YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6638bbcfebada
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 6 9
Bugün : 9638
Dün : 18697
Bu ay : 111205
Geçen ay : 737322
Toplam : 23627491
IP'niz : 18.218.218.230

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79


Kur’an-ı Kerim, Kıyamete Kadar Gerekli ve Geçerlidir. Ama Yöresel ve Dönemsel İçtihatlar Geçicidir ve İhtiyaca Göredir!

Hem aklen, hem ilmen, hem de vicdanen kesindir ki, elbette Allah vardır, hücrelerden galaksilere her şeyin yaratıcısıdır. Basit bir tükenmez kalemin bile kendiliğinden ve tesadüfen meydana geldiğini söyleyene, ya yalancı veya kaçık gözüyle bakılır. İnsanları her şeyden üstün ve farklı yaratan ve gerçek saadet ve adalet kuralları olarak Kur’an’ı yollayan da Allah’tır.

Kur’an-ı Kerim, temel ve genel kurallar kaynağıdır

Kur’an-ı Kerim’in muhkem ayetleri: “Mutlak Delil”; sahih Hadis-i Şerifler: “Delil”; Bu iki delile uygun yapılan akli ve ilmi içtihatlar: “Hüküm”; üzerinde ulemanın icma ve ittifak ettiği içtihatlar ise “Mutlak Hüküm” sayılır. Hz. Peygamberin (SAV) sünnetini (Hadis-i şerifleri ve hayat prensiplerini) gereksiz ve geçersiz saymak, “Kur’an-ı Kerim bize yeterlidir” iddiasında bulunmak, yanlıştır ve yanıltıcıdır. Çünkü bu düşünce, önce Kur’an-ı Kerim’in emirlerine aykırıdır. Onlarca ayeti kerimede “Allah’a itaatle birlikte, Resulüne itaat de” farz buyrulmaktadır. Peki, Allah’a itaat; Kur’an ayetlerine uymak ise, ayrıca Resulüne uymak ne anlamdadır? Evet, Resule itaat; Onun sünnetine, hayat sistemine ve ayetlerde belirtildiği gibi: “Kur’an’ı açıklayan, bizzat yaparak ve yaşayarak ümmetine örnek-model olan” Hz. Peygamberin öğretilerine tabi olmak, amellerindeki hikmet ve hedefleri kollamaktır. Hz. Peygamberi örnek almadan bir rekât namaz kılmak bile imkânsızdır, çünkü Kur’an-ı Kerim namazı emir buyurmakta, ama onun kılınış şeklini, dua biçimini, nelerin okunması gerektiğini anlatmamakta, bunları Resulûllah’ın eğitim ve öğretimine bırakmaktadır.

Hz. Peygamberin öğretileri ve örnekliği gereksizdir, Kur’an’ın emirleri yeterlidir” iddiasında bulunanlar, ayetleri kendi keyiflerince yorumlamak, ibadet ve istikamet sorumluluğundan kaytarma yolları aramak için çırpınmakta, bazı gafil ve cahil kimseler de bunlara aldanmaktadır. Yani Kur’an-ı Kerim, hazır bir fetva kitabı veya ansiklopedik bir başvuru kaynağı değil; sürekli değişen ve gelişen bütün şartların ve zamanların ortaya çıkaracağı, içtimai, idari, hukuki, ahlaki ve ekonomik her türlü sorunların çözümüne esas olacak “genel kaideler ve temel prensipler” içeren Allah’ın kelamıdır.

Mutlak delil: Bir konuda, sorunların çözümüne esas olacak ve mihenk yapılacak genel ve temel kural ve kaidelerdir. Bunlar her zaman için gerekli ve geçerli olan kaynak ve dayanak yerindedir. Çok açık ve net anlaşılan; kesin emir ve nehiy makamında vahyolunan Kur’an-ı Kerim’in muhkem ayetleri böyledir.

Delil: Hakkında böylesi ayetler bulunmayan hususlarda, problemlerin aşılmasında ve uygun proje ve pratiklerin hazırlanmasında, sağlam Hadis-i Şerifler ve Hz. Peygamberin (SAV) sünneti, yani sorunlara yaklaşım yöntemi ve sistemi de elbette önemli bir örnektir.

Hüküm: Delil ve dayanaklara uygun olarak verilmiş, akli, vicdani, hukuki ve ahlaki karar ve içtihatlar demektir.

Kesin hüküm: Farklı ilim ve içtihat ehlinin aynı konuda, aynı ortak kanaate varmaları; bir sorunun çözümü hususunda ittifak ve içtihat birliği oluşturmaları ise, daha belirgin ve güvenilir bir karar ve hüküm meydana getirir.

Delil ve dayanaklar, sabit ve süreklidir. Hüküm ve içtihatlar ise, şartlara, ihtiyaçlara ve gelişen hayat standartlarına göre değişmeye ve yenilenmeye müsaittir.

“Delil”ler ilahi ve naklidir. Hüküm ve içtihatlar ise “akli ve beşeridir”. Ancak, bu içtihatlar, vahye istinat ettiğinden özel bir öneme haizdir. Sadece insan aklının ve nefsani arzu ve kurguların eseri değildir. Muhkem ayetler ve sağlam hadislerden çıkan “delil”ler, mutlak ve değişmez doğrular olan HAK’tır. Ama içtihatlar ise, hem sevap, hem hata ihtimalini barındıran “yorum”lardır. Şartlara ve ortamlara göre uygun olan; ama değişme özelliği de bulunan “doğru”lardır. Böylece İslam hukukunun  iki temel “delil”i  ortaya çıkmaktadır:

1- Nakli deliller. (Sarih ayetler ve sahih hadisler)

2- Akli delillerdir. (Kıyas, içtihat ve icma prensipleri)

Laiklik ve demokrasi gibi çağdaş kurum ve kavramların da, onlarca farklı, hatta birbirine aykırı tanımları ve tatbikatları yapılagelmektedir. Bu nedenle her türlü istismar ve suiistimale açık vaziyettedir. Öyle ise, bunların da evrensel hukuk kurallarına ve temel insan haklarına uygun, yeni anayasal hükümlerinin belirlenip çerçevesinin konulması ve Türkçe tariflerinin yapılması kaçınılmaz görünmektedir. Üstelik bu tanım ve kalıpların da, doğal değişimlere ve sosyal gelişmelere açık tutulması gerekir.

Şu gerçekler asla unutulmamalıdır:

Kur’an ve sünnet, geçmişe değil, bugüne ve bize hitap etmektedir, tarihi örnekleri ve meseleleri de ibret ve hikmet dersleridir.

Kur’an-ı Kerim; Felsefi ve statik bir kitap değil, devamlı diri ve dinamiktir ve pratik çözümler üretmeye müsaittir.

Kur’an-ı Kerim; hem mümin bireyler ve topluluklar, hem de farklı konum ve kapasitedeki kurum ve kuruluşlar için; pratik, psikolojik, sosyolojik ve stratejik prensip ve projeler üretmeye yarayacak ilahi bilgi merkezidir.

Kur’an-ı Kerim; Sürekli gelişen ve değişen: siyasi, iktisadi, ilmi ve içtimai hayatı her halde ve yeniden düzenleyip disiplinize edecek, değişmez hakikat ve hikmetler içermektedir.

İslam: Akla, araştırmaya, bilimsel ve teknolojik buluşlara oldukça önem verip sürekli teşvik eden; ama beynin ve bilimin, şeytani odakların zulüm ve sömürü aracı yapılmaması için de, imani ve vicdani emniyet sigortalarını ve Rabbani kuralları merkeze yerleştiren bir hayat ve imtihan dinidir.

İslami hayatı ve mümin toplumları içten çürüten, çağın ve medeniyet yarışının dışına iten en büyük talihsizlik ve tehlikelerin başında ise;

Kur’an-ı Kerim’le alakayı koparıp onu araştırmayı ve hayatın temel kaynağı yapmayı bırakıp, yani “mutlak delil ve dayanak”ları askıya alıp; asırlar önceki şartların ve ihtiyaçların gereği olarak Kutsal Kitabımızdan çıkarılan içtihatları (karar ve yorumları), dinin temel esasları ve hayatın vazgeçilmez hususları saymak” şeklindeki şuursuz taklitçilik ve ruhsuz şekilcilik gelmektedir.

Ancak, bu gerçeği istismar ederek, Müslümanları tamamen dünyevileştirmeye ve manevi disiplini dejenere etmeye çalışan modernistlerin yozlaştırma niyetleri de; takva ve fetva bahanesiyle Müslümanların sosyal, siyasal ve ekonomik hayattan kopmasından ve emperyalizmin kulları ve kuklaları yapılmasından başka sonuç doğurmayan, “kör taklitçilik ve köhne şekilcilik” heveslilerinin yobazlaştırma gayretleri de, yani hem ifrat hem tefrit aynı ölçüde zarar verici ve tahrip edicidir.

“Kur’an-ı Kerim Tefsiri” diye, tahrif girişimleri yoğunlaşmıştır!

İsrail, Kur’an-ı Kerim’i sözde tefsir etmek için kurduğu internet sitesinde modern İsrailiyat yöntemlerini deneyerek Kur’an’ı tahrif etmeye çalışmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nin Kur’an-ı Kerim’i çarpıtmak ve kendi amaçları doğrultusunda kullanmak için yazdırdığı sözde tefsirden sonra, şimdi de İsrail Dışişleri Bakanlığı Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmek için Yahudi bir profesör olan Ofer Grosbard’ın yönettiği bir internet sitesi kurmuş bulunmaktadır. Ofer Grosbard Yahudi’sinin “Kur’an’ı Peygamber öğretilerinden ve ilmi tefsir prensiplerinden bağımsız ve akılcı bir yöntemle algılayıp yorumlama” önerileri de bunların şeytanlık damarını ve İslam’ı yozlaştırma amacını ortaya koymaktadır.

“Yahudi gibi inanan, Hıristiyan gibi yaşayan ama İslami gelenekleri uygulayan bir Müslüman tipi” yetiştirilmek isteniyor

Filistin İslami Hareket Sözcüsü Şeyh Zahi Nüceydat, İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın duyurduğu “Yahudilerin Kur’an-ı Kerim tefsir projesinin” çok tehlikeli ve sinsi bir girişim olduğunu kaydederek, bu projenin asıl amacının Kur’an’ı İsrail ve ABD’nin istediği tarzda anlayan “Müslüman” bir nesil yetiştirmek olduğunu vurgulamaktadır. Fetullahçıların “Dinlerarası Diyalog salatası” ve AKP iktidarının ve yandaş fetvacıların “ılımlı İslam” safsatası böylesi şeytani ve Siyonist hesaplara hizmetkârlıktır. İsrail bu yolla, İslâm dünyasında yayılmakta olan emperyalizm ve Siyonizm karşıtı direnişi pasifleştirmeye çalışmaktadır. Dünyanın birçok yerindeki Müslüman bilim adamları ve kuruluşlar, İsrail’in bu girişimiyle Kur’an ayetlerini İsrail ve ABD’nin istediği şekilde yorumlatacağı uyarısında bulunmaktadır.

Fetullah Gülen’in “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” kitabını İngilizce bastırıp bedava dağıtan Siyonist ADL örgütüyle İsrailli Prof. Ofer Grosbard’ın işbirliği dikkat çeken çok önemli bir ayrıntıdır.

Ahlak dışı gönül ilişkileri, medyaya malzeme olacak kadar sorumsuz ve doyumsuz birtakım sözde ilahiyat Prof.larının patavatsız yorumları da, bu Siyonist kâfirlere ve cahil kesimlere, maalesef gerekçe oluşturmaktadır.

“Sana Kur’an’ı indiren O’dur. Ondan (Kur’an’dan) bir bölümü kitabın anası (temeli ve esası) sayılan muhkem ayetler (açık ve kesin emirler)dir. Diğer bir kısmı da müteşabihtir. (Benzer manalara ve çeşitli yorumlara müsaittir.) Kalplerinde şüphe ve eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve (keyfi) te’villerde bulunmak üzere (açık ve kesin emirleri bırakıp manası kapalı olan) müteşabih ayetlerin peşine düşmektedir. Hâlbuki bunların gerçek te’vilini ancak Allah bilir… İlimde derinleşenler (rasihun) ise: “Biz ona inandık, tümü Rabbimiz’in katındandır” derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.” (Al-i İmran:7)

(Ey Resulûm!) De ki: “Eğer (gerçekten) Allah’ı seviyorsanız (bu iddianızı ispat etmek üzere) Bana (sünnetime ve hayat sistemime) tabi (ve teslim) olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlayıversin. Allah Ğafur ve Rahim’dir.” Not: (Hz. Peygamberimize: “Allah’ı seviyorsanız, O’nun Kitabına uyun” yerine “Bana tabi olun” buyrulması; Sünnete ittiba ve itaatin gereğini ve önemini göstermektedir.)” (Al-i İmran: 31)

“… Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. …(Haşr Suresi: 7)

“Allah ve Resulû, bir işe hükmettiği (bir konuda karar verdiği) zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için, artık o işte kendi isteklerine (ve beklentilerine) göre (başka görüşleri) seçme ve tercih hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulû’ne isyan ederse (ayet ve hadislerin açık hükümlerini çiğner ve kendi keyfince te’vil edip tersine çevirirse), işte gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.” (Ahzab Suresi: 36)

“Bu, onların: (Biz seçilmiş ve sevgili kullarız, bu yüzden) “Ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak.” demelerindendir. Onların bu iftiraları, dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmesi sebebiyledir. (Bunları asıl aldatan ve avutan Şeytan vesvesesi ise; “Dünyalık makam ve menfaat için, bazı Tevrat hükümlerini -şimdi Kur’ani emirleri- terk etmemizde ve bazı günahları işlememizde, öyle korkulacak bir vebal yoktur. Çünkü bizim bu kötülüklerimize karşı, hayırlı hizmet ve ibadetlerimiz de vardır. Bu nedenle Cehennem ateşi ve ahiret azabı bize sayılı gün dışında asla dokunmaz” düşüncesidir.)(Al-i İmran: 24)

(Artık), “İman edenlerin Allah’ın (hüküm ve haberlerini, nimet ve hikmetlerini düşünmek) ve Hakk olarak indirilen Zikri (Kur’an’ı dikkatle okuyup anlamaya ve gereğini uygulamaya gayret etmek) için, kalplerinin saygı ve kaygı ile yumuşayacağı zaman halâ gelmedi mi? …” (Hadid Suresi: 16) ayetleri hem bu konudaki sorunlarımızın nedenlerini, hem de kurtuluş çarelerini ortaya koymaktadır.

“Bu konu Kur’an’da geçmez”, “Şu gibi sorunlarla Kur’an ilgilenmez” veya “Kur’an o soruların yanıtını vermez” şeklindeki kanaatler de yanlıştır, Kur’an’ı tanımamaktır ve cehalet sonucu yapılan hatalardır. Ve hele: “Kur’an Ortaçağ kitabıdır. Çok eski dönemler için yararlı bazı yasalardır. Günümüzde bunlara ihtiyaç kalmamıştır. Akıl ve bilim bunların yerini almıştır” şeklindeki iddialar, sadece sapıklık ve inkârcılık değil, aynı zamanda utanç verici bir bilgisizlik ve akıl noksanlığıdır.

Cihat ve İçtihat Birlikte Yürütülmelidir!

Faizi “Alışveriş gibi mubah sayan” ve ders programları bu marazlı mantıkla hazırlanan fakültelerde okuyanlara göre: Faiz, ekonomi biliminde iki anlamda kullanılmaktadır. Birinci anlamda faiz, bir borç anlaşmasının satışı sonucu elde edilen gelir oranıdır. İkinci anlamda ise üretim amaçlı girdi olarak kullanılan sermayenin kazanç miktarıdır. Bu iki anlam aslında iktisadi açıdan birbirlerinin aynısıdır ve iktisatçılar tarafından faiz olarak tanımlanır. Bunlara göre faiz ekonominin canı-kanıdır, faizsiz sistem imkânsızdır. Oysa faizin gerçek tanımını ve yaptığı tahribatları en iyi açıklayanlar ve faizsiz sistemin kurum ve kurallarını en iyi ortaya koyanlar, İslam fakihleri olmuşlardır.

Çünkü Faiz, kredi kullanılan teşebbüsün kârla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı veya kârla sonuçlanacaksa bu kârın ne miktarda gerçekleşeceği önceden bilinememesine rağmen, faiz nispetinin baştan tespit edilmesi sebebiyle, bu kredi kullanımından elde edilen sonucun taraflar arasında âdil ve dengeli bir şekilde paylaştırma imkânının ortadan kalkması; neticede, ister alan ister veren olsun, taraflardan birinin mutlaka zarara uğraması ve bu zararın hiçbir şekilde önlenmesinin mümkün olmaması sebebiyle haram kılınmıştır.

Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde faizin zararları ve haram kılınma sebepleri konusunda geniş bilgiler yer almazken, tarafları (faiz verenleri ve alanları) zalim ve mazlum durumuna düşürme sebebi konusunda ise açık ayet vardır. Bu ayet, faizin her halükârda iki taraftan birisi için zulüm sebebi olduğunu net bir şekilde açıklamaktadır: “Eğer tevbe eder, faizden vazgeçerseniz, anaparanız sizindir. Böylece ne zulmetmiş ne de zulme uğramış olursunuz.” (Bakara: 279) Mefhum-u muhalifi (zıt anlamı) şudur: “Eğer faizden vazgeçmezseniz ya zulmeder ya da zulme uğrarsınız.”

Yani faizli bir kredi muamelesinde kaçınılmaz bir surette haksızlık ve zulüm ortaya çıkmaktadır. Bu haksızlık ve zulüm, faizin ayrılmaz bir parçası olarak onun bünyesinde kökleşmiş bulunmaktadır. Bu haksızlığın hem ortaya çıkmasına hem de önlenememesine sebep olan unsur ise, faiz miktarının baştan tespit edilmesidir. Piyasa şartlarının değişken olup gelecekte neler olup biteceğini ve faizli kredi kullanılan işin akıbetini baştan görmek mümkün olmadığına göre, kredi işlemini takip eden günlerde faiz, iki taraftan birini şöyle veya böyle incitmeye başlayacaktır. Çünkü işin akıbeti çok büyük bir ihtimalle en azından bir tarafın beklentilerinin tersine sonuçlanacaktır. Şöyle ki: Olumsuz piyasa şartları kredi kullananı sıkıntıya sokarken, parasını her şeye rağmen faiziyle birlikte sağlama almış bulunan sermaye sahibinin rahatı bozulmayacaktır. Bunun tersi durumda, yani belli bir faiz haddiyle kredi işlemi yapıldıktan sonra piyasa şartlarının beklenmedik bir şekilde canlanması, başka bir ifadeyle, sermayenin getiri oranının çok yükselmesi durumunda ise, parasını daha evvel normal bir getiriyle faize bağlamış olan sermaye sahibi şöyle veya böyle bir pişmanlık duyabilecektir. Bu pişmanlığın sebebi, bu işlemde faiz oranını biraz daha yüksek tutmamış olması veya şu anda elinde olsaydı çok kârlı işler çevirebileceği parasını, sadece normal bir faize bağlamakla şimdi karşısına çıkmış bulunan cazip imkânlardan mahrum kalmasıdır. İki tarafın da memnun kalabileceği tek sistem İslam’ın Katılım Ortaklığı ve “Karz-ı Hasen” programıdır. Fakat insanların maddî hesaplarını çok ince yaptığı düşünülecek olursa, faizli bir işlemin sonucundan iki taraftan birinin mutlaka rahatsızlık duyacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Önce faiz nedir ve faizsiz sistem nasıl olmalıdır?

1- Faiz, “zamanla artan borç” olmaktadır:

Örneğin 1 milyon borç verilir. Her ay %’de şu kadar artarak katlanır.

2- Faiz; zarara katılmayan kârdır:

“Para bir taraftan, emek diğer taraftan, hem kâra hem de zarara katılmak” üzere kurulan bir ortaklık caizdir, ama sadece “ben parama karşılık şu kadar kâr isterim, zarara karışmam” demek ise faizdir.

3- Faiz; misliyattan alınan fazlalık ve kiradır:

Buğday, arpa, toz şeker gibi aynı cins üretim mallarının borç alınıp, sonradan geri ödenirken verilen fazlalık faizdir.

4- Faiz; başkasının zararına doğan kazançtır:

Adil Düzen’de asıl olan “para parayı doğurur” değil, “para, emek ve üretmek karşılığıdır” düsturudur. Faiz, çalışmadan veya üretmeden, başkalarının kazancını ve hakkını sömürmek, başka bir ifadeyle “üretmeden tüketme hakkı elde etmek” demektir ki bu açık bir haksızlık ve bir nevi hırsızlıktır.

Faizle Selem’in (para peşin, mal veresiye şeklindeki alışverişin) farkına gelince:

1- Faiz, malı önceden alıp parasını sonradan ödemek şeklinde olduğu için – vade farkından dolayı – fiyatlar artıyor ve enflasyonu körüklüyor. Selem’de ise parayı peşin verip mal sonradan alındığı için fiyatları düşürüyor ve enflasyonu önlüyor.

2- Faiz, daha parasını ödemeden ve karşılığında bir şey üretmeden önce “peşin tüketim” yaptırıyor. Böylece “borçlu yaşama” düzenini doğurup, ekonomik dengeyi bozuyor. Selem’de ise önce parası ödeniyor, tüketim sonraya bırakılıyor. Böylece hem üretime destek verilip teşvik ediliyor, hem de “dengeli yaşama düzeni” kuruluyor.

3- Adil Düzen’deki Selem (Sipariş) senedi “malı” temsil ediyor. Bugünkü senetler ise “para” yerine geçtiği için mevcut para değerini ve alım gücünü otomatikman düşürüyor.

4- Faizli krediler; işletmeyi küçültür, üretimi düşürür ve işsizliği artırır. Selem kredisi ise tam aksine işletme kapasitesini büyütüyor, üretimi artırıyor ve işsizliği önlüyor.

5- Selem senetleri zaten “Hamiline” (taşıyana) yazılı olduğu için icabında para gibi işlem görüyor. Böylece Selem yoluyla faizsiz kredi bulabilen kimse, artık faizli krediye mecbur kalmıyor ve itibar etmiyor.

Yani sadece “Selem Müessesesi” bile faiz yuvalarını kurutmaya yetecektir. Bu nedenle “Atom bombasıyla sarsamayacağınız Siyonist sömürü sistemini Selem senediyle yıkabilirsiniz” sözü, asla mübalağa olmayıp gayet ilmi ve insani bir gerçeğin ifadesidir.

Faize niçin karşıyız?

Sömürü sistemi ve zulüm tekeli olan Kapitalizmin mikropları ve kanser urları faizdir. Bakınız, Robert Kohl’un doktora tezi bir cümledir: “Tüberküloz (verem) hastalığının sebebi Kohl basilidir.”

Ülkemizde de, Milli Görüş’ün dışındaki bozuk zihniyetlerin sahiplendikleri ve sürdürmek istedikleri bu kapitalist köle düzeninin ise “5 mikrobu” vardır.

1- Katmerli faiz.

2- Haksız vergi.

3- Karşılıksız para basan darphane.

4-Yabancı paralar karşısında Türk Lirası’nın değerini düşüren Kambiyo sistemi

5- Halktan ucuz faizle topladığı mevduatları bir avuç zengine kredi olarak pompalayan bozuk Banka düzeni.

Bu beş mikroptan da haliyle şu hastalıklar zuhur etmektedir.

1- Devamlı artan fiyatlar, pahalılık, yani enflasyon.

2- Yeni yatırımların, fabrika ve iş imkânlarının açılamaması yüzünden giderek çoğalan işsizlik.

3- Tekelleşme, banka, fabrika, piyasa, medya (gazete, TV.) gibi tüm imkânların Siyonist sömürü merkezlerinin eline ve emrine geçmesi.

4- Genel ahlakın bozulması, insani ve İslami değerlerin yozlaşması hırsızlık, huysuzluk ve hayâsızlığın yaygınlaşması ve namusların sokağa atılması.

5- Devlet kurumlarının ve adalet mekanizmasının felç olması sonucu MAFYA’ların ortaya çıkması ve toplumun yeraltı dünyasından medet umması.

6- Ve nihayet anarşik olayların ve sosyal patlamaların toplum düzenini temelinden sarsması ve bütün dengelerin yıkılması.

Nasıl ki “Kötülük kötülükleri doğurur” gerçeğince bir adam içki içse zamanla kumara da alıştırılır. Kumar oynayan haliyle evinden uzaklaşıp gece hayatına başlar… Gece hayatı olan birisine helal kazancı yetmez… Rüşvet, hırsızlık ve benzeri yollara bulaşır… Bunları yapanlar yalana ve harama alışır, aile yuvası dağılır, sağlık ve ahlakı bozulur… Aynen bunun gibi faizci bir düzende, diyelim peşin para ile bir fabrika 300 milyona çıkıyor olsun. Kapitalist kodamanların birisinin elinde bu kadar parası olsa da yatırıp fabrikayı kurmuyor. Gidip kendi özel bankasından veya devlet kasasından yüksek oranlı faizli kredi çekiyor. Niye mi? Çünkü sömürü sistemi böyle kurulmuş… Faizler masrafa yazılıyor, onlar maliyeti arttırıyor, sonunda da fiyatlara yansıtılıp halktan çıkarılıyor… Bu faizli kredilerin de çoğu geri ödenmiyor, batık kredi olarak yine millete fatura ediliyor. Böylece faizli kredi yüzünden 300 milyonluk maliyet 500 milyona fırlıyor. 50 milyon peşin vergi, 50 milyon reklam parası da masrafa eklenince maliyet 600 milyona çıkıyor. Şirketin satış müdürlerinin, bölge bayilerinin yurt dışı turistik gezileri, milyonluk nişan ve düğün merasimleri, siyasi partilere verilen seçim giderleri de eklenince bu meblağ 700 milyona yükseliyor… Bu maliyet üzerinden %20 de kâr eklenince 850 milyona çıkıyor. Ana bayiinin, bölge bayisinin ve nihayet tüccarın ve satış şubelerinin faiz ve kâr hadleri de üzerine binince fiyatlar otomatikman asıl maliyetinin on misli artıyor ve 1 milyara yükseliyor. Yani faizsiz ve adil bir sistemde 200 liraya mal olacak bir buzdolabı bu düzende evimize 2 bin liraya geliyor. Normalde beş bin liraya çıkması gereken bir traktör köylümüze 50 bin liraya geliyor. Yani bu faizci Masonik holdinglerin faiz farkını, vergi ve reklam parasını, düğün ve seyahat masrafını sonunda işçi, köylü, esnaf ve memur vatandaş ödemek durumunda kalıyor!.. İşte bu nedenle bir türlü karnımız doymuyor, yüzümüz gülmüyor, ülkemiz borçtan ve batmaktan kurtulamıyor.

Şeytanın sömürü hortumu olan faiz yoluyla halkın alın teri ve emeği kapitalist kodamanların kasasında toplanıyor. Fabrikalar, bankalar ve piyasalar ellerine geçiyor ve tekelleşiyor. Banka, fabrika ve para ellerinde olunca yüksek tirajlı gazete, dergi ve TV kanalları da emirlerine giriyor. Böyle olunca siyasi partiler de bunların güdümüne giriyor ve ülkede bir sermaye diktatörlüğü başlıyor. Sonunda çağdaş Karunlar çağdaş Firavunlara yön veriyor. Görmüyor musunuz birkaç yüz üyesi olan TÜSİAD misali zengin kulüpler hükümetler yıkıyor, hükümetler kuruyor. Faiz ve vurgun yoluyla süper zenginleşen Karunlar, halkın ve ülkenin gerçek kalkınmasına ve bağımsızlığına yarayacak yatırımlar yerine, lüks tüketime ve israf ekonomisine dayanan ve dünya Siyonizm’inin Türkiye şubesi gibi davranan bir yapıya yöneliyor. Bir kısım mutlu azınlık faiz, karaborsa, vurgun ve rüşvet yoluyla bedavadan kazandığı milyarları en ahlaksız ve acımasız bir tarzda harcamaya başlarken, ezilen, sömürülen ve fakirleşen halk, tembelliğe, beleşçiliğe ve hatta bir kısmı namus ticaretine başlamak zorunda kalıyor… Ülkede korkunç bir ahlak erozyonu ve kokuşma başlıyor… Arkasından anarşi ve sosyal patlamalar hızlanıyor. Devlet yönetimi perde arkasında fiilen mason localarının ve MAFYA babalarının eline geçiyor. Ülke yarı sömürge haline sokuluyor. Halk demokrat köleler ve serseri sefiller durumuna getiriliyor.

İşte görülüyor ki;

Faiz, işsizlik ve fakirlik sebebidir.

Faiz, sosyal dengesizlik vesilesidir.

Faiz, çağdaş sömürgecilik sistemidir.

Faiz, ahlaki seviyesizliği netice vermektedir.

Faiz, sonunda zulüm ve zillete dönüşmektedir.

Faiz, maddi ve manevi yüzlerce hastalığın mikrobu (basilidir.)

Ve Faiz, Allah ve Peygamberle harp etmektir…

Faizi savunan bütün partiler, faizci düzeni ayakta tutan kesimler ise insanlığa ve İslam’a karşı en büyük kötülüğü işlemektedir.

Özet olarak;

1- Faiz, paranın zamanla artmasıdır.

2- Faiz, enflasyona sebep olmaktadır.

3- Faiz, gelişmeyi durdurmaktadır.

4- Faiz, tekele neden olmaktadır.

5- Faizli sistemde ekonomik denge kurulamayacaktır.

6- Pozitif faiz çelişkidir, gerçekleşmesi imkânsızdır.

7- Faiz ekonomiye geri dönemediğinden zararlıdır.

8- Faiz hızlanarak artmak zorundadır.

9- Fiyat anarşisinden doğan enflasyon, faizli sistemi işlemez hale sokmaktadır.

10- Faiz çıkar çatışmasına dayanır, savaşların ve anarşinin kaynağıdır.

Faiz ile kâr payının farkı şuradadır:

Faiz, belirli bir miktardaki anaparanın belirli bir vadede, belirli bir oranda elde ettiği getiri olarak tanımlanmaktadır. Yani borç verenin (banka ya da özel kişi) vadeyi ve oranı belirlediği, alanın da kabul ettiği bir uzlaşma vardır. Faizli uygulamalarda her iki taraf, üzerinde anlaşılan vade geldiğinde anaparanın dışında ne kadar vereceğini ya da alacağını bilmek durumundadır. Faizsiz çalışma esasına dayalı kâr payı ise, taraflarca belirlenen vadeye kadar ticari veya sınai bir ekonomik faaliyette kullanılan anaparanın elde ettiği kârın vadesi geldiğinde anlaşılan oranda taraflara dağıtılan kısmıdır. Vade sonunda elde edilen getiri, yani kâr, %80’i tasarruf sahibine, %20’si kuruma olmak üzere dağıtılır. Kâr payı esasına göre çalışan sistemde anaparanın vade geldiğinde ne kadar kazandıracağı belirli olmaması hatta doğal olarak bazen zarar etme ihtimalinin de hesaba katılması ve buna hazır ve razı olunması lazımdır.

Dağıtacakları kârın önceden açıklanması, faize kılıf uydurulmasıdır!

Yani dağıtılacak kârları önceden açıklamak hiçbir şekilde mümkün ve garanti olmamalıdır. Efendim: “Gazetelerde ya da şubelerde ilan edilen kâr payları ileriye yönelik dağıtılacak kârları gösteren bir tablo değildir. Açıklanan rakamlar bir önceki hafta sonu itibariyle vadelere göre oluşmuş ve dağıtılmış kâr paylarını göstermektedir. Müşterileri bilgilendirmek amacıyla ilan edilmektedir. İleriye yönelik bir taahhüt değildir.” sözleri inandırıcı olmaktan uzaktır. Üstelik mevduata (yatırılan anaparaya) güvence verilmesi kanunla sağlanmıştır: Çünkü, 07.11.2006 tarih 26339 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Sigortaya Tabi Mevduat Ve Katılım Fonları İle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunca Tahsil Olunacak Primlere Dair Yönetmelik” gereğince mevduata aşağıda belirtildiği şekilde güvence verilmiş durumdadır.

“Yurt içi şubelerde gerçek kişiler adına açılmış olan ve ticari işlemlere konu olmayan Türk Lirası, döviz ve kıymetli maden cinsinden mevduatların her bir gerçek kişi için 100.000 Türk Lirasına kadar olan kısmı sigorta kapsamındadır.” İşte bu durumda kâr-zarar ortaklığı esası ortadan resmen ve fiilen kaldırılmış olduğundan “dolaylı faiz” olgusu devreye sokulmaktadır.

Yeni katılım bankaları ve sıcak para toplama telaşı!  

Yeni kurulan Ziraat Katılım ve Vakıf Katılım’ın kurulma amacı; ülkede banka sayısı az da artırmak için miydi veya faizsiz İslami Bankacılığa hazırlık mahiyetinde miydi? Yoksa ülkede sıcak para akışı bitmeye başladı da, Hükümetinizin yanlış dış politikaları sonucu kaçan paranın yerine Avrupa’daki insanlarımızın, Arapların ve Müslüman ülkelerindeki mevduatların Türkiye’ye çekilmesi için miydi? (Katar, Suudi Arabistan, Kuveyt, İran) AKP teşkilatlarının dilindeki “200 milyar USD para gönderelim” diyen Katar Emiri’nin emri mi gerçekleşmişti? (Digitürk neden Katarlılara satılıvermişti?) Çünkü, piyasalar her geçen gün daralmakta ve bankalardaki yazılan çeklerin ve protesto olan senetlerin sayısı her geçen gün artmaktaydı. Ayrıca tahsile gelen çek ve senet oranında aynı oranda azalma vardı. Genellikle çekler yazılmakta, senetler protesto olmaktaydı. Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi 2015 sonu verilerine göre 2015 yılında sadece bireysel kredi borcundan dolayı yasal takibe intikal etmiş kişi sayısı 2014 yılına göre yüzde 8 oranında artarak, 2015 yılında 725 bin kişiye ulaşmıştı. Ayrıca bankaların rasyonlarını bozmamak için hukuka intikal ettirmediklerini de hesaba katarsak 1 milyon kişi, esnaf, ticari hesap, kurumsal firmalar ve tarım kredileri hariç, sadece bireysel olarak yasal takibe takılmıştı.

Sıcak Paranın anlamı ve tahribatı:

1- Üreten değil Pazar ülke olmanın bir gereği ve göstergesi sayılmaktadır.

2- Sıcak Para: Ekonomide reel yatırım olarak kullanılmayan, spekülasyon amaçlı girip dolaşan paradır. Burada Sn. Recep T. Erdoğan’ın Mart 2003 tarihinde Başbakanlık görevini üstlendiğinde, Ağustos 1989’dan beri Türkiye’ye giren kümülatif net sıcak para miktarının sadece 2,1 milyar dolar düzeyinde olduğunu hatırlatmamız lazımdır. Başka bir deyişle Sn. Erdoğan’ın Başbakanlık yaptığı Mart 2003’ten Nisan 2013’e kadarki 10 yıllık dönemde Türkiye’ye net olarak toplam 129,4 milyar dolar sıcak para giriş yapmıştır.[1] Oysa “para alan emir de alır” gerçeği asla unutulmamalıdır?

3- Ülkede sıcak para miktarı, üretimin artmadığı bir ekonominin nasıl büyüdüğünün anlaşılması açısından önemli bir gösterge sayılır. 15 yılda şöyle büyüdük, böyle büyüdük edebiyatı yapılmaktadır. Peki, sormazlar mı, ne ürettin sattın da büyüdün, yok sıcak para ile bunları yaptınsa karşılığında yabancı bankerlere hangi tavizleri sağladın?

4- Sıcak para piyasayı dolaşmayan, para olarak ülkeye girip faiz toplayıp çıkan, kalıcı üretim ve yatırıma yanaşmayan paradır. Ekonomide dışa bağımlı olarak suni büyüme oluşmaktadır, ama aniden tepetaklak olma riski taşımaktadır.

5- Erbakan Hoca’nın deyimiyle, çalışmadan ve üretim sağlamadan, sadece babandan harçlık alarak nereye varılacaktır? Çünkü evde satacak yani özelleştirilecek bir şey kalmadıysa artık ekonomi can çekişiyor konuma taşınacaktır.

“Ya sıcak para kaçarsa?” kuşkuları…

Türkiye’yi krizlere açık hale getiren sıcak paranın şu anki büyüklüğü, Türkiye ekonomisinin geleceğini önemli ölçüde tehdit eder boyuttadır. AKP hükümetinin kurulduğu 2002 yılı sonunda bu meblağ 9,1 milyar dolardı, 2006 Eylül ayı itibarıyla “yabancı kaynaklı” sıcak para stoku 57 milyar doları aşmıştı.[2] Türkiye’de sıcak para olarak tanımlanabilecek döviz miktarı 2014’te 131 milyar dolardı. Bunun 62 milyar doları borsada, hisse senetlerinde, 52 milyar doları Hazine bonolarında, 17 milyar doları ise para piyasasında dolaşmaktaydı.[3] Peki, bu kadar hızla gelen sıcak para kaçarsa ne olacaktı? Açıklayalım: Yapılan hesaplamalara göre 1999 yılı sonunda Türkiye’de toplam sıcak para 28 milyar dolardan, 2000 yılında 19 milyar dolara düşünce ülkemiz çok büyük bir ekonomik kriz yaşamıştı. 2015 yılındaki Türkiye’den sıcak para çıkışı-kaçışı ise 15,4 milyar dolara ulaşmıştı. Bu arada Merkez Bankası rezervleri de 11,8 milyar dolar azalmıştı.[4] Peki, düşen 9 milyar dolarda böyle kriz olduysa, acaba 140 milyar dolar olan sıcak paranın yarısı çıksa nasıl bir kriz yaşanacaktı? Yoksa siz bunu bildiğinizden dolayı tampon tedavi olarak katılım bankası açalım da Avrupa’daki insanlarımızın ve Arapların parasını alalım telaşına mı kapıldınız?

Katılım Bankaları bir oyalamacadır!

Ülkemizdeki bireysel ve kurumsal firmaların iç tasarruf oranları büyümeyi finanse edecek boyuttan uzaktır. Maalesef her geçen gün Erbakan Hocamın sağlığında Star TV’de hatırlattığı: “Ben kara bulutları görüyorum, finansal bir kriz yaşanacak!” dediği günlere giderek yaklaşılmaktadır. 15 yıldır sadece sıcak para ile yönetilen Türkiye artık finansal krizin pençesine yakalanmıştır. Artık, bankaların sıcak para bulmakta zorlanması, Merkez Bankası rezervlerinin azalması ve artık özelleştirilip satılacak bir şey kalmaması büyük krizlerin başlangıcıdır. İşte bu kuşku ve korkularsa: “Kim bize sıcak para aktaracak?” telaşıyla Katılım bankalarına bel bağlanmıştır. Oysa üretim olmadan gelecek sıcak para belki kısa vadede bir rahatlama oluşturacaktır, ama çıkarken 85 milyon vatan evladının alın terini ve birikimini de alıp kaçacaktır. Üstelik gizli şantajlar ve gizli pazarlıklarla, Milli menfaatlerimiz ve geleceğimiz onlara rüşvet sunulacak ve ülkemiz ipotek altına alınacaktır. Çünkü bünyelerinde faizsiz bankacılık birimi kuran bankaların tamamı Rothschild’lere bağlıdır: Citibank-ABD, Goldman Sachs-ABD, HSBC-İngiltere, Deutsche Bank-Almanya, Union Bank of Switzerland-İsviçre, Amro Bank-Hollanda, Kleinwort Benson, ANZ Grindlays-Avustralya, United Bank of Kuwait ve Arab Banking Corporation. Dünyanın en büyük bankaları olan bu kuruluşların hepsi, teşkilatlarında ‘faizsiz’ bankacılığa yer açmışlardır.

Dünyada şu an için belli iki güç vardır: Biri parayı, sistemi elinde tutmaktadır, diğeri ise askeri ve silahı ile kıtaları, okyanusları ve hatta hava sahalarını kontrolüne almış bulunmaktadır. Birinci güç Rothschildler’dir ki, bu aile, hiçbir işini şansa bırakmamaktadır. Ta Mayer Amschel Rothschild’den beri süregelen bir gidişattır. Dünyadaki faizci bankacılık sistemini kuran Mayer Amschel Rothschild, çok önemli bir karar almıştır. Başta Avrupa ve Amerika olmak üzere dünyadaki her bankanın genel merkezine aileye bağlı bir yetkili sokmuşlardır. Bugün dünyada para transferinde bulunan 1000 bankanın genel merkezinde de yedekli bir şekilde Rothschild’e bağlı yetkili vardır. Onun bir sorun yaşaması halinde, yedekte bekletilen kişi o göreve atanır. 250 yıldır bu sistem değişmeden uygulanmaktadır.

George Soros, ailenin en önemli para casusu konumundadır. Ancak Soros kadar ünlü olmayan ancak en az onun kadar etkin 40’ın üzerinde spekülatör Rothschild’e bağlıdır. Bu 40 spekülatörün, BM’ye üye olan 193 ülkede bağlantıları vardır. O ülkelerin ekonomik faaliyetlerinde deprem veya artçıya neden olabilecek hamleler yapılmaktadır. New York Times, Forbes, Fortune, The Wall Street Journal, The Guardian, The Economist, Financial Times, Bloomberg ve CNBC gibi dünya ekonomisine yön veren medya ile gerekli ekonomik hamleler gerektiği şekilde yapılmaktadır. Hatta David de Rothschild bir gün şunları açıklamıştır:

“İngiltere’nin ihracatı veya ithalatı, bizim üzerimizden yapılmaktadır. Sanıyor musunuz başka ülkelerdeki ihracat veya ithalat bizim kontrolümüz dışındadır!” İşte bunlar Siyonizm’in, yani Deccalizm’in karargâhıdır. Faizli bankacılığı ve karşılıksız parayı (doları) Şeytani usullerle kullandıkları için siyasi zaferleri de almakta ustalaşmıştır. Merkezleri Londra’dır. Amerika’da da, Çin’de de vardır, kolları her yere uzanmaktadır.

Bu tespitler, Erbakan Hoca’nın da yıllarca dile getirdiği ve deşifre ettiği doğrulardı. Ancak AKP iktidarı ve özellikle Sn. Erdoğan yalakası Ergün Diler’in: “İşte Türkiye bu yenilmez ve karşı gelinmez gücün (Yahudi Lobilerinin) güdümündeki Amerika’nın yanında saf tutarsa, yeniden büyük ve etkin devlet olma fırsatını yakalayacaktır” manasında imada bulunması, kahramanlık kılıflı kuklalık politikalarına akıllılık jelatini sarma amaçlıydı. Oysa gerçek kurtuluş ve Yeni Bir Dünyanın kuruluş hedefi; Ayet ve Hadislerin haber verdiği, Erbakan Hoca’nın zafer için gerekli teknoloji harikalarını ürettiği, Doğu Akdeniz havzasındaki büyük hesaplaşma (Armageddon savaşını) Türkiye’nin kazanmasının ardından uygulanacak ADİL DÜZEN programlarıyla mümkün olacaktır ve oldukça yakındır.

Bugünkü sömürü bankacılığı konusunda ve faizi meşrulaştırma hususunda pek çok asılsız görüşler ortaya atılmıştır.

1. “Faiz sermayenin kirasıdır” yanlışlığı!

Bu görüş; “Faizi sermayenin kirası olarak değerlendirmek ile sermayenin kârı veya ücreti olarak değerlendirmek arasında ne fark vardır?” diye sormaktadır. İslam kaynaklarında ise bu fark gözetilmiş, ilk ağızdan, birbirinin aynı olmadığı vurgulanmıştır.”

“Onlar, hidayete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azabı satın almışlardır. (Bu gafiller acaba) Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdır? (Bu ne şaşkınlık ve sapkınlıktır.) (Bakara: 175)

Oysa;

Kiraya verilen bir üretim aracından elde edilen kiranın meşru olmasının sebebi, bu aracın kiracının elinde yıpranarak eskimesi sonucu onda mevcut olan birikmiş emeğin tüketilmiş olmasıdır. İşte kira, üretim aracında mevcut olan birikmiş emekten tüketilen kısmın karşılığı olduğu için meşrudur. Bu birikmiş emek ticarette de söz konusudur. Çünkü kişi satacağı mal için emek, sermaye ortaya koymakta, risk almaktadır. Faizin gayri meşru olmasına gelince, borç verilen para, vadenin bitiminde, aynı miktarda iade edildiğine göre, onda birikmiş emek, yıpranıp eskimediği için tüketilmemiştir. Ancak belki piyasa değerinde bir değişme olmuştur. Mademki borç alınan paradaki birikmiş emek tüketilmemiştir, o halde, anaparanın üzerinde talep edilen fazlalığın emek cinsinden bir karşılığı olmaması sebebiyle bu fazlalık (faiz) gayri meşru olmaktadır.

Ayrıca; Kâr değişken, faiz sabittir. Kâr payı, satılan malın maliyeti ile rayiç fiyat çizgisi etrafında dönmekte, faiz ise tayin edilen miktarın ekseni çevresinde sabit kalmaktadır. Dolayısıyla satılan malın maliyeti, rayiç fiyatının altında olursa kâr payından söz edilebilir. Şayet satılan malın maliyeti rayiç fiyatına eşit veya onun üzerinde ise kâr payı sıfır veya sıfırın altında olur. Mesela, 100 liraya alınan bir araba, 110 liraya satıldığında kâr payı 10 liradır. Şayet 90 liraya satılsa kâr payı sıfırın altına düşmüş demektir. Faiz ise hiçbir zaman anaparanın altına düşmez. Çünkü faiz, paranın resmi değerine göre değil, satılan zamanın boyutuna göre sözleşme ile takdir ve tespit edilir. Zaman çizgisi uzun olursa faiz fazla, kısa olursa az takdir edilir. Yani kâr malın ekonomik maliyetine, tabii piyasa fiyatına tâbi olarak değişiklik gösterirken faiz, yapılan sözleşme veya kanun ile tespit edilmiş muayyen noktada sabit ve dondurulmuş bir durumdadır.

2. “Zaruret halinde faiz alınabilir” iddiası ve istismarı.

“Bu zamanda İslam ülkelerindeki İktisadi hayat bankalara dayandırılmaktadır. Bankalar ise faiz üzerine kurulmuşlardır. Üstelik bankaların işlettiği faizde iktisadi bir gaye vardır. Bankalarda biriken bu paralar kendisinden istifade edilmeyen durgun su gibi hazinelerde saklı kalmaktadır. Bu paralar atıl kalmaktansa, bunlardan istifade edilmesi daha yararlıdır.”

Oysa;

Evet, bazı mazeret ve mecburiyetler altında, geçici ve cüz’i olarak bir takım cevaz ruhsatları vardır. Ancak böyle durumlarda mü’minlerin görevi bu mazeretleri ortadan kaldırmak ve Faizsiz Düzen’i kurmaya çalışmaktır. Yoksa bu bahane ile rahatlıkla faizci düzene uyum sağlama mü’min fertleri ve cemiyetleri uyuşturup yozlaştıracaktır.

3. “Faiz başka, riba başkadır” safsatası

“Faiz–riba (kat kat faiz-tefecilik) ayrımına gidenler, genellikle enflasyonist ortamlarda enflasyon oranını dikkate almakta, hatta onu şer’i mazeret saymaktadır. Kredi işlemlerinde, borçlunun alacaklıya ödediği reel pozitif faiz, riba kapsamındadır. Reel pozitif faiz seviyesinde olmayan nominal faizler riba kapsamının dışındadır. Dolayısıyla enflasyonist ortamda yapılan borçlanmalarda, enflasyon oranının altında kalan nominal faiz, reel manada bir fazlalık olmadığından, riba–faiz olmayacaktır. İslam’da kat kat faizden bahsedildiği için yüksek faizin değil, ama düşük faizin alınabileceği açıktır” iddiaları da İslam’a aykırıdır.

Oysa;

Önceden belirlendiği, sabit olduğu ve risk içermediği için faiz-riba ayırımının aralarında hiçbir fark yoktur. Oran önceden belirlenmediği zaman paranın değerini koruyabilmek için enflasyon miktarınca geri ödeme faize girmeyebilir yaklaşımında bir doğruluk payı bulunsa da, Müslüman toplumu faize bulaştırma ve alıştırma yorumları oldukça sakattır.

4. “Faizin yasaklanmasındaki asıl hikmet, fakirlerin ezilmesini önlemektir” fetvası

“Ticari kurumlar, bankalar fakir değillerdir; onlar kâr etmek için müşteriden aldıkları parayı başkalarına kredi olarak satarlar. Böyle kâr amaçlı kurumlardan, kişinin hiç değilse yatırdığı paranın değer aşımı kadar bir fazlayı ve biraz da kâr alması, faiz değildir. Çünkü Kur’an’ın ribâyı yasaklamaktaki amacı, zenginlere yatırım için verilen krediden getiri almayı önleyip onların iyice ceplerini doldurmalarını sağlamak, onlardan yana tavır almak değil, yoksulların ezilmesini önlemektir” yaklaşımı da tutarsızdır.

Oysa;

Faizin her türlüsü haramdır. Peygamberimiz döneminde zenginler de ticaret yapabilmek için faiz alıyordu, ama buna müsaade edilmiyordu.

5. “Tüketim kredileri için değil, yatırım kredileri için faiz almanın sakıncası yoktur” yaklaşımı

Oysa;

Faize meşruiyet kazandırmak için yatırım veya tüketim kredisi ayrımına gitmek, kapitalist anlayışın etkisinde kalmak anlamı taşımaktadır. Böyle bir ayrıma gitmek yerine, üretim kredisi, borç ayrımı yapmak daha isabetli görünmektedir. Bu ayrımın anlamı, şirketleşme şeklindeki kâr ortaklığına ve zor durumda olan kimseye borç vermeyi birbirinden ayırt etmeye işaret etmektir. Sermaye sahibini koruma amacıyla, ona faiz tahakkuk ettirmek yerine, kâra ortak olma anlayışının canlandırılması toplumsal yapımıza uygunluk arz etmektedir.

6. “Günün ekonomik şartlarını düşünmeden hemen haram damgasını yapıştırmak İslam’ın ruhuna aykırıdır. Bu nedenle paranın değer kaybını korumak da önem taşımaktadır” anlayışı da sakattır.

Oysa;

Günün ekonomik şartlarını kapitalizm uyarlamaktadır. Kapitalizmin dini ve ahlakı bulunmamaktadır. Bu sistem başkalarının eti, canı, kanı, emeği, mağduriyeti, sömürülmesi pahasına para kazanmaya, büyümeye, kapital sahiplerinin zenginleşmesine ayarlıdır. İslam günün şartlarına uymaz, günün şartları İslam’a uydurulmak zorundadır. Nitekim Mekke’de İslami dönüşüm de böyle olmuştur. Günün şartlarında atıl para değer kaybediyor ve parasını yastık altında tutanlar zarar ediyorsa bunu önlemenin meşru yolları vardır.

Diğer dinlerde de faiz haramdır

Yahudilikte faiz:

Semavi dinlerden birisi olan Yahudilikte faiz, gerek Hz. Musa, gerekse kutsal kitapları Tevrat tarafından yasaklanmıştır. Tevrat’ın: “Halkıma, aranızda yaşayan bir yoksula, ödünç para verirseniz ona tefeci gibi davranmayacaksınız.” (Çıkış, 22/25),

“Bir kardeşin yoksullaşır, muhtaç duruma düşerse ona yardım etmelisin desteklemelisin. Aranızda yaşayan bir yerli veya konuk gibi yaşayacaktır. Ondan faiz ve kâr alma. Tanrıdan kork ki, kardeşin yakınında yaşamını sürdürebilsin. Ona faizli para vermeyeceksin. Ödünç verdiğin yiyeceklerden kâr almayacaksın.” (Levililer, 25/35, 36,37) gibi çeşitli bölümlerinde de bunu görmemiz mümkündür.

“Para veya faizli olarak verilen herhangi bir şeyle kardeşine borç vermeyeceksin.” “Yabancılar için faizle borç verebilirsin. Lakin kardeşine faizle borç veremezsin.” (Tensiye, 23/19,20).

Hıristiyanlıkta faiz:

İncil’de, Tevrat’ta olduğu kadar faizle ilgili açık hükümler bulunmamakla birlikte, hoş karşılanmadığına dair bazı ayet ve cümlelere rastlanmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir: “Senden dileyene ver, senden ödünç isteyenden yüz çevirme.” (İncil, Matta 5/42)

“İmdi insanların size her ne yapmalarını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın. Çünkü şeriat budur, peygamberler de bunu istemektedir.” (Matta 7/7)

“Kemerlerinize ne altın, ne gümüş, ne de bakır koyun.” (Matta 10/9)

“Siz yalnız onlardan bir iyilik beklemek için yardım ederseniz, bunun için ne teşekkür beklenir? Aynı şeyi günahkârlar da yaparlar. Birilerine ondan karşılık ummak için borç verirseniz, bunun için hangi teşekkür beklenir? Günahkârlar da bir karşılık almak için birbirlerine bir şey verirler. Düşmanlarınızı daha çok seviniz, hiçbir şey karşılık beklemeden onlara ödünç veriniz. Böylece ödülünüz büyük olsun. Yücelerin yücesinin çocukları olursunuz. Çünkü o, nankörlere ve kötülere nimet vericidir.” (Luka 6/33, 34, 35).

Faizin haramlığı İncil’de açıkça belirtilmese de, diğer kurumlarda açıkça belirtilmiştir. Bunlardan biri ve en eskilerinden olan İznik Konsili’nin 325’te faizi yasakladığı bilinmektedir.

İslam’da faizin tedricen yasaklanması:

İslâm’ın faiz yasağında görülen tedriciliği şu şekilde yaşanmıştır:

1) Mi’rac hadisinde faiz yiyenlerin kınanması:

Ebu Hureyre (r.a)’den Hz. Peygamber (SAV)’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Mirac gecesi, karınları evler gibi (büyük) olan bir topluluğun yanına geldim. Onların karınlarında dışarıdan görülen yılanlar vardı. Cebrail (a.s)’e, bunların kimler olduğunu sorduğumda; “faiz yiyenlerdir” cevabını verdi.” (İbn Mace, Ticarat,58) Mirac olayı 621 miladi yıllarında Mekke’de vuku bulduğuna göre, faizin ileride yasaklanabileceğine daha o günden işaret edilmiş olmaktadır.

2) Faizin malı arttırmayacağının uyarılması

Faizle ilgili olarak nazil olan ilk ayette şöyle buyrulur: “İnsanların mallarında artış olsun diye (banka şubelerinden ve tefecilerden kredi alıp) verdiğiniz faiz Allah katında artmaz (ve hiçbir bereketi olmaz). Ama Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince, (işte bunu yapanlar gelirlerini) kat kat artıranlardır.” (Rum: 39) Bu ayet, Mekke’de inmiştir. Ayette ribayı yasaklayan bir hüküm bulunmamakla birlikte, ribanın sevap kazandıran bir amel olmadığına ve onda Cenab-ı Hakk’ın buğzunun bulunduğuna işaret vardır.

3) Önceki şeriatlarda faiz yasağı bulunduğunun hatırlatılması

Kur’an-ı Kerim’de daha önceki dinlerde de faizin yasak kılındığı haber verilmiştir. Yahudilere yapılan faiz yasağından şöyle söz edilir: “Yahudilerin yaptıkları zulümden, çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, men edildikleri halde faiz almalarından ve haksız yere insanların mallarını yemelerinden dolayı kendilerine helal kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara yasakladık. İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık.” (Nisa: 160,161) Bu ayet Medine-i Münevvere’de inmiştir. Burada mü’minler faize karşı dolaylı yoldan uyarılmıştır. Çünkü Yahudilerin yasağa rağmen faiz almaları kötülenmiştir.

Toplumda görülen haksız kazançlara engel olmaya çalışan Şuayb peygambere kavminin verdiği şu cevapta da aynı anlam sezilir: “Ey Şuayb, dediler, senin namazın mı sana, babalarımızın taptığı şeylerden veya mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor. Oysa sen yumuşak huylu, akıllı (bir insan)sın.” (Hud: 87)

4) Katlanmış Faizin Yasaklanması:

Vade sonlarında anaparaya eklenen faize “basit faiz” anapara ve faiz toplamına yeniden faiz eklenmesine ise “mürekkep (bileşik)” veya “katlanmış faiz” denir. Cahiliye toplumunda ve İslâm’ın ilk dönemlerinde borçluyu altından kalkamayacağı yük altına sokan bu sonuncu riba çeşidi olduğu için önce bu yasaklanmıştır. Ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Ey iman edenler! Ribayı öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin.” (Al-i İmran: 130) Bu ayet Medine’de inmiştir. Buradaki “kat kat arttırılmış olarak…” ifadesi bir kayıt veya şart olmayıp, cahiliye devrinde uygulanan fahiş riba olayına dikkati çekmek için kullanılmıştır.

5) Kesin faiz yasağının konulması:

Faiz yasağı Kitap, Sünnet ve İcma delilleri ile sabittir. Haramlık hükmü Hicret’in sekizinci veya dokuzuncu yılında gelmiştir.

“(Farklı isim ve sistem altında çeşitli şekillerde) Faiz (riba) yiyenler, (ve faiz ekonomisini yürütenler kıyamet günü) ancak Şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi, (Allah’ın kahrına uğramış) olmaktan başka (bir tarzda) kalkmayacaktır. Bu, onların: “alım-satım da ancak faiz gibidir” demelerinden (ve faizi helal görmelerinden ve faize fetva üretmelerinden) dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (faize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a aittir. Kim (faize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara: 275)

“Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve eğer (gerçekten) inanmışsanız, faizden artakalanı bırakın (faizci düzenden uzaklaşıp sakının).”

“Şayet böyle yapmazsanız, (yani faizi ve faizci düzenleri bırakmazsanız) Allah’a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı (Adil devlet ve hükümet düzeninin temellerini yıktığınızı) bilin (ve ona göre davranın). Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz. (Mü’minler faizsiz düzene geçmek için çalışmalıdır.)” (Bakara: 278, 279)

Mekke ve Taif’in fethi 8. Hicret yılında Veda Haccı ise 10. Hicret yılında gerçekleşmiştir. Riba yasağı da bu tarihlerde gelmiş ve Hz. Peygamber (SAV) bundan 81 gün sonra vefat etmiştir. Ancak bu süre içinde artık helal veya haram hüküm bildiren bir ayet inmemiştir. Riba hükümlerinin Hz. Peygamber’in vefatına yakın bir zamanda gelmesi, alışılagelmiş ve yerleşmiş kötülüklerin tedrici bir süreçle kaldırılması ve önce buna uygun şartların hazırlanması gereğine de uygun düşmektedir.

 


[1] http://kibritcioglu.com/iktisat/blog/?p=3649

[2] http://www.atonet.org.tr/yeni/index.php?p=793

[3] http://www.dunya.com/turkiyede-sicak-para

[4] http://www.cnnturk.com/video.ekonomi/turkiye/2015te

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Abdullah AKGÜL

Abdullah AKGÜL

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx