarla bağlantılı) bir profesör (şu anda yurt dışında) hazırlanıyor. Hatta Kadıköy’e demir atmış Selami Başkan bile gelecek dönem yok” dedi.

Aradan üç ay geçip, Baykal’ın skandal haberi ve Sarıgül iddiaları ortaya çıkınca, doğrusu başlangıçta pek ciddiye almadığım bu sözleri önemsemeye başladım.”

Fetullahçı Gülerce’nin: ‘Baykal’la ilgili bir olay var, açıklarsam yer yerinden oynar’ çıkışları ne amaçlıydı?

Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce, CHP genel başkanlığından istifa eden Deniz Baykal’la ilgili çok çarpıcı açıklamalar yapmıştı:

Deniz Baykal’ın istifasını açıkladığı toplantıda, “Pensilvanya’dan gelen mesajı samimi buluyorum” sözleri şok etkisi yaratmıştı.

Fetullah Gülen’in Deniz Baykal’a ait olduğu ileri sürülen ve internette yayınlanan kasetle ilgili olarak gönderdiği mesajın bir evveliyatı olduğunu söyleyen Hüseyin Gülerce, Baykal’ın Gülen hareketine olumsuz bakmadığını vurgulamıştı.

Vatan Gazetesi’ne AKP’nin iktidara gelmesinin ardından Baykal’la yaşadıkları olayı ancak birkaç yıl sonra açıklayabileceğini söyleyen Hüseyin Gülerce’nin: “Şimdi açıklarsam yer yerinden oynar. Bazı şeyleri zamanlama itibariyle tarihe bırakmak lazım. Her şeye rağmen Baykal’la ilgili kahramanlık duygusu bende değişmez” sözleri yoksa timsahın gözyaşları mıydı?

Ecevit’e doktor raporu, Baykal’a kaset oyunu aynı kaynaklı mıydı?

2002 yılında Sabah Gazetesi de Doğan Grubu’nun kontrolündeydi. 8 Ağustos’ta ekibin Vatan’ı çıkarmak üzere ansızın ayrılmasıyla bu denetim sona erdi. O güne kadar ki, Sabah, Hürriyet ve Milliyet yayınları, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’i istifaya zorlamak, koalisyona MHP yerine DYP’yi sokup Hüsamettin Özkan liderliğinde yola devam etmekti. Grubun en tetikçi gazetesi gözden çıkarılmış Sabah’tı.  Sabah’ın 21 Haziran 2002 tarihli manşeti: “Karar günü 27 Haziran” oluyordu.

Başkent Hastanesi’nde tedavi gören Ecevit için atılan manşetin ikinci başlığı da ”Doktorlar, Ecevit’i bu tarihte hastanede kontrolden geçirip kritik kararı verecek: Ya göreve devam ya da süresiz istirahat…” Haziran boyunca Sabah’ın manşetleri “Parkinson yaptı yine yapacağını, piyasalar da Parkinson” diye Ecevit’i hedef alıp istifaya zorlamaya çalışıyordu. Doğan’ın diğer gazeteleri de benzer havayı estiriyordu.

Bugün Ecevit’in yerine Baykal, Parkinson’un yerine kaset koyun, aynı haberleri, aynı yazıları tekrar kullanabilirsiniz. Yine bir siyaset mühendisliği yürütülüyor, yine adresin CHP olması kararı veriliyordu. Anketlerde “Gandi Kemal”li CHP’nin oyu hızla yükseliyordu. Bir seks kasetiyle yıkılan Baykal’ı tasfiye eden medya, sahte Gandi Kemal’in ailesi, torunlarıyla boy boy fotoğrafını basıyordu.

Bu arada, kriminal incelemeler sonucu, uzmanlar tarafından bu görüntülerin montaj olduğu ortaya çıkıyordu.

Peki, şimdi, masa başında, mikrofonlar karşısında, hatta miting meydanlarında, üstelik alaycı bir tavırla ve kasıla kasıla Deniz Baykal’a yönelik bu iddia ve iftiraları doğruymuş gibi aleyhine kullanan Recep Başbakanın ve şakşakçılarının, hem sorumsuzca namus ve onuruna sataştığı insanlardan hem de bütün halkımızdan özür dilemesi gerekmiyor muydu? Değil bir başkasına, sokaklardaki başıboş adamlara bile yakıştırılmayacak böylesine hafif meşrep kişilerle yönetiliyor olmak, vicdan ve izan sahibi insanlarımızı utandırıyordu.

ABD ve İsrail’in Türkiye kuşkuları

Siyonist RAND Corperation kuruluşu yetkililerinden Stephen Larrabee, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın kilit adamlarındandır. “Tayyip Erdoğan’ı yönlendiren yedi Amerikalı”dan birisi konumundadır. Başka deyişle BOP Eşbaşkanlığı’nın üstündeki özel Yahudi yöneticilerden birisi olmaktadır.

Larrabee, RAND Corperation’ın son Türkiye raporundaki tahlilinde şunları açıklamıştır:

“Beş-on yıl sonra Türkiye’nin nerede olacağını soracak olursanız, Türkiye’nin çıkarlarını ön plana koyacak şekilde bağımsız ve dengeli bir siyaset izleyeceği anlaşılmaktadır. Türkiye’nin Batı ile bağları zayıflayacak, daha çok bölgesel bir rol oynamaya çalışacak ve kendi çıkarlarını ön plana koyacaktır.” (Yani buna karşı etkili önlemlere başvurulmalıdır.)

Larrabee, Türkiye’nin “orta vadeli” geleceğindeki yeni yönetimi, “millî yönetim” olarak adlandırmaktadır. Buna bağlı olarak, önümüzdeki dönem bağımsızlıkçı partilerin güç kazanacağını vurgulamakta ve emperyalist odakları uyarmaktadır.

Larrabee’nin şu itirafları dikkatle okunmalıdır:

1. Bugün Türkiye’de ülkenin çıkarlarını ön planda tutan bir yönetim bulunmamaktadır.

2. Türkiye’de beş-on yıl içinde ülkenin çıkarlarını ön plana koyan bir yönetim kurulacaktır. Bunu önleyici tedbirler alınmalıdır.

3. Kurulacak millî hükümet, MHP ve CHP tarzı bir Milliyetçiliği esas almayacaktır, tam bağımsız bir tavır takınacaktır. Bu günkü MHP ve CHP de Batı’ya bağlıdır.

4. Kurulacak millî hükümet, Avrasya ülkeleriyle birlikte olan, ancak Batı ile de ilişkilerini sürdüren, bağımsız ve dengeli bir politika uygulayacaktır.

Stephen Larrabee’nin yayımlanan “Troubled Partnership/ US-Turkish Relations in an Era of Global Geopolitical Change” başlıklı raporu oldukça önemli ipuçları taşımaktadır. Rand Corperation, bu çalışmayı ABD Hava Kuvvetleri için yapmıştır. Raporda, ülkemizin önündeki olasılığı en yüksek seçenek tahlil ediliyor: Türkiye, orta vadede Avrasya’da konumlanacak; hatta NATO’dan ayrılacaktır.

Bu rapor, ABD’nin Türkiye’deki tarihi değişim korkusunu ortaya koyan ilk resmî rapor da sanılmamalıdır. Hatırlanacaktır, 2000’li yılların başında, CIA’nın “21. Yüzyıl Türkiye Perspektifleri” raporda da aynı tahlil yapılmıştır. Türkiye’nin 21. yüzyıldaki çıkarlarının Rusya, İran ve Çin ile ortak olduğunu açıkça saptamış ve Avrasya ülkeleriyle yakınlaşacağı vurgulanmıştır.

Türkiye AB kapısına niye bağlandı?

Daha önemlisi, Türkiye’nin 1999 yılı Aralık ayında AB’ye niçin aday üye yapıldığıdır. Avrupa liderleri, Türkiye’nin hiçbir zaman AB’ye alınmayacağını, ancak ABD’nin zoruyla aday üye yapıldığını açık yüreklilikle ortaya koymuşlardır. Gerekçe de açıklanmıştır: Eğer Türkiye AB kapısına bağlanmazsa, Milli Devrim rotasına girecek ve Avrasya’da yer alacaktır.” Yani Türkiye kendi başına bırakılırsa Avrasya’ya ve İslam dünyasına kayacaktır.

ABD yetkililerine göre, Türkiye’nin “beş on yıl içinde” yöneleceği program, bir devrim programıdır. Türkiye’nin yeniden millî demokratik devrim rayına girmesi kaçınılmazdır.

Erbakan Hoca’nın D-8’lerin ikinci halkasına kattığı Brezilya(Brazil), Rusya(Russia), Hindistan(India), Çin(China) (BRIC) çok önemli ve tarihi adımlar atmıştı.

Dünyanın yeni kutup başı ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin)  bir araya gelerek oluşturduğu yeni işbirliği platformu, ikinci zirvesini gerçekleştirmiş bulunuyor. Zirvenin en somut adımı, Çin’in Brezilya’da dev bir çelik fabrikası yapmak üzere anlaşma imzalaması oluyor.

BRIC ülkeleri, çok kutuplu yeni uluslararası düzende, ABD ve AB bloğunun karşısında yeni bir blok olarak değerlendiriliyor ve bu dört ülkedeki müthiş ekonomik gelişmenin uluslararası arenaya siyasi güç olarak yansımasının kaçınılmaz olacağı ifade ediliyor.

Çin’in 1.3 milyar, Hindistan’ın 1 milyar 65 milyon, Brezilya’nın 198 milyon ve Rusya’nın 150 milyon nüfusu göz önüne alındığında, BRIC ülkeleri toplam 2.6 milyar kişi ile dünya nüfusunun yüzde 40’ını oluşturuyor. Dünyanın neredeyse yarısını barındıran bu dört ülke, nüfus açısından çok stratejik bir üstünlüğe sahip bulunuyor.

Ekonomik gelişmişlik ve büyüme olarak da BRIC ülkeleri diğer kutupbaşı ülkelere göre çok ilerdeler; Çin’in yüzde 10, Hindistan’ın yüzde 7.5 büyümesi, bu iki ülkeyi 2009’da dünyanın en çok büyüyen iki ülkesi yapıyor.

IMF verilerine göre 2009 yılında gelişmiş ülkeler yüzde 0.7 küçülürken, gelişmekte olan ülkeler yüzde 4.3, BRIC ülkeleri ise yüzde 5 büyüyor.

BRIC ülkeleri 1990-2000 döneminde küresel büyümeye yüzde 16, 2000-2006 döneminde yüzde 24, 2007-2009 döneminde ise yüzde 45 oranında katkı sağlıyor. BRIC ülkelerinin küresel büyümeye katkıları, G-7 ülkelerini bile geçiyor. Çin tek başına, ABD’den bile küresel büyümeye daha fazla katkı sunuyor.

BRIC ülkeleri kısa vadede kendi aralarındaki ekonomik ilişkileri artıracak girişimlerde bulunsalar da orta ve uzun vadede mutlaka küresel siyasi düzen ile ilgili adımlar atacakları bekleniyor.

Kısaca BRIC ülkeleri, uluslararası sistemin yeni “oyun kurucu küresel gücü” olarak sahneye çıkıyor.[2]

Baykal kumpasının kritik referandum öncesine denk gelmesi sadece rastlantı mıydı?

Kansız iç savaş mı?

Wall Street Journal gazetesinde çıkan ve Türkiye’de “kansız bir iç savaş” yaşanmakta olduğunu ifade eden bir yazı, meselenin karşıt cephelerini yine karşı karşıya getirdi. Bir taraf, Türkiye’nin nurlu ufuklara doğru koştuğunu, demokrasinin, özgürlüğün yeşerdiğini liberal zevatın yoğun propagandasıyla birlikte tekrar ederken, karşıt cephe ise bu gidişatın ülkeyi faşizan ve baskıcı bir dönemin eşiğine getirdiğini savunagelmekteydi. İki taraftan bahsederken kullandığımız “cephe” ifadesi, belki biraz ağır bir ifade gibi gözükebilir. Ancak, Wall Street Journal’in ilgili yazısını haklı çıkarırcasına, Türkiye’de müthiş bir güç ve iktidar kavgası, muazzam bir ayrışma, kamplaşma ve birbirine karşı tahammülsüzlük olduğu da meydanda iken, bu “cephe” ifadesi de biraz ağır kaçsa bile resmi tam olarak gösterir bir ifadeydi.

Bu tansiyonu her geçen gün artan mücadelede, insanlar da birinden birine taraf olmaya zorlanıyor. Hatta adeta bir kara mizah örneği gibi benzer ismi taşıyan bir basın organı da, mücadelenin bir cephesinde neferliğe soyunuveriyor. Öylesine kirli ve tehlikeli bir sürece dönüştü ki bu durum, hemen her kurumda büyük bir kavga veriliyor, adeta bir cadı avı sürdürülüyor. İster istemez böylesi bir halde, Devlet denen aygıtı güçten düşürüyor, ona karşı olan güvenin sorgulanmasına sebep oluyor. Yaftalamalarla, baskılarla veya olan biteni sağlıklı bir şekilde tartamadan taraf olmaya zorlanan insanların çoğunda da büyük bir kafa karışıklığı ve karşı tarafa yönelik bir düşmanlık hali gelişiyor.

Az çok okumuş insanların işsiz dolaşmasından, küçük esnafın kepenk kapatmasından, tarımın, hayvancılığın ve daha büyük ölçekte Türkiye’nin üretim gücünün kısırlaştırılmasından (yani üretimsizlikten) azap duyan milyonlarca insan, aslında hiçbir milli hassasiyete sahip olmayan, bu ülkeye hınçla bakan, üç beş tane liberal-eski solcu kırmasının dolduruşlarına gelenlere de bir anlam veremiyor. Kutup yıldızları ABD ve AB olan bu liberal-eski solcu kırması zevatın, nasıl olup da (güya) mütedeyyin insanlarla aynı noktada buluştuklarına herkes şaşıyor.[3]

Abdullah Özkan’ın dediği gibi; referandum “toplumsal kamplaşmaya” kaydırılmaktaydı

Anayasanın 28 maddesini değiştiren paket Meclis’te uzun tartışmalardan sonra kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanının onaylamasının ardından da anayasa değişiklik paketi referanduma götürülecektir.

Referandum paketin tümü üzerinden yapılacak, yani halktan 28 maddelik paketin tümüne ya “evet”, ya da “hayır” demesi istenecektir.

Önümüzdeki aylarda yapılacak referandumda halk 28 maddelik değişikliğin ne getirdiğini ve ne götürdüğünü dert etmeyeceğine, incelemeyeceğine göre, peki nasıl oy verecektir? “Evet” derken gerekçesi, “Hayır” oyu kullanırken sebebi nedir?

Recep Erdoğan referanduma “seçime gidiyormuş gibi hazırlık yaptığını” söylemiştir.

Bu ifadeden benim anladığım şu: Tıpkı seçimlerde olduğu gibi halk “bilgi sahibi olmadan oy vermeye” yönlendirilecektir.

Medyada oluşturulan sanal imajlara, “güçlü görünenin” çekiciliğine, “inşa edilen” algılara oy verecektir.

Bunun adı da halkın oyu, Milli İrade olacak, öyle mi?

Demokrasi halkın oyuna saygı duymayı gerektirdiği gibi halkın görüşünü ortaya koyabileceği özgür ortamı oluşturmayı da gerektirir.

Bugün ülkemizdeki siyasal ortam, çatışmacı, uzlaşmadan uzak, dar bir bakış açısına saplanmış aktörlerin birbirlerini yok etmeye çalıştıkları, öfke dolu bir görünüm arz etmektedir. Böyle bir ortamda yapılacak referandumda halka; “İktidar yanlısıysan anayasa değişikliğine evet oyu ver, iktidar karşıtıysan hayır oyu kullan!” denilmektedir.” Yani halkımız korkunç bir kutuplaşma, kamplaşma hatta kapışmaya sürüklenecektir.

Birlikte oylanacak maddeler karara bağlanmalıydı

Oysa Anayasa’nın 175. maddesinde; “Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların kabulü sırasında, bu Kanunun halk oylamasına sunulması halinde, Anayasa’nın değiştirilen hükümlerinden, hangilerinin birlikte hangilerinin ayrı ayrı oylanacağını da karara bağlar” denilmektedir

Bu düzenlemeyle Anayasa’nın birbiriyle bağlantısız hükümlerinde yapılacak değişikliklerin birlikte oylanması önlenmek istenmiştir.

Her ne kadar Anayasa’da bunun -yani ‘hangilerinin birlikte hangilerinin ayrı ayrı oylanacağının- TBMM tarafından karara bağlanacağı belirtilmişse de, Meclisin bu yetkisi sınırsız değildir. Anayasa, yaptığı düzenlemeyle bu yetkinin sınırını belirlemektedir,

Anayasa koyucusunun iradesi açıktır. Mecliste; “Değişikliğin tümünün birden mi, yoksa bölümler halinde mi oylanacağına TBMM karar verir” denilmemekte, aksine, Anayasa’nın birden çok hükmünün değiştirilmesi durumunda bunlardan “hangilerinin birlikte hangilerinin ayrı ayrı oylanacağı”nın karara bağlanması istenmektedir.

60 kadar milletvekilinin, AKP’de ipleri koparma noktasında olduğu bir süreçle Deniz Baykal olayı irtibatlı mıydı?

AKP’de açılımlarla birlikte kendini gösteren muhalifler Anayasa paketi oylamalarında etkisini göstermişti. Oylamalarda maddeler, Seyit Eyyüpoğlu, Feyzi İşbaşaran, Mücahit Pehlivan ve Ufuk Uras’ın destek oylarıyla kabul edilebildi. Her oylamada, ortalama 5 AKP’li milletvekilinin ret oyu verdiği gözlenmişti. Buna rağmen paketin en kritik maddesi olan siyasi parti kapatma davası açmaya TBMM iznini düzenleyen 8’inci madde 327 oy alarak paketten elenmişti.

Çeşitli nedenlerle AKP yönetimine ve politikalarına karşı olan AKP içindeki muhalif milletvekilleri bir noktada birleşiyordu. O da Tayyip Erdoğan’ın boyunduruğunu kabul etmemeleriydi. Muhalif milletvekillerinden bazıları Koksal Toptan, Kürşad Tüzmen, Murat Başesgioğlu gibi AKP’li olmayıp başka partilerden vitrin amaçlı alınan milletvekillerindendir. Tayip Erdoğan, 2002 sonarsında bakanlık gibi vitrinde yer alan bu milletvekillerine 2007 yılından sonra parti yönetimi ve bakanlıklarda görev vermemişti. Diğer bir muhalif kesim, Hilmi Güler gibi küskünlerden meydana gelmekteydi. AKP’nin kuruluş aşamasından itibaren yer alıp da görev verilmeyen milletvekilleri hem politikalara hem de Erdoğan’a tepkiliydi. Milli Görüşçü, ülkücü kökenli ya da merkez sağ kökenli Ülkü Gökalp Güney, Vahit Erdem, Sadık Yakut gibi milletvekillerinin de özellikle açılım sürecinde başlayan rahatsızlıklarının Anayasa paketinin gündeme getirilmesiyle birlikte devam etmişti.

Anayasa paketindeki 8’ncî maddenin paketten düşmesinin ardından Ankara Milletvekili Faruk Koca’nın hazırladığı fireciler listesi AKP içindeki çatlağı göz önüne sermişti.

Kürşat Tüzmen, “Başbakan yalakalığına soyunuluyorsa, liste yapılıyorsa bunun hesabını sorarız” demişti.

AKP içinde muhalif milletvekillerinin sayısının 60’ın üzerinde olduğu belirtilmekteydi. Bu milletvekilleri arasında yer alan Ankara Milletvekili Zekai Özcan, PKK’lıların serbest bırakılmalarının önceden ayarlandığı mobil Habur mahkemesiyle ilgili İçişleri Bakanı Beşir Atalay hakkında verilen gensoru önergesinin gündeme alınması yönünde oy vermişti. Özcan, AKP içinde gensoruya “evet” oyu veren tek milletvekilinin kendisinin olmasını “şaşırdım” diyerek değerlendirmiş ve çatlağın büyük olduğuna işaret etmişti.

22 Kasım 2009 tarihinde yapılan AKP Kızılcahamam kampında da 50’nin üzerinde milletvekilinin ortak bir açıklama yaparak açılıma tepki gösterdikleri ifade edilmişti. AKP ile ipleri koparma noktasına gelen birçok milletvekili Demokrat Parti, MHP ve Saadet partisiyle görüşmeler yaptığı söylenmekteydi.[4]



[1] Kulis Ankara / Milli Gazete

[2] Abdullah Özkan / Milli Gazete

[3] Burak Kıllıoğlu / Milli Gazete

[4] Umut Albayrak

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Mikail YILMAZ

Mikail YILMAZ

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx