YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
674f956242e5c
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 1 5 6
Bugün : 2011
Dün : 30630
Bu ay : 116826
Geçen ay : 890827
Toplam : 29861392
IP'niz : 18.97.9.175

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

Zaman yazarı İhsan Dağı ölümü gösterip sıtmaya razı etmek cinsinden “Hazır mısınız Kürt Devletine”(24.07.2012) yazısında “Güneydoğu’da bağımsız ve Türkiye’den ayrılmış bir Kürdistan istenmiyorsa, AKP özerk-federatif Kürdistan’a yol açmalıdır” demeye getiriyordu. Çünkü işte Irak’tan sonra Suriye Kürtlerinin de özerklik, belki de bağımsızlık ilanını örnek ve gerekçe gösteriyordu. Hatta bazı zavallılar “Kuzey Irak ve Kuzey Suriye Kürdistanının Türkiye’nin himayesine alınacağı” zırvasıyla avunuyordu. Oysa bu hedeflenen “Büyük Kürdistan’ın” yani ikinci İsrail’in altyapısını oluşturuyordu.

Aylar öncesinden defalarca yazdığımız “Suriye Kürdistanı kurulmaya ve ülke parçalanmaya hazırlanıyor” uyarılarımıza komplo teorisi olarak gülüp geçenler, bari şimdi olsun, Milli Çözüm’den özür dilemeyi ve tebrik etmeyi acaba düşünüyor muydu?

Suriye’den kaçıp Türkiye’ye (Hatay, Kilis ve Islahiye) sığınanlara her türlü imkân ve rahatlık sağlandığı halde, yine de isyan edilip ortalık savaş alanına çevriliyordu. Bu kaçak Suriyelilerin istekleri arasında daha zevkli ve uzun süreli sex yapmak üzere VİAGRA hapı dağıtılması da yer alıyordu.[1]

Hayret, tam böyle bir süreçte Hizbullah parti kuruyordu!

Hizbullah davalarına bakan avukatların öncülüğünü yaptığı iki partinin kuruluş hazırlıkları devam ediyor ve “Kürdi-İslami çizgi” söylemi dikkat çekiyordu.

1990′lı yıllarda yüzlerce cinayete imza atan ve buna “İslami cihat kılıfı” takan ‘Hizbullah’, kuruluş hazırlıkları Diyarbakır’da yürütülen iki ayrı parti çalışmasıyla yeniden gündeme taşınıyordu. İlk oluşumun liderliğini, mahkeme kararıyla kapatılan Mustazaf-Der’in Başkanı, Hizbullah davalarının Avukat Hüseyin Yılmaz yapıyordu. Kendilerini ‘Azadi İnsiyatifi’ olarak tanımlayan ikinci grubun başında ise bir başka Hizbullah Avukatı Sıdkı Zilan bulunuyordu. Her iki grubun da ortak söylemi, ‘Kürdi – İslami çizgideyiz’ sloganı oluyordu.

Akşam gazetesinden Helin Alp’in haberine göre: Mustazaflar Hareketi Başkanı Hüseyin Yılmaz:

“Mustazaf- Der’in kapatılması bizim partileşme sürecimizi hızlandırmıştır. Programımızı ve tüzüğümüzü şekillendirmeye çalışıyoruz.

Türklerin sahip olduğu tüm haklar, Kürtlere ve diğer kavimlere de verilmeli. Kürtçe ikinci resmi dil olmalı. Anayasada ve yasalarda Türkçülüğe vurgu yapan maddeler değiştirilmeli. Laiklik kaldırılmalı.

Hareketimiz içinde geçmişte Hizbullah’tan yargılanmış insanlar da var, PKK’dan yargılanmış insanlar da. Bu insanlar legal alanda çalışmak istiyorsa bizimle çalışabilir. Ne Hizbullah’ı ne PKK’yı düşman olarak görmüyoruz.” Diyerek, Sevr gereği ve Büyük İsrail hedefiyle Güneydoğu’muzun özerk federatif kılıflı parçalanması konusunda PKK’ya dolaylı destek sağlayacaklarının işaretini veriyordu.

Saddam’a yönelik “kimyasal silah” tiyatroları, şimdi Esad için sahneye konuyordu ABD ile İsrail Esad’ı vurmak üzere bahane üretiyordu!

Suriye’de 16 aydır süren şiddet olaylarının ardından Şam’da düzenlenen intihar saldırısında Esad rejimine ağır bir darbenin indirilmesinden sonra, ABD’nin, İsrail’in Esad’a ait olduğunu iddia ettikleri kimyasal silah depolarını imha etme olasılığını görüştüğü belirtiliyordu.

Amerikan New York Times gazetesinde yer alan habere göre, Esad rejiminin çökme ihtimalini düşünen Obama yönetimi, İsrail’in Esad’a ait olduğunu iddia ettiği kimyasal silah depolarını ve cephanelikleri imha etmek için harekete geçme olasılığını göz önünde bulundurarak, Tel Aviv’le görüşmelere başladığı konuşuluyordu. ‘Kimyasal silah’ iddiası akıllara hemen aynı iddialarla Irak işgali ve Saddam’ın öldürülmesi olaylarını hatırlatıyordu.

ABD Savunma Bakanlığı Pentagon ile İsrailli askeri yetkililer, özellikle Esad rejiminin elinde bulunan kimyasal silahlar ve bu kimyasal silahların bulunduğu depolar üzerinde yoğunlaşıyordu.

“Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın muhaliflere ve sivillere karşı kimyasal silah kullanmasını önlemek ve söz konusu silahların radikal grupların eline geçmesini engellemek” gerekçesiyle operasyon düzenlenebileceği ileri sürülüyordu.

DebkaFile’ın İddiası:

Erdoğan: “İsterseniz Suriye’ye hemen girelim”! diyordu, ama Obama: “henüz zamanı gelmedi” diyordu!

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Suriye’nin Akdeniz’de bir Türk jetini düşürmesi üzerine ABD Başkanı Barack Obama’ya “Suriye’ye girelim” diye bir talepte bulunduğu, ancak Obama’nın bu teklifi reddettiği öne sürülüyordu.

İsrail istihbarat örgütüne yakınlığı dolayısıyla “Gölge Mossad” olarak anılan DebkaFile sitesinin askeri ve istihbarat kaynaklarına dayandırdığı iddiaya göre, Erdoğan, 26 Haziran tarihinde Obama ile bir dizi telefon görüşmesi yapılıyor ve Türk uçağının düşürülmesinin, Batılı ülkelerle Arap ülkelerinin ve Türkiye’nin düzenleyeceği bir askeri operasyon için mükemmel bir fırsat sağladığını belirtiyordu.

Erdoğan, Türkiye’nin kara, hava ve deniz kuvvetleriyle derhal harekete geçmeye hazır olduğunu, ancak ABD’nin operasyonun liderliğini yapması gerektiğini hatırlatıp, bu liderliğin Libya’daki gibi “arkadan” olmaması gerektiğini de söylüyordu.

DebkaFile’e göre, Obama Erdoğan’a, ABD’nin Suriye’ye doğrudan askeri müdahalesi için henüz doğru zamanın gelmediğini, ABD, İngiltere, Türkiye ve Fransa özel kuvvetlerinin, bu ülkede yürüttüğü gizli operasyonların devam etmesi gerektiğini hatırlatıyordu.

Londra’da yayınlanan Eş Şark El Avsat Gazetesi, Beşşar Esed’in artık Suriye’nin başında tutunamayacağını anlayınca, Suriye Alevilerin çoğunlukta yaşadığı liman kenti Lazkiye bölgesinde bir Nusayri devletçiği oluşturmaya ve bu maksatla Sünnilere saldırıp bölgeden kaçırtmaya çalıştığını yazmıştı. Bu iddialara göre Merkez Bankası bile Tartus’a taşınmıştı. Uzmanlar bu girişimin Suriye’de “Kürt Devletinin” kurulmasına zemin ve gerekçe hazırlayacağı konusunda uyarmıştı. Büyük İsrail’e kolaylık sağlayacağı için ABD’nin de bu plana sıcak baktığı vurgulanmıştı.

Ancak ABD bir ara formül olarak Esad’ın Lazkiye bölgesinde “Alevi Federasyonu” kurmasına sıcak baksa da, ileride başını ağrıtmasın diye işi bitince Onu ortadan kaldırmayı daha emniyetli bulmaktaydı.

Rusya sadece askeri, ekonomik ve stratejik bir müttefikini kaybetmek yanında, Suriye’de iktidara taşınacak Vehhabi ve Bin Ladin akımının, 20 milyona yakın kendi Müslüman nüfusunu etkilemesinden de kuşkulanmaktaydı.

İhvanı Müslimin’e milyar dolarlar akıtan Katar ve Suudi rejimleri Vehhabi kafalıydı. Mısır İhvanın da ise Selefiliğin etkisi vardı. Mısırda Selefiler % 20 oy almışı.

Libya ise Sünni Maliki ağırlıklıydı ve İhvan partisi % 20 civarında kalmıştı.

Suriyeli muhalifleri kışkırtıp yönlendiren MOSSAD ve CIA ajanları Türkiye’de mi barınıyordu?

Suriye’deki muhalifleri Türkiye’nin silahlandırdığına ilişkin iddialar yurt dışında yüksek sesle dile getirilirken, hükümetin bu konudaki sessizliği TBMM gündemine taşınmıştı. CHP Mersin Milletvekili Vahap Seçer, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu “Türkiye’nin Suriye’deki isyancıların silahlandırılmasına yardım edip etmediğini açıklamaya” çağırmıştı.

Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim Ankara’yı Suriyeli muhaliflere silah sağlamak ve isyancıları yasadışı yollarla sınırdan sızmaları için üs sağlamakla suçlamıştı. Muallim’in bu açıklamasının ardından Amerika ve İngiltere’nin önde gelen gazetelerinde de Türkiye üzerinden isyancılara silah sağlandığı yazılmıştı. MİT’in silah sevkiyatını desteklediği iddiaları yer almıştı.

Tampon tuzağı!

Türk Silahlı Kuvvetleri uyanık olmalıdır. Çünkü MGK’da konuşulan “tampon bölge” konusu, tuzaktır! Suriye’de “tampon bölge” hedefinin neyle sonuçlanacağı açıktır. Çünkü 1992’de Irak’ın kuzeyinde kurulmasına göz yumulan tampon bölgenin sonuçları ortadadır! Irak’ın bölünmesi, Türkiye’yi bölünme tehdidiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Suriye’nin bölünmesinin sonuçları kuşkusuz daha da ağır olacaktır. Çünkü ABD’nin asıl hedefinin Türkiye olduğunu hala anlamayan ahmaktır. Nitekim “tampon bölge” konusu o nedenle gündeme taşınmıştır.

Ancak ABD o tampon bölgeyi Suriye’den önce Türkiye’de kurmuşlardır; Hatay fiilen tampon bölge yapılmıştır. Öyle ki, Hatay’da bir gün ABD senatörü sınır teftişine kalkışmaktadır, ertesi gün ABD’li özel harekâtçı bir general basın açıklaması yapmaktadır. Bir gün ABD’li diplomat Esad karşıtlarıyla toplantıdadır, ertesi gün CIA sınırdan silah sevkiyatı yapmaktadır. O nedenle Türk Ordusu’nun görevi, önce Hatay’ı yeniden yurt topraklarına katmaktır!” diyenler haksız mıydı?

ABD’nin Esad’ı bitirecek planı!

Suriyeli muhalifler, ABD Dışişleri Bakanlığı ve CIA yetkilileriyle son dönemde temaslarının arttığını belirtirken ABD’nin Esad güçlerine hava ve deniz yollarını kapatmak için daha koordineli bir kampanya yapabileceğini belirtiyordu.

Özgür Suriye Ordusu Lojistik Koordinatörü Luey Mukdad, “Amerikalıların bize bölge ülkelerinin yardım etmesine izin verdiklerini biliyoruz. Ancak bir başarı sağladıklarını düşünüyorlarsa, bunun zayıf ve yetersiz olduğunu da bilmelerini istiyoruz” diyordu.

“Türk ve Ürdün ordularına istihbarat sağlanıyor” İddiaları!

Wall Street Journal, ABD’nin son dönemde artırdığı girişimleri kapsamında “isyancılarla yakın işbirliği içinde olan Türk ve Ürdün ordularına” Suriye’deki gelişmelerle ilgili istihbarat sağlandığını da yazıyordu.

Gazeteye konuşan yetkililer, ordunun kontrol ettiği uydulardan ve diğer izleme sistemlerinden alınan istihbarat görüntülerinde isyancıların hedef alabileceği askeri tesisler ile rejimin elindeki kimyasal silahların yerlerinin bulunduğu da vurgulanıyordu.

Taraf gazetesi muhabiri Mehmet Baransu, tam bu sırada önemli iddiaları gündeme taşıyordu:

“Gözlerin Suriye’ye çevrildiği bu günlerde, Ramazan’ın ilk günü İstanbul’da Suriye’den kaçan bir misafirle biraraya geliyoruz. Esed yönetimi Sünni olan bu misafire aylar önce bakan olması için teklif yapmış. Kendisi bu görevi kabul etmemek için bir süreliğine İskenderun’a “kaçmak” zorunda kalmış.

Uzun yıllardır Türkiye’yle ticari ilişkisi bulunan bu kişi, Suriye’de büyük bir aşirete mensup. Esed rejimiyle de çok yakın ilişkiler içerisinde bulunmuş.

Geçen hafta Esed rejiminin kendisini ve ailesini öldürmek için tim hazırladığını öğrenip, tekrar Türkiye’ye sığınmış.

Bu zatın iddialarına göre Kıbrıs-Gazimagosa açıklarında Türkiye Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Esad muhalifi Özgür Suriye Ordusu’nu eğitmek için tatbikat yapıyormuş. Kıbrıs açıklarında bir tatbikat yapıldığını resmî yetkililer de açıklamıştı. Özgür Suriye Ordusu da altı tane tekne ile katılıyormuş. Bu teknelerden iki tanesini Hariri hediye ediyor. İki yat ise Mısır’dan alınıyor. İki tekne de Türkiye’den Özgür Suriye Ordusu’na sözde satılıyormuş… İşte bu tekne ve yatlara silahlar yerleştirilip, silahların nasıl kullanılacağı, sinyal, GPS, sistem vb. eğitimi bu tatbikat sırasında gösteriliyormuş!

(…) Türkiye’de bulunan misafir son olarak da Amerika ve İsrail Suriye’ye neden saldırmıyorlar diye bizlere soru soruyor ve cevabını kendisi anlatıyormuş:

“800’ünün üzerindeki kimyasal silahtan yaklaşık 500’ünün nerede olduğunu Uydu Takip Sistemi’yle Amerikalı ve İsrailli yetkililer şu an biliyor. Ancak 270 füzeninin nerede olduğu bilinmiyor. Bu füzelerin üzerindeki uydu sisteminde de İran’ın bazı değişiklikler yaptığı söyleniyor. Ve bu füzelerin de Lübnan Hizbullah’ına gönderildiğini söylüyor. “İşte bu nedenden dolayı Suriye’yle bir savaşa şimdilik giremiyor bu devletler. Bu silahların nerede olduğunu bilmiyorlar. Uydudan da takip edemiyorlar.”

Silahlar Jandarma karakolunun 300 metre yakınına bırakılıyordu!

Suriye’ye silah sevkiyatının yapıldığı yer REYHANLI oluyordu.

Sonunda Suriye’ye silah sevkiyatının yapıldığı yer belirleniyordu. Hatay Milletvekili Refik Eryılmaz, sevkiyatın Jandarma karakoluna 300 metre mesafeden ve geceleri yapıldığını söylüyordu. Sevkiyat yapılan yerlerden ikisinin, Reyhanlı’nın Bükülmez ve Sansarin köyleri olduğu anlaşılıyordu. Hatay’ın, Suriye sınır bölgelerinde inceleme yapan CHP Hatay Milletvekili Refik Eryılmaz bölgede yaptığı inceleme sonuçlarını açıklıyordu. “Suriye’ye silah sevkiyatı yapıldığı iddia edilen köyleri dolaştım. Köylülerle görüştüm. Gelişmeleri yakından takip eden insanları dinledim. Türkiye’den Suriye’ye silah sevkiyatı yapıldığı çok açık. Suriye’ye giriş çıkışlara kimse müdahale etmiyor” diyordu.

Yapılan silah sevkiyatını jandarmanın görmemesi mümkün değil. Jandarma karakolunda sınırı kontrol eden termal kamera da olmasına rağmen bu işler serbestçe yapılıyor. Zaten sınırı koruyan askerlere ateş etmek de yasaklanmış. Daha önceleri sınırı koruyan askerlere ‘vur emri’ veriliyordu, şimdi kaldırılmış. Suriye’ye sevk edilen silahların lav, uçaksavar, tanksavar gibi silahlar olduğu konuşuluyor.”

‘Güvenlik birimleri sevkiyata eşlik ediyor’

Refik Eryılmaz, yapılan sevkiyatlarda bazen güvenlik birimlerinin de mihmandarlık yaptığını, Sansarin köyüne “06” plakalı araçların gelip gittiği bilgisini aldığını ifade ederek çevrede yaşayanların zaman zaman sınıra otobüslerle birtakım kişilerin getirildiğini, bu kişilerin sınırı geçerek Suriye’ye girdiklerini anlattıklarını belirtip bu kişilerin kim olduklarının bilinmediğini söylüyordu. “Silahların Suriye’deki İdlip’in Atma, Agrabat, Kah köylerine teslim edildiği ifade ediliyor” “Reyhanlı’da 4-5 bin Suriyeli yerleşmiş durumda. Bazı yöre insanları, gelen Suriyeli kadınlarla imam nikâhı ile evlilikler yapmışlar. Gencecik kızlar yaşlılarla evlendirilmiş. Sınıra sık sık ambulanslar geliyor ve yaralıları alıp gidiyor. Yani organize işler yapılıyor. Türkiye savaş gerisi, ikmal bölgesi gibi. İlaç sevkiyatından tutun da silah sevkiyatına kadar her şey var.”

İsrail’in Suriye hesapları

İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, İsrail ordusunun Suriye’deki kimyasal silahların Hizbullah’ın eline geçmesini önlemek amacıyla yapılacak bir operasyon için hazırlıklara başladığını söylüyordu. ‘Orduya başta istihbarat alanında olmak üzere gereken her konuda hazırlıkların yapılması emrini verdim.’ diyen Barak Kanal 10 televizyonuna yaptığı açıklamada, “Gelişmiş silah sistemlerinin, özellikle de uçaksavar füzelerinin ve karadan karaya ateşlenen ağır füzelerin taşınması ihtimalini değerlendiriyoruz. Ancak kimyasal silahların Suriye’den Lübnan’a taşınması olasılığı da söz konusu olabilir.” diyerek yeni bir yalan senaryo üretiliyordu. Barak’ın bu açıklaması Esad’ın eninde sonunda devrileceği yorumlarına neden olmuştu. İsrail’in Esad sonrası oluşacak olası bir yönetim boşluğunda, yaşanacak kargaşa da ağır silahların başkalarının eline geçmesinden endişe ediyor bahanesi tekrar gündeme taşınıyordu. Benzer durum Saddam sonrası Irak’ta da yaşanmış, ordunun silahları direnişçiler tarafından ele geçirildikten sonra işgalcilere karşı kullanılmıştı.

Yine kimyasal silah yalanı mı?

Barak’ın bu açıklaması 2003 yılında Irak’a yapılan müdahaleyi akıllara getiriyordu. Uluslararası toplum, “Irak’ta kimyasal silah var. Saddam bunları sivillere karşı kullanabilir” denilerek manipüle ediliyor ve operasyon için kamuoyu hazırlanıyordu. Sonradan ortaya çıkan bilgilerde Irak’ta kitle imha silahlarının bulunmadığı anlaşılıyordu. Kısa bir süre önce muhaliflerin saflarına geçen Suriye’nin eski Bağdat Büyükelçisi Navaf el Faris, Esad’ın kimyasal silah kullanmaya hazır olduğunu iddia ederek, BBC’ye çarpıcı açıklamalarda bulunmuştu. Barak’ın bu açıklaması uluslar arası toplum, Suriye konusunda yeniden ‘kimyasal silah ‘söylemiyle manipüle mi edilecek sorusunu gündeme getiriyordu.

İsrail Suriye’yi bölmek istiyor

İsrail’in Suriye stratejisini değerlendiren Uluslararası Strateji ve Güvenlik Araştırmaları Merkezi (USGAM) Başkanı Seyfettin Erol: “İsrail’in Savunma Bakanı Ehud Barak’ın açıklamaları tamamen Suriye’yi provoke etme amaçlıdır. Suriye’nin başkenti Şam’da Ulusal Güvenlik Kurulu binasına muhaliflerce yapıldığı iddia edilen eylemi tamamen Esad rejimini kışkırtmaya ve tahrik etmeye yönelik yapılmış olduğunu düşünüyorum. İsrail Suriye’yi kendi amaçlarına hizmet ettirmek için bölmek istiyor. Çünkü olası bir bölünme sonucunda çıkabilecek iki devletin Türkiye’yi de rahatsız edeceğini düşünüyor. Bundan dolayı Suriye halkını ve Esad rejimini tahrik etmeye çalışıyor.” diyordu.

Bölgeyi ve dengeleri çok iyi bilen gazeteci Hüsnü Mahalli: Ne oluyor? diye soruyordu:

“Mısır eski Cumhurbaşkanı Mübarek’in yardımcısı ve İstihbarat Şefi Ömer Süleyman ani ve esrarengiz şekilde ölüyordu. ABD’de öldüğü açıklanan Süleyman’ın çok önemli meslektaşı ve kişisel dostu Suudi Arabistan İstihbarat Şefi Migrin Bin Abdülaziz, aniden ve şaşırtıcı bir kararla görevinden alınarak yerine Bender Bin Sultan atanıyordu. Önce bu atamanın Suudi Kraliyet aile geleneklerine aykırı olduğu dikkat çekiyor ve kafaları karıştırıyordu. Uzmanlar Süleyman’ın ani ölümü ya da öldürülmesi ile Migrin’in görevden alınması arasında kesin bir ilişki olduğunu vurguluyordu.

Anlaşılan ABD önce Suudi Arabistan’ı sonra tüm bölgeyi yeniden dizayn ediyordu. Hatırlanırsa Kaddafi’nin yıkılmasında da en önemli rolü; olayların başlarında İngiltere’ye kaçan İstihbarat Şefi ve yeğeni Kaddafeldem ve eski İstihbarat Şefi ve Dışişleri Bakanı Musa Kusa oynuyordu. Suudi Arabistan’ın yeni İstihbarat Şefi Bender ise bölgenin son 30 yıllık tarihinde belki de en önemli figür sayılıyordu. Mısır’lı Ömer Süleyman ile birlikte bu İkili ABD’nin coğrafyamıza yönelik tüm planlarında CIA’ya hep yardım ediyordu. Bender ise çok daha önemliydi. Çünkü 1983’e kadar ülkesinin İstihbarat Şefi olan Bender o yıldan sonra ülkesinin ABD’deki büyükelçisi olmuştu. Yani 22 yıl Washington’da görev yapıyor ve Beyaz Saray’a kim geldi ise hepsi ile yakın ilişki kuruyordu. Peki, Bender neden ülkesine dönüyordu? Çünkü ABD Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) uygulamaya karar veriyordu. 2005’te ülkesine dönen Bender kendisi için kurulan Milli Güvenlik Konseyi Başkanlığı’na atanıyor ve son dönemde bu coğrafyada yaşanan tüm gelişmelerden sorumlu kılınıyor, yani CIA MOSSAD’a kolaylık sağlıyordu.

İşte ‘Arap Baharı’ böyle bir ortamda başlayıp devam ediyordu. Belki de Suudilerin yeni istihbarat şefi Bender işini çok iyi yaptığı için yeniden İstihbaratın başına getiriliyor ve Kral Abdullah, Başkan Obama’nın talimatı ile Bender’i bölgeyi yeniden dizayn etmek üzere daha yetkin ve etkin bir konuma taşıyordu. Hem Suudi Arabistan’ın doğu bölgesindeki Şii ayaklanmaların hızla arttığı bir dönemde, hem de Suriye’de önemli askeri ve istihbarat komutanlarının öldürüldüğü bir süreçte yapılan bu atama anlamlı bulunuyordu. Taliban ve Kaide’nin kuruluşlarında önemli rol oynayan Bender’i hep yakından takip edilmesi ve onunla ilgili her haber ve gelişmelerin önemsenmesi gerekiyordu. Çünkü ABD’nin Bender’e bir görev vermesi coğrafyamızda önümüzdeki kısa, orta ve uzun vadede çok tehlikeli, kanlı ve karanlık gelişmeler yaşanacağını gösteriyordu.”[2]

Gafiller, Suriye’den sonra sıranın kendilerine geleceğini unutuyordu!

Suriye’de rejim değişikliği için biran önce müdahale edilmesini isteyenler uluslararası güçlere “Daha nereye kadar bekleyeceksiniz?” diye sesleniyordu? Bu tür çağrılarda bulunanlar bugün uluslararası güçlere sırtlarını dayadıkları için kendilerine bir zarar gelmeyeceğini sanıyordu. Oysa bir gün sıra onlara da gelecekti. Daha doğrusu onlar yüzünden bize de gelecekti!

Uluslararası güçler bölgemizde hâkimiyetlerini pekiştirmek için BOP gibi özel projeler geliştiriyordu.

İşlerine gelmeyen, kendilerine hizmet etmeyen yönetimleri söz konusu ülkelere demokrasi getiriyoruz bahanesi ile tek tek devre dışı bırakıyordu. Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da, Tunus’ta, Mısır’da hep aynı oyun oynanıyordu.

Devrilen yönetimleri ve yöneticileri savunacak değiliz, ama onları devirenleri alkışlayacak ve onaylayacak halimiz de yoktu! Adamlar hazırladıkları proje gereği bölgemizdeki yönetimleri değiştirip duruyordu!

Dışarıdan devirmeye güçleri yetmezse bu defa uluslararası güçleri devreye sokarak işi bitiriyordu. Şimdi de Suriye’de aynı şey yapılmak isteniyordu! Suriye yönetimini günahımız kadar bile sevmemekle birlikte uluslararası güçlere yapılan “Daha nereye kadar bekleyeceksiniz?” çağrılarını da tasvip etmiyoruz! Zira biliyoruz ki uluslararası güçlerin işi oralarda bittiği anda yüzlerini ülkemize dönecekler ve bu defa ülkemize dayatmalarda bulunmaya başlayacaklardı![3]

Hatırlayınız, Suriye’de düşen uçağımız Malatya’dan kalkıyordu. Meşhur radar üssü de Malatya Kürecik’te konuşluydu. Radar üssü, her karemizi gördüğüne ve NATO’nun bizi denetlediğine göre nasıl oluyor da kalkan uçağımızdan habersiz, ya da nereye gittiğini bilmezlikten gelebiliyordu? Bu, size tuhaf gelmiyor muydu?

Suriye halkı bizim halkımızdı. Suriye toprakları bizim uygarlığımızın topraklarıydı. Suriye’de uygarlığımıza ait kültürel zenginliklerimiz ortaktı. Nasıl Irak talan edildiyse şimdi NATO aracılığıyla Suriye’ye girildikten sonra orada ne var ne yok talan edilecek anlamına geliyordu.

Batılılar öteden beri Selahaddin Eyyubi’ye büyük düşmanlık besliyordu. 1. Dünya savaşı sırasında Fransızlar Şam’a girdiklerinde Edmund Henry Hynman Allenby yaptığı ilk iş olarak Sultan Selahaddin’in türbesine varıp sandukasını tekmeliyor: “Kalk Selahaddin kalk! Haçlı Seferleri burada son buldu” benzeri şeyler söylüyordu.

Saadet Asrı Müslümanları Şam’ı Medine’den sonra II. Hicret beldesi olarak belirliyordu. Birçok Peygamber, sahabe, İslâm kumandanı, tasavvuf büyükleri, veliler orada metfundu. Şimdi AKP iktidarının çağrısıyla NATO’nun ve Haçlıların kirli ayakları Suriye’nin aziz topraklarını bir kez daha kirletmeye hazırlanıyordu.

Önce Irak ve Afganistan’ı işgal edildi. Milyonlarca masum insan hunharca katledildi. İslam kadınlarının ırzına geçildi, şehirler yağmalandı. İşgalciler, halka ait zenginlikleri gasp edip kendi ülkelerine taşıdı. İşgal edilen ülkelerde 100 yıl süreceği öngörülen yeni bir zulüm ve sömürü düzeni kurmuşlardı.

Şimdi hedefteki ülke Suriye, ardından Türkiye olacakı…

Dünya-âlem biliyor ki savaş kararı en az 10 yıl önce alınmıştı. Hatırlanacağı üzere İslam ülkelerini işgal planı olan BOP, dönemin ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Bayan Rice tarafından 2001 yılı temmuz ayında açıklanmıştı.

Sözde Arap Baharıyla(!) uyanan milletler ve büyük çoğunluğun desteğiyle iktidara gelen İslamcı yönetimlerin Suriye işgaline tavrı merak konusu olmaktaydı. Libya’da seçimler yeni yapılmıştı. Mısır’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini Müslüman Kardeşlerin adayı Muhammed Mursi kazanmıştı. Fas’ta paralel görüşteki parti iktidara taşınmış, Gannuşi’nin partisi yönetime alınmıştı. Acaba, bu yönetimler mevcut konjonktürü gerekçe göstererek Suriye işgaline sessiz kalmak suretiyle zalimlere destek mi olacaklardı, yoksa kendilerinden beklendiği gibi işgalcilere karşı mı çıkacaklardı? Şayet Türkiye’deki yönetim örnek alınacak olursa yaklaşık bir asırlık birikim boşa gitmiş olacaktı ve “değişim” diye adlandırılan gelişmeler hızla “teslimiyet” evresine girmiş olacaktı.

Peki, Suriye aleyhtarı kampanyaya AKP niçin öncülük yapmaktaydı?

Kendi siyasetleri gereği böyle davranmadıkları açıktı. Önceleri “komşularla sıfır sorun” deyip sonra hepsiyle sorunlu hale gelmek, dış talimatla böyle davrandıklarını ortaya koymaktaydı. Eğer maksat zalim Esad’ın zulmünden mazlum halkı kurtarmaksa aynı tavır diğer zalimlere karşı niye takınılmazdı? Ayrıca, bunun yolu NATO’yu müdahaleye çağırmak mıydı?. Bu en son ihtimal dahi olamazdı. Lafı eğip bükmeye gerek yok: ABD, AB ve İsrail böyle planlamıştı. Onların hedefi işgali yaygınlaştırmanın yanı sıra ülkelerin yeraltı zenginliklerine ve halkın nesiller boyu biriktirdiği “yastık altı” diye tabir edilen ekonomik değerlerine sahip olmaktı.[4]

Suriye’de bir yılda maalesef 15 bin insanın ölümüne sahip çıkan Recep T. Erdoğan hükümeti, Burma’da son iki ayda 100 bin Müslüman’ın katledilmesine niçin ilgisiz ve tepkisiz kalıyordu?

Evet, Müslümanlar Arakan’da boğuluyordu!

Arakan’da yaşayan Müslümanlar büyük baskı ve şiddet altında hayat mücadelesi veriyor. Sistematik bir soykırıma maruz kalan Arakanlı Müslümanlar gün geçtikçe artan tecavüzler, diri diri yakılmalar, toplu sürgün ve katliamlarla ülkelerini terk etmeye zorlanıyorlar.

Hint Okyanusu Bengal Körfezinde bulunan ve Bangladeş’in güneydoğu komşusu olan Birmanyada Müslüman katliamı yaşanıyordu. Birmanyada Budist çetelerce katledilen Müslümanlar şimdi de ülkelerinden sürgün edilmek isteniyordu. Müslümanlar diri diri yakılarak katlediliyor, evlerinden ediliyordu. Ülkede Müslüman nüfusun yoğun olarak bulunduğu Arakan bölgesinde her gün tecavüzler, ev yakmalar, toplu sürgünler ve katliamlar gerçekleştiriliyordu. Myanmar’da onlarca yıldır askeri cunta tarafından kışkırtılan Budist çeteler ABD ve İsrail Büyükelçiliklerinin kışkırtmasıyla ‘Rohingya’ adı ile bilinen Müslümanların üzerine salınıyordu. Evleri yakılan, tecavüz edilen ve adeta kaçmaya zorlanan Müslümanlar tekneler ile okyanusu aşıp özellikle Bangladeş ve çevre ülkelere kaçmaya çalışıyordu. Durumu daha da trajik hale getiren nokta ise Bangladeş’in haziran ayından bu yana ülkeye sığınan mültecileri kabul etmiyor ve ülkede bulunan mültecileri de geri göndermeye başlıyordu!

Eski cunta lideri Müslümanların desteğini almıştı

Öte yandan Nisan ayındaki seçimler öncesi, “Katliamlar duracak ve bütün etnik unsurlar barış içinde yaşayacak” diyen ve bu sözüyle Müslümanların da desteğini alıp seçimleri kazanan eski cunta lideri, yeni Devlet Başkanı Thein Sein, verdiği sözden dönüp ‘Müslümanları, isteyen ülkeye gönderebiliriz ‘ diyerek Arakan’daki 4 milyona yakın insanın sürgün edileceği mesajı veriyordu. Eğer İslam dünyası harekete geçmez ve Thein Sein’in onay verdiği katliam durdurulmazsa, Güneydoğu Asya ülkesi Burma’daki Müslüman nüfus adeta ‘tarih’ olacaktı.

Katliama tepkiler artarken uluslararası camia olaylara kayıtsız kalıyordu. Birleşmiş Milletler yaşananları endişe ile karşıladığını belirtirken uluslararası af örgütü yöneticilerin iki grup arasındaki çatışma gibi yansıttığı olayların asıl kurbanının Rohingyalı Müslümanlar olduğunu açıklıyor, olayın kurbanları olmalarına rağmen yüzlerce Müslüman’ın gözaltına alındığı bildiriliyordu.

Müslümanlar diğer yandan da gıda sıkıntısı çekiyor, yeterli gıdanın olmadığı Arakan’da Müslümanların evlerinden çıkıp alışveriş yapmalarına izin verilmiyordu. Uluslararası kuruluşlardan gönderilen yardımlar da Müslümanların eline ulaşmıyordu. İşte bu noktada AKP iktidarının önceleri ilgisiz ve isteksiz davranmaları ve vurdumduymazlığı; ancak bu konunun Milli Çözüm Dergisi sitesinde yazılmasından ve Milli Gazete’nin duyarlı ve devamlı yayınlarından sonra bu sefer şov ve istismar amaçlı yaklaşımları, Myanmar’ın zalim diktatoryasına hiçbir baskı ve uyarıya yanaşmayıp sadece reklam amaçlı yardım kampanyaları başlatmaları ise dikkat çekiyordu.[5]

Ve yeri gelmişken tekrar hatırlatalım:

Şimdi Esad rejiminin zulmettiğini söyleyip ABD adına horozlananlar, acaba yıllar önce Telafer’deki katliamlara neden sessiz ve tepkisiz kalıyordu?



[1] Hürriyet / Cansu Çamlıbel

[2] 21 Temmuz 2012, Akşam

[3] Zeki Ceyhan, Milli Gazete

[4] Sadrettin Karaduman, Milli Gazete

[5] Kaynak: Milli Gazete, Uğur Arslan, 23 Temmuz 2012

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Picture of Nail KIZILKAN

Nail KIZILKAN

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx
Paylaş...