YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
664a026f51e71
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 9 9
Bugün : 14151
Dün : 23538
Bu ay : 399588
Geçen ay : 737322
Toplam : 23915874
IP'niz : 18.191.128.22

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

a) Cahilliğinden veya kasıtlı cinliğinden, İslamiyet’i de tahrif edilmiş Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi sanıp öyle sunmaya çalışan

b) Dine sadece devletin bir aksesuarı ve istismar aracı olarak yaklaşan

c) Yahudi ve sabataistlerin sinsi faaliyet ve hıyanetlerini özellikle gizlemeye çalışan

d) Tanzimatçı ve ittihatçı kadroların masonluklarını ve Siyonist bağlantılarını ve Osmanlıyı İslam’ı yıkma çabalarını örtüp onları modernleşme ve demokratikleşmenin öncü kurmayları gibi takdime ulaşan

e) Bir takım makam ve menfaat hırslısı, taklitçi ve yobaz kafalı ulemaların hatalarını İslam dinine yüklemek için çırpınan

f) Sultan Abdülhamit ve Erbakan’la ilgili tarihi gerçekleri bile bile çarpıtan; “Sultan Abdulhamid’in, “Dinin ilerlemeye engel olduğunu fark etmek”,  Erbakan’ı “kökten dinci ve radikal bir çizgi takip etmek”le suçlayan, ama bu zatların Siyonist emperyalizme karşı çıktıkları için suçlanıp dışlandıklarını saklayan

g) Turgut Özal ve Recep T. Erdoğan hareketlerini “akılcı ve uzlaşmacı” bulup hararetle alkışlayan

h) Osmanlı ve Cumhuriyet dönemindeki önemli değişimleri ve kırılma dönemlerini doğru saptamakla birlikte, bunları alakasız yorumlarla saptıran

i) Bütün insanlığı demokratik köleleştirme projesinin ve siyonizmin dünya hâkimiyetinin yaldızlı bir kılıfı olan küresel tekelleşme düzeninin uyumlu bir parçası olarak “ılımlı İslam” hıyanetini ve dinin bir sömürme ve uyuşturup sindirme aracı haline getirilmesini arzulayan

j) Bütün olaylara saabataist (gizli Yahudi) kafası ve Siyonist İsrail’in amaçları doğrultusunda yaklaştığı sırıtan Prof. H. Kemal Karpat’ın “Osmanlıdan günümüze elitler ve din” adlı kitabındaki yanlışlıkları, haksız ve dayanaksız yorumları, tek tek ele alıp yanıtlamak birkaç cilt kitap hacmine ulaşacağından, sadece bazı konuları düzeltmek ve doğruları özetlemekle yetineceğiz.

“Osmanlı kuruluş ve gelişme sürecinde kendisi dışında herhangi bir grubun iktidar mücadelesiyle yüz yüze gelmedi. Adaleti yürütmek ve devleti sürdürmek için, kendi üyeleri de dâhil olmak üzere, servetin belli kişi ve grupların elinde birikmesine izin vermedi. Osmanlı bürokrasisi etnik, sosyal ve kabilesel imtiyazla değil, sadece “devlete bağlılık” temelinde varlığını devam ettirmekteydi. Liyakat ve devlete sadakat, Osmanlı siyasal elitinin sistem içinde elde edeceği konum ve ödül için temel kriterdi. Bürokrasi içindeki mevkiler çoğu zaman bilgi ve beceri temelinde şekillenirdi. Adliye teşkilatında görev almak için resmi eğitim önemliydi ve hâkimler (kadılar) göreve gelebilmek için İslam hukuku bilgilerine sahip olduklarını kanıtlamak mecburiyetindeydi.  Her ne kadar on sekizinci yüzyılda yüksek mevkideki kişilerin aileleri ve taşradaki idareciler bürokrasiye kadro sağlayan kanallar haline gelse de bu durum geçiciydi ve kendisine atfedildiği ölçüde bir sosyo-politik etki geliştirememişti. Bütün bunların kaynağı ise İslamiyet’ti.

Osmanlı bürokrasisiyle sultan birbirlerine karşılıklı olarak bağımlı haldeydi. 1396’ya kadar sultan, savaş zamanı kılıç sallayan, barış zamanında ise tarım ye ticaretle uğraşan sınır boylarındaki gazilerin başkomutanı gibiydi. Erken dönem Osmanlı toplumunun ikili askeri-sivil statüsü ve askeri hiyerarşinin pek katı olmayışı, ordu ile siviller arasında, “devlet etrafında meydana gelen sürekli bir kaynaşma”  meydana getirmişti. Gerçi on beşinci yüzyılda II. Mehmet (1451-81) gibi merkeziyetçi sultanlar, devletin ve Osmanlı toprakları üzerinde bulunan her şeyin “sorumlu sahibi” görünseler de yine devletin temelinde ortak değerlerin bulunduğu anlayış hakimdi. II. Mehmet eski uç beylerini merkezi bürokrasiye dâhil etti ve onların topraklarını devlet mülkiyetine geçirerek kendisine ve devlete yönelik halk desteğini güvence altına almayı denedi. Bunun yanında hanedan, devlet iktidarının, geleneğin ve sürekliliğin kaynağı, sultan da bunun temsilcisi, sözcüsü ve yürütücüsü haline geldi. Dinî bürokrasi ise bu düzenlemelerin Kur’ani meşruiyet temelinde yapılıp yürütülmesini temin etti. İktidarın bu şekilde hanedan-devlet elinde toplanması, devlet otoritesini kurumsallaştırdı (bu kilit öneme sahip bir başarıdır) ve reaya (farklı köken ve kültürden bütün halk kesimleri) tarafından desteklenen sultanın, bürokrasi ve ilmiyenin ve tüm askeri birliklerin başında yer aldığı güçlü bir hiyerarşi yürütülmekteydi.

Bürokrasideki mevkileri; liyakat yanında devletin temsilcisi olan sultana mutlak itaat ve sadakat belirlemekteydi. Sultanın tahta çıkışı ve tahttan indirilişine ordu, dini liderler ve hatta pazar esnafından oluşan bir heyet tarafından karar verilse de, bu tercihi resmileştiren ve ona son halini veren kişi “Şeyhülislam” denen otoriteydi. Şeyhülislamlığın, on beşinci yüzyılda devlet kararlarının dini hükümlere uygun olup olmadığını denetleyen kendine özgü bir Osmanlı Kurumu olarak ortaya çıktığında sahip olduğu geniş yetkilere, sonraki yüzyıllarda devlet lehine sınırlamalar getirildi.

Nihayet modernleşme süreci denilen, ama Masonluk marifetiyle Osmanlının Sabataist (gizli Yahudilerin) kontrolüne alınmasını hedefleyen 1876 Anayasası, “halkın” veya “milletin” otoritenin kaynağı ve meşrulaştırıcısı haline gelmesini sağlamak” bahanesiyle hıyanet şebekesinin kadrolaşmasını hedeflemişti. Sonuçta şeyhülislamın “kendisi yerine bir başkasını kudret mevkiine yerleştiren kişi” olarak oynadığı rol, özellikle 1876 ve 1909 yılları arasında çeşitli memurların görevine son verilmesini sağlamak için masonlaşmış ordu komutanlarınca sıklıkla kullanılmasıyla birlikte, daha da geriledi ve şeyhülislam kendisinden bekleneceği gibi yüzlerce yıllık İslami teamüllere göre değil, siyasal tercihlere göre tahta sultan geçirme aracı haline geldi.

Osmanlıda Devletin inançla özdeşleşmesi Müslümanların kaynaşmasını sağlarken, gayrimüslimlerin birbirinden ayrı tutulması da önemliydi.

Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde İslam, halk düzeyinde harekete geçirici bir güç olarak temel bir işlev yerine getirdi ve aynı zamanda bir ideoloji, hukuk ve meşruiyet kaynağı olarak hizmet verdi. Ancak Tanzimatçı ve İttihatçı Masonlar iktidarında Devlet bir yandan kendi amaçları için dini kullanırken, bir yandan da onu savunup destekliyor görünerek, dini ve ahlaki değerleri dinamitleme yoluna gitti. Osmanlı Sultanları, on beşinci yüzyıl gibi erken bir tarihte, devlet yönetmenin pratik kurallarıyla dinin normatif esasları arasında, bunların özünden kaynaklanan bir çatışma olmadığını, ancak değişen şartlara ve ihtiyaçlara göre dinin temel kurallarının yeniden yorumlanması lüzumunu anlamıştı. Sultan, İstanbul müftüsünü devlet ve inanç arasındaki çatışmanın hakemi olarak görevlendirse de bu deneme başarılı olmamıştı.

On beşinci yüzyıl Osmanlı sultanlarının devletin kararlarını dine uygun hale getirmekten çok, devletle din arasındaki kaçınılmaz çatışmanın önüne geçmek amacıyla her biri için özerk bir faaliyet alanı yaratmaya çalıştıkları” şeklindeki kanaatler de haklılık payı vardı. Bu uygulama, pratikte tersi geçerli olsa da, teoride dini devletin üzerine yerleştiren bir laikleşme biçimiydi.

Devletin ve inancın de facto özerkliği I. Selim (1512-1520) ve Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) devirlerine kadar işlerliğini sürdürmüş görünmektedir. On altıncı yüzyılda İran’daki Şii Safevilere karşı girişilen mücadele sonucunda, Suriye, Mısır ve Hicaz’ın fethedilmesi ve halifeliğin Osmanlı Sultanları tarafından devralınıp sahiplenilmesi Osmanlıları Sünniliğin ve yerleşik dinin savunucusu haline getirdi ve Osmanlı Devleti’nin başlangıçtaki dayanağı olan “popüler İslam” alt sınıflara bırakıldı. Nihayet devlet, otoritesini genişletti ve toplumsal rahatsızlıktan ve Haçlı devletleri, İran Safevi misyonerleri, azınlık kesimleri ve siyasi muhaliflerince kışkırtılan celali isyanları gibi halk ayaklanmalarından kaynaklanan, düzene yönelik tehdidin önüne geçmek için, “inancı kendi hizmetine koşma” yanlışlıkları da yapıldı. Bu amaç uğruna devlet İstanbul müftülüğünü şeyhülislamlığa dönüştürüp meşihatın kendi eylemlerinin şeriata uygun olduğunu tasdik eden, istenmeyen hareketleri ise şeriat adına mahkûm eden bir araç olarak kullanılması; dinin de, devletin de aleyhine sonuçlandı.

Müslüman dini elitler bu durum karşısında üç gruba bölündüler. 1- Birinci grup, merkezi devlet hazinesinden maaş alan, sağlam bir konuma ve devlet tarafından desteklenen bir prestije sahip olan, şeyhülislam etrafında toplanmış yerleşik elitler, kadılar ve bunların alt gruplarından oluşuyordu. 2- İkinci grupta genellikle taşra merkezlerinde yer alan, mahalle mekteplerinde hocalık ve vakıflarda idarecilik yapan ve çoğu zaman biraz kişisel servete de sahip olan yüksek ve orta düzey ulema mensupları vardı. Düşünce ve eylemlerinde nispeten bağımsız olan bu ikinci grup dini elitler, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda yükselişe geçen ve güçlerini özel toprak mülkiyeti ve yerel ticaretten alan mahalli sivil elitlere son derece önemli bir destek sağlayacaklardı. 3- Üçüncü dini grup, merkezi ulemaya karşı olan popüler tarikat liderlerinden oluşuyordu. Bunlar her ne kadar farklı öğretilere sahip olsalar da, birinci gruptaki devletçi ve bürokratik dini elitlere karşı, ikinci gruptaki taşra uleması ile işbirliği içinde hareket ediyorlardı.

On altıncı yüzyılda birinci grubun konumunu ve devletle ilişkisini tanımlamak için bir siyasal literatür meydana geldi. Kınalızade Ali (1510-1572) adında bir kadı tarafından 1564’te Şam’da kaleme alınan Ahlak-ı Alai bunun bir örneğidir. Kınalızade’ye göre, insan topluluklarının temel özelliği karşılıklı bağımlılık olduğundan, yöneticiler uygun danışmanlar seçerek insanların eğilimlerini düzene sokmak zorundaydı. Kınalızade devletin ve siyasal elitlerin üstünlüğünü kabul ediyor, ancak ulemayı da devletin varlığını sürdürmesi için vazgeçilmez bir kurum olarak görüyordu, Çünkü sadece ulema, devlet işlerinin meşru bir istikamette işlemesi için gerekli olan dini ve dünyevi bilgilere sahip bulunuyordu.

Ancak İslam’ın yüceliğini savunmak adına paradoksal bir şekilde ulemayı kayıtsız şartsız devletin hizmetine koşacak veya yapılan haksızlık ve yanlışlıkları “kitabına uyduracak” bir rol biçilmesi ve içtihat ruhunun körletilmesi yeni ve derin sorunlara da zemin hazırlıyordu. Ahlak-ı Alai Osmanlı medreselerinde ve yönetici kadrolar arasında yüzyıllarca ders kitabı olarak okutuldu. 1830’da yeniden basılan ve yeni kurulan okullar aracılığıyla yaygınlaştırılan kitap, bugün, eseri yeniden basan Tercüman gazetesi tarafından Türk “klasikleri” arasında görülüyordu.

Osmanlı’ya Kapitalizmin sızması ve “Ayan”ların azıtması

Devletin uzun ömürlü oluşu ve nispi istikrarı, devletle hanedanın, sultanla bürokrasinin ve Müslüman yöneticilerle yönetilenlerin inanç temelinde birbirleriyle kaynaşmış olmalarına atfedilebilir. Yine bu kaynaşma “devletin” belli başlı ekonomik kaynakları denetimi altında tutmasını ve toplumsal hareketliliğe ilişkin kuralları, devlet hizmetine alınma koşullarını ve ulemayla hangi şartlar altında işbirliği yapılacağını tayin etmesini mümkün kıldı. Osmanlı’nın din ve devlet arasında kurduğu sağlam ilişkiyi ve otoritesinin meşruiyetini, ne on yedinci yüzyıldaki Kadızadeler ve sonraki yüzyıllardaki Vahhabi hareketi gibi sisteme yönelik dinsel meydan okumalar, ne de sosyal ve ekonomik sebepli ayaklanmalar zedeleyebildi. Ne var ki on sekizinci yüzyılda kapitalizm, kırsal kesimde ve cemaat içinde ekonomik kaynakların denetimi uğruna merkezi devletle rekabete girişen yeni tipte bir elit olan ayanları yarattı.

Mevcut literatür göstermektedir ki modern ayanlar, on sekizinci yüzyılda devlete ait toprakların idarecileri ve vergi tahsildarları olarak üstünlük elde etmeye başladılar ve 1786–1812 tarihleri arasında Osmanlı Devleti’nin Rusya ve Avusturya karşısında uğradığı yenilgiler sonucunda merkezi devlet otoritesinin birkaç şehirle sınırlı hale gelmesinden sonra, kendi bölgelerinin defacto efendileri oldular. Bunun yanı sıra hinterland üzerindeki merkezi devlet otoritesinin zayıflaması ve ayanların girişimciliği, tarımın ticarileşmesi sürecini hızlandırdı ve dış piyatalara bağımlılığı arttırarak özel toprak mülkiyetinin devlet mülkiyeti aleyhine genişlemesine yol açtı. Bu modern ekonomik güçlerin toplumsal ürünü olan on sekizinci yüzyıl ayanları, merkezi hükümetin ve bürokrasinin otoritesini sınırlayarak, yeni elde ettikleri zenginlik ve konumu sağlama almaya çalıştılar. Bunun aksine III. Selim’in (1789–1807) reformları ise, ayanların eski siyasal sisteme yönelttiği tehdidi frenlemek için, Fransız modeline göre oluşturulmuş ve Fransız subaylarının komutası altında bir ordu tarafından desteklenen güçlü bir merkezi otorite yaratmaya çalışıyordu. Bu açıdan III. Selim ve II. Mahmud tamamen devletin (hanedanın) felsefesi ve çıkarlarına göre hareket ettiler ve dinsel otoritenin veyahut sivillerin görüşlerini dinlemediler. Paradoksal olan şudur ki III. Selim’in reformları ve açtığı değişim yolu, tam da denetim altına almak istediği ayanlar tarafından genişletildi. Devlet “reformlarla” kendini güçlendirmeyi amaçlıyordu, ayanlar ise bu reformların, temsil etme iddiasında bulundukları cemaate maddi ve manevi anlamda can vermesini istiyorlardı.

IV. Mustafa muhafazakâr “devrimciler” tarafından tahta çıkarıldıktan sonra çok sayıda ayan, kuvvetlerini İstanbul’da toplayarak IV. Mustafa’yı tahttan indirdi ve bu kez II. Mahmud tahta çıkartıldı. Bu süreçte ayanlar sultandan Sened-i İttifak (1808) adında bir anlaşma belgesi koparmayı başardılar. Sultan adına sadrazam tarafından imzalanan bu belge, ayanların sahip olan mülklerin tapuya bağlanmasını ve varislerinin bu mülkleri miras olarak devralma haklarını güvence altına alıyordu. Aşağıdan yukarıya gerçekleşen ilk sivil hareket olan ayanların kalkışması, iktidardaki siyasal elitleri, ikinci derecedeki elitlerin görüşlerini dikkate almaya zorladı. Hareket halkçı veya eşitlikçi bir felsefenin veya bir halk ayaklanmasının değil, konumlarının ve zenginliklerinin devlet tarafından güvence altına alınmasını sağlamak için kısmen taşra ulemasının desteğiyle harekete geçen ayanların eseriydi. Osmanlı sivil elitinin kazandığı bu ilk zaferin sembolü sadrazamlık makamına yükselen Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa idi. Bu sürecin yine de kalıcılıktan yoksun olması şunu göstermekteydi: Taşrada oluşan bir sivil grup örgütlenip yeterli güç elde edebilirse, sultan-bürokrasinin iktidarını paylaşabilirdi ama bu durumda bile hanedan-devlete mutlak sadakatini sürdürmek durumundaydı. Velhasıl ayanlar, eski toplumsal düzendeki askeri sınıflar-reaya ayrımı içinde orta noktada bulunduğundan, devletin kitleler içindeki gözlemcilerinden ayrışması süreci de başlamış oldu.

II. Mahmud “devletin” düşmanlarını fiziksel olarak ortadan kaldırmak şeklindeki sağlam yönteme başvurdu. Belli başlı ayanları cezalandırıp mülklerine el koydu, ama onları merkezi otoriteye karşı destekleyen cemaat içindeki şebekeyi yok etmeyi veya ayanların toprak biriktirmelerini mümkün kılmış olan ekonomik süreci geriye çevirmeyi başaramadı. Osmanlı toplumunun güç denkleminde temel bir değişim meydana gelmişti. Artık devlet değişim ihtiyacına cevap vermek ve ayanlara sempati duyan taşra cemaatini denetimi altına almak için, ayanları ve onların takipçilerini sisteme entegre etmek zorundaydı. Bütün bu değişiklikler olup biterken, bir yandan da devletin bir yolunu bulup hâlâ eski İslami özünü koruduğunu kanıtlaması gerekiyordu.

Merkez ve taşra arasında ortaya çıkan bu siyasal çatışmanın arka planında temel bir yapısal gelişme vardı: Modern kapitalizmin girişiyle birlikte, tarımsal mahsullerin üretiminde ve fîyatlandırılmasında piyasa güçlerinin etkisi bir hayli artmıştı. Ayanlar ve onları destekleyen ilişkiler ağı, başka bir deyişle müstakbel yeni orta sınıf, yüzyıllardır devlet adına ekilip biçilmesinden sorumlu oldukları ve üzerinden vergi topladıkları miri toprakların sürekli ve güvenceli denetimini ele geçirdiler. Kısacası yetiştiricisi ve yöneticisi olarak fiili denetimini ellerinde bulundurdukları toprağın sahibi haline geldiler. Bu topraklardan elde edilecek tarımsal gelire son derece ihtiyaç duyan sultan ve bürokrasi ise fiziksel olarak toprağa sahip olmasa da siyasal gücü ve devlet otoritesinin meşruiyet kaynaklarını (hukuk, mahkemeler ve saltanat) elinde bulunduruyordu. Merkez ile (kültür ve inancı kullanarak cemaat üzerindeki denetimini arttıran) ayanlar arasındaki çıkar çatışması, belli yönlerden birbirlerine bağımlı olmaları nedeniyle, uzlaşmaya yöneldi. Birinci grup ekonomik kaynaklar için, ikinci grup ise güvenlik, yasallık ve meşruiyet için bu uzlaşmaya ihtiyaç duyuyordu.

Devlet veya başka bir deyişle kendi çıkarları için bir iktidar mücadelesine girişen sultan ve bürokrasi, başlangıçta ayanları devre dışı bırakarak cemaati kazanmaya çalışacak, ne var ki bu girişimin sonucunda, ayanların ve 1850’lerden sonra ortaya çıkan yeni orta sınıfların kültürel, sosyal ve ekonomik olarak cemaatin bir parçası olduğunu anlayacaktı. Söz konusu yeni orta sınıf, aslında hem cemaat içindeki İslamcılığı, hem de ekonomik ve idari anlamda liberal ve modernist görüşleri temsil eden yeni bir elitti ve gerek Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde gerekse modern Türk demokrasisinde belirleyici bir siyasi rol oynadı.

Meclis-i Nevvab ve Taşra Eşrafının etkinlik kavgası

II. Mahmud’un yerine geçen I. Abdülmecid (1839–61), nazırlarının teşvikiyle, taşra eşrafını 1845’te bir danışma organı olarak kurulan Meclis-i Nevvab’a almaya çalıştı. Çoğu tarihçi tarafından göz ardı edilen bu meclis, merkezi otoritenin eşrafı devlet yönetimine dâhil etmek üzere gerçekleştirdiği ilk resmi girişimdir. Küçük olmasına karşın, demokrasiye doğru atılmış ilk çekingen adımdı bu. Osmanlı tarihi boyunca çeşitli düzeylerde bir dizi danışma meclisi kurulmuştur. Örneğin on altıncı yüzyılda kurulan Kadı Meclisi, diğer mahalli eşrafın yanı sıra kimi “ayanları” da içine alıyordu. Ne var ki bunların “ayan” olarak görülmelerinin nedeni, on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi zenginlikleri ve cemaat üzerindeki nüfuzları değil, sahip oldukları derin bilgi ve devlet nezdinde gördükleri kabuldü. Sonuçta bu eski kurum, sınırlı bir özerkliğe sahipti ve bir grup veya sınıf bilinci neredeyse hiç yoktu.

Meclis-i Nevvab ise farklıydı. Burada tartışılan temel konulardan biri, devletin eşrafın onayıyla yürürlüğe sokmak istediği ve tam da ayanların göz dikmiş olduğu miri topraklar üzerindeki devlet mülkiyetini sağlama alan yeni bir toprak kanunuydu. Osmanlı hükümeti, tarihinde ilk kez muhtemel devlet politikaları hakkında cemaat elitlerine danışıyordu. Gerçi devletin, cemaat temsilcilerine danışması meşveret ve şura kavramlarına uygundu, ancak bu İslami “açıklamalar”, uygulama yürürlüğe sokulduktan sonra onu meşrulaştırmak için gündeme getirilmişti.

Benzer bir şekilde Mithat Paşa da taşradaki grupları yönetime dâhil etmek ve sultanın gücünü sınırlamak için Meşrutiyeti (anayasayı) bir araç olarak kullandı. Birçok anlatımda, 1877’de parlamentonun kurulmasıyla sonuçlanan Meşrutiyet hareketi, ya Aralık 1876’daki Tersane Konferansında büyük devletlerin reform taleplerinin önüne geçmek için devletin başvurduğu bir hileye ya da bir avuç Osmanlı aydınının siyasal özgürlük ve halkın yönetimde temsil edilmesi gibi Batılı ideallere bağlılığına atfedilmektedir. Oysa Mithat Paşa, modernleşme sürecinin pilot bölgesi olarak düşünülen Tuna vilayetinde valilik yaptığı 1860’larda, Hıristiyan ve Müslüman eşrafı vilayet yönetimine dâhil etmek konusunda zaten hatırı sayılır bir başarı elde etmişti. Gayrimüslimlerin milliyetçi özlemlerinin önüne geçmek için buradaki deneyin ülke çapında hayata geçirilmesini amaçlayan Meşrutiyet bu açıdan homojen bir Osmanlı milleti yaratmaya yönelik Osmanlıcı projenin bir parçasıydı.

1877 parlamentosunda Meclis-i Mebusan, vilayetlerdeki ayan ve ulema kökenlilerin de içinde olduğu, taşra eşrafından oluşan idare meclisleri tarafından seçiliyordu. Vekiller aslında halkın vekâletiyle mecliste bulunuyor sayılmazdı, buna karşın “milletin” temsilcileriymişçesine hareket ettiler ve bürokrasiyi bir yandan devlete ve saltanata sadık olduğunu iddia edip diğer yandan devlet gücünü kendi çıkarları için kullanmak ve kötü yönetim sergilemekle suçladılar. Açıkça sultanı eleştirme noktasına gelen 1878 parlamentosu, kısa bir süre sonra dağılsa da vekillerin halk tarafından seçilmesi için bir temel oluşturmayı başardı. Aynı zamanda Türk demokrasisinin daimi ikilemini, yani bürokrasinin hem devletin kişileşmiş hali ve sahibi olarak haiz olduğu statüyü devam ettirip hem de vatandaşların pratik ihtiyaçlarına hizmet etmesinin nasıl sağlanacağı sorununu ilk kez gündeme getirdi.

Mason Mithat Paşanın anayasayı yürürlüğe koyup parlamentoyu açmak istemesinin ardında yatan nedenlerden biri de, “devleti” reformdan geçirmek amacıyla, Hariciye’de ve Ordu’da yoğunlaşan reformcu bürokratların üstün pozisyonunu güvence altına almak ve padişahın yetkilerini sınırlamaktı. Bürokrasinin reformcu ve geleneksel kanatları arasındaki iktidar mücadelesi Mithat Paşa’nın yol göstericiliğinde Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın örgütlediği ve Sabataist-Mason elitlerin desteklediği bir askeri darbeyle reform-meşrutiyet yanlılarının lehine sonuçlandı. Askeri okulların etkili hocalarından biri ve aynı zamanda bir Türk tarihi ders kitabının yazarı olan Sabataist (gizli Yahudi) Süleyman Hüsnü başta olmak üzere, diğer önde gelen Mason subayların desteğini alan darbe, 1876 ilkbaharında Abdülaziz’i devirdi, yerine önce V. Murat’ı, üç ay sonra da II. Abdülhamid’i (1876–1909) geçirdi. Abdülhamid anayasayı askıya alıp meclisi dağıttı ve otuz üç yıl sürecek bir direnme ve diriliş yönetimi başlattı. Bu dönem, esasen sivil gruplar tarafından desteklenen bir askeri darbe olan 1908 Jön Türk (Yahudi-Mason) “Devrimi” ile son bulacaktı.

Şeyhülislamlığın yozlaştırılması ve ilk laiklik adımları

Modernist bürokratik elitin geçici zaferi, şeyhülislamlık kurumunun yozlaşması olgusunu ve dinsel elitler arasında gerçekleşen başka bir devrimi gölgede bıraktı. Üç dört ay gibi kısa bir zaman aralığında üç sultanın değişmesi, resmen Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi’nin fetvalarının ürünüydü. Abdülhamid daha sonra “Şerrullah” ismini taktığı Hasan Hayrullah Efendi’yi önce Medine’ye sürgüne, sonra da korkunç bir sefalet içinde öleceği Taif zindanına gönderdi. Yeni sultan, Meşrutiyetçilerden ve diğer yüksek rütbeli ulemayla beraber Abdülaziz’in tahttan indirilmesini desteklemiş olan kazaskerden ne kadar çekiniyorsa Meşihat’tan da o kadar çekiniyordu. Bunun sonucunda Abdülhamid orta rütbeli ulemayı, taşra eşrafını ve popüler tarikatları destekledi. Abdülhamid bu “popülist” dinsel devrimi kendi mutlak iktidarını sağlamlaştırmak amacıyla yürürlüğe sokmuştu, ne var ki istemeden yerleşik İslam’ın marjinalleşmesine neden oldu ve ayrıca “devlet” elitlerinin rütbelerini yeniden düzenleyerek din adamlarını devletin profesyonel denetimine tabi hale getirdi. (Jön Türk dönemi şeyhülislamı Mason Musa Kasım Meşrutiyet taraftarı ve sözünü sakınmaz bir istibdat muhalifiydi)

Mahalli imam, hatip, müezzin ve sairin, yani cemaate hizmet eden alt seviyedeki din adamlarının “yolsuzluk” ve “yeteneksizliğinden” rahatsız olan devlet 1888’de Tanzimat Dairesi’ni “mahalli din adamlarının atanma koşullarını ve görevlerini belirleyen nizamnameler yayınlamakla” görevlendirdi. Buna göre payitahttaki Adli Teftiş Heyeti ve vilayetlerdeki idare meclisleri din görevlisini fıkıh, Kur’an ve benzeri konularda imtihandan geçirecek ve başarılı olanlara eskiden olduğu gibi icazetname değil, şahadetname verecekti. Ayrıca, devlet elitlerin resmi olarak tanınan üç kolu için (askeri, mülki ve kalemi), ilk ikisi dokuz mertebeden oluşmak üzere, yeni bir hiyerarşik sistem getirildi. Bu dokuz mertebe (birincisi askeri, ikincisi mülki rütbeyi belirtmek üzere) şöyleydi: Müşir/vezir, ferik/bala, mirliva/ula-i evvel, miralay/ula-i sani, kaymakam-saniye/mütevazı, binbaşı ve alay emini/saniye sanisi, kolağa/salise, yüzbaşı/rabia, mülazım/hamise. Kalemiye sadece yedi mertebeden oluşuyordu. Ayrıca önemle kaydetmek gerekir ki 1888’deki rütbe sistemi, ilmiye veya ulema için askeri rütbelerin eşdeğerlerini sağlamıyordu. Nihayet 1891’de Sadr Rumili, Sadr Anadolu, Haremeyn gibi benzer rütbeler getirilse de bunlar ilmiye tarafından pek kullanılmadı. Böylece askeriye sadece resmi olarak değil, fiili olarak da elit konumunu sağlamlaştırarak, “İbn Haldun ve Ahmet Cevdet Paşa’nın, devletin kaderini etkileyen kriz dönemlerinde kalem ehlinden ziyade kılıç ehline ihtiyaç olduğu” fikrini de doğrulamış oldu.

Sonunda sivil ve askeri elitler arasında bir yarılma meydana getiren ve eşrafın daha da yabancılaşmasına yol açan bütün hu gelişmelerin bir sınıf boyutu vardır. Osmanlı’da eski yüksek rütbeli sivil ve askeri görevliler sahip oldukları veya kullandıkları devlet mülklerinden sadece görev süreleri içinde faydalanabiliyorlardı, oysa Tanzimat reformcuları muazzam büyüklükteki mülklerin gerçek sahipleri olmaya başladılar. Örneğin reformların mimarı olan Mustafa Reşit Paşa’nın (Ö.1858) varisleri 1970’lerde bile İstanbul civarında büyük miktarda değerli araziye sahip olmaya devam ediyordu. Modern eğitim ve bilgiler aracılığıyla sahip oldukları otorite tekeline yeni bir yasallık ve meşruiyet temeli sağlayan modernist elit de 1930’larda bir devlet ilkesi haline getirilen devletçilik uygulamasıyla bütün ekonomik kaynakların potansiyel sahibi haline geldi. Bir zamanlar, devlet eylemlerinin “yol göstericisi” ve meşrulaştırıcısı olan ulema, süreç içinde lüzumsuzlaştı, eşraf ve toprak sahipleri de önemlerini yitirdi, bundan başka, devletin temel savunucusu olmasına karşın sivil bürokrasinin denetimindeki devlet kaynaklarına erişemeyen ordu da sisteme yabancılaştı. Bu yüzden alaycı bir tona sahip olan yeni “efendi” hitabı, esasen askere değil, modern okullarda yetişmiş sivil bürokrasiye ve yüksek ilmiye mensuplarına layık görüldü.

Eğitim, yeni elitler ve siyasal temsil tartışması

Sultan Abdülhamid’in uzun saltanatı (1876–1909) “karanlık” bir gerileme ve dağılma dönemi olarak hatırlanır. Oysa bu dönemde, eğitim ve okuryazarlık, kitap ve gazete yayını, sivil kurumların oluşturulması, kentleşme, haberleşmenin yaygınlaşması ve ticaret açısından hızlı bir gelişme yaşandı. Aşağıda 1850–1913 dönemi için Mehmet Ö. Alkan tarafından derlenen kimi temel büyüme göstergeleri bulunmaktadır.

 

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Ufuk EFE

Ufuk EFE

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx