YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
66493eec018e7
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 9 8
Bugün : 3589
Dün : 23538
Bu ay : 389026
Geçen ay : 737322
Toplam : 23905312
IP'niz : 3.142.171.90

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

PKK, Şırnak Beytüşşebap’ın ilçe merkezi ve çevresindeki askeri üs ve bölgelere saldırarak, Şemdinli stratejisinden geri adım atmayacağını ortaya koymuştu. 10 güvenlik görevlisinin şehit olduğu, 8 güvenlik görevlisinin yaralandığı saldırıda ağır zayiat verdiği söylenen örgütün, Suriye konjonktürüne bağlı geliştirdiği strateji, özellikle ilçe merkezlerini hedef alıyor ve buralarda geçici ya da çok kısa süreli de olsa üstünlük sağlamayı amaçlıyordu. Terör örgütü, bu yöntemi izlerken, büyük bölümü çocuk olan kayıplarının sayısını da fazla önemsemediği görüntüsü veriyordu. Örgüt, bu yolla, dünyaya, Suriye’dekine benzer bir savaşın Türkiye’de de devam ettiği mesajını, Türkiye’ye karşı da Suriye konusunda gözdağı vermeye çalışıyordu.

Beytüşşebap saldırısı, örgütün, kış aylarına kadar, hatta daha da yüksek sayıda teröristle benzer saldırılarını sürdürme eğiliminde olduğunu ortaya koyuyordu. Örgüt, saldırıyla aynı zamanda Şemdinli’deki büyük operasyonlara rağmen, hala bölgede olduğu ve alan hâkimiyeti kurduğu mesajını vermeyi de amaçlıyordu. Örgütün, bu pervasız saldırıları ve mesajları dikkate alındığında, aynı zamanda bir propaganda stratejisi yürüttüğü seziliyordu.

Yargıtay Başkanı kimi uyarıyordu?

Beytüşşebap’taki saldırının ayrıntılarının netleştiği saatlerde, Yargıtay Başkanı Ali Alkan, adli yıl açılış konuşmasını yapıyordu. Alkan, ilk kez bir Genelkurmay Başkanı’nın da katıldığı törende, terör konusunda, özellikle terörist propaganda faaliyetleri konusunda ince mesajlar veriyordu. Konuşmasının bu bölümüne, “Terör, insan haklarını ciddi bir şekilde tehlikeye atan, demokrasiyi tehdit eden ve özellikle meşru hükümetleri istikrarsızlığa uğratmayı ve çoğulcu sivil toplumu yıkmayı amaçlayan cebir ve şiddete dayalı bir olgudur” sözleriyle başlayan Alkan, teröre karşı kararlı bir mücadelenin ortaya konulduğunu vurgulayarak, “Terörist faaliyetler, hiçbir hukuki gerekçeye dayandırılarak savunulamaz ve haklı görülemez” diye uyarıyordu.

Alkan’ın konuşmasının en dikkat çekici bölümlerinden birisi de ifade özgürlüğü ile terörist yöntemler arasına çektiği sınır oluyordu. Alkan, bu konuda, “Terörist yöntemlerle, ifade yöntemleri birbirinden ayrılmalıdır. Şiddete teşvik, ırkçılığa çağrı ve nefret içeren ifadelere geçit vermemeli, ancak kamu gücünü temsil edenler de toleransı elden bırakmamalıdır” diyordu. Ali Alkan’ın Türkiye’nin Üniter yapısına dikkat çekmesi ise, çok özel bir anlam ve uyarı niteliği taşıyordu.

Tam bu süreçte, CIA başkanı David Petraeus İstanbul’dan rüzgâr gibi gelip geçiyordu.

“Suriye’yi konuşacak” veya “PKK konusundaki istihbarat işbirliği masaya yatırılacak” gibi gerekçeler gerçeği gizlemek amaçlıydı, çünkü o konular için CIA başkanının ülkemize gelmesine gerek yoktu. Ankara’daki CIA istasyon şefiyle birileri zaten sürekli konuşuyordu, ya da MİT bir temsilcisini ABD elçisi Langley’e devamlı gönderiyordu.

Oysa, (Yahudi) Petraeus İstanbul’da yaptığı görüşmelerden sonra uçağının istikametini ikinci durağı Tel Aviv’e çeviriyordu, yani aldığı havayı İsrail’de görüşeceği kişilere de nakletmeye gidiyordu. Hata İsrail’den sonra yeniden Türkiye’ye uğrayacağı konuşuluyordu. “Şu sıralarda bölgemize gelmesinin sebebi, ABD’de hemen her çevreyi rahatsız eden İsrail-Türkiye ilişkilerindeki tıkanıklığı sona erdirmek olabilir” diyen Fehmi Koru herhalde bir şeyler biliyordu.

Yani? Musevi lobisi Obama’dan jestler bekliyordu. Beklediği en büyük jest, İran konusunda Netanyahu cephesine katılması ve seçimden önce olmasa bile seçim sonrasında askeri bir müdahale düşündüğünü belli etmesi oluyordu. Ülkedeki dengeleri yakından gözleyen dostuma göre, önümüzdeki dönemi, etkin Musevi lobisini yeniden yanına çekme amaçlı girişimlerle değerlendirebilir Obama… CIA başkanı Petraeus’un eş-zamanlı Türkiye-İsrail ziyaretlerinin bu alanda bir girişim başlatma amaçlı olabileceğini biraz da bu uyarı sebebiyle düşünüyorum. Herhalde bilirsiniz diye yazmadım: 4 Temmuz’da (2003) Türk subaylarının başına torba geçirildiğinde Irak’taki ABD güçlerinin komutanı Gen. Petraeus’du.”

TBMM 1 Mart’ta tezkereyi reddedince dönemin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz 13 Mayıs 2003’te Birand ve Çandar’a verdiği ‘çok özel’ röportajında ‘Türkiye’den ve özellikle tezkere konusunda tavır almayan askerlerden intikam alacaklarını’ sert bir dille anlatıyordu. Wolfowitz’in bu tehdidinden 50 gün sonra Amerikan ordusu Süleymaniye’deki Türk İrtibat Ofisi’ni basarak 11 askerin başına çuval geçiriyor ve onları alıp Bağdat’a götürüyordu. Hem de Amerikan bağımsızlık gününde yani 4 Temmuz’da. Çuval geçirme talimatını veren kişi ise, şimdi Ankara’ya gelerek sözde Suriye ve Irak ile ilgili önemli görüşmelerde bulunan CIA Başkanı Petraeus oluyordu.

Oysa Suriye’de on binlerce insanın ölmesi, ya da bu ülkenin yerle bir edilmesi Petraeus’un hiç umurunda olmuyordu. Irak’ı da bu duruma getiren Petraeus’un Suriye’ye sonra Türkiye ya da Lübnan’a acıyacağını düşünen varsa onlar da aldanıyordu. Çünkü Batı’nın coğrafyamıza yönelik tüm planlarının son hedefinde mutlaka Türkiye bulunuyordu. Dokuz yıl önce Rahmetli Erbakan’ın dediği gibi, Suriye’yi de Amerika karıştırıyordu.

Örneğin iki hafta önce Şam’ın Daraya bölgesinde bir katliam yapılıyor ve yaklaşık 300 kişi öldürülüyor, İngiliz gazeteci Robert Fisk Şam’a gidip konuyu araştırdığında bunun muhaliflerce yapıldığını yazıyordu. Başlangıçta katliamın Suriye ordusu tarafından yapıldığını iddia eden silahlı gruplar bile susup olayı kapatmak zorunda kalıyordu.[1]

Türkiye’nin kurtuluşu ve milletin huzuru Kur’ani çözümlere bağlı bulunuyordu!

En başta ve açıkça söyleyelim; bu hukuk sistemiyle ve hele AKP hükümetiyle anarşiyi önlemek ve Türkiye’nin diğer sorunlarını çözmek imkânsızdır. Çünkü Batıdan kopyalanan, AB dayatmaları ile oluşturulan ve dahi “yeni Anayasa” ile Sevr hedefine ulaştırılmaya çalışılan bu hukuk düzeni zaten terörü körüklemeyi ve Türkiye’yi bölmeyi amaçlamıştır. Hiç eğip bükmeden; sağcı, solcu, istismarcı İslamcı herkesin tepkisiyle gerçek ayarını ortaya koyacağı şekilde belirtelim ki, PKK’nın bitişinin de, Türkiye’nin yeniden diriliş ve derlenişinin de yegâne çaresi: KUR’AN’a ve tabi doğal ve sosyal evrensel kurallara uygun yeni ve milli bir hukuk nizamı ve hükümet yapılanmasıdır.

Şimdi dikkatle bakınız, Yüce Allah Kur’an’ında anarşi ve terörü nasıl tarif etmekte ve hangi tedbirleri buyurmaktadır:

“… Kim bir nefsi (kişiyi katlettiği başka masum bir) kimseye veya yeryüzünde (ülkesinde ve bölgesinde çıkardığı) bir fesada (anarşi ve isyana) karşılık olmaksızın öldürürse, (o zalim kişi) sanki bütün insanları öldürmüş gibi (suçlu ve günahkâr) sayılır. Kim de (masum bir insanın haksız yere katledilmesine engel olup) onu diriltir (ve kutsal yaşam hakkını korursa) sanki bütün insanları diriltmiş (ve hayatını bağışlamış) gibi (sevap kazanır)” (Maide: 32)

“Allah’a ve Resulüne (Adil bir devlete ve hükümete karşı) savaş açanların ve yeryüzünde (ülkesinde ve bölgesinde) bozgunculuk çıkaranların (anarşiye ve isyana kalkışanların) cezası:

  • (Vuruşma anında) öldürülmeleri,
  • (Çarpışma sonucu yakalananların) asılarak idam edilmeleri (ve ibreti âlem olsun ve caydırıcılığı bulunsun diye herkese gösterilmeleri),
  • Veya (Terörde çok ileri gitmiş, nice asker ve sivil masum insanı katletmiş, isyan ve bölücülüğe önderlik etmiş ise) elleriyle ayaklarının çaprazlama kesilmesi,
  • Yok, eğer (istemeden ve bazı mazeret ve mecburiyetlerle anarşiye katılmış, sonra pişmanlık duymuşsa ve kendi bölgesinde kalması fitne ve fesada yol açacaksa, bunların ve yakınlarının da bulundukları) yerden (başka yörelere) sürgün edilmeleri ve böylece uyumlu ve yararlı vatandaş haline gelmelerine fırsat verilmesidir) (Maide: 33)

“Ancak, siz onlara güç yetirmenizden (terör şebekesini tepelemenizden) önce tövbe edip (anarşiden vazgeçen ve pişmanlıkla devlete teslimiyeti seçenler) hariçtir; (onlar için genel af çıkarmak ve bu kandırılmış ve mecbur bırakılmış kimseleri yeniden topluma kazandırmak gerekir. Çünkü) Biliniz ki Allah’ta bağışlayıcı ve esirgeyicidir” (Maide: 34)

a) Şimdi, sağcı ulusalcı veya Münafık İslamcı, kim olursa olsun, bu Kur’ani hükümleri inkâr ve itiraz edenler “Kâfir” sınıfındandır.

b) Bu ayetleri açıkça inkâr etmeyip “şartlar şöyledir, imkânlar böyledir, zamanı değildir” gibi bahanelere sığınıp mazeret üretenler ise Müslüman kılıklı Münafıklardır.

c) Bu ilahi hükümler haktır, huzur ve selamet ancak Kuran’ın buyruğundandır. Yüce Allah’tan daha adil, daha merhametli ve daha isabetli olunamayacağına göre, PKK’dan da başka sorunlarımızdan da kurtuluşun tek yolu Kur’an ahkâmı ve İslam ahlakıdır” diyen müminlere müjde ve selam olsun, “zafer yakındır, yardım Allah’tandır ve kutlu akıbet inananların olacaktır!”

Kuduz cani Gaziantep bombacısının, daha önce defalarca terör suçundan yakalanıp sonra salındığını, çok iyi düşünüp taşınırsanız, bu Kur’ani hükümlerin ne denli haklı, hayırlı ve lazımlı olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

AKP huzurun değil, sorunun kaynağıydı!

AKP yetkilileri, bir yandan her geçen gün daha da azgınlaşan, Karakol, şantiye, köy, kasaba hatta ilçeleri basıp onlarca asker ve sivil insanımıza kıyan PKK teröristleri için: “Bunlar başka güçlerin taşeronluğunu yapmaktadır ve akıttıkları kanda boğulacaklardır” türü kuru sıkı açıklamalar yaparken, öbür yandan PKK’nın asıl hamisi ve sahibi ABD’nin CIA Başkanı Yahudi David Petraeus’u İstanbul’da ağırlamakta; MİT Başkanı Hakan Fidan, Süleymaniye’de askerimizin başına çuval geçiren bu adamla görüşmek üzere ayağına yollanmaktaydı. Hayret, bu Yahudi asıllı, İslam ve Türk düşmanı gâvur Paşası 6 ay önce yine sözde terör meselesini konuşmak ve yardımcı olmak için Türkiye’ye gelmiş, ama ne hikmetse ondan sonra PKK daha da azdırılmıştı.

“Recep Erdoğan, PKK ve Suriye konusunda, ABD ve İsrail’e rağmen Milli bir politika izliyor ve Suriye halkının zalim Esed rejiminden kurtulup hürriyete ve demokrasiye kavuşması için çırpınıyor” diyen medya mostralarının ve hala Tayyib’i “Erbakan’ın ve Milli Derin odakların adamı” gösteren marazlı manyakların kafasına, Rahmetli Hocamızın 2003 yılındaki bir konferansında söylediği ve “İvedi Haber’in kaydettiği (videosu Milli Çözüm sitesinde mevcut) şu tespitlerini çarpmak lazımdı:

“Dış mihraklar, Arz-ı Mevud’u İsrail’e bağlamak üzere şimdi Suriye’yi hedef almışlardır. Amerikan Temsilciler Meclisi, “Suriye’yi cezalandırma” tasarısını onaylamıştır. O Meclisin insaflı 4 üyesi, Suriye’ye yönelik iddiaların yalan olduğunu belgelerle ispatlayıp karşı çıkmış, ama maalesef Yahudi Lobisi güdümündeki 398 temsilci oyu ile bu karar onaylanmıştır. (İşte güdümlü demokrasi böyle bir tezgâhtır) Bahane, güya Suriye Arap ülkelerini ABD ve İsrail’e karşı kışkırtmaktadır; oysa gerçek suçu İsrail’i hezimete uğratan Hizbullah’a destek sağlamasıdır.

Bunun üzerine Suriye kendi ordusunu alarma geçirdi, ama İsrail’e karşı baş kaldıramıyor, çünkü gücünün yetmeyeceğini ve ABD’nin eline koz vereceğini biliyor ve tabi bütün bunlardan gafil olan bu AKP hükümetine, asıl hedefin Türkiye olduğunu hatırlatmak gerekiyor.”

Şimdi aklı ve vicdanı olanlar söylesin bakalım, bu olaylar ARAP BAHARI mı, yoksa AMERİKAN TEZGÂHI mı?

Bu AKP, demokrasi ve özgürlük kahramanı mı, yoksa Siyonizm’in kurguladığı ve Türkiye dâhil 27 İslam ülkesini parçalamayı amaçladığı BOP’un figüranı mı?

Hatırlayınız: 1. Ordu tarafından düzenlenen ve “darbe planı”nın tartışıldığı seminer E. G.K.B. Hilmi Özkök döneminde yapılmıştı. Balyoz davası da bu seminerden yola çıkılarak ve darbe planı hazırlandığı iddiasıyla hazırlanmıştı. Emekli Genelkurmay Başkanı Özkök ifadesinde bu seminerle ilgili önemli şeyler aktarmıştı. Özkök, “Bu seminer bilgim dâhilinde yapıldı. Eğer o günlerde Ankara’da işim olmasaydı ben de katılacaktım” açıklamasını yapmıştı.

Seminerde ele alınan senaryonun “en vahim durum” üzerine kurulduğunu aktaran Özkök’e göre “En vahim senaryo” şu olmaktaydı:

“Türkiye, Yunanistan’la savaşırken Doğu’da bir Kürt isyanı çıkıyor ve Kürt devleti kurulmaya başlanıyordu. Ordu bunlarla uğraşırken, Türkiye’de de irticai odaklar yönetimi ele geçirmek üzere harekete geçiyordu. Silahlı Kuvvetler de bunun üzerine İstanbul’dan başlayarak sıkıyönetim ilan ediyordu.”

İşte seminerde bu plan ele alınıyordu ve Özkök’e göre burada tartışılan senaryo abartılıydı ama bir sorun yoktu. Ancak daha sonra Özkök’e bir bilgi geliyor ve 1. Ordu’daki plan seminerinde “gerçek isimler” kullanıldığı söyleniyordu. Başbakan’ın da aralarında bulunduğu “gerçek isimlerle” senaryo yeniden düzenleniyordu. Bunu üzerine Özkök, “Bir araştırın bakayım” talimatını verdiğini söylüyordu.

Peki, Sn. Özkök daha öte bir şey yapıyor muydu?

Hayır. Ne araştırmanın gerisi geliyor, ne bununla ilgili bir soruşturma raporu hazırlanıyor, ne suç duyurusunda bulunuluyor, ne de Özkök bu konuyu Başbakan’a veya başka üst makamlara iletiyordu! “Araştırın” diyor ama konu kapanıyordu.

Ve hâkim soruyordu: “Sizce burada bir suç var mıydı?”

Özkök, “Bence yoktu” diyor ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki bütün orduların böyle planlar hazırladığını ve daha sonra bu planların bu gibi seminerlerde tartışıldığını anlatıyordu. Ve bu seminere katılanların tamamı Özkök döneminde veya sonrasında terfilerini alıyor, üst görevlere geliyor ve emekli oluyordu. Hâkim bunu da soruyor ve “Çetin Doğan’ın emekli edilmesinin bu seminerle bir alakası var mı?” diye soruyor, Özkök ise, “Hayır, süresi dolmuştu. Ankara’ya gelmesi de mümkün olmadığı için emekli edildi” diyordu.

Anlaşılan Balyoz davası hâkimleri de bu ilginç gelişmeleri fark ediyordu” tespitleri doğruydu.

Ve İşte burada, Rahmetli Erbakan’ın, Ruşen Çakır’ın da bulunduğu bir NTV röportajında “Ergenekon bahanesiyle Amerikan karşıtı generaller temizleniyor” sözleri hatıra geliyordu.

Evet, öyle anlaşılıyor ki, gerekli ve gerçekçi bir askeri tedbir girişimi olan plan seminerleri, Çetin Doğan gibi milli ve manevi değerlere gıcık, kızını Amerikalı bir Yahudi’ye verecek kadar tıyneti ve mahiyeti karışık bazı paşalarca; ABD destekli AKP’nin, TSK aleyhine kullanacağı şekilde değiştiriliyor, Hilmi Özkök de uzun zaman bunları görmezden geliyor, sonra demokrat paşalığa soyunuyordu.

2008’de piyasaya çıkan Mesut Taner Genç “Ateş Hattındaki Kaymakamın PKK ile Mücadele Günlüğü” kitabında şunları anlatıyordu:

Beytüşşebap’a tayin edildim. Önce Diyarbakır’a geldim. Şırnak’a gidebilmem için Cizre’ye, oradan başka bir araçla Şırnak’a gitmem gerektiğini öğrendim. Karayoluyla gitmekten vazgeçtim. Diyarbakır kolordu’da üç-dört gün helikopter bekledim. Sonunda Sikorsky’yle hareket ettim.

1.5 saat uçup, tümen’in pistine indim. Valilik binasına gittim. Vali beni kabul etti. Asla normal kaymakam gibi davranmamam gerektiğini, köy ziyaretlerinden çekinmem, çünkü devletin kırsalı tamamen terk ettiğini, il ve ilçe merkezinde tutunulmaya çalışıldığını söyledi. Kısacası, dost bilinen aşiretlerin dışındaki köyler, yollar PKK’nın hâkimiyetine bırakılmıştı.

Beytüşşebap’a giden helikoptere bindim. 50 dakikalık uçuştan sonra, yüksek dağlarla çevrili askeri birliğe indim. Komutan beni karşıladı, çay kahve ikramından sonra, bugünlerde ilçeye baskın yapılacağını, duyum aldıklarını söyledi. Merak ediyorsam, dürbünle görebileceğimi anlattı. Gerçekten de, baktım, karşımızdaki dağlarda hareketli insan grupları görülüyordu. Komutan da, Vali gibi, ilçe’den kesinlikle ayrılmamamı, köylere gitmememi salık verdi.

Şırnak’tan gelirken, Besta denilen bölgeyi geçip, 30 kilometre sonra hayli bozuk asfalttan Uludere’ye varılır, asfalt biter, ham toprak yol başlar. Beytüşşebap’a kadar 60 kilometrenin bir tarafı sarp ve dik yamaçlı, öbür tarafı derin uçurumdur. Sürekli mayın döşeniyor. Aslında, bu yolu en az birkaç noktada her gün kesip, kimlik kontrolü yapıyorlar. Bu durum bilindiği için, hiçbir kamu görevlisi karayolunu kullanmıyor. Erzak kamyonları talan ediliyor.

Terör örgütü, korku salmış, halkın nazarında itibar kazanmış… Tanıştığım insanlar, “aman kaymakam bey, sakın şurdan aşağı inme, şurayı geçeyim deme!” gibi uyarılarda bulunuyor. Bunların bir kısmı samimi, bir kısmı kamu görevlilerinde korku, yılgınlık yaratmak için söyleniyor. Buralarda ticaret yapmak isteyen, örgütten icazet almak zorunda… Vergi adı altında para toplanıyor. Eylemler, vatandaşa bire beş katılarak anlatılıyor. Örgütün, istemediği adamı derhal görevden aldıracağına, istediği adamı vali, hatta bakan bile yapabileceğine, psikolojik olarak inandırılıyor.

İlçede, asaleten atanmış neredeyse bir memur bile yok. Buraya atananların hepsi, ya kurumları tarafından cezalandırılmak maksadıyla gönderilmiş ya da torpilleri olmayan sahipsiz insanlar… Kırgınlık, küskünlük, bezginliklerinden ötürü, yöre halkına verebilecekleri hiçbir şey yok. Bazı kamu görevlileri ise buralara hiç uğramazlar, onlar imtiyazlıdır.

Geçici köy korucularının mücadeleye büyük katkısı var. Ancak, devlet istemeden de olsa, feodal sistemi, aşiretleri güçlendirdi. Korucular, kendi meslekleri olan hayvancılığı tamamen bırakmış vaziyette… Unvanlarının önündeki ‘geçici’ kelimesinden rahatsız oluyorlar, durumumuz, geleceğimiz belirsiz diyorlar. Korucu yapılanların özenle seçilmesi gerekiyor.

PKK, küçük çocukları kaçırarak veya ikna ederek, intikam duygusu aşılayan, araziyi avucunun içi gibi bilen kişilerden oluşuyor. Örgüte katılan, çaresiz bırakılıyor, ne aile, ne arkadaş ilişkisi kalıyor, geri dönüş yolları kapatılıyor. Dağdaki ağır şartlarda yıllarca yaşamaktansa, çılgınca emirlere itaat edip, ölümün kurtuluş olduğunun farkındalar.

Bizimkiler ise sivil yaşamlarında iş veya meslek sahibiyken, zorunlu olarak askere alınan 18-20 yaşındaki gençler… Henüz askere alınmadan önce, televizyondaki şehit haberleriyle psikolojileri sarsılan, üstelik ailelerinin endişelerini hisseden gencecik delikanlılar.

PKK, yıllardır aynı noktalarda üsleniyor. Operasyon yapacağımız zaman, birliklerimizde hareketlilik yaşanıyor, korucular toplanıyor. Sağır sultan bile duyuyor! Zirvelerden seyrediyorlar. Bizimkiler hedef bölgeye vardığında, orda kimse kalmıyor. Bizimkiler geri dönüp, daha birliğin kapısından bile girmeden, onlar eski mevzilerine yerleşiyor.

Bir seferinde, ele geçirilen örgüt mensubunun üstünden çıkan not defterinde okumuştum. Karakolumuz bir ay boyunca, 24 saat izlenmiş, giren çıkan araçların plakası, nöbetçi-devriye saatleri en ince ayrıntılarına kadar yazılmış, ne yaptığımızı, ne yapacağımızı ezbere biliyorlar.

Hâlbuki PKK’nın dağ kadrosu 3 bini geçmez, farz edelim 4 bin olsun, 11 bölgeye dağılmış durumdalar, kabaca bölgedeki her şehre 350 terörist düşer… Bunlara karşı, 22-25 yaşında, 5 bin veya 7 bin kişilik özel birlik oluşturulmalıdır. Gerilla harbi’yle eğitilmelidir. Eşlerine her türlü ekonomik güvence, çocuklarına en üst seviyede eğitim sağlanmalıdır. Operasyon yetkisine sahip, tek bir komutana bağlanmalıdır. Emirlerinde, helikopter, uçak olmalıdır. Her mangada doktor bulunmalıdır. Asla sabit durmayıp, gece gündüz hareket halinde olmalıdır. Ne zaman, nerede oldukları asla bilinmemelidir… Av durumundan çıkıp, avcı konumuna geçmelidir.

Şehit cenazelerinde atılan nutukların, “kanları yerde kalmayacak” türünden anlamsız lafların, herhangi bir etkisi yok artık… Ne şehit sayısında azalma var, ne atılan nutuklarda!

Derken…

Saat 21 sularında, yoğun silah sesleriyle irkildim. Eşimi ve kızımı arka odalardan birine, mermi isabet etmeyecek şekilde yatırdım. Kapım çalındı… Elinde fener tutan polis, ilçeye saldırıldığını, en alt kattaki kalorifer dairesine inmemiz gerektiğini söyledi. Eşim sığınakta bulunanları teskin etmeye çalışırken, şahsıma verilen Kalaşnikof’la dışarı çıktım.

Lojman duvarında siper almış polislerin yanına gittim. Gecenin karanlığında kimin kime ateş ettiği belli değildi. Ben dâhil herkes, bilinçsizce, içgüdüyle hareket ediyordu. Her insan korkar. İnsani duygudur. Ancak, yüreğimde hissettiğim korku değildi, derin bir sızıydı… Taa Çin sınırlarından Avrupa’nın içlerine ilerleyen millet, çapulcu karşısında acze mi düşmüştü?”[2]

Bunlar, 20 yıl önceki Beytüşşebap Kaymakamı’nın sözleriydi!

Ama maalesef hiçbir şey değişmemiş, her şey bin beter hale getirilmişti. Sadece Erbakan’ın Refah-Yol Hükümeti ciddi ve değişimci projeler geliştirmiş, bir yılda terör sıfıra indirilmiş, ama dış güçlerin tezgâhladığı 28 Şubat hıyanetiyle devrilmişti.

Evet; Türkiye ya Amerika’nın güdümünde ve işbirlikçi iktidar eliyle bölünüp bitirilecek; veya Kur’an’ın evrensel prensipleri ve Erbakan’ın tarihi projeleriyle yeniden dirilip insanlığa yön verecekti! Artık, ya İslam’ın esasına dönülecekti, ya da devletimiz din istismarcıları eliyle çöküp gidecekti!.

İşte işbirlikçi istismarcıların son oyunu: BOP’un devamı; Yeni Ortadoğu Diyalogu

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) derken, Ortadoğu’yu şekillendirmek adına yeni bir proje gündeme sokuluyordu. İstanbul’da çok sayıda Hıristiyan, Evanjelik ve Diyalogcu isim bir araya gelerek Ortadoğu’nun geleceğini masaya yatırıyordu. Acaba sıradaki proje “Yeni Ortadoğu Diyaloğu muydu?”

İlginç toplantıda, ilginç isimler dikkat çekiyordu

“Arap Uyanışı ve Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hıristiyan Perspektifler” konulu toplantı İstanbul’da yapılıyordu. Ortadoğu’da yaşanan çatışmaların son bulması için yapılan toplantıya katılan konukların arasında ilginç isimler yer alıyordu. Konukların arasında “Dinlerarası Diyalog” danışmanları ve “Siyonist Hıristiyan” olarak nitelenen Evanjeliklerin de bulunması toplantının amacını özetliyordu. Çalıştay’ın amacı “Ortadoğu’da akan kanı durdurmak” olarak açıklanıyordu, ancak Ortadoğu’da akan kanın kimler tarafından ve niçin akıtıldığını da bilmeyen yoktu.

Diyalogcular ve Evanjelikler

Katılımcılar arasında öne çıkan isimlerden biri bayan Suad Younan oluyordu. Younan 2010 yılından bu yana, Lüteryen Dünya Federasyonu başkanlığı görevini yürüten, 1998 yılından beri de Filistin, Ürdün ve Kutsal Topraklar Evanjelik Lüteryen Kilisesi Piskoposu olan Munib Younan’ın eşi oluyordu. Aynı zamanda ELCJHL kadın komitesi başkanı da olan Younan, Lüteryen Kilisesi, uluslararası ve yerel STK’lar ile birlikte kadınlara yönelik faaliyetler de yürütüyordu. İnançlar arası diyalog bağlamında insan haklarıyla ilişkili meselelerde de aktif olarak çalışıyordu. Bir diğer katılımcı Dr. Aly Al-Saman’da ise Dinlerarası Diyalog Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı yapıyordu.

Derin tereddütler!

Millî Gazete’nin üç gün önce “İstanbul’da ilginç toplantı’ başlığıyla verdiği “Arap Uyanışı ve Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hıristiyan Perspektifler” başlığıyla İstanbul’da yapılan toplantı derin tereddütleri de gündeme taşıyordu.

  • Toplantının en önemli kısmı neden basına kapalı yapıyordu? İslam dünyasından gizlenmek istenen konular mı bulunuyordu?
  • Konuşmacıların sık sık vurgu yaptığı YENİ ORTADOĞU kavramıyla ne kastediliyordu? Yeni Ortadoğu BOP’un revize edilmiş şekli mi oluyordu?
  • Neredeyse tamamı Müslüman nüfusun yaşadığı coğrafya olan Ortadoğu’da barış için neden Hıristiyan âleminden çok ilginç isimler davet ediliyordu?
  • Toplantıya katılan bazı davetlilerin küresel Dinlerarası Diyalog Çalışmalarının önemli isimleri oluşundan belli bir maksat mı güdülüyordu.
  • ‘Ortak Gelecek Tasavvuru’ kavramı Ortadoğu’da tasarlanan yeni bir süreci mi ifade ediyordu?
  • Bu süreçte Türkiye, dinlerarası diyalog çalışmaları çerçevesinde Yeni Ortadoğu’yu Hıristiyanlarla birlikte inşa etmek mi istiyordu?
  • Derin tereddütleri zihinlere kazıyan bu toplantıya ‘Hıristiyan Siyonistler’ olarak bilinen ve özellikle de Filistin’de Müslümanlara hayat hakkı tanımayan ve Mescid-i Aksa’nın yıkılmasına, Armegedon savaşının yapılmasına iman etmiş olan Evanjelik tarikatından temsilci neden çağrılıyordu?
  • Zalimlerle mazlumların, adeta kurtla kuzunun aynı masaya oturtulduğu böylesi bir toplantı neden Türkiye’nin öncülüğünde ve İstanbul’da yapılıyordu?


[1] Akşam, Hüsnü Mahalli

[2] 04 Eylül 2012, Hürriyet, Yılmaz Özdil

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Abdullah AKGÜL

Abdullah AKGÜL

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx