Türkiye'nin AB'ye girmesini perde arkasında en çok isteyen ve destekleyen ülke İsrail'dir. Çünkü bu yolla Türkiye'yi İslam Aleminden koparıp kendi güdümündeki Avrupa'ya bağlamak ve rahatlıkla kullanmak hevesindedir. Avrupa Birliği Komisyonundaki İsrail Temsilcisi Giancarlo Chevallard, şunları söylemektedir:
"Türkiye'nin üyeliğiyle birlikte AB, Suriye, Irak ve İran'la ortak sınıra sahip olacak. AB, coğrafi anlamda Orta Doğu'nun bir parçası olacak. Türkiye, şu anda da İsrail'in önemli bir stratejik ve ekonomik ortağı. Avrupa Birliği de kendi içinde Türkiye'yi de bağlayacak olan tam anlamıyla ortak güvenlik ve dış politika oluşturma sürecinden geçiyor. Bütün bu sebepler yüzünden Türkiye'nin AB'ye katılımı bölgenin politik yapısında büyük bir etki yaratacak ve (İsrail'i rahatlatacak) ve bölgedeki siyasi oyuncular arasında şu anda mevcut olan ilişkileri de etkileyecektir.
Bu on yılın sonunda Avrupa Birliği 500 milyon nüfusuyla İsrail'in yanı başında bütünleşmiş bir bölge olacak. Bu durumun İsrail'i, AB ile daha sıkı işbirliği içinde bir ilişki geliştirmeye sevk etmesi tabiidir." ("İsrail'in içindeki Avrupa" Dergisinden)
Evet, Siyonistler bütün Avrupa ile birlikte Anadolu'yu da, Arzı Mevudun bir parçası yapmaya çalışmaktadır. Ancak maddi ve manevi yönden tamamen yozlaştırıp yumuşatmadan Türkiye'yi AB'ye almak tehlikeli bulunmaktadır.
Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu AFET'in, Hollandalı Hrıstiyan Demokrat parlamenter Arie Qostlander tarafından hazırlanan Türkiye raporunda ve karar tasarısında özetle şunlara yer vermiştir.
- Milliyetçi ve hürriyetçi unsurlar taşıyan Kemalist felsefe Türkiye'nin AB üyeliğine engel oluşturmaktadır.
- Türkiye'deki devlet yapısında çok kökten değişiklikler yapılmalıdır. Üniter sistem yıpratılmalıdır.
- MGK ve RTÜK gibi kurumlar kaldırılmalıdır.
- Türkiye'nin ulusçu ve laik yapısı AB ile uyumlu hale sokulmalıdır. Batılı değerlerle dengelenmiş "Ilımlı İslam" a geçiş hazırlanmalıdır.
- Türk Silahlı Kuvvetlerinin Türk halkı tarafından en güvenilir bir kurum olarak görülmesi tartışılmalıdır. Ordunun etkinliği zayıflatılmalıdır.
- Türkiye'nin bu engelleri ortadan kaldıracak yeni bir anayasaya ihtiyacı vardır.
Kısaca, Türkiye'nin AB'ye üyeliği için üç önemli engel görülmekte ve bunların çözülmesi ve çürütülmesi beklenmektedir:
- 1- Erbakan'ın Milli Görüş şuuru
- 2- Atatürk'ün Kuva-i Milliye ruhu
- 3- Güçlü ve güvenilir Türk ordusu
Bunlara göre; Çiller suçludur, çünkü Avrupa'ya "Allah bizi korusun" diye sunduğu Erbakan'la koalisyon hükümeti kurmuştur!
O dönemde Çiller, eğer gümrük birliği yapılmaz ve böylelikle Türkiye ekonomisi güçlendirilmezse ilk seçimde İslamcı lider Necmettin Erbakan'ın iktidar olacağını söylemişti. Ama gümrük birliğini imzalanmasından bir yıl sonra; Avrupa'ya, "Allah bizi korusun" diye sunduğu Erbakan'la hükümeti kuran yine kendisi oldu. ( Gunter Seufert DIE ZEIT. 19.Eylül.20002 Bu makalenin tamamı Radikal'de yayımlandı).
3.katlı Şeytan şatosu:
Erbakan Hoca Avrupa Birliğini üç katlı şeytan şatosuna benzetirdi. Birinci katta; Siyonist patronlar, yani Yahudi sermayedarlar oturacaklar… İkinci katta; Bürokrat ve katip olarak emperyalist masonlar, yani Hristiyan kahyalar bulunacaklar, üçüncü katta ise; hizmetçi ve bekçi olarak Türkiyeli Müslümanlar alınacaklar… Derdi.
"Türkiye'nin tek kurtuluş umudu" ve "diyar-ı cennet" ilan edilen ve halkımızın hayallerini süsleyen, feodal AB şöyle şekillenecektir:
- 3 üyeli çekirdek ülkeler:
(Trilateralist Nuclear Familly)
Almanya, Fransa, İngiltere ( Geleneksel kuzeybatı Avrupa Merkezli)
- 12 üyeli 1. çevre:
(1.periphery)
Kuzey ve Güney Avrupalı üyeler
- 10 üyeli 2. çevre:
(2.periphery)
ODAÜ ve diğerleri:
- 3. çevre:
(3.periphery)
Romanya, Bulgaristan, Hırvatistan
- 4. Çevre:
İslam yozlaştırılır ve üniter yapının temelleri yıkılırsa, belki Türkiye
Bugün AB; 19.yüzyıl Avrupa'sına geri dönüş riskiyle karşı karşıyadır. Böyle bir Avrupa, etrafı küçük peyklerle çevrilmiş büyük sömürge imparatorluğu Avrupa'sı demektir."
(Bunlar, AB'nin rekabetten sorumlu Komiseri Mario MONTİ'nin değerlendirmeleridir.)
Süddeutsche Zeitung yazarı Wolfrang Koydı ise şunları yazmaktadır: "Türkiye sahici üyelikten daha yıllarca uzakta. Hala üçüncü sınıfta oturuyor… Acı ama gerçek; Avrupa Türkiye'yi oyalıyor." İtirafında bulunmaktadır. Şu sözler ( Napoli'de yapılan hükümetler arası konferansı kapanış konuşması)ndan alınmıştır.
"Şimdi Türkiye de siyasilerin, sanayicilerin ve hiç de küçümsenmeyecek boyutta askerlerin arpalıkları ve ayrıcalıkları var. Türk devlet anlayışı ve hatta Kemalist devlet ideolojisi bir sınavdan geçmek zorunda kalacak. Partilere mesleklere getirilen yasaklar, Türkçe dışındaki dillerin bastırılması, giyime ve düşünmeye getirilen kurallar, devletin vatandaşlarına karşı tuzu kuru ve keyfi tutumu-AB adayı Türkiye bunların hepsini dürüst biçimde tartışmak ve ister gönüllü, ister gönülsüz değiştirmek zorunda…
Ama yalnızca az miktar tarih verilip Türkiye'nin gönlü alınacak ve böylece kontrolde tutulacak.[1]
Türkiye'yi kendilerinden görmüyorlar:
Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti'nin ortak Avrupa kültürüne aidiyetleri konusunda kuşku yok. Baltık Cumhuriyetleri ve Slovenya da buna dahil. Kültürel karakteri bakımından-Türk kesimi hariç-AB üyesi Yunanistan'dan bir farkı olmayan Kıbrıs'ın özel bir durumu var. Diğer adaylar; Romanya, Bulgaristan, Slovakya ve Malta kültürel aidiyetleri açısından bazı kuşkulara sebep oluyorlar. Diğer Balkan ülkeleri ise-Rusya, Beyaz Rusya ve Ukrayna dahil Avrupa kültürüne sınırlı bir biçimde entegre olmuş durumdalar.
Ama Türkiye'nin Avrupa kültür çerçevesinin dışında kaldığından hiç şüphe yok. İslam bilimi bin yıl önce Avrupa'daki bilimden üstündü. Hrıstiyan Avrupalılarla, Müslüman Araplar arasındaki manevi teması bitiren, 1096'larda başlayan ve Papalardan esinlenen Haçlı Seferi ile İspanya'da 1492'de son verilen Yahudi ve Müslümanlara yönelik taşkınlıklar oldu…[2]
Şu hale bakın:
Önce Kürtçe dilde yayın…
Sonra Kürtçe dilde öğrenim…
Sonra otonomi talebi, ya sonra…?
Kürt halkının kendi kültürel kimliklerine sahip çıkmaları en doğal hakları; ancak başta İsveç olmak üzere AB'nin birçok parlamenteri ve aydını bu hakları ayrılıkçı boyutlara taşıma çabasıyla Türk vatandaşı olan Kürtleri kışkırtmakta ve Türkiye'nin üniter yapısına doğrudan müdahalede bulunmaktadırlar. Bu nedenle insan hakları, demokratikleşme ve Kopenhag Kriterleri başlığı altında düzenledikleri bir dizi Kürt konferansları bu müdahalelerin en somut adımlarıdır. Bunların tipik bir örneği aşağıdadır.
15-17 Mart 1991'de Stockholm'de düzenlenen "Kürt Halkı İçin İnsan Hakları-İsveç Komitesi" öncülüğünde "Stockholm Kürt Konseyi" tebliğleri ve sonuç bildirgesinden seçilmiş birkaç paragraf, yukarıdaki başlığın yanıtını açıkça vermektedir. (Bunların tamamı 200 sayfaya yakındır)
İşte; İsveç Dışişleri Bakanlığı Hukuk Danışmanı OVE BRING'in, Kürt bağımsızlığı için konferansa sunduğu tebliğden birkaç belge ve paragraf:
1996'da kabul edilen "Sivil ve politik haklar üzerine uluslar arası sözleşme"nin ilk maddesi olan sömürgeye ait Deklarasyon'un 2. paragrafını kelimesi kelimesine tekrar ederek: "Tüm halklar ve azınlıklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir… Onlar kendi politik statülerini özgürce belirlerler ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe gerçekleştirirler."
Alman İçişleri Bakanı Otto Schiliy 22 Haziran 2002 tarihinde Süddeutche Zeitung gazetesine verdiği demeçte:
"Almanya'daki Türklerin Ana Dili Almanca olmalıdır." Şeklinde açıklama yapıyor.
Türk azınlığın uyumu için en iyi yol asimilasyondur. Almanya'da Südet Frizya, Rumen ve Danimarka azınlıkları dışında yeni azınlıklar yaratılmasın karşıyız." Diyor.
Gazete muhabiri Schiliyl'ye soruyor:
"Südetler, Orta Almanya radyosunun yayın yaptığı bölgede progamlarını iki dilde izleme olanağına sahipler. Türkler ise radyo ve televizyon aidatı ödedikleri halde, böyle bir olanağa sahip değiller."
Schiliy'nin yanıtı: Uyumun hedefi yabancıları Alman toplumuna çekmektir. Her dili destekleyemeyiz. Böyle bir durum kaosa yol açar. Türklerin ana dilleri Almanca olmalıdır."
AB'nin aslı: Batmakta olan Atlantik!..
Yenidünya düzeninin şişirilmiş refah toplumlarında, vurguncu elitler yükselirken halk sefalete doğru kaymaktadır.
Kapitalizm, daima krizlerini, hatalarını ve suçlarını temize çıkaran akademisyenleri ve siyaset bilimi yazarlarını üretip ödüllendirmeye alışkındır.
Samuel Huntington, emperyalizmin suçlarını kültürel çekişmenin ürünü olarak temize çıkarmaktadır. Bu, köklerini hafifçe gizlenmiş bir biçimde ırkçı sahte-bilimden alan, tüm ritimlerden, tonlardan ve uyumsuz seslerden duyabileceğimiz bir sesin en etkili versiyonudur.[3]
Batı sömürgeci zihniyetten hala vazgeçmemiştir. AB'nin amacı güçsüzlerin kaynaklarını kullanmak ve sonra terk etmektir.
Geleneksel olarak, emperyalizmin hakkındaki araştırmalar "ana ülkeler" ve onların kolonileri arasındaki ilişkiye odaklanır. AB'nin güncel sömürü alanlarıyla ilgili LOME anlaşmaları bunun en belirgin örnekleridir.
Formül şudur:
- Koloniler, kolonyal merkeze ham madde aktarmalı ve kolonyal merkezden sanayi ürünleri satın almalıdır, bu yüzden
- Kolonilerin kapitalist ekonomik büyümeleri ve ürün çeşitlilikleri ya düşük olmaktadır ya da hiç olmamaktadır.
AB Komisyon Başkanı Romano Prodi şöyle feryat etmektedir:
"Tamamen kendi işleyişine bırakılmış piyasa koşullarına dayalı gelir dağılımı, Avrupa'daki ailelerin % 40'ını yoksulluk sınırının altına itmiştir."
Ulus ötesi Siyonist şirketlerin bütçesi; pek çok devletin bütçesinden büyük olursa, işte bu kesinlikle çağdaş sömürgeciliktir.
Gerçek şu ki: elbette çok sayıda ulus ötesi firma yerküreyi kuşatmış durumda ve bunların faaliyetleri milli sınırları pek az dikkate alıyor. Bu firmalar aynı zamanda sanayileşmiş devletlerde işlemlerinin merkezi niteliğinde üslere sahip olma eğilimindeler; dolayısıyla söz konusu devletin düzenleme ve politikalarının sonuçlarına maruz kalmaya açıklar. Birçok ulus ötesi şirketin emrindeki kaynaklar kuşkusuz çok geniş ve pek çok küçük ya da yeni devletin bütçelerinden bile daha büyük. Bununla birlikte bu Siyonist şirketler ne bütçe açısından en güçlü milli devletleri geride bırakabilir, ne de genelde daha küçük devletlerin emrindeki şiddet araçlarının kontrolünü ellerinde bulundurabilir! Yani her an yeni bir saldırı ile sindirilebilir hatta silinebilir…
AB'nin şu beş mikrobu Avrupa'yı çürütmektedir:
- 1- Yüksek ücret,
- 2- İleri teknoloji,
- 3- Yüksek toplumsal refah,
- 4- Yüksek vergi,
- 5- Yüksek bürokrasi.
Ve sonuç, yüksek kriz ve yüksek işsizliktir. Çünkü:
- 1- Yatırım ve istihdam teşviki için kredi faizleri düşürülüyor. Bu ise ürün satış fiyatlarını geriletiyor.
- 2- Fiyatlar düştüğünde işletmeler aldığı kredi borçlarını ödemekte zorlanıyor. Üretimi kısıyor, yatırımlarını durduruyor. İlk önlemlerden biri olarak işçi sayısını azaltıyor.
- 3- İşsizlik artınca talep azalıyor, satışlar düşüyor, fiyatların daha da düşürülmesi gerekiyor, rekabet artıyor, kalitenin yükseltilmesi gerekiyor; bu da ek maliyet istiyor.
- 4- Önlem olarak kredi faizleri daha da düşürülüyor. Yani tekrar başlangıçtaki noktaya geliniyor. ABD'de faiz hadleri 13 kere düşürüldü. AB'de çok düşük. Yani bu ekonomiler iflasa sürükleniyor!
- 5- Tüm bu olumsuzluklar devletin vergi gelirlerini düşürüyor, cari işlem açıkları büyüyor, yatırımlar duruyor, sosyal güvenlik kaynakları eriyor, vergi gelirleri arttırılıyor, bürokrasi ve bir dizi sıkı denetimler başlıyor…
- 6- Yatırım otomasyona yöneliyor, işsizlik artıyor, sermaye ise ucuz emek gücü olan bol teşvikli, denetimsiz, işbirlikçi, kısacası sömürülecek kaynakları olan ülkelere kaçıyor.
Avrupa özel sektörünün temsil kuruluşu UNİCE'nin başkanı Jürgen STRUBE: "Yüksek bütçe açıkları, düşük ekonomik büyümenin esas nedenidir. Bir süre sonra vergilerin yükselmesine ve hatta bugünden güven kaybına neden olurlar." diyor.[4]
AB, zannedildiği gibi demokratik de değildir. İşte:
AB'NİN 5 KAOSU:
- a- Yetki paylaşımında uygunsuzluk
- b- Mali istikrarsızlık ve sorumsuzluk
- c- Kaynak yetersizliğinde umutsuzluk
- d- Üretim ve Pazar sorunu ve huzursuzluk
- e- Dış ve iç politikada uyumsuzluk..
Kurulduğu günden itibaren yaklaşık 40 yıllık bir süreç boyunca, 1958 Roma Anlaşmasından bu yana AB'nin ismi, kuralları ve işlevi sürekli değişikliğe uğramıştır. Birliğin kendi içindeki dayanışma kararlarına rağmen, her ülke bir başka ülkenin kendisinden daha düşük olan standartlarını bahane ederek, kendi standartlarını geriletiyor. Rekabet edebilmesi için, daha düşük standartlar giderek artıyor… Örneğin, AMSTERDAM ANLAŞMASI, Sosyal Şart ve NICE doruğunda kararlaştırılan Avrupa Birliği Temel halklar Şartında, daha önce mevcut olan birçok sosyal kazanımlar ortadan kalmaktadır.
Konut, eğitim, çalışma, sosyal güvenlik gibi haklar bunların başında gelmektedir.
Dünyanın giderek tek kutuplu, güçlü ve tekeci kapitalizme yönelmesi süresince, kapitalist sistemin dışında kalmak mümkün mü dür?
Kapitalizm rekabet, kazanç ve güç demektir. Demokrasi bunlardan sonra gelir. Bugün Avrupa'nın en büyük şirketleri halen ulus şirket niteliğini korumakta ve bu nitelikleri giderek de güçlendirmektedirler.
Bunlardan Fransa, özellikle Almanya ve İngiltere, eski yayılmacılıkları doğrultusunda ekonomik alanda güçlerini giderek artırmaktadırlar.
AB, DEMOKRATİK midir? Hayır çünkü ülkelerin kendi demokrasisi değil, birliğin demokrasisi geçerlidir ve AB, Siyonist sermayenin güdümündeki yüksek bürokratların yönetim ve denetimindedir. Avrupa Bakanlar Konseyi, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği Komisyonu, Avrupa Parlamentosu; birlik adına, ülkeler adına, yasama ve yürütmeyi gerçekleştirir. Kuvvetler ayrılığı ilkesine uymaz. Hesap vermezler, şeffaflıktan uzaktırlar…[5]
Son olarak; 3 büyüklerin "Güç, söz ve yetki bizdedir" oligarşisinin, AB Anayasası'na montaj dayatması ile sonuçlanan fiyaskolu Anayasa zirvesi, AB'nin ne kadar anti demokratik olduğunun en açık göstergesidir. Bu AB anayasasına, hem de gizli Siyonist Papa Pio'nun heykeli altında Türkiye'nin teslimiyet belgesine imza koyan Recep Tayip Erdoğan ve Abdullah Gül, bu yaptıklarıyla övünmektedir.
Oysa Erbakan Hoca'nın yıllar önce söylediği gibi:
"Freni patlamış ve kontrolden çıkmış, ilk virajda uçuruma yuvarlanacak şekilde hızlanmış bu AB arabasına binmekle, aslında intihar ettiklerinin" farkında değillerdir.
Yoksa Jak Chirak'ın dediği gibi, "Bunların da hepsi Bizansın çocuklarımı dır?" ki, AB uğruna egemenlikleri feda edilmektedir?
Bu nedenle İSVEÇLİLER Avrupa İçin Tek Para Birimi Olan EURO'YA "Evet" demiyor…
İsveç Başbakanı Göran Persson'un en yakın çalışma arkadaşı olan Anna Lindh tam bir Avrupalı olarak İsveç'in Euro'ya geçmesi için büyük bir uğraş vermişti. Anna Lindh'in trajik ölümü, İsveçli seçmenin Euro'ya "hayır" demesine de denk düştü. İngilizler ve Danimarkalılar gibi, İsveçlilerin Euro'ya "nej" (hayır) demeleri neyin işareti?
Bazı analizcilere göre, İsveç'in "hayır"ı Avrupa entegrasyonunu yavaşlatacak. Kimilerine göre ise Fransızlar ve Almanlar, karşıt grupta yer aldıkları için Avrupa Birliği konusunda kuşkuları olanları bu birliğe doğru çekecekler. Londralı bir "think tank" olan "center for European Reform" dan (Avrupa Reformu Merkezi) Katinka Barrysch: "Artık Fransa ve Almanya, daha az güvenilir olan diğerlerine danışmadan, istediklerini yapacaklar" diyor.
Ortak paranın bedeli ağır oluyor!
Almanya Kiel Üniversitesi'nde Institut für Weltwirtschaft Başkanı ve Avrupa Komisyon Başkanlığı Ekonomik Analiz Grubunun 5 üyesinden biri olan Horst SIEBERT'e ait analiz de şunlar vurgulanıyor:
Euro bölgesinde yaşayanların cüzdanlarına tek para birimi Euro gireli 7 ay oldu; ancak daha şimdiden Almanya, Fransa ve İtalya bütçe açıkları nedeniyle Brüksel'in gözetim listesinde.
AB'nin 15 ülkesi Euro konusunda mahkemeye veriliyor…
Avrupa Komisyonu, İstikrar ve Büyüme Anlaşması'na uymayan 15 ülkeyi mahkemeye veriyor. Euro'nun değeri konusunda ortak politika oluşturamayan ve kendi ülkelerinde almaları gereken önlemleri almayan 15 ülke, söz konusu anlaşmaya uymamanın bedelini ödeyemeye zorlanıyor!
Yolsuzluklar başını almış gidiyor!
OLAF'a göre Avrupa genelinde giderek yayılmakta olan büyük örgütlü suçlardan birine ait doküman. Avrupa'nın en büyük yolsuzluk operasyonlarından birine ait bu belgede, İngiltere ve İrlanda arasındaki ithalat ve ihracatta mobil telefon ve bilgisayarlarla ilgili kaçak ticaretin (VAT yolsuzluğu) AB vergi mükelleflerine yıllık maliyeti 100 MİLYAR EURO'ya ulaşıyor!
Bağdat'ta AB Yolsuzluğu
Avrupa Birliği Komisyonu tarafından hazırlanan yeni bir raporda, yolsuzluk karşıtlarına göre "Avrupa Birliği geçen yıl sadece Bağdat'ta suç ve rüşvetlerin 1 milyar dolar olduğu açıklanıyor…
AB havuzundaki paranın yaklaşık yarısı, AB tarımında akılcı ve rasyonel olarak kullanılamadı. Tarım destekleri ve küçük çiftçilik tıkanma noktasında bulunuyor…
The Newyork Tımes'in:
"Kendilerini nelerin beklediğini bilmeksizin, Türkiye dün Avrupa'nın kendisine uzattığı eli sıktı. Ancak Türkiye ve Avrupa yüzyıllardır birbirlerine güvenmediğinden, AB'nin Helsinki de önerdiği tarzda bir dostluk önerisi şüpheyle karşılanabilir."
Yorumu ve yaklaşımı yerli figüranlara bir uyarıdır!
Kendi içinde, daha şimdiden çürümeye ve çözülmeye başlamış bulunan ve Türkiye gibi ülkelerin bakir imkânlarını sömürerek ayakta durmaya çalışan bir AB'yi, "Servet ve hürriyet cenneti-Huzur ve refah garantisi" diye yutturmaya ve talihsiz toplumumuzu avutmaya çalışanların foyası yakında ortaya çıkacaktır. Ama bedeli de ağır olacaktır…
Başta Almanya ve Fransa olmak üzere, artık Avrupa uyanmaya ve Siyonist kuşatma kıskacından kurtulmaya çalışmaktadır.
Siyonizm'in silah gücü ABD'ye karşı da, Rusya ile gizli işbirliği imkânları aranmaktadır. Siyonist sömürü saltanatının yıkılması yakındır.
Rusya'nın, Amerika'yı Şok Eden Bombası:
Putin: Yeni nükleer silah sistemini açıklıyor!
ABD, İran'ın nükleer programı var diye yırtınırken ve saldırmak için bahane ararken, Rus lider Putin başka hiçbir ülkede olmayan ve olmayacak yeni bir nükleer silah geliştirdiklerini vurgulamıştır. Bu aslında Amerika'ya ve Siyonist hegemonyaya bir meydan okumadır.
RUSYA Devlet Başkanı Vladimir Putin "Başka ülkelerin sahip olmadığı ve olamayacağı yeni tür atom bombası (Füze sistemi) geliştirdiklerini" iftiharla açıklamıştır. Geniş bilgi vermese de dünya ajansları Moskova'nın yeni savunma planı hakkında tahmini bir süreci aktarmıştır. Rus ITAR-Tass ajansına göre Putin kuvvet komutanlarıyla yaptığı toplantıdaki açıklamasında, yeni "nükleer füze kalkanı" projesinde de denemelerin başarıyla sürdüğünü söylemiş ve yeni füzelerin birkaç yıl içinde kullanıma hazır olacağını hatırlatmıştır.
"Acil" Haber Olarak Duyuruluyor!
Dünya haber ajansları Putin'in açıklamasını "acil" ibaresiyle duyurup yayınlanmıştır. Putin, "Bu yeni nükleer sistem, diğer nükleer güç devletlerinin (BM Güvenlik Konseyinde Rusya'nın yanında yer alan ABD, İngiltere, Fransa, Çin) elinde yok ve olmayacaktır. Terör Rusya için en büyük tehditlerdendir. Bu nedenle Rusya, ordusunu ve nükleer kuvvet unsurunu geliştirmeyi sürdürecektir" açıklamasını yapmıştır.
ABD Şaşkınlık Yaşıyor!
Rusya Savunma Bakanı Sergey İvanov ise, bir müddet önce; Rusya'nın (nükleer başlık taşıyan) seyyar "Trol-M" balistik füzesini bu yıl deneyeceğini ve yeni silahın 2005 de hazır olabileceğini söylemişti. Rusya'nın 1.32 ton nükleer bomba taşıyabilen Topol-M füzesine ilaveten 4,4 tonluk 10 ayrı atom bombasını tek başlıkta taşıyabilen yeni kuşak füze sistemini devreye sokmaya hazırlandığı belirtilmişti. Rusya Savunma Bakanlığının bir üst düzey yetkilisi ise, "ABD'nin füze savunma kalkanını işlevsiz kılacak yeni bir silah geliştirdiklerini" bildirmişti. Uzmanlara göre bu yeni silah, sesten hızlı olabilirdi…
Anlaşmayı Bush Bozmuştu! Şimdi Bozguna Uğruyor!..
Ocak 1999'da, Başkan Clinton döneminde, Pentagon "ulusal füze savunma sistemi" planını devreye sokmaya çalıştı. Clinton, plana imzasını atmamıştı. 2000'de iktidar olan Başkan Bush ise bu plana sahip çıktı. Dünyadan gelen tepkiler üzerine, diğer büyük nükleer gücü olan Rusya'yı ikna etmeye çalıştı. 11 Eylül, Başkan Bush'a aradığı bahaneyi sağladı ve ABD'yi nükleer bir saldırıdan koruyacak "füze kalkanı"nı oluşturmak için düğmeye bastı. Bush, Rus lider Putin'i 2001'de ABD'ye davet etti ve onu Teksas'taki çiftliğinde ağırladı. 3 günlük görüşmelerin ardından Bush, ABD'nin ulusal füze sistemini kurmakta kararlı olduğunu açıkladı. Bush, böylece ABD'nin Rusya ile 1972'de imzaladığı, nükleer silah geliştirmeyi önleyen "Anti-Balistik füze" anlaşmasını bozmuş olmaktaydı. Putin, Bush'un hareketini "büyük hata" olarak nitelemiş ve "artık biz de nükleer saldırılara karşı kendi kalkanımızı oluşturmak zorundayız" demişti. Hâlbuki Anti-Balistik füze anlaşması, dünyaya 30 yıllık sükûnet sağlamıştı.[6]
Bizden 600 Yıl'ın Hesabı İsteniyor
Avrupa Birliği'ne giriş şartlarını içine alan ilerleme raporları ve 17 Aralık'ta müzakere tarihi verilmeden önce, üye ülkelerin, not ettikleri istekler, Avrupa ülkelerinin bizden 600 senenin hesabını sormak istedikleri anlamına geliyor. Müzakereler başladığı taktirde, bu hesaplaşmanın ayrıntıları daha da netleşecek:
Bu konuda batılıların global olarak arzu ettikleri hesaplaşma konuları şöyle:
1- Malazgirt Meydan Muharebesi,
2- Pontus Rum devletine son verilmiş olması,
3- İstanbul'un fethi,
5- Kosova savaşı,
6- Niğbolu,
7- Varna savaşı,
8- Viyana kuşatmaları,
9- Çanakkale muharebeleri,
10- İstiklâl Savaşımız.
Bu konular, açıkça dile getirilmemiş olsa bile, bu savaşların milletimize ve devletimize kazandırdıkları, maddî ve manevî bütün neticeler müzakereler esnasında bizden hesap sorularak haklarımız sıfırlanmak isteniyor.
Meselâ, Ortodoks patriğine ekümenlik verilmesi bahanesi ile İstanbul yöresine el konulmak isteniyor. Dicle-Fırat havzalarının uluslararası bir yönetime devri ile Güneydoğu toprakları bizden ayrılmak isteniyor. Ermenilerin Kuzeydoğu Anadolu toprakları üzerinde tarihî hakları mevcuddur diyen Avrupa Birliği siyasî komisyonunun daha önce aldığı bir kararla Kuzeydoğumuz elimizden alınmak isteniyor. Bütün bunlara ilâveten vatan topraklarının parsel parsel satılmasına göz yumulması suretiyle, Anadolu'nun tamamının yani Malazgirt'ten bu yana sahip olduğumuz tüm haklarımız zamana yayılarak başkalarına devrediliyor.
Daha hazin ve daha elim olarak, bağımsız devletimizin egemenliği de önemli ölçüde, Avrupa Birliği Federasyonu'na devir ve teslim edilmek üzere yetkililerimizden peşinen imzalar alınıyor. Hasılı Batılı kafa, fırsat ele geçmişken, bizlerden 600 senelik hıncını çıkartmak istiyor.
Avrupa Birliği mi, iflâs masası mı?
Bir tüccar veya bir şirketin iflâsına karar verilirse, ne gibi işlemler başlatılır bunu herkes bilir.
Önce bir ilânat yapılır, alacaklı olanlar ilân üzerine gelirler, alacaklarının miktarını bildirirler, varsa senetlerini ibraz ederler. Bize uygulanan muamele de böyle başlatılmadı mı? Dönem başkanı ve diğer görevliler, bütün üye ülkelerin taleplerini not etmiş, 17 Aralık'tan önce aleyhimizdeki istekleri bir bir son raporuna yazmış. Müzakereler başlarsa daha da yeni yeni talepler iflâs masasına yazılacak. Ayrıca AB'nin değişmez denilen delegasyonları da öncelikle en başa yazılacak. Ama bu iflâs masası modeli müzakere yaklaşımı, sadece Türkiye'ye karşı yürürlüğe konuyor.
Meselâ demirperde gerisinde iken AB'ye üye yapılanlara karşı böylesine hasmane bir tavır sergilenmiyor.
Yapılmak istenenler, beyin ölümünden sonra, ölmüş farz edilen bir insanın organının yağma edilmesi olayını andırıyor:
Ama bizim organlarımız şuna buna tam manasıyla beyin ölümü gerçekleşmeden önce peşkeş çekilmek isteniyor. Hâlihazır yöneticilerimizin pazarlık gücünden mahrum oldukları varsayılıyor. Ya da Batı'ya karşı kayıtsız şartsız teslimiyet gösterecekleri kabul ediliyor.
Elbette böyle davranırlar. Elin oğlu bakıyor ki, ülkeyi elinde tutanlar inanılmayacak derecede taviz veriyor ve inanılmayacak derecede millî menfaatlerimizden taviz vermeye müheyya gözüküyorlar.
Nitekim Türkiye'nin hiçbir taviz alamadan Gümrük Birliği'ne girmesi olayı Batılılara haklı olarak cesaret vermiştir.
AKP hükümetinin başından beri Kıbrıs'ı verme konusundaki tek taraflı yaklaşımları, Batılıların Kıbrıs Adası'nın tümünü AB'ye üye kaydetmiş olmaları karşısında suspus kalmaları, karşımızdakileri tabii ki son derece ümitlendirmiştir. Her istediklerini elde edeceklerine dair onlara cesaret vermiştir.
Bu ve buna benzer sebeplerden dolayı, AB temsilcileri ile ileride yapılacak müzakerelerde taviz kapıları ardına kadar açılmış olduğundan, hesaplaşmanın şümulü de genişletilerek Malazgirt'ten bu yana kazandıklarımızın tümünün masaya konulması şekline dönüşmüştür.
Bilmiyoruz Sayın Sezer'in başkanlığında yapılan son toplantıda alınan üç maddelik kısıtlama kararı, ardına kadar açılmış olan taviz kapılarının kapanmasına yarayacak mı, yaramayacak mı?[7]
Biz bu zihniyet ve hükümetten artık hiçbir hayırlı ve v akarlı hizmet beklemiyoruz.
Avrupa'lı Tüm Dillerde Türkiye'ye "Hayır"
Türkiye'ye AB yolunda en büyük desteği veren İngiltere'nin Başbakan'ı Tony Blair'in; Türkiye ile Fransa, Almanya gibi muhalif ülkeleri uzlaştırmak için, önerileri şunlardır:[8]
- AB ile müzakereler 2005'in ikinci yarısına ertelensin
- AB kurumlarında Türkiye etkin olmasın diye mevzuat değişsin.
- AB üyeleri, üye ülkelerin adaylarını reddedebilsin.
Blair'in önerilerini yorumlamaya gerek var mı?
Bilinen bir başka gerçek, Almanya, Fransa ve İngiltere'nin ortaklaşa bu yaklaşımı; Türkiye'ye baştan beri dayattıklarıdır, yani Türkiye'ye açıkça "imtiyazlı ortaklık" bile önermeyen, "iliştirilmiş üyelik" ya da "çok pasifleştirilmiş üyelik" öneren bir yaklaşımdır.
Yani müzakereler başlasa bile Türkiye'nin alacağı sonuç şimdiden açıktır. "İliştirilmiş üyelik" veya "çok pasifleştirilmiş üyelik" ten başkası olmayacaktır.
Buradan çıkarılan bir başka sonuç da şudur:
AKP Genel Başkanı ve Başbakan'ın AB'ye yönelik "mekik diplomasisi", maalesef nafile ziyaretlere veya turistik seyahatlere dönüşmüş, Başbakan açıkça "idari izin" kullanmıştır.
Devam edelim:
Danimarka Başbakanı Türkiye'yi "Yoksul ve Müslüman", "Pek çok açıdan kendisini diğer AB ülkelerinden ayıran bir topluma sahip" olarak nitelendirmiş ve "AB'nin sınırlarını Türkiye'nin üyeliği ile Irak, Suriye, İran ve Kafkasya'ya kadar götüreceğini" söylemiştir. Yani "istikrarsızlık ithal etmek istemiyoruz" demiştir.
Alman basınında Süddeutsche Zeitung'un önerisi ise çok zekicedir:
"AB eğer yeni bir Türkiye'den yanaysa, müzakereleri tam üyelik hedefiyle başlatmak zorundadır."
Cümlenin analizi açık:
"Tam üyelikle müzakerelere başla, ama iliştirilmiş veya çok pasifleştirilmiş üyelikle bitir.!?"
13 aralık tarihli Frankfurter Allgemeine Zeitung'da Türkiye'nin AB üyeliği ile ilgili tartışmalara aşağıdaki şekilde yer verilmiştir.
"Türkiye'ye ilişkin tartışmada dikkati çeken husus ise, geçmişte çok önemli bir konu olan Birlik'in siyasi olarak derinleşmesi konusunun, genişleme hareketi tarafından silinip gitmiş olmasıdır. Bu sadece Türkiye ile ilgili değildir, fakat Irak ve İran sınırlarına kadar yapılacak bir genişleme, işleyebilen, kendi kimliğinin ve çıkarlarının bilincinde, anayasal olarak kaleme alınmış bir Birlik'in yaratılmasını neredeyse imkânsız kılacaktır."
Burada açıkça "Türkiye ile AB'nin siyasi birliği mümkün olmaz. Türkiye AB'nin hedeflerini imha eder" denilmektedir.
Almanya Federal Parlamentosu Avrupa Komisyonu Başkanı ve CDU Federal Yönetim Kurulu Üyesi Matthias Wissmann ise 14 Aralık'ta Berliner Zeitung'da yayınlanan röportajında aşağıdaki ifadelerle Türkiye'nin AB üyeliğinin imkânsızlığını vurgulamaktadır:
"Avrupa ve Almanya'nın çıkarlarına göre hareket edeceğiz. Bizim için en önemli soru, Avrupa'nın siyasi birliğini nasıl sağlayabileceğimizdir. Avrupa'nın sadece bir serbest pazar olmasını engellemek istiyoruz. İkinci önemli konu ise, Almanların çıkarlarını korumaktır. Avrupa'daki en büyük net aidat ödeyen ülke olarak, Avrupa Birliği'nin tamamen finanse edilmez bir hale gelmemesini güvence altına almak istiyoruz."
Uzatmaya gerek yok; Danimarka, Fransa, Almanya, İngiltere, Avusturya, Hollanda, Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi ve diğer ülkeler çoktan beri Recep Tayyip Erdoğan'a, ama diplomatik dille ve nezaket ölçüleri dahilinde,
- Devletlerinin vücut dili ile,
- Politikacılarının dobra ifadeleriyle,
- Medyalarının satır aralarından,
- Akademisyenlerinin bilimsel ve yoruma mahal bırakmayan raporları ile,
- İkili görüşmelerde, açık sözlülükle,
- AB raporlarında, kesin açıklıkla,
- Türkiye'nin büyükelçilikleri üzerinden,
- İstihbarat raporları ile,
- İşadamları örgütleri vasıtasıyla,
- Interpol raporları yoluyla,
- AB bürokratları aracılığıyla,
TÜRKİYE'NİN ÜYELİĞİNİN İMKÂNSIZ OLDUĞUNU söylemişlerdir!
O halde Türkiye Başbakanı ne yapıyor?
Recep Tayyip Erdoğan'ın içeride ekonomide söyleyeceği hiçbir şey yoktur. Ekonomi yönetimi IMF'nin elindedir.
Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasal olarak Türkiye'de yapabileceği hiçbir hamle yoktur. Çünkü bu geniş bir iç ve dış konsensüsü gerektirir.
Recep Tayyip Erdoğan'ın Anayasa'ya müdahalesi de iç ve dış konsensüs meselesidir.
Recep Tayyip Erdoğan'ın eğitim, sağlık, turizm, gümrük, maliye ve daha birçok konuda icraat alanı hiç yok denebilecek seviyededir.
Bu sebeple AKP hükümeti Başbakanı, AB gibi kısa zamanda sonuç vermeyecek bir alanda, "yönetsel tatmin" gibi hayli tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir oyun peşindedir…
Açıkçası Recep Tayyip Erdoğan'a kimsenin müdahale etmemesinin, en ufak bir muhalefetle karşılaşmamasının sebebi "Türkiye'yi bu şekilde yönetmeye artık izan ve vicdan ehlinin talip olmaması"dır. Çünkü Türkiye "otomatik pilota" bağlı uçmaktadır.
Yani;
Hükümet olmasa Türkiye'de yokluğu hissedilmez.
Cumhurbaşkanı olmazsa eksikliğini kimse fark etmez.
Politikacılar yok olsa millet, aramak için peşine düşmez.
Hatta İstanbul ya da Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ortalıktan kaybolsa, halk "Bunlar nerede?" diye merak etmez!
Buna "siyasetin yok olması" ve milli hassasiyetin yıkılması denir!
İşte siyasetin yok olduğu yerde Başbakan'a ve hatta marazlı medyaya tek meşgale alanı kalmıştır: AB masalları ve zafer maskaralıkları…
Bir başka enteresan nokta ise, AB yandaşı politikacıların, yorumcuların, dış politika uzmanlarının, köşe yazarlarının, akademisyen sayılanların maalesef:
AB ile ilgili bilgileri utanılacak kadar azdır,
Konuştukça çok üzücü ve küçültücü bir tablo ortaya çıkmaktadır.
AB üyesi ülkelerin yöneticileri ve bürokratları, AB yandaşı politikacılarımızı, devlet adamlarımızı, yazarlarımızı, Prof.larımızı ve dış politika uzmanlarımızı izledikçe gördükleri profil düşüklüğü karşısında irkiliyorlar.
Ve maalesef Türk halkı AB üyesi ülkelerin yöneticilerini ve bürokratlarını:
Hiç dinlemiyorlar,
Hiç anlamıyorlar,
Hiç yorumlamıyorlar,
Hiç analiz etmiyorlar.
AB ülkeleri Türklerin nasıl illüzyona uğratıldıklarını, nasıl "hapçı" yapıldıklarını gördükçe Türkler adına üzülüyor, kendi milletleri adına gülüyorlar.
Kısaca "Hayır" kelimesi her şekilde, her dilden ifade edilirken, Başbakan başta olmak üzere devlet adamlarımız, aydınlarımız, dış politika uzmanlarımız, köşe yazarlarımız ise alay konusu ediliyorlar.
Avrupa'da şu anda tam bir "siyasal panayır" var. Herkes Türkiye'nin nasıl olup da siyaseten ve hukuken intihar ettiğini ve tasfiye sürecine girdiğini görmek ve bu hatıra fotoğrafında poz vermek için yarışıyorlar.[9]
"Brüksel'de Türkiye'nin AB üyeliğinden ziyade; Tayyip Erdoğan'ın siyasi kariyeri belirlenmiştir."
Maalesef; bugüne kadar AKP liderlerine her türlü yolla AB'nin Türkiye'ye; "ancak kısırlaştırılmış ve kısıtlanmış üyelik" sunacağı gösterilmiş olsa dahi; Tayyip Erdoğan ve kadroları bu açık işaretleri BİLEREK görmezden geldi ve AB oyununu, ülkenin geleceğini risk etme pahasına sürdürmeyi tercih etti.
BİLEREK görmezden geldi diyoruz çünkü; kendi içindeki dinamikleri kontrol etmekte zorlanan AKP'ye AB dışında hiç bir SİYASET ALANI kalmamıştı.
Ekonomiyi ve bunla bağlantılı birçok alanları IMF'nin temsil ettiği dış finans odaklarına; siyaseti ve Anayasal çerçeveyi içerde ve dışarıda çıkar konsorsiyumlarının onayına devrederek siyasi arenada:
"KARİZMASINI KİRALAYAN LİDER!" konumuna düşen Tayyip Erdoğan'ın bu aşamada önündeki en büyük sorun; Brüksel'de ne olacağı değil; Brüksel'den nasıl dönüleceğidir.
Siyasi riski "hedge" etmek için IMF ile anlaşmayı öne çekerek; en azından AB dönüşü piyasalardaki bir çalkantıyı hafifletme planı ancak bir noktaya kadar faydalı olacaktır.
Aylardır Avrupa'ya sayısız ziyaret gerçekleştiren ve Berlusconi'den Chirac'e kadar birçok liderle "kanka" pozları verdikten ve bir de üstüne üstlük Papa'nın heykeli önünde Hıristiyanlığın motifleri ile bezenmiş bir AB felsefesine (O resimde AB Anayasası sadece bir unsurdur. Tayyip Erdoğan kalemi ile Anayasa'ya; görüntüsü ile bu felsefeye imza atmıştır) imza attıktan sonra; bu kadar çabaya rağmen sırtında bir hançerle yurda dönüş yapacak olan Erdoğan için, kum saati akmaya başlayacaktır.
Bu tespitimizdeki doğruluğu arttıran unsurlar Ankara'nın siyasi coğrafyasında Erdoğan'a uyarı işareti olarak yanmaya başlamıştır.
Süleyman Demirel'in, "etkili isimleri bir araya getireceği yemekli toplantı hazırlığı" bu uyarı işaretlerinden en önemlilerinden biri olarak karşımızda durmaktadır.
Keza İstanbul'da bazı iş çevrelerinin yeni bir siyasi "trendi" başlatmak için Brüksel dönüşünü bekledikleri benzer bir işarettir.
Bugüne kadar alanı boş bulduğu için ÖZGÜVENİNİ balonlaştıran ve Türkiye'yi dönüştürme hevesine kapılan Erdoğan'ın dev aynasındaki çatlaklar, Brüksel dönüşü sonrasında derinleşecektir.
KARİZMASI üzerinden yürüttüğü SİYASET ALANI'nı kullanarak ayakta kalan AKP lideri; tek siyasi oyuncağı AB'nin de elinden alındığını görecektir.
Ekonomiden kültüre, Anayasa'dan yerele kadar diğer siyaset alanlarına geri dönüş yapmak istediğinde ise; bugüne kadar pusuda bekleyen kesimlerin diş göstermeye başlaması yüksek bir ihtimaldir.
Bu noktadan sonra; siyasi riski tabana yaymak için gerçekleştirilecek bir referandum manevrası da; Brüksel kriterlerinin Ankara kriterlerine dönüştürülmesi de ya da son günlerde pratiğini yapmaya başladığı milliyetçilik söyleminin derinleştirilmesi de, kendisini çok hatalı bir şekilde AB'ye endeksleyen Erdoğan'a asla eski zeminini kazandıramaya yetmeyecektir.
Tabanı kayganlaşan lider; son günlerde ağzına danışmanları tarafından pelesenk edilen WIN-WIN (Karşılıklı Kazan-Kazan) felsefesinin gerçek açılımını gördüğünde kendisi için çok geç olacaktır:[10]
Ve Serdar Turgut'un Akşam Gazetesinde yayınlanan şu yazısı oldukça önemlidir:
Türkiye'nin en kritik yılı geliyor…
Genellikle yeni bir yıl yaklaşırken insana mutluluk veren, güzel laflarla dolu tahminler yapmak adettendir. Ancak ne yazık ki ülkemiz için çok da sevimli bir yeni yıl gelecek gibi gözükmüyor. Hatta diyebilirim ki 2005 yılı Türkiye Cumhuriyeti'nin karşı karşıya kalmış olduğu en kritik yıllardan biri olacak maalesef. Gerçeği görelim ki zayıf yakalanmayalım istiyorum; çünkü ben ülkemizin gelecek tehlikeleri çok rahatlıkla atlatma potansiyeline sahip olduğunu düşünüyorum.
1- Birçok insan tarafından komplo teorisi olarak nitelendirilen plan 2005 yılı içinde uygulamaya konacak. 2005 yılı ülkemizin bölünmeye aktif olarak çalışılacağı yıl olacak. Bunun sinyallerini birçok yönden sürekli olarak veriyorlar, ne yazık ki bizim ülkemizde bu sinyalleri algılamakta zorlanıyor insanlar. Dünya dış politika tarihinde bir sinyalin bu kadar açık ve net verilmesine de pek rastlanmamıştır. Durum böyleyken ülkemizde bazı insanların bu açık niyet bildirimini tartışmaya bile değer bulmamaları çok ama çok ilginçtir. Bu insanlar sanki bazı dış güçlerin ajanıymışlar gibi tavır almaktadırlar.
2- Bir numaralı tespitle bağlantılı olarak 2005 yılı Türkiye'nin tüm kırmızı çizgilerinin iptal edilmeye uğraşıldığı, renginin beyazlaştırılmaya çalışılacağı yıl olacaktır. Güneydoğu, Kıbrıs sorunu bizim yıllarca savunduğumuz görüşler dışında 'halledilmeye çalışılacaktır'.
3- Kırmızı çizgilerimiz dış güçlerce ayaklar altına alındıkça Türkiye'de büyük siyasi çalkantılar da yaşanacaktır yeni yılda. Çünkü bu kırmızı çizgilere Avrupa Birliği'nin arkasına saklanıp iç işbirlikçi olarak saldıranların karşısına gayet tabii ki bu çizgilere ilkeli bir şekilde sahip çıkan güçler dikilecektir. Bu nedenle 2005 yılında iç siyasette büyük fırtınalar kopmaması mümkün değildir. Şu gerçeği herkesin görmesi gerekir: Türkiye'de ordunun iç politikaya müdahale etmemesi olabilecek şey değildir. Açıkça söyleyelim bu müdahalenin olmamasını istemek doğru da değildir. Şuna dikkat edelim: Türkiye üzerinde niyetleri bulunan tüm dış güçler en fazla saldırıyı bu noktaya yoğunlaştırarak yaparlar. 2005 yılında TSK'nın iç siyasette ağırlığının daha da artacağını göreceğiz. Bu da Avrupa Birliği ile aramızda kriz yaratacaktır. Geleceği kesin olan bu krizde AB isteği yönünde tavır alan iç güçler son derece zor durumda kalacaktır.
4- 2005 yılı ülkemizde milliyetçi tavra sahip siyasetin yıldızının tekrar parladığı yıl olacaktır. Çünkü dış güçlerin ülkemiz üzerindeki gerçek niyetleri deşifre olmaya başlamıştır ve bu nedenle yeni yıl tepki yılı olacaktır. Yükselmeye başlayacak milliyetçi tavırları hangi parti sahiplenirse o parti parlamenter muhalefeti oluşturacaktır. Eğer bu duyguları sahiplenenler de ortaya çıkmazsa gerçek Muhalefet işlevinin parlamento dışı güçler tarafından daha güçlü üstlenildiği görülecektir. Bu da iç siyasetteki çalkantıları daha da arttıracak bir etki yapacaktır. Görünen o ki 2005 yılında ülkemizde iç siyasi dalgalanmaların durulması pek de mümkün değildir. Kendini AB'ye çok bağladığı için hükümetin sallanması da ihtimal dahilindedir.
5- Barış ve demokrasi kaynağı olarak yorumlanan Avrupa Birliği son derece planlı bir şekilde Türkiye'yi bir savaşın içine itmek için çalışmaktadır. Bunu da su krizi yaratarak sağlamaya çalışacaklar. AB'nin bastırması üzerine Türkiye'nin su kaynaklarını İran, Irak ve Suriye'nin kullanımına açması ve bu kararla hemen aynı anda PKK'nın yeni partisinin startının verilmesi birbiriyle bağlantılı iki olay olarak görülmelidir. Dünya güçleri Türkiye'nin su kaynaklarını Kürtlere verme planını hazırlamışlardır. Kuzey Irak'taki Kürt oluşumunun başka kaynaklardan çizilen bayrağında da sembol olarak Fırat ve Dicle'nin kullanılması aslında oynanmak istenen oyunun en net göstergesidir. Dış kaynaklar 'Kürt kartı'nı böylesine açarak son derece tehlikeli ve bölgeyi ateşe atacak bir oyun oynamaktadırlar. Türkiye'nin oyuna karşı açabileceği kartlar gayet tabii ki vardır. Bunlardan bir tanesi de İsrail kartıdır. Bu kartı dikkatli açtığımızda bize oynanabilecek bir oyunu rahatlıkla bertaraf edebiliriz.
Anlayacağınız ne yazık ki problemli bir yıla girmek üzereyiz. Ancak 'önce vatan' demeyi bildiğimiz takdirde aşamayacağımız tehlike de yoktur. 2005 yılı bence dünyanın Türkiye ile oyun oynanamadığını göreceği yıl da olacaktır. O nedenle ben mutluyum.[11]
[1] 12 Aralık 1999-Radikal
[2] MAG Aralık 2000 Dergisi
[3] Samir Amin , "Montyly Revlew" No: 2, c.48
[4] Bak. Ersal-Necla Yavi. AB'nin önlenemeyen düşüşü. Yazıcı yay. Sh.18
[5] N.Satlıgan
[6] Star / 18 11 2004
[7] Milli Gazete / 09 12 2004 / S. Arif Emre
[8] Hürriyet Gazetesi 15.12.2004
[9] Sesar / 16 12 2004 / AB Analizi.
[10] Sesar-Kritik Özel / 16 12 2004 /
[11] Akşam / 29 12 2004 / S. Turgut
CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
DEVLET VE HÜKÜMET YETKİLİLERİNİN VE DİĞER İLGİLİLERİN DİKKATİNE!..
ERDOĞAN’IN ASİLTÜRK ZİYARETİNİN PERDE ARKASI
YENİDEN REFAHÇI HADSİZE YANIT
Adı ne olursa olsun, hıyanet hırkasını giyen, Dindar kahraman rolüyle, her türlü hıyaneti yapıp mevki,…
Ahmet Akgül üstadımızın bu bilimsel, tarihi tesbit ve önerileri MİLLİ DÜŞÜNCE SAHİBİ ŞAHSİYETLERE ACİL KILAVUZ…
Nefsim, ZAFER YAKIN DEĞİL Mİ!? Kardeşine sabret, Rabbin sana nasıl sabretti etmedin mi hayret? Adam…
Gerçeği bildik yetmedi Göz ile gördük yetmedi Hakkıyla idrak olmadı Bu kaçıncı ayıbımdır... İkaz, uyarı…
Mozaik miyiz Seramik mi? Üstad Ahmet Akgül Hocamız pek çok kereler toplumumuzu "farklı kökenlerden ve…
Yıllar önceki bir yorumumuzda şu cümleyi yazmıştık. "Bizdeki deruni güç, Adil Bir Türkiye, Yeni Adil…
Ne ayıplar yaptılar, insanları azdırdılar, günahın her türlüsüne batıran bunlar değil mi? AB dedi ahlak…
Rad Suresi 11. ayette "...Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirip bozmayacaktır..." buyrulmaktadır.…
Diyarbekirli arkadaş öncelikle tebrikler. Milli Çözüm yaxılarını takip ediyorsun. Takip etmeye devam et inşaallah. Hakikata…
Yaratılış gerçeğine ve Allah’a iman eden, ahiret inancı olan bir insan, nasıl olur da Allah’ın…