YENİ ANAYASA HAZIRLIKLARI
VE
GERÇEK DEĞİŞİMİN TEMEL KURALLARI
İktidarın Yeni Anayasa çalışmalarına katkı sunulması yönündeki genel çağrısı üzerine; Milli ve tarihi sorumluluk bilinciyle hazırladığımız, yaklaşık 50 (elli) maddeyi içeren önerilerimizdir.
Bu öneriler:
•T.C. Cumhurbaşkanlığı ve AK Parti Genel Başkanlığı Makamına
• TBMM Başkanlığına
• T.C. Anayasa Mahkemesi Başkanlığına
• T.C. Yargıtay Başkanlığına
• T.C. Danıştay Başkanlığına
• T.C. Sayıştay Başkanlığına
• T.C. Hâkimler ve Savcılar Kurulu Başkanlığına
• CHP Genel Başkanlığına
• MHP Genel Başkanlığına
• SP TBMM Grup Başkanvekiline de
Bilgilerine arz edilmek üzere iletilmiştir.
Anayasalar; bir ülkedeki toplumla devlet arasında ortak konsensüsle oluşan ve her kesimi bağlayıcılık özelliği taşıyan hukuki metinlerdir. Anayasaların; adil, milli, gerçekçi ve yeterli olması beklenir. Elbette bir ülkede hukukun ve huzurun hâkim olması için, sadece anayasaların doğru ve doyurucu olması yetmeyecektir; ilgili kanunların ve bunları uygulayanların da vicdani dürüstlüğe ulaşması gerekir. Yani sadece metrenin ve terazinin düzgün olması yetmez, onu kullanan elin de dürüst olması lazım gelir.
Hazırlanan yeni anayasa şu özellikleri taşımayacaksa, ondan hayırlı sonuçlar beklemek boşunadır:
1- Bu anayasa; temel insan haklarına, evrensel hukuk kurallarına ve çağdaş yaşam standartlarına uygun hazırlanmalıdır.
2- Ancak “Küreselleşme, dünya ile bütünleşme, demokratik ve laik çıtaları yükseltme” gibi jelatinli kılıfların arkasına sığınarak ülkemizi; Emperyalist ve Siyonist Gizli Dünya Devleti’nin güdümüne sokacak, Milli hâkimiyet ve hürriyet düşüncesinden koparacak ve Haçlı AB’nin himayesine taşıyacak “tuzak kavramlardan” mutlaka sakınılmalıdır.
3- Yeni anayasa; her türlü peşin önyargılardan ve ideolojik saplantılardan uzak, ilmi ve insani değerlere uygun yazılmalıdır.
4- Toplumun; farklı din ve düşünceden her kesimin özgürlük ve beklentilerini karşılamak, herkesin özgüvenini ve onurlu yaşam garantisini sağlayacak olmakla birlikte, milletimizin kahir ekseriyetini oluşturan insanlarımızın inancına, ihtiyacına ve ortak amacına uygun bir anayasa olması esastır; aksi halde Milli bünyeye uyum sağlayamadığından, eğreti bir elbise gibi kalacaktır.
5- Anayasa mutlaka “Milli” olmalıdır. Yani toplumun ananevi ve ailevi mirasına, dini ve ahlâki yapısına, tarihi ve tabii dokusuna ve Lider Ülke olma arzusuna olumlu yanıt verecek, yani doğal ve sosyal kanunlara münasip düşecek bir içerikte tasarlanmalıdır.
6- Ülkemiz ve Milletimiz üzerindeki sinsi emelleri öteden beri bilinen Haçlı zihniyetiyle şekillenen; “AB’ye uyum sürecine” ve Siyonist sömürü sermayesinin dünyayı ele geçirme projesi olan; “küreselleşme serüvenine” kolaylık sağlamak ve meşruiyet kazandırmak niyetiyle yapılacak bir anayasa, peşinen bir “ana-tasa”, yani huzursuzluk kaynağı olacaktır.
7- Hazırlanacak yeni anayasa, hassas dengeleri ve Cumhuriyet değerlerini gözetip kollayacak bir duyarlılık ve tutarlılık taşımalıdır.
8- Anayasa metninde çok farklı ve aykırı biçimlerde yorumlanmaya müsait, güç ve iktidar çevrelerince kendilerine göre yozlaştırılmaya münasip bulunan kapalı ve karmaşık ifadelerden uzak durulmalı; açık ve anlaşılır bir dil kullanılmalıdır.
9- Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası tapusu konumundaki Lozan Anlaşması’nın kazanımlarını geri alacak, ertelenmiş Sevr’in dayatmalarını hortlatacak ve Lozan’ın gizli maddelerine resmiyet kazandıracak terim ve tavizlere asla yanaşmamalıdır.
Değişim Anayasası ve Genel Esasları
Adil ve çağdaş bir anayasanın en önemli özelliği: Temel hak ve hürriyetleri değil, özel görev ve yetki alanlarını ve genel sorumlulukları saymasıdır. Çünkü hak ve hürriyetler sınırsızdır ve doğaldır, yani doğuştan kazanılmıştır. Bu nedenle ayrıca ve kanunla sayılmaları anlamsızdır. Yasalar; sadece vatandaşların görev taksimatını, yükümlülük ve sorumluluk şartlarını ortaya koymalı, çok açık ve net ifadeler kullanılmalıdır.
Milli Şuur istikametinde daha önce hazırlanan “Yeni Anayasa Tasarılarının Temel Esaslarıyla” ilgili öneri ve örnekleri; •Ciddi ve cesaretli, •İlmi ve asri, •İnsani ve İslami olmakla beraber; yanlış anlaşılmalara, haksız hücumlara ve kasıtlı çarpıtılmalara müsait ifadeler içermekte, hatta bazen yersiz ve gereksiz teklifler getirmektedir. Bunları tek tek ele alıp tenkit ve tahlil etmek çok zaman alacağından ve uzun yer kaplayacağından, biz Milli Çözüm İlmi Araştırma Ekibi olarak sadece önemli gördüğümüz bazı düzeltme ve eklemelerle ve özet halinde bir düzenlemeyi okurlarımıza, ilgili kurum ve şahıslara aktarmakla yetineceğiz.
A- Türk Ulusu Tanımlanmalıdır.
Ulussuz devlet olmaz. Türkiye devleti Türk ulusunundur. Bu da tartışılamaz. Yapacağımız tek şey, Türk ulusunun kimlerden oluştuğunu belirtmektir. Mustafa Kemal bunu dört ilkeye bağlamıştır:
a- Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak.
b- Resmiyette ve genelde Türkçe konuşmak ve yazmak.
c- Ülkeyi düşman taarruz ve tasallutundan koruyucu ve devletimizi kurucu en önemli unsur olan halkımızın iman ve maneviyat esaslarına; farklı köken ve kültürleri aynı potada kaynaştırıp millet vasfını oluşturmakta en büyük rolü oynayan Müslümanlığa sahip çıkmak ve tabi bütün inançlara saygı duymak ve özgürlük sağlamak esastır.
d- Türkiye Cumhuriyeti’ne mensubiyet olarak “Ben Türküm” diyerek; ülkesine, devletine ve milletine bağlı kalmak…
Biz bunların biraz değiştirilmesini ve şunların eklenmesini uygun buluyoruz:
a- Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, başka ülkenin vatandaşı olmamak. Çünkü günümüzde özel ajanlığın kılıfı olarak kullanılmaktadır.
b- Resmi dil olarak Türkçeyi bilmek ve konuşmak, genel eğitimi Türkçe yapmak, merkezi ve yerel bütün kurumlarda resmi yazışma, konuşma, soruşturma ve yargılamada Türkçeyi kullanmak kaydıyla; ama başka dilleri de bilip konuşma, yerel ve özel ortamlarda kullanma hakkına sahip bulunmak.
c- Normal vatandaşlara da azınlık haklarından yararlanma imkânı tanımak. (Azınlıklar özel statülü vatandaştır.)
d- Genel aidiyet ve mensubiyet olarak, “Türküm” demekten onur duymak. Ama bu durum özelde, örneğin “Ben Kürdüm” demeye engel sayılmamak. Çünkü ırkın değil, ulusun alt kimlikleri olabilir; olacaktır da.
B- Laiklik tanımlanmalı ve herkesin anlayacağı bir Türkçe ile yazılmalıdır.
Anayasamızın 24. maddesi laikliğin temel esaslarını ortaya koymaktadır. Ama “muğlâk-kapalı”dır ve istismara müsait durumdadır. Oysa Anayasa hükümlerinin, okuyan herkesin aynı şeyleri anlayacağı biçimde açık, net ve kesin bir dille ve Türkçe yazılması esastır. Bu nedenle “Laiklik”in 24. maddedeki temel esaslara uygun olarak yeniden ve Türkçe yazılması, farklı kesim ve görüşlerden uzmanların ortak bir konsensüsle ortaya koyacağı bir tanımın hazırlanması, artık zorunlu bir ihtiyaçtır.
a- Çünkü 24. Maddede; kamunun değil, devletin,
b- Düzenin değil, temel düzenin,
c- Dini fikriyatı değil, dini hissiyatı,
d- “İstismar edemez ve kötüye kullanamaz” denilmiştir. Burada; “veya” yerine “ve” kullanılarak, “istismarın, açıkça kötüye kullanmak” olduğu belirtilmiştir. Oysa bugün laiklik tamamen farklı yorumlanmaktadır. Ve her türlü istismar ve suiistimale açık bulunmaktadır. Hem din istismarcıları hem devrim simsarları, bu kapalı laiklik maddesini, kendilerine uydurmaya ve baskı unsuru olarak uygulamaya çalışmaktadır.
C- Hâkimlik sistemi uygulanmalı, ama bunun yanında, “Hakemlik sistemi” de oluşturulmalıdır.
Yeterli hukuk tahsili yapmış, kendi sahasında uzmanlaşmış kimselere, devlet tarafından, bugünkü avukatlık ve hâkimlik karşılığı HAKEM’lik yetkisi verilecek ve maaşları bütçeden ödenecektir. Hakemlerden birini bir taraf, ötekini diğer taraf seçmelidir. Başhakemi ise hakemler kendileri seçmelidir. Geçiş sürecinde başhakemliği bugünkü atanmış hâkimlerden birisi üstlenmelidir. Hakemlerin kararları temyiz edilebilmelidir. Hakemler aleyhine dava açılabilmelidir. “Yüce Divan” milletvekillerinden oluşmuş hakemlerden meydana gelmelidir. O zaman tüm dokunulmazlıklar kaldırılabilir. Kasıtlı, yanlı ve hukuka aykırı karar veren hakemlerin yetkilerine son verilmeli, her türlü devlet görevlerinden ve şahitlikten menedilmelidir.
Ç- Şu maddeler Anayasa’da yer almalıdır:
1- Faizin her türlüsü kaldırılmıştır. Devlet faizsiz kredi kurumları oluşturacaktır. Geçiş sürecinde, faizli bankacılığa ruhsat verilecek, ancak banka ve faiz batıklarına resmi teminat sağlanmayacaktır ve faiz giderleri masrafa yazılmayacaktır.
2- Vergi sadece servet ve üretimden alınacak, isteyenden üretilen mal cinsinden de vergi toplanacak, ücretten vergi alınmayacaktır.
3- Her türlü sarhoş edici içki ve uyuşturucu, bunların alım satımı, reklâmı ve özendirici yayınlar yasaklanacaktır.
4- Ahlâki ve ailevi hayatın yozlaşmasına ve her çeşit fuhşun yaygınlaşmasına sebep olacak hiçbir yola ve yayına fırsat tanınmayacaktır. AB istiyor diye Milli ve manevi değerlerimizin dejenere ve tahribine fırsat tanınmamalıdır.
5- Her türlü kumarın; loto, toto, piyango, kazı kazan, at yarışı gibi şans oyunlarının ve hele devlet eliyle ve garantisiyle oynanması son bulacaktır.
6- Ceza hukukunda caydırıcılık esas olacak, bu nedenle kısas (misliyle karşılık ve idam) uygulanacak, tutuklamalar dışında hapis yerine genellikle maddi külfet ve müeyyide ve ağır kamu hizmetlerinde mecburi görevlendirilme yapılacaktır.
D- “Ekseriyet sistemi yerine, ortak vekillik sistemi” getirilip uygulanmalıdır.
TBMM’de farklı kesimler adına temsilciler oluşmalıdır. Temsilciler ilgili konuları ve sorunları tartışmalıdır. Anlaşamadıkları hususlarda ortak vekil atayıp, bu ortak vekil istişareden sonra karar almalıdır. Bu karar herkesi bağlamalıdır. Çünkü ortak vekillerin kararıdır. Ortak vekiller sıralama usulü ile atanmalıdır.
E- Merkez Bankası’nın parayı nasıl çıkaracağı kanunla saptanmalıdır.
TCMB hem dış bağlantılardan hem de siyasi baskılardan arındırılmalıdır. Karşılıksız para asla çıkmamalıdır. Para, sadece arz edilen emeğe avans olarak aktarılmalı ve krediler stok edilen mala tanınmalıdır. Yapılara, binalara kredilendirilme imkânı sağlanmalıdır. Altınla değiştirilebilen bir para çıkarılmalıdır. Devlet; taşınmazlar alıp satarak, para arzını dengeleyebilir olmalıdır. Devlet, faiz vermemeli ve almamalıdır, özel bankaların faizli hesaplarına garanti sağlamamalıdır.
F- Tek karar merciinin bürokrasi olduğu yerlerde, barolara, odalara ve sendikalara; sermaye odaklarına değil, vatandaşa hizmet vereni seçtirme ve hizmetliye ona göre maaş verme sistemi uygun bulunmaktadır.
Odalar Birliği, Tabipler Odası, Avukatlar Barosu’nun yöneticileri şeffaf ve demokratik seçimlerle belirlenmeli ve çoklu sistem getirilmelidir. Antidemokratik kuruluşlar artık tarih olmalıdır.
G- Seçim barajı %5’e indirilmeli ve partilere oylarını birbirine kullandırabilme fırsatı tanınmalıdır.
Denge, nisbi sistemde aranmalıdır. Partilere, aldıkları oylar nispetinde Bakanlık verilmeli ve hiçbir vatandaşın oyu boşa çıkarılmamalıdır.
H- Türkiye, dengeli olarak 100’e yakın İL’e bölünmeli ve yeniden yapılandırılmalıdır.
Bir ilin nüfusu bir milyondan fazla olmamalıdır. Bölge merkezlerine Valiler, merkezden atanmalıdır. Diğer illerin Valilerini halk seçmeli ve çift başlılık ortadan kaldırılmalıdır. Meclisleri de bağımsız çalışmalıdır. Cumhuriyet kanunları bütün ülkede geçerli olmalıdır. Ancak, tarihi ve turistik sebepler ve yöresel gerekliliklerle ve tabii anayasal sistemin temel esaslarına aykırı düşmemek, milli birlik ve dirliğe zarar vermemek şartıyla, İl Meclislerine Özel Kurallar getirme hakkı tanınmalıdır.
İ- Her türlü eğitim ve öğretim serbest olmalı, ancak bütün imtihanlar devletçe yapılıp resmi ve geçerli diplomayı devlet vermiş olmalıdır. Bu diplomalar ve imtihanlar sonucu kazanılan meslek ve memuriyetlere, örneğin beş (5) yılda bir, gelişen ve değişen yeni şartlara hazırlanma ve intibak imtihanları yapılmalıdır.
Halkın ne öğreneceğine değil, istediği şeyleri bilip bilmediğine bakılmalıdır. Devlet halka; “sen bunu öğren” diyebilir, ama hiç kimseye “şunu öğrenmeyeceksin” diyemez.
J- Farklı din ve mezheplere bağlı bütün meşrep ve cemaatlere resmiyet kazandırılıp, mesuliyet yüklenmeli, partiler ve mesleki kuruluşlar gibi onları da yönetime katmalıdır.
Evet, bir yönetim ya “demokrasi” ya da “dikta rejimi” olacaktır. İkisinin arası sadece karmaşadır. Devleti ayakta tutmak, toplumda adalet, huzur ve refahı sağlamak istiyorsak; kuvvetler ayrımına dayalı, Meclis etkinliğine ve denetimine saygılı bir Başkanlık Sistemi uyarlanmalı ve demokrasiyi tam olarak uygulamalıdır.
K- Mason Locaları ve yan kuruluşları ve bazı tarikat ve cemaat yapılanmaları gibi, dış bağlantılı ve hıyanet maksatlı tüm dernek ve oluşumlar kapatılmalı; bunların, sivil ve asker bürokratları ve siyasi kadroları etki altına alarak devleti ve milleti yönetmesine fırsat tanınmamalıdır. Böylesi karanlık odaklarla ilişkilerini sürdürenlerin ehliyetleri geri alınmalı, resmi veya devlet hizmetlerinden atılmalıdır.
Şimdi mevcut anayasaların varsayımlarını ele alalım ve neden bizzat kendilerinin sorun olduğunu sıralayalım:
a) Mevcut anayasalar ekseriyet kararlarına dayanır. Oysa ekseriyet kararı sadece azınlıkta kalanların haklarına zulüm değil, aynı zamanda istikrarsızlık kaynağıdır.
b) Mevcut anayasalar ekseriyet seçimine dayanır. Bu da yalnız çoğunluğun azınlığa hâkimiyeti ile sonuçlanmaz, aynı zamanda çelişkiler doğurur. Sonunda laiklikle demokrasi bir arada yürümez hale gelir ve tıkanır.
c) Mevcut anayasalarda “hâkim devlet” vardır. Ekseriyetin oyu ile de gelse, iktidarda olanlar halka hükümran gibi davranır. Onlar ne kadar hak tanırlarsa, insanlar o kadar hürriyetini kullanır. Beş senede bir yapılan seçimlerle sadece efendilerini değiştirirler, ama gizli kölelik devamlıdır.
d) Mevcut anayasalar merkezî yönetimi esas alır. Bu sakat yaklaşım, yalnız taşranın sömürülmesini doğurmaz, aynı zamanda işlerin sürüncemede kalmasını ve sistemin tıkanmasını sağlamaktadır.
e) Mevcut anayasalar merkezden atanmış hâkimler sistemiyle yargıyı dağıtmaktadır. Böylece yargı bağımsızlığı lafta kalmaktadır. Savcı hâkimin yanında oturur, maaşları merkez verir, terfileri onlar yapar, ayrıca beğenilmeyen kararlarını da bu sefer Yargıtay’da bozulmaktadır. Yargıtay da bazen, kuvvetler ayrılığı dengesini kendi lehine bozmakta ve böylece “yargı devleti” oluşmaktadır.
f) Mevcut Anayasa bürokratik anayasadır, dokunulmazlıklar anayasasıdır, sınıflı anayasadır. Bürokrat, halkın üstünde ve sanki hata etmez sayılır. “Yetkileri polisten alıp hâkime vermekle sorunların çözüleceği kanaati yaygındır” ama bu da yanlıştır.
g) Mevcut Anayasa sadece hakları sayan bir anayasadır. Yani, insanlar köle sayılır, hakları sınırlıdır, sadece devlet onlara istediği hakları sanki ihsan ve ikram gibi lütuf buyurmaktadır. Hakların nerelerden tahsil edileceği de belirsiz bırakılmıştır. “Devlet şunu yapar, bunu yapar” der ama kimin yapacağı yanıtsızdır, nasıl yapılacağı ise karanlıktır.
h) Mevcut Anayasa ekonomide faizli sistemi esas almıştır. Faiz enflasyonu, enflasyon işsizliği, işsizlik açlığı, açlık borcu, borç yolsuzluğu, yolsuzluk rüşveti, rüşvet baskıyı, baskı anarşiyi doğurmakta ve insanlar birbirini boğmaktadır. Bütün bunlar da, mecburen Siyonist ve emperyalist odaklara mahkûm olmaya yol açmaktadır.
i) Mevcut Anayasa “gelir vergisine” dayanan anayasadır. Bu da sömürü sermayesini güçlendiren ve tekele götüren, ekonomik ve siyasi krizler üreten bozuk bir yapılanmadır.
j) Mevcut Anayasa resmen olmasa bile fikren ve fiilen fuhuş serbestliğine dayanmaktadır. Her türlü cinsi ilişki, bir nevi serbest bırakılmıştır. Bu da aile müessesesini yıkmakta, genel ahlâkı yozlaştırmaktadır. Oysa bu varsayımların bizzat kendileri çözülmesi gereken sorunlardır. Yani bozuk sistem, sorunların bizzat kaynağını ve sömürü çarkının dayanağını oluşturmaktadır.
k) NATO ve AB gibi uluslararası kuruluşlarla; gizli teslimiyet ve mahkûmiyet anlamına gelecek uygulamalar kaldırılarak, karşılıklı çıkar dengesine ve tam bağımsızlık ilkesine dayalı anlaşmalar yapılmalı ve buna göre yasalar konulmalıdır.
Yeni ve Adil Anayasaya Geçiş Kriterleri ve Esasları!
1- “Ortak teklif” sistemi.
Demokratik topluluk, herhangi bir konuda karar alacağı, hatta kanun ve kural yapacağı zaman; önce öneriler ortaya konacak, çeşitli görüşler meydana çıkacaktır. Gruplar birer temsilci belirleyecek, bu temsilciler ortak vekil seçecek ve onun istişari kararlar alması sağlanacaktır. Taraflar bu ortak vekilin aldığı karara uymak zorunda bırakılmayacaktır. Bu da tekliflerden biri sayılacaktır. Sonra oylama yapılacak ve ekseriyetin kararı yine geçerli olacaktır. Zamanla taraflar ortak vekil kararlarına uymayı öğrenecek ve böylece Adil Düzen’e geçilmiş ve gerçek demokratik katılım gerçekleşmiş olacaktır.
2- “Ortak aday” sistemi.
Partiler adaylarını belirlerken ortak ön seçim yapılacaktır. Herkese açık olarak kendisine temsilci seçme hakkı tanınacaktır. Bir adayın seçilebilmesi için gerekli oyların en az yarısını alan aday “ortak aday” olacaktır. Daha az alanlar aldıkları oyları başka adaylara devredebilirler. Bir aday seçilmesi gereken oydan fazlasını temsil edemez. Fazlasını istediğine devredebilir. Böylece ortak adaylar belirlenmiş olur. Adaylar istedikleri partiye başvurabilirler. Parti bunları kabul ederse listesinin başında yer vermek durumundadır. Kalanları parti istediği kimselerle dolduracaktır. Bu “ortak aday sistemi” ile ekseriyet demokrasisinden, temsili sisteme geçme fırsatı doğacaktır. Böylece Silm-Barış demokrasisi zamanla olgunlaşacaktır.
3- “Sürekli ve sistemli kontrol” sistemi.
Bir görevli, görevi yaparken tam yetkili sayılması lazım gelir. Gerekli kararları alıp, uygulayacak ve uygulatacak fırsat verilmelidir. Sonra bunlar merkeze gönderilir. Merkez kontrol eder, yanlışlık varsa düzeltir. Kötü niyet varsa cezalandırılma yoluna gidilir, ama baştan müdahale edilmeyecektir. Zamanla bu “merkezden görevlendirme sistemi” “yerinden görevlendirmeyle” desteklenecektir. Böylece “yerinden yönetim sistemi” ile merkezi yönetim dengesi gerçekleşecektir.
4- “Bölge Valilikleri ve yerel yöneticilere yetki” sistemi.
Batılı güçlerce dayatılan ve Türkiye’nin parçalanmasını ve bazı bölgelerinin kontrolden çıkmasını amaçlayan “Demokratik özerklik ve federatif sistem” gibi yıkıcı ve dağıtıcı girişimlere asla prim vermeden, ülkemizdeki bürokratik hantallık ve tıkanıklığı giderecek ciddi tedbirler gereklidir. Bunun için de, Merkezi Sistemle Yerel Yönetimler dengesinin yeniden kurulması, ülkenin üniter yapısını mutlaka koruyarak, etnik köken ve mezheplere göre değil, coğrafi durumlara ve kalkınmışlık şartlarını hızlandırmaya yönelik bölgesel programların hazırlanması ve merkezce atanan yetkili Bölge Valileri eşgüdümünde yerel yönetimlerce birlikte kararlar alınıp uygulanması oldukça önemlidir ve artık geciktirilmemelidir. Resmi ve özel işlerde çıkan her türlü ihtilafların ilk çözümü; geçici olarak Valilerin, Kaymakamların ve Bucak Müdürlerinin yetkisine verilir. Onlara; memuru kayırmanın, mağduru sahipsiz bırakmanın, devlete ihanet olduğu öğretilir ve bunun cezası belirtilir. İşlerin aksamadan yürümesi için ne gerekiyorsa ona karar verilir. Mağdur edilenler sonradan mahkemeye giderek tazminatlarını alacak ve bunu da devlet ödeyecektir. Zulmedenler ise, cezasını devlete verecektir. Zamanla yöneticiler adil karar vermeyi öğrenecek, hakemler sistemi devreye girecek ve Adil Düzen böylece yerleşecektir. Giderek, hâkim devlet, hâdim devlet haline gelecektir.
Başkanlık Sistemi: Her bakımdan güçlü, katılımcı demokrasi kültürlü, bağımsız hareket edebilme dürtülü bir ülke için; karar almada kolaylık ve hızlılık, dış politikada ağırlık ve saygınlık, yaygın kalkınmada bürokratik hantallığı çabuklaştırıcılık sebebi olacağı tarihi tecrübelerle ispatlanmıştır.
Ancak; siyasi, iktisadi ve askeri yönden bağımlı ve dış güdümlü yöneticilerin BOP gibi emperyalist projelerde ve CFR gibi Siyonist merkezlerce görev üstlenip yürüttüğü ülkelerde ise Başkanlık Sistemi, Meclis’i ve Milletin temsilcilerini devre dışı bırakıp, o ülkeyi “Başkan” kılıflı kendi kuklaları eliyle daha rahat ve sorunsuz yönlendirme ve demokratik denetimleri ve dengeleri kilitleme aracıdır. Adil Düzen’deki Başkanlık Sistemi, üstteki şartlar ve standartlar çerçevesinde yararlıdır ve bir ihtiyaçtır.
5- “Hakemliğe geçiş” sistemi.
Bugün de hakemlik vardır ve pek çok konuda Türkiye’mizde ve farklı ülkelerde uygulanıyor. Taraflar, baştan hakemliği kabul etmişlerse ondan sonra mahkeme yerine hakemlere gidiliyor. Ancak hiçbir şey yazmamışlarsa mahkemeye başvuruluyor. Sadece hiçbir şey yazmamışlarsa hakemlere gidecekleri kayda alınır ve avukatların hakemlik yapabilecekleri hükmü getirilirse, zamanla “hakemlik sistemi” yerleşir ve işler hâle gelir. Ceza davalarında da bilirkişiler taraflara seçtirilir. Biri bir bilirkişi seçer, diğeri de bir bilirkişi seçer; baş bilirkişiyi de bu ikisi seçer. Hâkim bunların raporuna dayanarak karar verir. Reddedip yeniden başka bilirkişi atamalarını da isteyebilir.
6- “Yarım mesai” sistemi.
Bugün bürokratlar kaçak olarak dışarıdaki işlerde çalışmaktadır. “Tam gün yasaları” ile bu sorunlar aşılmaya uğraşılmaktadır. Oysa bürokratlar eşleştirilerek, iş bölümü yapılsa; biri öğleden evvel çalışırsa, diğeri öğleden sonra çalışacak, resmi işler aksamayacaktır. Veya bir gün çalışırsa, diğer gün çalışmayacaktır. Stratejik kurumlar dışında, memurlara görevli olmadıkları bir alanda veya mekânda, işyeri kurma ve serbest iş yapma imkânı sağlanmalıdır. Böylece halkı ezen ve hayat pratiklerini bilmeyen bürokrat tipi yerine, iş hayatı içinde yoğrulmuş ve halka kolaylık sağlayan bürokrasi ortaya çıkacaktır. Kendilerine faizsiz kredi de verilecek, böylece serbest mesleğe geçişleri sağlanacaktır.
7- “Mevzuat” sistemi.
Kamuya ait bütün işler mevzuatla tanımlanacaktır. Görev nedir, görevli kimdir, yetkileri nelerdir, sorumlulukları nelerdir? Görevlinin hakları nelerdir? Hizmet alanlar kimlerdir? Hizmet alanların yükümlülükleri nelerdir? Bütün bunlar açıkça tanımlanacak ve görevlinin masasında halka açık olarak bulundurulacaktır. Eğer mevzuat yapılmamışsa, bu sefer görevli mevzuatı kendisi hazırlayacak, mülki amire onaylatacak, ondan sonra göreve başlayacaktır. Yani yalnız haklar değil, görevler de sayılacak ve kimin yapacağı belirlenmiş olacaktır. Böylece kimse görevinden kaytaramayacak, sorumluluğu başkasına yıkamayacaktır.
8- “Çalışana faizsiz kredi” sistemi.
İşveren işçiyi çalıştıracak, işçinin ücretini devlet karşılayacak; karşılığında işvereni borçlandıracaktır. İşveren bunu faizsiz borçlanacaktır. Bunları ödemesi halinde kredisi artırılacak, ödeyemediği zaman kredisi azaltılacaktır. (Cebri icra sistemi yanlıştır.) Ardından ham madde kredisi ile faizsiz sisteme geçilmiş olacaktır.
9- “Sermaye vergisi” dönemi.
Ücretten ve gelirden değil, sermaye ve üretimden vergi alınmalıdır. Bu adil ve dengeli sistem uygulanırsa artık vergi mal makbuzları olarak alınıp satılır. Böylece hem vergi kaçakçılığı, hem de haksız vergi zorbalığı önlenmiş olacaktır.
10- Sözleşmeli “özel eşlik” sistemi.
Maalesef ülkemizde giderek daha da yaygın ve tehlikeli hale gelen ve toplumun temel taşı aile yuvasını tehdit eden fuhuş batağının kurutulması şarttır. Bunun için gerekli ve yeterli tedbirlerin mutlaka alınması lazımdır. Tartıştırılıp olgunlaştırılmak üzere bu sorunun çözümüne yönelik öneriler sunulmalıdır. Başka teklif ve tavsiyeleri olanlar bu konuya katkı sağlamalıdır. Görmezden gelerek ve boş vererek değil;
• Evrensel hukuk ve ahlâk prensiplerine,
• Tabii ve insani gereksinimlere,
• Milli gelenek ve göreneklerimize,
• Dini ve vicdani değerlerimize uygun, dengeli ve denetlenebilir çareler üreterek, ahlâklı ve sağlıklı bir toplum yapısını kurmak ve korumak için çaba harcanmalıdır. Bu teklif aslında; pek çok yöremizde “imam nikâhı” altında… Veya “metres, dost, sevgili, flört” gibi tanımlarla zaten fiilen yaşanan bir durumu disiplinize edip, özellikle kadın haklarını ve genel ahlâkı koruma amaçlıdır. Ve yine doğal ve sosyal ihtiyaçların, doğru ve meşru yollarla karşılanmasına imkân sağlanmaktadır.
Bugünkü yasalara ve bunların kopya edilip alındığı Batı ve Bâtıl esaslara göre; diyelim evlenen bir kadın 30 yaşında, herhangi bir hastalık sonucu felç olursa veya bir kaza neticesi sakatlanır veya psikolojik rahatsızlıklara yakalanır da, çocuklarının ve kocasının ihtiyaçlarını karşılayamaz konuma düşerse, mevcut kanunlar erkeğe: “Bu kadını boşamadan yeni bir evlilik yapamazsın!” mecburiyetini dayatmaktadır. Oysa fıtri, vicdani, akli ve İslami temellere dayalı Adil Düzen anlayışı ise, o adama: “Önceki hanımını, sıcak yuvasında ve çocuklarının arasında, şefkatle barındır, ama bu mazeret ve mecburiyetlerini belgelemek suretiyle ikinci ve resmi bir evlilik fırsatı da sana tanınmıştır…” kapısını açık bırakmaktadır. Böylece hem sakat ve rahatsız olan kadın sokağa atılıp, aile sıcaklığından uzak ve perişan yaşamaktan kurtulacak, hem de erkek bu mağduriyetle yaşamak zorunda kalmayacaktır.
Görülüyor ki; Batının “merkezî ve gayriinsani” sisteminden, Doğunun “hükümler ve yükümlülükler” sistemine geçmek için uygun çözümler bulunabilir, bulunmalıdır.
Önce iki önemli ve tarihi bir tespitte bulunalım: 1- Allah’ın yeryüzüne indirdiği ilk Anayasa “Tevrat’tır. Orada devletin kuruluşu ile ilgili hükümler vardır. 2- İlk demokratik anayasa ise “Medine Sözleşmesi” olmaktadır. İslamiyet’in etkisiyle Batı dünyası hukuk sisteminde değişiklik yapmış ve “serbest sözleşme” ilkesini kabul etmiş, böylece devletler anayasalar yapmaya başlamışlardır.
Kuvvete dayanan Bâtıl ve barbarlık düzeninde:
Birinci Varsayım: Herhangi bir şekilde oluşan bir kuvvet, ortak ihtiyaç ve amaçları yansıtan ama mutlaka seçkinlerin saltanatını sağlayan bir anayasa yaparak hukuk devletini oluşturmaktadır. Bu varsayıma göre; önce herhangi bir yolla bir toplulukta “kuvvet” meydana çıkmaktadır. Sonra bu “kuvvet” disiplinli ve ortak iradeli topluluğu oluşturmaktadır. Bunlar ise Anayasalarını yaparak Devleti kurmaktadır.
Bu varsayıma göre; anayasa ancak onu destekleyip yürüten bir kuvvet varsa anayasadır. Yoksa anayasa boş bir teoriden ve hayalden başka bir şey olmayacaktır. Bu varsayım doğru kabul edildiğinde, en güçlü oluşum “ulusal kuvvet” olmaktadır. Ulustan büyük toplulukların, dil dâhil ortak anlaşma araçları olmadığı için, güçlü topluluk oluşturamayacağı varsayılır. Ulustan küçük topluluklar da güçlü organizeler kuramayacaktır. Dolayısıyla devletler ulus seviyesinde oluşmaktadır. Uluslararası savaşlarla bölgesel ve evrensel dengeler kurulmaktadır. Hâkim olan uluslar diğer ulusları hâkimiyeti altına alarak sömürüp duracaktır. Bu varsayımda halk devlete isteyerek değil, korkarak tâbi olmaktadır. Bu devlette korkutanlar, yani hâkim güç vardır; bunlar yöneten odaklardır. Bir de korkan mahkûm halk vardır; bunlar da yönetilen ve güdülen sürüler konumundadır.
Hak ve Adalet Düzeninde ise: Ortak inanç ve ihtiyaçlar etrafında anlaşanlar bir araya gelip “müşterek ve müttefik anayasa paydası” sayesinde kuvvete ve hâkimiyete ulaşmakta ve devlet olunmaktadır.
Tarih boyunca kuvvet ve zulüm düzenlerinde, anayasaları “güçlü ve hâkim olanlar” yaparken; Hak ve Adalet düzeninde ise anayasalar kuvveti oluşturmaktadır. Sonunda, anayasası olan kuvvet, devlete dönüşmüş olmaktadır. Devlet kavramı, anayasa ile kuvvet birleşmesinden meydana gelmiş bir olgu sayılmaktadır. Peygamberler, insanları önce bir inancın potasında toplamışlardır. Sonra onları bir kitap-yasa etrafında organize yapmışlardır. Böylece ortaya çıkan kuvvet ile devletlerini oluşturmuşlardır.
Uzlaşarak devlet oluşturma çabalarının ilk örnekleri Mezopotamya site devletleri arasında başlamıştır. Sonra İbraniler Tevrat’ın etrafında; Hristiyanlar İncil’in etrafında; Müslümanlar ise Kur’an’ın etrafında kaynaşmışlardır. Böylece büyük uygarlıklar kurmuşlardır. Burada sorun şudur. İnsanları uzlaştıran temel unsur ne olacaktır? İnsanlar hangi dürtüler ve gereksinimlerle bir araya toplanarak ve ortak anayasa yaparak güçlenecek ve devletlerini kuracaklardır? Kimilerine göre bu ihtiyaç, ırktır. Aynı soydan gelenler birlikte yaşamak için toplanır, ortak anayasa yapılır, güçlenmeye çalışılır ve sonunda devletlerini kurmuş olurlar. Bunlar güya başka ırktan olanları aralarına almazlar, onlara tahakküme de kalkışmazlar. Oysa kuvvet varsayımına göre, gücü yetenler başka ırkları tahakkümleri altına almaya çalışırlar.
Kimilerine göre ortak payda “ırk” değil, “yurt” olmalıdır: Aynı topraklar üzerinde olanlar, güçlenmeleri ve kendilerini koruyabilmeleri için uzlaşarak ortak anayasa yaparlar ve birlikte yaşarlar. Bu anlayış yeterli değildir. Çünkü “Toprağın sınırını kim belirleyecek ve nasıl kabul ettirecektir?” sorusunun yanıtı verilmemiştir.
Kimilerine göre bu ortak değer din ve inançtır. Aynı inanca sahip olan kimseler bir araya gelerek birlikte anayasalarını yaparlar ve devletlerini kurarlar. Bu da yeterli olmamaktadır. Çünkü büyük dinler tüm yeryüzüne dağılmıştır. Ancak ortak paktlar ve pazarlar halinde ittifaklar kurulacaktır. Hepsini tek devlet çatısı altında toplamak imkânsızdır. Bu arada, devletleri oluşturan asıl unsur, ya ekonomidir yahut hukuk düzenidir diyenler de vardır.
Adil Düzen’e göre ise; ortak amaçlar ve ihtiyaçlar etrafında, farklı kültür ve kökenden toplulukların kendi iradeleriyle bir araya gelmesiyle devletin temeli atılmaktadır. Anlaşanlar bir araya gelerek ocak, bucak, il ve ülkelerini kurmaktadır ve ülkemiz böyle yapılandırılmıştır. Ancak halkımızın her tabakasının yerel ve genel yönetime tam katılımını sağlayacak yeni ve adil bir Anayasaya ihtiyaç vardır. İşte buna “Silm-Barış ve Selamet Demokrasisi” demek uygun bulunmaktadır. Daha sonra, ortak amaçlar ve ihtiyaçlar doğrultusunda küresel paktlar oluşturma imkânı doğacaktır.
Türkiye’de Mustafa Kemal’in öncülüğünde “anlaşan, uzlaşan ve asırlardır birlikte yaşayanlar” bir araya toplanıp Kuvay-ı Milliye’yi oluşturdular, şanlı Kurtuluş Savaşımızı başlatıp başardılar, sonra geçici anayasa yaptılar, devletlerini kurdular. Mübadele (nüfus değişimi) yoluyla anlaşanları (özellikle Balkanlar ve Kafkaslardaki farklı kökenden Müslüman unsurları) bir araya getirmeyi başardılar. Bu mübadele (halkların karşılıklı değişimi) dini temelde yapılmıştı, ama ülke bağımsızlığı bir İstiklal Savaşı’yla kazanılmıştı. Böylece Ulus devleti kurdular. Ortak dil olarak Türkçeyi seçip uzlaştılar.
“Kuvvet Düzeni”nde herhangi bir şekilde oluşmuş “güç odakları” anayasa yapmakta ve kendileri hukuk düzenine geçerek devleti kurmaktadır. “Hak Düzeni”nde ise gönüllü olarak anlaşıp uzlaşan toplum temsilcileri konsensüsle ortak bir anayasa yaparak, böylece kuvvet oluşturmakta ve sonra devletlerini kurmaktadır. Şimdi Türkiye’mizde hazır oluşmuş bir devlet vardır, ama maalesef altı oyulup yıkılmaya çalışılmaktadır. Ancak Atatürk’ten sonra Batılıları taklit eden işbirlikçiler, Hak anayasasının yerine kuvvet anayasasını oluşturmuş, buna göre baskıcı müesseseler kurmuşlardır. Şimdi bunların ıslahının zamanıdır, ancak Devlet hazırdır, ayaktadır ve buna asla dokunulmayacaktır. Bu devletin varlığı elbette lazımdır, şarttır, hayat ve hürriyetimizin sigortasıdır ve buna sahip çıkılmalıdır. Ama şartlar ve ihtiyaçlar değişmiş olduğundan anayasa yetersiz kalmaktadır. Kuvvet Düzeninden Hak Düzenine geçmek için önce biz halk olarak “Adil Düzen Anayasası”nı hazırlayacağız. Sonra bunu siyasi partilere ve sivil örgütlere anlatacağız, tartışmaya açıp olgunlaşmasını sağlayacağız. O anayasanın Meclis’ten ve Milli iradenin tercih ve tensibinden geçmesi için çabalayacağız.
Türk Savunma Hukuku Temel Kuralları
Anayasadaki temel maddelerden hiçbirini kaldıramazsınız, değiştiremezsiniz, bu yanlıştır ve yararsızdır. Çünkü o takdirde birçok devlet kurumları rahatsız olacak, kışkırtılacak ve patlama yaşanacaktır. Mesela Genelkurmay Başkanlığı’nı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlayamazsınız. Çünkü o takdirde siz, silahlı kuvvetlerin statüsünü üçüncü, dördüncü dereceye atmış olursunuz. Hâlbuki onun yerini dolduracak kurum, onun yapacağı güce sahip değildir, ülkeyi koruyamayacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Başkomutanlığını Türkiye Büyük Millet Meclisi seçmektedir ve onun bir organı yerindedir. Meclis’i Başkomutanlıkta Cumhurbaşkanı temsil etmektedir. Genelkurmay Başkanı Cumhurbaşkanı adına Başkomutanlık görevini yerine getirir. Millî güvenlik ve savunmayı hazırlamada Hükümet Meclis’e karşı sorumluluk yüklenir.
Maalesef ülkemizde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dört tane başı oluşmaktadır, a) Türkiye Büyük Millet Meclisi, b) Cumhurbaşkanı, c) Hükümet, d) Genelkurmay Başkanı. Bu durumda asker kimden emir alacak, kimi dinleyecek? Bu belirsizdir. Bu hususun netleşmesi gerekir.
Devlet, hukuk düzeninin korunması için vardır, hayati ve gerekli bir yapıdır. Ancak tarih boyunca hiçbir devlet, bağımsızlık savaşı verilmeden sadece hukuk düzeni içinde kurulamamıştır ve yalnız hukuk düzeni içinde korunamayacaktır. Ordu vücudun zırhı olan deri vazifesini yapacak, bedenin içine karışmayacak, ama bedenin dışarıya karşı savunulmasını, açık ve gizli tecavüzlerin savuşturulmasını asker sağlayacaktır. Askerler devleti, askeri metotlarla kurar ve korur, sivil yönetim ise devleti hukuk düzeni içinde yaşatır ve geliştirmeye çalışır. Ordunun oluşması ve yetkileri, hukuk düzeni içinde denetlenir, ama ordu içinde özel kurallar geçerlidir; zayıflatılmış, etkisiz ve yetkisiz bırakılmış bir ordu ile Türkiye’nin bağımsızlık ve bekasını korumak imkânsızdır.
Temel Kavramlar:
Seferberlik ve savaşla ilgili kavramlar kanunla konulacaktır.
Olağanüstü hâl, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halleri anayasada tanımlanmalıdır.
Seferberlik, savaşa hazırlıktır.
Seferberlik, hukuk düzeninin kaldırılıp yerine askeri düzenin getirilmesidir. Orduların konuşlandığı bölgelere veya tüm ülkeye şamildir. Bize göre, ülkemiz on iki bölgeye ayrılmalı, her bölgenin merkez ilinde bir ordumuz konuşlandırılmalıdır. Her bölge için ayrı seferberlik ilan olunabilir.
Genel seferberlik bütün ülkeye şamildir. Kısmî seferberlik bölgeleri içerir. Seferberlik hâli belirlenen tarihler arasında geçerlidir. “Savaş hâli”, hiçbir sınırlama yapılmadan askeri birliğe teslimdir. Savaş hâli, hakların kısmen veya tamamen askıya alınmasını gerektirebilir. Savaş hâlinde cephe komutanının bütün emirleri kanun hükmündedir. Kararları mahkeme kararları gibidir. Savaş bitinceye kadar müdahale edilemeyecektir. Her konuda komutan yetkilidir, esirlere yapılacak muamelede de söz sahibidir. Savaş bittikten sonra, “savaş suçlusu” aramak yersizdir. Çünkü savaş zaten suçun meşrulaştığı yerdir. Ancak burada:
“Hiçbir sınırlamaya tâbi tutulmadan” tabiri “her türlü haksızlık ve ahlâksızlığa izin verilir” anlamında değildir. Evrensel savaş hukukuna mutlaka riayet edilecektir. Ve zaten bizim dinimizde ve Milli geleneğimizde savaşta bile her türlü barbarlık ve aşırılıkla ilgili yasaklar getirilmiştir.
Millî Savunma; varlık ve bağımsızlık sigortasıdır!
Güvenlik ve savunma hazırlığından Meclis’e karşı sorumlu olan hükümettir ve Millî Güvenlik Kurulu kararlarından yararlanarak görevini yerine getirir.
Bugünkü mevcut sistemde yasalar: Hükümeti iç güvenliği sağlamakla, Orduyu ise savunmaya hazırlanmakla yükümlü saymaktadır. Bu konularda da Meclis’e karşı sorumlu tutulmaktadır. Hükümet, Ordunun Başkomutanı olmadığından, emretme yetkisi bulunmamaktadır. Ama Genelkurmay Başkanı ona bağlıdır. Yani savaş ve savunmayı hazırlamakla yükümlü olan kurum, amir değildir. O halde onun emrinde hazırlık yapar demektir. Millî Güvenlik Kurulu da bu emri verir demektir. Ama öbür taraftan sorumluluk Hükümete aittir. Bütün bunlar çelişkidir, belirsizliktir ve giderilmesi gerekir. Savunmanın çalışmaları ve bütçeleri ayrıdır. Yasa ile düzenlenmiştir. Meclis sadece ona gelir sağlayan kaynakları belirler. Ondan sonra genel bütçede yer almaz. Planlamada asker-sivil uzlaştırılır. Bu uzlaştırmayı yapacak olan kişi ise Devlet Başkanıdır.
Savunma kararları güncelleştirilmeli, kararlılık içinde uygulanmalıdır.
Savunma ile ilgili çalışmaları askeri karargâhlar yapacaktır. Tüm hazırlık ve eğitim, ordu tarafından yapılır ve ordu komutanlarının yetkisindedir. Savaş, seferberlik ile ordular arası veya ordularla sivil yönetim arasında çıkacak ihtilaflı kararları Devlet Başkanı giderir. Bu nedenle, Genelkurmay Başkanının da doğrudan Devlet Başkanına bağlanması gerekir.
Silahlı Güç Kullanılması:
Savaş veya benzeri hallerde Hükümet Meclis’ten izin almalıdır.
Bugünkü sistemde, sözde Başkomutan Cumhurbaşkanıdır; Hükümet Meclis’ten onay alsa bile, Cumhurbaşkanı emir vermedikçe asker harekât yapamaz. Türkiye’de tezatlar ve çıkmazlar vardır. Örneğin 2006’da, Lübnan’a asker göndermeye Cumhurbaşkanı karşı olduğu halde gönderildi, bu yanlıştır. Hükümet savaşa veya benzer eyleme tek başına karar veremez, bunu Meclis’ten geçirmekle yetinemez. Son kararda Devlet Başkanının onayı şarttır. Meclis, isterse Cumhurbaşkanını görevden alabilir, ama Devlet Başkanı başta kaldıkça tüm savaş yetkisi onun emrindedir. Çünkü iktidar tecezzi (parçalanma) kabul etmez. Mustafa Kemal’in kuvvetler birliği ilkesi budur. Yoksa “okullarda herkes şu kıyafeti giyecek, bunu giyemeyecek” meselesi, kuvvetler birliği ile ilişkisi olan bir şey değildir. Bu tavırlar, devlete ve askere olan güveni zedeleyecek ve zarar verecektir.
Şu andaki mevcut yasalarda:
“Bakanlar Kurulu savaşla ilgili her türlü hazırlığı yapmak, Genelkurmayın talebi üzerine, imkânları onun emrine vermek” durumundadır. Burada belirsiz bir husus vardır. Hükümet mi Genelkurmayın emrindedir, yoksa Genelkurmay mı Hükümetin emrindedir, belli değildir. Savaş veya seferberlik kararını kim verecektir? Cumhurbaşkanı mı, yoksa Hükümet mi, belli değildir. Önce Hükümet ile Genelkurmay Başkanlığı; ikisi Devlet Başkanına bağlı olacaktır. Savaşla ilgili kararları Hükümet değil, Cumhurbaşkanı almalıdır.
Başkomutanlık makamı ve sorumlulukları:
Savaşta; yasama organı, (Meclis) Hükümet ve Cumhurbaşkanı, hiçbiri devre dışı olmayacak birlikte sorumluluk alacaklardır. Çünkü savaşın kazanılması için doğal kanunlar vardır:
a) Erken davranan savaşı kazanır. Kim tetiği erken çekerse o yaşayacak, karşı taraf yok olacaktır.
b) Birlikte hareket eden ordu galip gelip zafere ulaşacaktır. Tek kuvvet olmayan ve aynı merkezden emir almayan ordu, düşman karşısında şaşıracak ve bozguna uğrayacaktır.
c) Düşmanın bilmediği ve beklemediği bir tarzda vurmak şarttır. Yeni (stratejik ve teknolojik) silahlarla vurmak lazımdır. Bu da gizlilikle ve ekonomik güçle alâkalıdır.
d) Savunmada sabırlı olmak, uzun zaman dayanmak ve sebatlı davranmak sonucu belirleyecek en önemli unsurlardır. Maneviyatsız bir ordu çabuk dağılacaktır.
Bu da Ordunun kendi ikmalini kendisinin yapması ile alâkalıdır. Napolyon’un sözü var; “Savaş kendisini finanse etmekle kazanılır.” Savaş ortamında Hükümetler birçok konuda devre dışı kalsa da genel takip ve strateji kararını onlar almalıdır. Barışta bile askeri eğitim ve disiplin düzenine karışmamalıdır. Cumhurbaşkanı zaten Başkomutandır. Peki, Meclis’in durumu ne olacaktır? İşte savaş hâli, Meclis’in bile Cumhurbaşkanının emrine girdiği bir durum ortaya çıkarmaktadır. Aksi halde savaşın kaybedilmesi riski vardır. Uluslararası hukuk, savaşın meşruluğuna müdahale edebilir, ama savaşın şekline müdahale edemez. Savaş, vatanını ve bağımsızlığını korumak ve açık tehdit ve tehlikeleri savuşturmak için ölmek veya öldürmektir. Ötesi yoktur. Bu da vahdet-i kuvva ile olur, tek komuta ile olur.
Ordunun bir görevi de; savunma dışında, milli birlik ve dirliği sağlamak üzere anayasal düzeni korumaktır.
Ordunun bir görevi de anayasal düzeni, yani hukuk devletini koruyup, güvenliğini garantiye almaktır. Ülkenin birliği ve milletin dirliği tehlikeye düştüğü zaman anayasal düzeni korumak da ordunun sorumluluğundadır. Ancak buna Genelkurmay Başkanı veya Başbakan yerine Adil Düzen’deki Devlet Başkanı karar vermiş olmalıdır. Devlet demek; hukuku, güçlü ve yürürlüklü kılan kurum anlamındadır. Hukuk ise, tarafsız hâkim ve hakemlerden oluşan bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı kararlarının toplamıdır. Adil yargı düzeni olmayan devlet despotlaşır, ordusu da zorbalık aracıdır. Yargının yozlaştığı, iktidarın zorbalaştığı, milli birlik ve dirliğin tehlikeye atıldığı bir durumda halkın adına ordunun vazifesi müdahale edip Adil bir Düzeni yeniden kurmasıdır. Nitekim geçmişte de zaman zaman bunu yapmaya çalışmıştır. Ama aynı yetki ve mesuliyeti, şahsi ihtirasları ve ideolojik saplantıları için kullanan komutanlar da çıkmıştır. Bunu önlemek için ordu-millet barışını sağlamak şarttır.
Genelkurmay, barış zamanında da savaş hazırlığını Hükümetle birlikte yapacaktır.
Genelkurmayın bütçesi belirlenmelidir. Genelde ve tarihi süreçte bütçe harcamalarının beşte biri orduya aittir. Askerlik bedelleri orduya aittir. Gümrük gelirleri orduya aittir. Sivillerin de kullandığı bazı tesislerin korunması ve bakımı orduya verilebilir. Ordu bundan gelir temin eder. Ordu, askeri mıntıkalarda askeri personelle kendi ihtiyacı olan üretimi yapabilir. Ürün onlara aittir. Uzmanlık isteyen alanlarda profesyonel askerlik sistemi geliştirilebilmelidir. Belirli yaşa kadar her vatandaşın üç senede bir on beş günü geçmemek üzere askere çağrılıp kendi sınıfında eğitim tazelemesi yararlı olabilir. Gerektiğinde ilerideki günler mahzuf edilmek üzere fazla gün de istihdam edebilir.
Dönüşüm Anayasasında Yerel Yönetim Anlayışı
Türkiye Cumhuriyeti Devleti halkımız tarafından oluşturuldu. Yani Türkiye’mizi başka ve hazır bir kuvvet kurmamış, aksine yıkılan imparatorluğun yerine, halkımız birleşmiş, savaş vermiş ve devletini kurmuştu. Anadolu halkı bin yıldır birlikte yaşarken, imparatorluk yıkılınca halk gizli Yahudi (sabataist)lerin ve dış Siyonistlerin tertip ve tahrikiyle iki gruba ayrıldı; Müslümanlar ve Hristiyanlar. Maalesef aralarında kanlı hesaplaşmalar kışkırtıldı. Vatanımız Haçlı emperyalistlerce işgal altına alındı. Ama sonunda Müslüman halkımız Mustafa Kemal’in önderliğinde toparlanıp organize olmayı başardı ve teslime yanaşmadı. Bu savaşın kazanılması için merkezi bir güç lazımdı, böylece “Hâkimiyet-i Milliye, Kuvay-ı Milliye” kavramları ortaya çıktı. “Vahdet-i Kuvva” (Milli Güçlerin birliği ve tek merkezden yönetilmesi) ilkesi benimsendi. Sonunda merkezi hükümet oluşturuldu.
Demek ki Türkiye İstiklâl Savaşı’nı; Aziz Milletimizin ortak mayası olan İslam’ın ve fıtratın doğal kuralları içinde, yerel ve bölgesel Kuvay-ı Milliyecilerin şahlanışı ve merkezi güçlere katılmasıyla kazandı. Ama sonra varlığını sürdürmek için milli ve merkezi bir otorite oluşturdu, buna ihtiyaç vardı, bu aşamada kısmen Batı modelleri örnek alındı. Zaten medeniyetlerin birbirinden yararlanması doğaldı.
Milli Mücadelenin önemli sonuçları şunlardır:
a) Türkiye; azınlıklar dışındaki isyancı Hristiyanlardan ayıklandı, saf Müslüman halklardan oluşup kaynaştı.
b) Batılıların kışkırtması ile oluşan bölücülük akımları yenilgiye uğratıldı ve güçlü bir devlet ortaya çıktı.
c) Halkımızın tamamı Türkçe öğrenerek dil bakımından da tek ulus hâlini aldı.
d) Müslüman Anadolu halkı Türk kabul edilerek, iç göçler ve evlenmeler sonucu tek millet olarak güç ve ün kazandı.
Bununla beraber bugün bu tek gücün sıkıntıları vardır. Dış kışkırtmalar sonucu ülkemizde terör olayları azdırılmıştır. Ekonomik sıkıntılarımız ve dış borçlarımız artmıştır. Yargıda sıkıntılarımız ve medya sorunlarımız ortadadır. Yeni anayasa yapma ihtiyacındayız. Ama devletimizin esası olan Vahdet-i Kuvva ilkesini asla bırakamayız. Çünkü bunu terk edersek devletimizin dağılma tehlikesi vardır. Onun için bizim önerdiğimiz bir geçiş dönemi ilkeleri bulunmaktadır, çünkü bu geçiş süreci ilkelerinin belirlenmiş olması lazımdır.
“Vahdet-i Kuvva (Güçler Birliği)” ilkesi hangi prensipleri barındırmaktadır?
a) Vahdet-i Kuvva’nın birinci ayağı tek meclis sistemini içerir. Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne temsilcisidir. Millî hâkimiyet orada tecelli ve temerküz etmiştir. Bu durum kesinlikle sürdürülmelidir. Meclis’in üstünde bir Devlet Başkanı, Meclis’in üstünde başka bir Meclis, Meclis’in üstünde dışarıdan yargı denetimi, Meclis’in üstünde bir üniversite etkinliği söz konusu edilmemelidir. Bunun hangi sorunlara yol açtığı bellidir. Ancak Meclis de yargı denetimine girmelidir. Yoksa gerçek bir hukuk devleti olmamız mümkün değildir. Meclis’in içinde hakemler seçilmeli, yüce divan onlardan meydana gelmelidir. Bu Yüce Divan için partiler birer hakem seçmeli, başhakemi de sonradan hakemler kendi arasından seçmelidir. Yüksek Yargı Başkanları da bu Yüce Divanın doğal üyeleri kabul edilmelidir. Her konu için oluşturulan yüce divanın kararları kesindir. Bu hem yargı denetimini gerçekleştirecek, hem de Meclis’in hâkimiyetine zarar vermeyecektir.
b) Vahdet-i Kuvva’nın ikinci ayağı tek ordudur, millî silahlı kuvvetlerdir. Orduda birlik sağlanmalıdır. Bunun için Cumhurbaşkanı askerlerin de tasvibiyle seçilip ordu komutanları doğrudan ona bağlanmalıdır. Fiilen Başkomutan asker destekli Devlet Başkanı olmalıdır. Türkiye’nin on iki bölgesine on iki ordu yerleştirmek yararlıdır. Bu orduların askerleri o bölgeden olmayan halktan oluşmalıdır. Herkese kendi bölgesi dışındaki bir orduyu seçme hakkı tanınmalıdır. Böylece hem demokratik ordu oluşacak, hem de düzenli ve disiplinli silahlı kuvvetler güç kazanacaktır.
c) Vahdet-i Kuvva’nın üçüncü ayağı ise merkezi yönetimdir. Bölgelerin yönetimi merkezi olmalıdır. Orduların konuşlandığı illerin yönetiminde asker de söz sahibi yapılmalıdır. Ama taşra iller tamamen serbest siyasete bırakılmalıdır. Kendi meclisleri olmalı, kendi Başkanları seçimle kazanmalıdır. Yüzde birden az büyüklükte bir bağımsız il, devlet için tehlike teşkil etmesi imkânsızdır. Kaldı ki bölge merkezinde konuşlandırılan ordu muhtemel isyanları bastırmaya her zaman muktedir olacaktır.
d) Vahdet-i Kuvva’nın dördüncü ayağı ise Türkçe dili ve Tevhid-i Tedrisat prensibidir. Okullar Türkçe ders vermelidir, mahkemeler Türkçe görülmelidir. Ama özel okullarda, Türkçe esas olmak üzere farklı dilde özel öğrenim serbest olabilir. Ama imtihanlar devlet tarafından merkezi yapılmalı, diplomayı okullar değil, üniversiteler değil, devlet vermelidir. Soruları merkezi yönetim belirlemelidir.
Merkezin taşra üzerindeki denetimi etkin ve yetkin biçimde devam etmelidir. Her türlü tasarrufla ilgili merkezi yönetim bilgilendirilmelidir. Gerektiğinde müdahale edilebilir. Ancak bu izin şeklinde yürütülmelidir. Taşra görevlileri her türlü kamu işleri hakkında aldıkları kararları hemen uygulayabilmelidir. En sıradan icraatlarda bile merkezden izin veya ruhsat bekleme dönemi bitmelidir. Ancak yaptıkları bütün muameleyi merkeze bildirmeli, merkez bunları denetlemeli, Vahdet-i Kuvva ilkesine aykırı bir şey görürse müdahale edilmelidir. Gerekirse, muameleyi iptal edebilmeli veya yargıya gidebilmelidir. Böylece hem merkezin denetimi devam edecek, hem de merkezin denetimi neticesinde oluşan tıkanıklık giderilecektir.
Yeni Anayasada Yargı:
Hiçbir müessesede başka bir sisteme, aniden ve birden geçilemez; dolayısıyla “hâkimlik sistemi”nden hemen “hakemlik sistemi”ne geçilemez. Öyle bir anayasa yapmalıyız ki “hakemlik sistemi”ne kendiliğinden kolayca geçilebilsin. Bunun için çok basit yollar vardır. Şöyle ki: Bugünkü hâkimlik sistemi devam edecek, 30 bin ile 50 bin arasında nüfusa sahip olan ilçelerimizde belirli ihtisas dallarında birer hâkim bulunacaktır. İstenirse idari, hukuk, ceza hâkimleri ayrı ayrı atanır. Bunların görevleri şunlar olacaktır:
a) Duruşmaları bunlar yönetecek, mahkemeye Başkanlık yapacaklardır.
b) Bütün kayıtlar bunlar tarafından tutulacak; sekretaryaları bulunacaklardır.
c) Hakemlerin verdiği kararları bunlar usulden ve esastan inceleyerek kabul veya reddetme yetkisi tanınacak. Ama kendileri davaya bakmayacaklardır.
d) Verilen kararların infazı hâkimlere ait olacaktır.
e) İlçe hâkimlerinin onayladığı davalar geciktirilmeksizin uygulanacaktır. Bugünkü yüksek mahkemeler de elbette lazımdır ve kalacaktır. Kararların bozulması hâlinde tazminat söz konusu olacaktır.
Bu işlemlerin dışında dört yüksek kurul oluşturulmalıdır:
a) Savunma Yüksek Kurulu kurulmalıdır. Avukatların ve savcıların yer aldığı bu yüksek kurulda, özel ve kamu davalarına bunlar bakacaklardır. Savcılık avukatlık hâline getirilecektir. Resmi avukatlar olacak, bunlar maaşlarını devletten alacaklar. Avukatı olmayanların avukatlığını karşılıksız yapacaklar; bunu özel hukukta da yapacaklardır. Bunlar hakem de olabileceklerdir. Diğer avukatlar eskisi gibi avukatlık mesleklerine devam edeceklerdir.
b) Soruşturma Yüksek Kurulu oluşmalıdır. Soruşturma ve kovuşturma polisleri Adalet Bakanlığına bağlanacak, bunlara müdahale etme ve operasyon yürütme yetkisi tanınmayacaktır. Müdahale yetkisi özel eğitimli uzman polis teşkilatının ve jandarmanın olacaktır. Bu polisler sadece soruşturmacı olacaktır. Resmi ve özel davaların soruşturmasını bunlar yapacaklardır. Maaşlarını devletten alacaklardır. Ayrıca Özel Soruşturma Timleri oluşturulacaktır. Bunlar dışarıdan sözlü ve yazılı soruşturma yapacaklardır. Duruşmalı soruşturma ile karakol soruşturması polis tarafından yapılacaktır.
c) Bilirkişilik Yüksek Kurulu hazırlanmalıdır. Bilirkişileri hakemler atayacaktır. Birini bir hakem, diğerini diğer hakem ve baş bilirkişiyi de başhakem atayacaktır. Bu husus ceza davalarında da böyle olacaktır. Bilirkişileri hâkim atamayacaktır.
d) Hakemlik Yüksek Kurulu lazımdır. Hukuk tahsili almış, belirli alanlarda ihtisas yapıp uzmanlaşmış, devlet tarafından bu işi yapabilir diye yeterli ve yetkili sayılmış ehliyetli ve dayanışmalı Hakemler Kurulu oluşturulacaktır. Muhakeme usulü kanununda küçük değişiklikler yapılacaktır. “Sözleşmelerde aksi belirtilmemişse taraflar hakemlere gitmek zorundadırlar. Ayrıca ceza kanununda da dâhil olmak üzere bilirkişileri ehliyetliler arasından taraflar seçerler. Baş bilirkişiyi seçilen bilirkişiler tayin ederler. Hâkim onaylamazsa yüksek mahkemeye gidilebilir.”
Böylece oluşan yargı, eski sistemi bozmadan yoluna devam edecektir. Önce isteyenler hâkimlere giderler, isteyenler hakemlere giderler. Nitekim bu bugün de böyledir. Sadece taraflar belirtmemişlerse hâkimlere giderler. Değişecek yeni sistemde belirtmemişlerse hakemlere giderler. Bilirkişiler taraflarca atanmıyordu. Yeni durumda taraflar atıyor, hâkim onaylıyor. Bilirkişilere ara itiraz yapılamıyordu, şimdi yapılacaktır.
Resmi avukat ve bilirkişilerin ücretleri devletçe ödenmelidir. Bunun için bütçeden paylar ayrılmalıdır. Bilirkişiler bu payları davaların büyüklüğüne göre bölüşüp dağıtmalıdır. Kazanan ve kaybeden avukat hakemler, aynı meblağı almalıdır. Çünkü avukat ve hakem adilane karar vermek durumundadır. Sömürü sisteminden kaynaklanan ve büyük kısmı devleti hortumlamaya dayanan davaların bugünkü şekliyle devamına ama en kısa zamanda sonuçlandırılıp, devletin ve milletin hakkının geri alınmasına çalışılmalıdır. Adil Düzen’e geçildiğinde faiz, karaborsa, kumar gibi haksız ve ahlâksız davalar kendiliğinden sona erecek ve avukatlık da yeniden düzenlenip Hakemlik Sistemi ile bütünleşecektir. Çünkü hakemler aynı zamanda avukat yerindedir. Hakemlerin maaşları artık devletçe ödenmektedir. Böylece; rüşvet alma, hile yapma, adam kayırma, delilleri karartma, devleti zarara uğratma gibi haksızlık ve yanlışlıkları yapan hakemlerin ehliyetine son verilecek ve devlet hizmetinden menedilecektir.
Eski Diyanet İşleri Başkanlarından ve Cumhuriyet döneminin büyük âlimlerinden olan Ömer Nasuhi Bilmen Hoca Efendi, Kur’an ahkâmına ve İslam şeriatına göre hazırladığı meşhur “Hukuk-i İslamiye Kamusu” kitabının 1. cildindeki önsözünü şu zevata teşekkür ederek bitirmektedir:
“İstanbul Üniversitesi Rektörü muhterem Ordinaryüs Profesör Sıddık Sami Onar, böyle bir eserin tedvini (yazılması) hususunda mütevali (ısrarlı) teşviklerini ibzal (cömertçe ikram) buyurmuşlardır. İstanbul Hukuk Fakültesi muhterem Dekanı Profesör Doktor Hüseyin Nail Kubalı ve Hukuk Fakültesi Dekanı bulundukları sırada eserin tab’ı imkânını temin etmiş olan muhterem Ordinaryüs Profesör Doktor Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve Fakülte muhterem heyeti tedrisiyesi (öğretim üyeleri) de bu eserin mühmel (ihmal ve iptal edilmiş) kalmaması hususunda pek kıymetli lütuflarını diriğ etmediler (esirgemediler). O sayede eserin tab’ına başlanılmış oldu. Bu muhterem, yüksek hey’eti ilmiyeye (yüksek ve değerli ilim ekibine) samimi teşekkürlerimi arz etmeyi bir borç bilirim. Eserin bütün ciltlerinin tab’ını ikmale (tamamlayıp bitirmeye), muvaffakiyetî de atıfeti İlahiyyeden (Allah’ın ihsan ve inayetinden) beklerim.”
İşte bu zevat, Cumhuriyet tarihimizin en önemli ve etkili hukuk bilginleridir ve eserleri hâlâ temel ders kitabı olarak okutulan profesörlerdir. Ve bu yüksek bilim adamları, tamamen İslam hukukuna dayalı 8 ciltlik muhteşem bir eserin hazırlanmasına ve basılıp yayımlanmasına yardımcı olmuşlar ve bunu asla laikliğe ve Cumhuriyetin temel değerlerine aykırı görmemişler, tam aksine teşvik ve tebrik etmişlerdir.
Ve hele Rektör Sıddık Sami Onar’ın bu kitabı takdim ve takdir yazısı hayret ve hayranlık uyandırıcıdır!
O tarihte Türkiye’de üç üniversite var: İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Ankara Üniversitesi… İstanbul Üniversitesi’nin Rektörü Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar. Hatta bu zatın Yahudi olduğu iddia ediliyor. Yine o tarihte İstanbul müftüsü, dersiamdan ve icazetli ulemadan Erzurumlu Ömer Nasuhi Bilmen oluyor. İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi yayınları içinde, işte bu 1949 yılında İstanbul müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’in abidevî (anıtsal) eserinin birinci cildi bastırılıp yayımlanıyor. Kitabın ismi “Hukuk-i İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu”ydu. Birinci cilt büyük boy 506 sayfa. (İstanbul Matbaacılık TAO, 1949) Önsözünü Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar kaleme almış ve şu başlığı koymuştu:
“Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu’nun Temin Edeceği Büyük Faydalar.”
Bir buçuk sayfalık bu veciz önsözde şunları söylüyordu:
“Hak ve adaletin en büyük ve feyizli kaynaklarından olan İslam hukuku, asırlarca en medenî milletlerin ihtiyaçlarına cevap verdiği halde, bugün maalesef mukayeseli hukuk sahasında layık olduğu yeri alamamış bulunmaktadır. Roma hukuku kaidelerinin, zaman ve devlet şekilleri içinde geçirdiği istihale (özünü koruyarak gelişme kabiliyeti) ve hayatın zaruretlerine intibak bakımından, ilim âleminde büyük bir kıymet arz ettiği halde, İslam hukukunun; aynı olgunlaşma merhalelerini geçirmiş, hayat şartları birbirinden farklı ve ayrı ayrı medeniyetlere sahip olan Türk, Arap, İran, Hint gibi değişik İslam milletlerinin içtimaî bünyelerine uymuş ve ihtiyaçlarına cevap vermiş olmasına ve bugün de içinde adalet ve faziletin en esaslı hükümleri saklı bulunmasına rağmen; mukayeseli hukuk sahasında ve hukukun tekâmülünde bugün bir rolü bulunmaması, hukuk ilmi namına esefle karşılanması icap eder.
Bugün İslam hukuku esaslarının meydana konması, bunların ehemmiyet ve kıymetlerinin dünya hukuk âlemine ve ilim ehline sunulması bu ilmin inkişafı bakımından büyük bir hizmet olacaktır; çünkü İslam hukuku üzerinde, mukayeseli hukuk kaide ve usulleri dairesinde yapılacak tetkikler, bir taraftan bu hukukun ehemmiyetini meydana koyacak, bir taraftan da birçok meselelerde cemiyetin en âdil hareket kaidelerini bulmaya (mükemmel bir anayasa ve kanunlar yapmaya) yardım edecektir.
Mazide İslam hukukunun gelişmesinde ve hâdiselere tatbikinde büyük hizmetleri dokunmuş olan Türk hukukçularına bugün de bu hukukun zamanın kıymet hükümleri dâhilinde (İslam hukukunu) tetkik ve izahı vazifesi düşmektedir. Fakat bu mühim işe başlamak için seleflerimizin bir bahr-i bî-payan (sonsuz bir okyanus) diye tavsif ettikleri (tanımladıkları) fıkıh ilmini, İslam hukukunu bütün incelikleriyle ortaya koymak lazımdır.
Asırlar ve kıt’alar içinde, milletler ve medeniyetler arasında yayılmış muazzam bir hukuk manzumesini bugünkü nesillerin anlayabileceği bir şekilde ve toplu olarak ortaya koymak, her ilim ve hukuk adamının yapabileceği bir iş değildir. Değerli âlimimiz ve Müftümüz Ömer Nasuhi Bilmen, büyük bir bilgi ve ihatanın, yorulmak bilmez bir mesainin mahsulü olan bu kıymetli eserleriyle, bu çok güç işi başarmış bulunuyorlar. Bugünün ve yarının hukukçuları orijinal mukayeseli hukuk tetkiklerine (dikkatli araştırma ve karşılaştırmalarına), kanun vâzıları (kanun koyma kurumları) ise hazırlayacakları kanunlara temel olacak bilgi ve esasları bu değerli eserde bulacaklardır. Bu kitapla Türk hukuk edebiyatı kıymetli bir eser kazanmış bulunuyor. Üniversite böyle bir eseri neşriyatı arasında görmekle büyük bir haz ve memnuniyet duymaktadır. Eserin fazıl müellifini bu büyük başarısından dolayı tebrik ederken, bu eserleriyle biz hukukçulara yapmış oldukları kıymetli yardımlarından dolayı şükranlarımı sunmayı da bir borç sayıyorum.”
İstanbul Üniversitesi Rektörü
Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar
Bu önsözdeki şu cümleyi dikkatle ve defaatle okumak lazımdır:
“Bugünün ve yarının hukukçuları orijinal mukayeseli hukuk tetkiklerine (araştırmalarına), kanun vâzıları (koyucuları) ise hazırlayacakları kanunlara (ve anayasalara) esas olacak bilgileri bu değerli eserde bulacaklardır.”
Şimdi şu sorular üzerinde kafa yorulmalıdır:
1. 1949’da İstanbul Üniversitesi böyle bir İslam hukuku (Şeriat) külliyatını (tamamı 6 cilttir) nasıl yayımlamıştır? Türkiye’nin bugün de böyle bir özgüvene ihtiyacı vardır.
2. Rektör Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar yukarıdaki önsözü nasıl yazmıştır? Şimdi yeni bir anayasa hazırlanırken ilim adamlarımızın ve aydınlarımızın, bu tutarlı ve duyarlı tavrı örnek almaları lazımdır.
3. “Geleceğin kanun koyucuları hazırlayacakları kanunlara esas olacak bilgileri bu kitaptan çıkartacaklardır” cümlesi cesaretli ve samimi bir itiraftır.[1] İşte yeni anayasa hazırlıkları, bu tarihi tavsiyelere uymak ve milletimizi tabii mecrasına kaydırmak için önemli bir fırsattır.
Kesinlikle anlaşılmıştır ki, Türkiye’deki “İslam’ı hayatın her safhasından dışlamak ve İslami olan her şeye düşmanlık yapmak” şeklindeki laiklik anlayışı ve uygulaması, özellikle Atatürk’ün şaibeli ölümünden sonra ülkemizdeki köşe başlarını tutan sabataist ve Yahudi dönmelerinin ve masonik hainlerin planlı ve ısrarlı dayatmasıdır. Asıl amaçları, Lozan’ın gizli maddeleri uyarınca, Aziz milletimizi ismen ve resmen olmasa da, fikren ve fiilen İslam’dan uzaklaştırmak ve yozlaştırmaktır. Yoksa Kur’ani kuralların ve İslam hukuku esaslarının ne denli adaletli ve toplum düzeni ve disiplini için gerekli olduğunun, elbette Yahudi bilim adamları da farkındadır ve işte bu nedenledir ki İslam hukuku esas alınarak yazılan Ahmet Cevdet Paşa’nın meşhur “MECELLE”si çok uzun yıllar İsrail’in gizli anayasası yapılmıştır.
Milli Çözüm Dergisi, İlmi Araştırma Ekibinin YENİ VE ADİL ANAYASA ÖNERİLERİ olarak özetle şu hususları tekrar vurgulamamız lazımdır:
• Öncelikle ve özellikle, Milli ve demokratik bir Anayasa hazırlanırken, “AB kriterleri, ABD Yahudi Lobileri, IMF beklentileri” gibi dış merkezlerin arzuları ve dayatmaları değil, milletimizin amaçları ve ihtiyaçları esas alınmalıdır.
• Bu doğrultuda her parti; kendi Anayasa metnini hazırlayıp toplumun bilgisine sunmalı, bunların tartışılıp olgunlaştırılmasından sonra ortak bir metin üzerinde anlaşma sağlanmalıdır.
Aziz Milletimize, kendi anayasa taslağını yapıp sunamayan partiler:
• Ya birikimsiz ve beceriksizdir,
• Ya cesaretsiz ve dirayetsizdir,
• Veya art niyetli ve dış güdüm tıynetlidir.
Böylece gerçek ayarları ve amaçları da ortaya çıkacak, millet bunları tanıyacak, ona göre tavır alacaktır.
• Bu yeni ve Adil Anayasa, “Doğru”ları esas alarak ve “Yanlış”lardan sakınılarak hazırlanmalıdır.
• “Doğru”ları ve “Yanlış”ları tespit için 6 ölçü kullanılmalıdır:
1- Aklıselim, 2- Müspet ilim, 3- Tarihi tecrübe ve birikim, 4- Vicdani kanaat ve tatmin, 5- Evrensel ortak hukuk ve ahlâk kaideleri, 6- Dinlerin kutsal metinleri (Müslümanlar için Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler, Hristiyanlar ve Yahudiler için Kitab-ı Mukaddes, Çin ve Hint halkı için Budist ve Konfüçyüs metinleri). İşte bu 6 ölçünün ittifakla; güzel, gerekli ve yararlı buldukları DOĞRU… Ve yine bu 6 ölçünün ittifakla; çirkin, kötü ve zararlı buldukları ise YANLIŞ sayılmalıdır.
• Çoğunluğu Müslüman olan bir toplumun DİN’i ile DÜZEN’i uyuşmazsa, orada inanan insanlar:
1- Ya Dinin gereklerine uyacak, ama sistemle çatışacak ve birçok devlet imkânlarından mahrum kalacaktır. Örneğin; faizli kredi ile ev ve araba sahibi olamayacak, mevcut banka ve kefalet kurumu nedeniyle ticaret ve şirket kuramayacaktır.
2- Veya Düzene uyum sağlayacak, Dini duyarlılıkları ve vicdani ayarları laçkalaşıp bozulacak ve giderek yozlaşacaktır.
3- Ya da; bazen Dinine, bazen Düzenine uyacak, uydurma fetvalarla haramlara bulaşacak, her iki tarafı da idare ettiğini sanacak ve giderek huysuz ve huzursuz bir toplum halini alacaktır.
• Anayasanın ilk dört maddesi korunmalı, sadece “LAİKLİK” maddesinin, Türkçe karşılığı anayasaya yazılmalıdır. Böylece hem Din istismarcılarının hem Din karşıtlarının çeşitli ve kasıtlı suiistimalleri önlenmiş olacaktır.
Laiklik: Farklı Din ve mezhepten tüm halkımızın; ortak amaçlar, ortak yasalar ve ortak sorumluluklar altında, birlikte ve barış içerisinde bulunmaları, inançlarını yaşamaları ve manevi ihtiyaçlarını sorunsuzca karşılamaları ve Devletin farklı Din ve düşünceden herkese eşit mesafede ve adil davranması anlamındadır.
Müslümanların camiye ve cemevine, Hristiyanların kiliseye, Yahudilerin havra ve knessetlere gidip gitmemeleri, oruç ve bayram günlerini kendi inanç ve geleneklerine uygun yerine getirmeleri hususundaki serbestlik ve fırsatların sınırları genişletilmeli, genel yasalara ve milli sigortalara bağlı kalmak şartıyla topluma dinlerinin gereğini yerine getirme imkânları sağlanmalıdır.
• Tarikat ve cemaatler, bu başıboşluktan ve kapalı kutu olmaktan çıkarılmalı; devletçe kontrol altına alınmalı… Disipline edilip sorumluluk kuşanmaları sağlanmalıdır. Böylesi manevi ve ahlâki ihtiyaç kurumlarının yasaklanması, gizli ve kirli yapılanmalara… Başıboş bırakılmaları ise istismar ve suiistimal olaylarına yol açmaktadır.
• Kendisini, ailesini, namusunu ve malını savunma mecburiyeti dışında; hasımlık, mafyacılık, kabadayılık ve çıkarcılık gibi nedenlerle ve kasten adam öldürenlere, caydırıcı bir ceza olarak İDAM kararı verilebilmesi yasaya bağlanmalıdır. Öldürülen kişinin ailesi isterse bu idam ertelenip, ağır tazminat cezası da uygulanabilir olmalıdır. Şöyle ki: Kasten öldürülen bir insanın ailesine ödenecek DİYET; çeşitli cinslerden toplam bin koyun, ya da 100 deve veya 1000 (bin) dinar altın kadardır. Bunlar bugünkü 4250 gram altın karşılığıdır. ADİL DÜZEN’de; bu kadar parası ve malı bulunmayan, yakın çevresinden de destek çıkılmayan KATİL’i cezaevine koyup beslemek yerine; devlet bu parayı ona kredi olarak açıp mağdur aileye aktarır. O katili de devlete borçlandırıp; kömür ve maden ocakları, lağım ve tünel kazıları gibi ağır işlerde, örneğin; 2,5 altın maaşla, 7 tam gün 10’ar saat çalıştırır. Bu aylığın yarısını devlet kendi çocuklarının bakımına ayırır, diğer yarısını ise borcuna mahsuben kesmek suretiyle yaklaşık 20 yılda kapatır. Böylece hem ölenin yakınları perişan duruma düşmekten, hem de katilin ailesi mağdur edilmekten kurtarılır.
• FAİZ’in her türlüsü devletçe kaldırılmalı, özel bankaların faizle çalışmasına karışmamalı, ancak buralardaki mevduatlar devlet garantisinden çıkarılmalıdır.
• Ülke sathında ve yurtdışı ticaret sahasında, milli paralar yanında; “MAL TAKASI” da devreye sokulmalıdır. “Şu kadar petrole, şu kadar buğday…” “Şu kadar iş makinesine, şu kadar meyve…” “Şu kadar teknolojiye, şu kadar sebze…” “Şu kadar otomobile, şu kadar tekstil ürünleri…” gibi, SELEM SENEDİ cinsinden alışverişin başlatılması; hem ülkelerin üretim çabasını ve kalkınmasını hızlandıracak, hem dolar, euro gibi yabancı paraların esaretinden kurtaracaktır.
• VERGİ’ler, maaş gibi dar ve kısıtlı gelirden değil, sadece servetten ve üretimden alınmalı, bunların oranları da sabit ölçülere bağlanmalıdır. Örneğin: Seri üretimden 40’ta bir… Mazot, traktör ve gübre gibi masraflı ziraatten 20’de bir… Ucuz ve tabii toprak gelirlerinden 10’da bir… Devlete ait maden ocakları işletmelerinden 5’te bir gibi vergi alınmalıdır. Sırf bu prensibin uygulanması bile, yapılan bilimsel araştırma ve hesaplara göre, bütçeyi tam üç misli artıracak, üstelik vergi; işçi, memur ve dar gelirliden değil, varlıklı kimselerden ve sadece servet ve üretimden alınmış olacaktır.
• Toplum sağlığını bozan, ailevi ve ahlâki yapımızı sarsan, her sahadaki verimi ve iş güvenliğini tehlikeye sokan, tedavi ve telafileri için milyarlarca lira harcanan İÇKİ, UYUŞTURUCU, KUMAR ve ZİNA-FUHUŞ gibi yıkıcı ve yozlaştırıcı şeylerin reklâmı ve özendirici yaklaşımları yasaklanmalıdır.
SİYASİ SİSTEM yeniden ayarlanmalıdır.
• Tek kişilik saltanat rejimine, seçim ve demokratik tercih kılıfı geçirilmesi; sorunları azdırmaktan, geleceğimizi karartmaktan ve artık yönetimi tıkamaktan başka işe yaramamıştır. Bu nedenle Yarı Başkanlık sistemi uyarlanmalı, en çok oy alan partinin Başkanı, Devlet Başkanı Yardımcısı statüsüyle fiili Başbakanlığa atanmalıdır. Devlet Başkanı ise; Bakanların icraatlarında, Hükümet-Muhalefet sorunlarında, devlet kurumları arasındaki sıkıntıların aşılmasında etkin ve yetkin HAKEM rolü oynamalıdır.
• Din, mezhep, etnik köken, bölge, kesim ve zümre, ve ortak milli değerler temelinde Siyasi Parti kurulması, akla, vicdana ve hukuka aykırıdır. Örneğin: İslam Partisi, Şii Partisi, Kürt Partisi, Güneydoğu veya Trakya Partisi, İşçi-Köylü Partisi, Vatan-Bayrak-Atatürk Partisi gibi siyasi oluşumlar:
a) Hem birlik ve barış değil, ayrılık ve düşmanlık aracıdır.
b) Hem de bunlar, karşıt partilerin kurulmasına ve ülkede huzurun bozulmasına yol açacaktır.
c) Oysa partiler, tüm ülkeye ve bütün halk kesimlerine hizmet etmek üzere hayırlı zihniyet ve projelerle ortaya çıkmalıdır.
d) Vatan, Bayrak, Atatürk gibi kavramlar bütün milletin ortak değeri olduğu için, bu isimlerle kurulan partiler, halkımızın diğer kesimlerinin Vatan, Bayrak ve Atatürk karşıtı gibi algılanmasına ve elbette alınmasına sebep olacaktır.
• Siyasi Partiler, seçim öncesinde ve sürecinde, iktidar olmaları halinde; hangi sürelerde ve hangi kaynak teminiyle, hangi kalkınma yatırımlarını ve hangi hizmet aşamalarını yapacaklarını, hem seçmenlere taahhütte bulunacaklar, hem de Yüksek Seçim Kuruluna yazılı beyanda bulunacaklardır.
• Bu seçim kampanyaları ve propagandaları ile halkın teveccühünü kazanıp iktidara taşınan partilerin, bu vaatlerini, hem de söz verdikleri süre içerisinde yapıp yapmadıklarını takip ve tespit edecek hukuki ve ahlâki birimler oluşturulacaktır. Millete vaatlerini ve söz verdikleri zaman içerisinde yerine getirmeyen iktidar ve ortakları, yapılacak bir iki uyarı da dikkate alınmayınca, iktidarları sonlandırılacak, milletin 3-4 yıl boyunca bunlara mecburen katlanmasına fırsat tanınmayacaktır. Böyle olunca, gerçekten yapamayacakları vaatlerle toplum aldatılamayacak, iktidara taşınanlar da, “nasıl olsa beş yılımız garanti” havasına kapılamayacaklardır.
• Muhalefette kalan bütün partilerin Genel Başkanları, Devlet ve Hükûmet Başkanlarının doğal ve resmi danışmanları sayılacak, tüm Bakanları ve yüksek devlet kurumlarını takip ve teftiş yetkileri bulunacak, yapılan yanlışlık, haksızlık ve hırsızlıkları raporlaştırıp Devlet ve Hükûmet Başkanlarına ve halka sunma imkânına kavuşacaklardır. Böyle olunca, halkın her kesimi ve her iktidar döneminde, kendi temsilcilerinin de ülke yönetiminde etkin ve yetkin olduklarını düşünüp devletine sahip çıkıp bağlanacaktır.
Ayrıca bu uygulama ile; Ülke ve Millet yararına çok önemli bilgi ve beceriye sahip olan muhalefet partilerinin birikim ve emekleri de boşa gitmemiş olacak, Türkiye’mizde dışlama ve kutuplaştırma değil, kucaklaşma ve birlikte kalkınma dönemi başlayacaktır.
Milli Çözüm Dergisi
İlmi Araştırmalar Ekibi Adına
Ahmet AKGÜL
[1] 15.12.2008 / Milli Gazete
Anayasa Konusundaki Hassasiyet ve Milli Çözüm’e Teşekkür
Hiç kimse bu kadar önemli olan Anayasa konusunu dertlenmezken, yalnızca Milli Çözüm’ün bu konuyu önemsemesi bize şunu gösteriyor ki: Ülkemizin ve milletimizin menfaatlerini en önde tutan birileri var, o da Milli Çözüm ekibi. Başta Üstad Ahmet Akgül hocamız olmak üzere, tüm ekibine şükranlarımı sunuyorum. İyi ki varsınız! Kürşad ve 40 askeri gibi, yapılamayanları yapan, konuşulamayanları konuşan yiğitler.
Bugün bütün insanlık bir buhranın içindedir. İslam coğrafyası ırkçı emperyalistlerin elinde kan gölü haline çevrilmiştir. Ülkemizde , AKP iktidarının 22 yılda ahlaksızlık,işsizlik, hukuksuzluk, açlık, yolsuzluk , gibi daha bir çok sorunu ortaya çıkarmıştır. Ve sistem çökmüş durumdadır.
ülkemizde bölgemizde insanların bunalıma sürüklendiğini görmekteyiz. Bu bunalımdan çıkmanın yolu ancak ve ancak Millî Çözüm ün önerileri ve Milli Mutabakat hükümeti ile mümkündür. Anayasa çalışmasıda bunu göstermektedir.
Dava sahibi, dert ehli, diğer insanlara faydalı olmak için gayret eden, bütün insanlığın ıstırabını kendi acısı olarak görendir . Milli Çözüm, mücadelesinde özelde Türkiye, daha sonra İslâm âlemi ve bütün insanlığın huzur ve barışını esas almış ve“İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır” buyruğunu örnek almıştır.
1- Akl-ı selimin
2- Müspet bilimin
3- Vicdani kanaat ve tatminin
4- Tarihi birikim ve tecrübelerin
5- İlahi dinin prensiplerinin
6- Ve evrensel hukuk kaidelerinin
Bunların hepsinin ortaklaşa “doğru” bulduklarını esas alıp, “yanlış” bulduklarından sakınılarak Mükemmel bir ilmi birikimin meyvesi olarak Anayasa maddeleri hazırlanmıştır;
Siyonistlerin sömürücü aracı olan Faiz ve fuhuş düzenini yıkacak Adil, Milli ve yerli bir Anayasayı ancak MİLLİ ÇÖZÜM yapabilirdi.
MİLLİ ÇÖZÜMÜN HAZIRLADIĞI ANAYASANIN ; GÜNDEME GETİRİLMESİ, İLGİLİ VE YETKİLİ KİŞİ VE KURUMLARIN ÜZERİNE DÜŞEN SORUMLULUĞU YERİNE GETİRMESİ GEREKMEKTEDİR.
Önerilen yeni anayasa taslağı, küreselci ve emperyalist etkilerden bağımsız olarak evrensel insan haklarına, ulusal değerlere ve tarihsel bağlama uygun şekilde hazırlanması. Mevcut ulusal kimliği korurken geleceğin çağdaş normlarına uyum sağlamayı amaçlaması, oldukça başarılı bir çalışma olduğunu göstermektedir.
Aklı selim
müsbet bilimin
tarihi tecrübe ve birikiminin
vicdani kanaat ve tatminin
evrensel hukuk kaidelerinin
ve Kuranı Kerimin
Hepsinin şu maddesi uymaz diyemeyeceği bir anayasa çalışması hazırlanmış.
şükürler olsunki okurken bu sistemin ülkemize geleceği aklıma geldi ve beni rahatlatttı.
Sizlerden Allah razı olsun
BU ÇALIŞMA DA GÖSTERİYOR Kİ BAŞTA ÜLKEMİZİN SONRASINDA TÜM İNSANLIĞIN KURTULUŞUNUN TEK ÇARESİ MİLLİ ÇÖZÜMDÜR. ÜSTAD AHMET AKGÜLDÜR.
Aziz Erbakan Hocamız, “kökü çürüyen ağacın, dalındaki-yaprağındaki toz ile uğraşılmaz” buyurmuşlardı. İşte Milli Çözüm, bu kökten çürümeye köklü bir çözüm sunuyor. Beşeri ihtiyaçları, Üstad Ahmet Akgül Hocamız tarafından çok sık ifade edilen beş ana danışma noktası ile temas kurarak çözmeyi hedefleyen bu öneri ülkemiz ve bölgemiz için ciddi önem arz etmektedir.
400 YILDIR DEVAM EDEGELEN SORUNLARA, MİLLİ ÇÖZÜM!
İşbaşına gelir gelmez; “Faiz dünya gerçeğidir, faizsiz dünya olmaz. Türkiye, eyaletlere bölünmelidir.” diyen. Siyonist ve Emperyalistlerden aldıkları talimatlar ile dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş Haçlı AB yanlısı bir Başkanlık Sistemi getiren BOP Eş Başkanı;
Şimdi ise Haim Nahum Doktrininin, BOP Projesinin son aşaması için kolları sıvamıştır.
Ülkemizin dört tarafı ateş çemberine çevrilmişken; sistem tıkanmış, Partili Cumhurbaşkanı ve hükümet halkı kutuplaştırmıştır. Arz-ı Mev’ud (va’ad edilmiş topraklar) inancına sahip olan Siyonist İsrail’e gemiler dolusu yardım gönderen işbirlikçi iktidarın yalanları artık ilkokul çocuklarının anlayabilecekleri kadar ayyuka çıkmıştır!
Bu düzen ve bu iktidarla var olma mücadelemiz, Melhame-i Kübra savaşından sağ salim çıkmamız imkansızdır.
Elbette Devlet bu gerçekleri bilmektedir ve hıyanet şebekesinin planlarını boşa çıkaracaktır!
400 yıldır, Osmanlı İmparatorluğunun duraklama dönemine girmesi;
İlim, bilim, askeri güç, ekonomik güçte geri kalmadı.. Cihad ruhunun unutulması, içtihadın yerini taklide bırakılması, dönmelerin ve hainlerin hıyanetleri ile dünya Siyonizm’in esiri haline gelmiştir.
İnsanlık; zulüm, kan, gözyaşı ve adaletsizlik içerisinde kıvranmaktadır.
Sultan Abdülhamid ve Gazi Mustafa Kemal’in büyük mücadelesi ile Siyonistlerin planları geciktirilmiştir ancak Kapitalist Sistemin yerini alacak adil bir sistem ortaya koyulamamıştır.
1969 yılında Erbakan Hoca tarafından başlatılan Milli Görüş Harekatı ile ülkemiz; dört defa uçurumun kenarından alınmıştır.
2. Sevr planlanın dayatıldığı bu kritik süreçte Ülkemizin, İslam Aleminin ve bütün insanlığın tekrar adalete ihtiyacı vardır.
Erbakan Hocamızın hazırladığı Milli Çözüm’ün noksanlarını tamamladığı Adil Düzen Projeleri insanlığın tek kurtuluş reçetesidir!
Milli Çözüm ve Kahraman Ordumuz göreve hazırdır.
Allah Zaferi, Devleti, İzzeti ve Şerefi; insanlığın sorunlarını dert edinenlere, sadece kendisinden korkanlara, dinini hakim kılmaya çalışanlara, inananlara vermiştir ve “Allah’ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın.”
Zafer inananlarındır ve zafer yakındır!
Öncelikle çok muhterem Bilge ve Yiğit Şahsiyet Üstad Ahmet AKGÜL Hocaya; ülkemizi – milletimizi, şimdiye kadar hem manen hem maddeten insanlığı ezme sömürme yok etme amaçlı faizci kapitalist düzenin maddi manevi tahribatından, huzura onura saadete ferahlığa kavuşturacak ve bu kavuşmaya vesile olacak kolaylaştırmayı amaçlayan , sadece ülkemize değil yeryüzünde bulunan diğer tüm ülkelerin insanlığına da projektör tutarak aydınlatan örnek olan bu ANAYASA HAZIRLIKLARI ve GERÇEK DEĞİŞİMİN TEMEL KURALLARI içerikli gayret ve çaba için hassaten şükranlarımı minnettarlığımı arzetmeyi borç bilirim. Rabbim emeğinizi zayi etmeyeceğine yürekten inanıyorum.
Elhamdülillah… Davaya gönülden sarılmak, insanlığın saadeti için ömür tüketmek, ahireti dünyaya tercih etmek, her şart ve durumda hayrı savunmak, Hakkı söylemek – Hakka tercüman olmak, kem gözlere marazlılara batan diken olmak, haramdan ve konfordan uzağa kaçmak, Hakka Tercüman olmak uğruna nice tuzaklara düşürülmelere çalışılan, hiçbir engele ( karakol – mahkeme – iftiralara – vb..) aldırmayan, engelleri birbir YÜKSEK İMANLA FERASETLE DİRAYETLE aşan, Aziz Erbakan Hocayı istismar etmeden, ganimet olarak sadece rabbının rızasını kazanmayı dert edinen, O’nun takdirine taksimine ve tayinine yürekten SADAKAT gösteren, Kutlu hedef için (ADİL DÜZEN’İN HAKİMİYETİ VE ZALİMLERİN ÇÖKÜŞÜNÜ SAĞLAMAK YOLUNDAKİ GAYRETLER) şahsi dertlerini sıkıntılarını çilelerini gizleyen perde gerisine atan, sadece Allah’ına sığınan ve sadece O’ndan medet gözleyen, hiçbir zorluktan dolayı yılgınlığa yalpalamaya yorulmaya düşmeden ilk günkü heyecanla azimle o kutlu hedefleri için seferine devam eden, Allah’ın va’dine kudretine ve müjdelerine tam iman eden, insanlığın kurtuluşu şu 4 şeyin KAFASININ KALBİNİN KARNININ VE KİŞİLİĞİNİN-İTİBARININ doyurulmasıyla mümkün olacağı gerçeğinden hareketle, her bir maddesi o 4 şeyi hakkıyla (iyi doğru güzel faydalı adil olanla) doyurmaya yönelik hazırlanan şu 50 maddelik İNSANLIĞIN MADDİ VE MANEVİ KURTULUŞ REÇETESİ OLAN ANAYASA HAZIRLIĞI, MİLLİ ÇÖZÜM’DEN – BİLGE VE YİĞİT ŞAHSİYET İNSANLIĞIN YÜZAKI ÜSTAD AHMET AKGÜL HOCAMIZDAN BEKLENİRDİ … ÇOK TEŞEKKÜRLER MUHTEREM HOCAM… AZİZ ERBAKAN’IN TALEBESİ OLMAK ÖYLE LAFLA EDEBİYATLA OLMADIĞINI BİR KERE DAHA GÖSTERDİNİZ TESCİLLEDİNİZ… MİLLİ GÖRÜŞ’ÜN TEK TEMSİLCİSİ AZİZ ERBAKAN HOCAMIZIN EN SADIK TALEBESİ TAKİPÇİSİ – RAHMETLİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN DE BATI TAKLİTÇİLİĞİ İLE YOZLAŞTIRILAN VE YOLUNDAN SAPTIRILAN İLKELERİNİ VE ÜLKÜLERİNİ DE ASLİ AMAÇLARINA VE MİLLİ İHTİYAÇLARIMIZA UYGUN TEKRAR HEDEFİNE TAŞIYIP TAMAMLAYACAK İLMİ İNSANİ MİLLİ ESASLARA DAYALI YENİ BİR DEVRİM VE DEĞİŞİME UYGUN TARZDA ATATÜRK’ÜN İZİNDE OLAN MUHTEREM AHMET AKGÜL HOCAM İYİ Kİ VARSINIZ!…
Şimdi bu taslağı okuyup idarecilerimiz ve tüm halk kesimi ve partiler, kimden yana bir düşünelim…
İnsanın gerçek kimliği tarafgirliğidir.
Tarafını tuttuğu, her yerde savunduğu ve uğruna başkoyduğu şey, hak mıdır, batıl mıdır? Bu sorunun cevabı, ayarımızın ve değerimizin göstergesidir.
İslam ise ayarımızı düzeltme ve bizi Hakk’a yöneltme mektebidir.
İnsanoğlu genellikle güçlü gördüklerine taraf olmaya ve kalabalıkların yanında bulunmaya meyillidir.
İslam insan içindir ve hedefi insanı gerçek,
Saadete eriştirmektir.
İslam’da Emir ve yasaklar, fertlerin düzelmesi ve disiplinize edilmesi kadar, belki ondan daha ziyade, toplumun huzur ve güvenini korumaya, Hürriyet ve Adalet ortamını kurmaya yöneliktir. Maalesef günümüzde içki, kumar, faiz ve fuhuş, gibi haramların sadece fertleri ilgilendiren yasaklar olduğu zannedilir.
Devlet işlerinin ve ülke yönetiminin halkın inanç ve ihtiyacından kopuk olması, vücuttan ruhun ve aklın çıkması gibidir.
Bu yeni ve Adil Anayasa, “Doğru”ları esas alarak ve “Yanlış”lardan sakınılarak hazırlanmalıdır.
• “Doğru”ları ve “Yanlış”ları tespit için 6 ölçü kullanılmalıdır:
1- Aklıselim, 2- Müspet ilim, 3- Tarihi tecrübe ve birikim, 4- Vicdani kanaat ve tatmin, 5- Evrensel ortak hukuk ve ahlâk kaideleri, 6- Dinlerin kutsal metinleri (Müslümanlar için Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler, Hristiyanlar ve Yahudiler için Kitab-ı Mukaddes, Çin ve Hint halkı için Budist ve Konfüçyüs metinleri). İşte bu 6 ölçünün ittifakla; güzel, gerekli ve yararlı buldukları DOĞRU… Ve yine bu 6 ölçünün ittifakla; çirkin, kötü ve zararlı buldukları ise YANLIŞ sayılmalıdır.
Milli Çözüm’ün bu tarihi tesbit ve tenkitlerinin oluşturduğu ve kamuoyuna sunduğu bu çalışma; ilmidir, insanidir, islamidir, orjinaldir.
A) İlmidir; Bu çalışma tüm açıklığıyla devletin yetkili kurullarına, milletin ve özellikle ilmi camianın da görüşlerine basın yoluyla açılmıştır. Hazırlanışı itibariyle aklı selim herkesin kabul edeceği 6 temel ölçüyü 1- Aklı selim, 2- Müspet ilim, 3- Tarihi tecrübe ve birikim, 4- Vicdani kanaat ve tatmin, 5- Evrensel ortak hukuk ve ahlâk kaidelerini esas almıştır.
B)İnsanidir; çünkü sadece ulusumuzun bir kesimini değil, diğer din ve etnik grupların barış ve huzurunu da öncelemiştir.
C) İslamidir; Kur’an ve sünnete ters düşmemiştir.
D) Orjinaldir; çünkü güncel sorunlara daha önce tesbit ve tavsiye edilmemiş bilimsel bakış açısı sunmuştur.
Ülkemiz ve bütün insanlığa hayırlı olsun.
Devlet ve toplumun, adil bir yönetime sahip olduğu zamanlarda bütünleşmeyi hakiki manasıyla başarmış olur, ülkenin siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel, ahlaki teknolojik ve benzeri her alanda büyük gelişmeler yaşadığı ve ilerlemeler kaydettiği görülür. Lakin; Hakka, Adalete , hukuka ahlaka verilen değerin azalması, gereken ehemmiyetin gösterilmemesi; günümüzde olduğu gibi yozlaşmayı, kokuşmayı ve çürümeyi de beraberinde getirir. Kanunları ve kurumları, krallığını ve iktidarlarını sürdürmek için değil, toplumun her kesiminin huzur ve barışı için kullananlar, kazanacaktır. Günümüzde Milli Çözüm bu gayret içindedir. 50 maddelik Anayasa hazırlığıyla bunu isbatlamıştır.
Ülkemizin her yönüyle zor bir dönemden geçtiği böyle bir durum da , herhangi bir menfaat gözetmeden her alanda, kurtuluş yolunu ve çözüm yollarını göstermiş olan, Milli Çözüm e saygı ve hürmetlerimi sunuyorum.
Erbakan’ın Milli Görüş ve Milli Çözüm Vurguları Şeytanın dostlarını telaşlandırmıştı!
“Bakın size kesinlikle ifade ediyorum ki: TÜRKİYE’NİN KURTULUŞU; Milli Çözüm’e inanan bir Cumhurbaşkanı’nın o makama oturması, Milli Çözüm’e inanan bir Hükümet’in kurulması ve yeni bir devrin başlamasıyla mümkündür!”
İşte ispatı: Milli Çözüm’ün hazırlayıp ilgililerin bilgilerine arz edilmek üzere ilettiği “Yeni Anayasa Hazırlıkları ve Gerçek Değişimin Temel Esasları” ile ilgili çalışmalarıdır.
Milli Çözüm Dergisi daha önce, “Ey İlahiyat ve Tarikat Hocaları Adil ve Milli Bir Anayasa mı, yoksa BÂTIL VE BATILI BİR ANAYASA MI?” başlıklı bir makale yayınlamıştı.
Bu makalede;
2016 yılında Milli Çözüm Dergisi’nin “YENİ ANAYASA HAZIRLIKLARI VE GERÇEK DEĞİŞİMİN TEMEL ESASLARI” adıyla teklif hazırlayıp gerekli mercilere ulaştırdığı hatırlatılmıştı.
Hükümetin Yeni Anayasa çağrısına kayıtsız kalan İlahiyatçı, İslamcı ilim ve fikir ehli bilinen yazar ve müderris kişiler ile cemaatlere de, bu yeni anayasa için katkı sunmamalarının vebalini kendilerine hatırlatıp uyarmış ve duyarsız kalmalarının ne gibi nedenleri olabileceğini sunmuştu.
İlahiyat ve Tarikat Hocalarına Adil ve Milli Bir Anayasa hazırlamaları konusunda çağrı yapmış, ilgili ve yetkili kimselerin, “Ne yapalım, ilim ehli bize akli, ahlaki ve imani ölçülere dayalı bir Anayasa yapıp getirmediler, bizim hazırladığımızın da yanlış ve yararsız olduğunu söylemediler” demelerine fırsat verilmemesi konusunda uyarmıştı.
Eğer böyle bir Anayasa taslağı hazırlayıp iktidara ve ilgili komisyona sunamıyor ve toplum önünde savunamıyorsanız (ki hala yapamadınız);
1. Ya ilmi seviyeniz, bilgi birikiminiz, İslami sistem ve yöntem kabiliyetiniz yetersizdir. Öyle ise İslam âlimi ve Din bilgini geçinmeyiniz ve hak etmediğiniz bir etiketle toplumu yanlış etkileyip yönlendirmeyiniz.
2. Veya, Kur’ani gerçekleri ve İslami gerekleri savunacak ve bu uğurda Allah için bazı sıkıntılara katlanacak bir dini gayret ve cesaretiniz mevcut değildir.
3. Ya da makam ve menfaat hatırına, dünyalık rantınız ve rahatınız uğruna, bildiği ve iman ettiği Kur’ani hakikatleri gizleyecek kadar zavallı kimselerseniz. Böyle ise Bakara: 159. ayeti sizlere hitap ve itap etmektedir:
“Gerçekten, apaçık belgelerden (ibaret emirler olarak) indirdiklerimizi (Kur’ani hüküm ve hakikatleri) ve insanlar için Kitapta açıkça beyan ettiğimiz hidayeti (şeriat ve istikamet prensiplerini) gizlemekte olanlar (güç odaklarının vereceği zarardan korkarak veya onlardan makam ve menfaat umarak, Kur’ani gerçekleri kısmen veya tamamen örtmeye çalışanlar var ya); işte onlara, hem Allah lanet etmektedir, hem de (bütün) lanet ediciler(in bedduası onların üzerinedir).”
Evet!Olay budur…
Bugünkü şartlarda hem Milletin huzur ve emniyetine sigorta olacak hem de tüm insanlığa örnek bir Anayasal sistem olacak bir düzeni kim tesis edebilir, kim kamil bir anayasa hazırlayabilir sorusunun cevabını bu ilmi çalışma ile net olarak görüyoruz..
Böylesi ilmi, insani, İslami, hukuki, akli, vicdani ve tarihi bir çalışmayı;
Allahına samimi bir kul olan
Kur’an’a tercüman olan
Hz Muhammed (sav)e içtenlikli bir ümmet olan
Erbakan Hocamıza ve O nun Adil Düzen Programlarına sadık ve sabırlı bir talebe olan..
Cihad ve İçtihatın son temsilcisi Üstad Ahmet Akgül Hocamızdan başkası ortaya koyamazdı..
Hocam!
Cenabı Hak etki ve irade alanınızı evrensel kılsın.. Tüm insanlığa önder ve örnek olacak Adil bir Düzen İktidarında sizi bizlere Rehber
kılsın…
Tüm insanlığın hem birlik hem beraberliği için çok acil bir adil düzene ve yeni bir devrin başlaması için yeni yasalarının kurulması na ihtiyacı vardır.
Adil düzen mutlak duyuruları esas alarak yine mutlak yanlışlıklardan dan sakınılarak Hazırlanmış ilmi, İnsani, islami, orjinal yeni bir sistem olmaktadır.
1 Aklı selimin
2 Müsbet bilimin
3 Tarihi tecrübe ve birikimin
4 Vicdanı kanaat ve tatmin in
5 Evrensel hukuk ve adalet pirensiplerin in
6 ilahili dinin ve Kur’anı Kerimin
Ortaklaşa iyi yararlı buldukları doğru ve bu altı temel ölçü biriminin ittifak ile kötü zararlı çirkin bulduğu yanlıştır. İşte Adil düzen doğrulara dayanan yanlışlıkları bırakan yepyeni bir orjinal sistem model olmaktadır ve tarihte başka bir örneği bulunmamaktadır.
Üstat Ahmet Akgül.
4
Bakara 53
Ve hidayeti (Hakkı ve doğruyu) bulasınız diye, (Hz.) Musa’ya kitabı (Tevrat’ı) ve (Hakk ile Bâtıl’ı ayıran ve adalet esaslarını ortaya koyan) Furkan’ı vermiştik.
Bakara 104
Ey iman edenler! (Yöneticilerinize:) “Raina-Bizi güt (şuursuz koyun sürüsü gibi bizi yönet)” demeyin; “Ünzurna-Bizi gözet (organize ve koordine edip istişare ile idare et)” deyin ve (Hakk ve adalet ettikçe onları) dinleyin. (Unutmayın ki) Kâfirler ve nankörler için acı bir azap vardır. [Not: Müslüman topluma koyun gibi güdülmek ve despot bir idareye boyun eğmek değil, etkin bir şekilde siyasete girmek, yönetimi takip ve tenkit etmek, ama şuurlu bir sorumluluk yüklenip Hakk’ta ve hayırda itaat etmek düşmektedir.]
BU ANAYASA HAZIRLIK TEKLİFİ İLE ÜLKE DEĞİL DÜNYA YÖNETİLİR…
Hayranlık duyarak okuduğum ve sonrasında ülkemizin değil tüm dünya ülkelerinin ihtiyaç duyduğu temel insan hakları açısından bir anayasa teklifi olduğu kanaatine vardım.
Devletler Anayasalarını; doğuştan temel insan hakkı olan Can, Mal, Namus ve Aklı koruyacak ayrıca Din-İnanç özgürlüğünü sağlayacak şekilde yapmalıdırlar. Bu anayasaların hazırlanıp uygulanmasını ve yürütülmesini sağlamak ise devletin görevidir.
Bugün ülkemizde ve tüm dünya ülkelerinde; acil ihtiyaç olarak temel insan hakları olan can, mal, namus, akıl ve İnanç özgürlüğüne sağlamaya duyulan özlem had safhaya gelmiş ve bir çözüm arayışındadırlar. Hazırladığınız bu ANAYASA HAZIRLIK teklifinizde temel insan haklarını sağlamaya yönelik gerekli olan beş temel esası yazınızda çok açık ve herkesin anlayacağı şekilde izah edilmiş.
· İdamın geri getirilmesini isterken; Can emniyetinin ancak böyle sağlanacağını ve mafyacılık, kabadayılık, hasımlık gibi çıkar odaklı oluşumların bitirilmesinin en kestirme yolu olarak gösterilmiş…
· Halkı; ev ve araba sahibi olmasını için faize bulaşıp banka kredisi çekerek almaya mecbur hale getireceksiniz, sonra aldıkları ev ve arabalarını; ekonomiyi bozarak faiz-döviz değerlerinin değişmesiyle geçim sıkıntısına sokup çektikleri kredi taksitini ödeyemeyecek hale getirip icra yoluyla malına el koyarak elinden alıyorsanız kimsenin mal garantisi yok demektir. Bunun için Faizden acilen vazgeçilmesi ve ekonomiden para politikasına yapılması gerekenler yazıda belirtilmiş…
· AB’nin dayatmasıyla çıkarılan (İstanbul Sözleşmesi ve Lanzarote Anlaşması gibi aileyi tahrip eden ve zinaya özendiren) ve anayasal hale getirilen uygulamalarla namusun korunamayacağını, acilen Milli ve İnancımıza uygun anayasalarımızı yapmamız gerektiğini yazıda çok net izah edilmiş…
· Uyuşturucu ve içki gibi akıl sağlığımızı tehdit eden ve bunun sonucunda her sahadaki verimi, iş ve trafik güvenliğini tehlikeye sokan bu maddeler için daha sert tedbirler alınmasını ve özendirici reklamlarının yasaklanıp akıl sağlığın korunması gerektiği yazıda vurgulanmış…
· Laiklik maddesinin mutlaka tanımlanmasının üzerinde durularak din ve inanç özgürlüğünün sağlanması ve böylece din ve inanç istismarının önlenebileceği teklif edilmiş…
Temel insan haklarını tam anlamıyla sağlayacak bir anayasa teklifi hazırlanmış ve ayrıca bu kadarla kalınmayıp; Halkın açlık sınırından çıkarılıp huzur ve refah içinde yaşaması için ekonomik yapılanmanın, para politikasının, faiz ve vergilerin nasıl olması gerektiğini, siyasi açmazın ve partiler arası çatışmanın ülke yararına olmadığı ve bugünkü çirkin muhalefetin nasıl aşılacağını ve ülke çıkarına yönelik siyasi bir yapılanmanın çözümü sunulmuş, Ordu ve Milli Savunma için yeni bir hiyerarşik yapılanma önerisi verilmiş, adalet için gerekli olan hukuki uygulamaların ve mahkemelerin işleyiş ve çok özel bir öneri olan hakemlik sistemi önerilmiş… Ayrıca en önemlisi; anayasalarımızın AB, ABD ve masonik dış odaklarla işbirliği halindeki kuruluşlarca dayatılan maddelerle değil, halkın inanç ve geleneklere uygun Milli bir anayasayla kurtuluşa ulaşacağı net bir şekilde anlatılmış…
Bu kadar detaylı ve hiçbir eksiği olmayan bir anayasa hazırlık çalışmasının bugün yaşadığımız ve tüm dünyada (özellikle temel insan hakları noktasında) yaşanan tüm problemleri, uygulanabilirse çözecek şekilde değerlendirdim. Allah hazırlayanlardan razı olsun. Ayrıca bu çalışmanızı en yetkili ve ilgili makamlara da ulaştırma çabanızı ve gayretinizi de ayrıca takdir ediyor ve işte sorumluluk bilinci ve vatan sevgisi budur diyorum…
Allah sizi başımızdan eksik etmesin ve gayretlerinizi devamlı kılsın. Amin.
NOT: Yazınızın sonundaki yorumlara bakıyorum ve tüm yaşanan ekonomik, siyasi, ahlaki sorunların, her türlü sosyal olayların ve dünyada yaşanan zulümlerin sebeplerinin anayasalardan kaynaklandığını hem bilmiyorlar ve hem de bilmedikleri için bu anayasalarla nasıl düzelecek diyorlar… Yarabbi! Sen bu gibi düşünenlerin bilgi seviyelerini ve dikkatlerini arttırıp, onlara şuur veresin… Tüm bu olumsuz yorum ve yaklaşımlarına rağmen hiç alınganlık göstermeyip doğru bildiklerini yazmaktan çekinmeyen, kimin ne dediğine aldırmayıp şevkle, heyecanla ve cesaretle yazmaya devam eden Milli Çözüm yazarlarına da sağlık, sıhhat, afiyet, güç, kuvvet ve sabır ver… Amin.
İyiki varsın Milli çözüm. Türkiyenin yeni bir solukla yeni bir Anayasa ile ve zihinsel değişimle Adil Düzene adım adım yaklaşılmaktadır. Milli Çözüm bu büyük hedefin öncülüğünü yapmaktadır.
Sn. Dr. S.A. Bey’e
İlginiz ve önerileriniz için teşekkür ederiz.
Ancak, Filistin davasına da, Ülke sorunlarımıza da ve geleceğimizin doğru, uygun ve olgun kurgulanmasına da en çok önem veren ve öneriler getiren-gayret gösteren Milli Çözüm Dergisidir. İşte, biraz daha dikkatle incelenirse, o haklı olarak arzu ettiğiniz neticelere ulaşılması için de Anayasal düzenlemeler getirilmektedir.
Lütfen dikkat!…
Nail KIZILKAN
BÜTÜN UYUYANLARI UYANDIRMAYA (BİR ÂKİL KİŞİ) AHMET AKGÜL YETERLİDİR.
Milli Çözüm’ün Anayasa Yazısının Yankıları:
Mehmet Uçum’dan Kurtulmuş’a anayasa yanıtı:
Uçum’dan Kurtulmuş’un “TBMM, anayasa yapma iradesine de gücüne de yetkisine de sahiptir” sözlerine cevap: “Yeni anayasa sürecini Meclis’le sınırlamak kimsenin kabul edeceği bir yaklaşım olamaz. Türkiye, TBMM eliyle yeni anayasasını yaptığında Meclis, 400 veya daha fazla oyla kabul etse dahi mutlak surette referanduma sunulmalı ve halk %50’den fazla bir oyla onaylarsa yeni anayasa yürürlüğe girmelidir.”
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum, X hesabından, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un “TBMM, anayasa yapma iradesine de gücüne de yetkisine de sahiptir. Bu süreci kimsenin zehirlemesine müsaade edilmemesi lazım” sözlerine şöyle cevap verdi:
“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçildikten sonra Meclis (bütçe kanunlarının teklifi hariç) kanun yapma tekeline sahip oldu. Yeni anayasa da elbette bir kanunla yapılacaktır.
Yeni anayasayı kanun olarak yapmak münhasıran TBMM’ye aittir. Hiç kimse, hiçbir merci TBMM’nin yeni anayasa yapma yetkisini tartışamaz, bu yetkiye ortak olamaz.
Sadece Cumhurbaşkanı yeni anayasa kanununu Meclise geri gönderme ve/veya zorunlu yahut ihtiyari olarak referanduma sunma yetkileriyle sürece dahil olur.
Ancak sistemin böyle olması diğer devlet kuruluşlarının ve toplumun yeni anayasa konusunda görüş açıklamasına, sürece ilişkin düşüncelerini paylaşmasına, tartışmalara katılmasına engel değildir.
TBMM’nin sistemdeki rolü kanun tekeline sahip olmaktır, fikrin tekeline değil.
Fikir sahibi her kurum, kuruluş, sosyal kesim, sivil toplum, demokratik siyasi mecralar tabiki fikirlerini ifade edecektir, her türlü yasama sürecine katkı yapmak isteyecektir ve katkı da yapacaktır. Bu durum vatandaş inisiyatifli demokratik bir toplum olmanın asgari gereğidir.
Yeni anayasa sürecinin fikri boyutunu ve fikri çalışmalarını sadece Meclisle sınırlamak hiç kimsenin kabul edeceği, uygun göreceği bir yaklaşım olamaz.
Tam tersine kurumların, kuruluşların, kurulların, Meclis dışındaki demokratik siyasi aktörlerin, sendikaların, mesleki örgütlerin, sivil toplum temsilcilerinin, sosyal kesimlerin, bireylerin yeni anayasa konusundaki talepleri, görüşleri, değerlendirmeleri, eleştirileri TBMM’nin yeni anayasa kanun yapımına katkı sunar.
Yine Türkiye’de yeni anayasa talebinin 1987 yılına kadar giden bir tarihi var. Bu otuz yedi yıllık sürede oluşan toplumsal ve siyasal birikimin, geliştirilen hukuksal yaklaşımların ve önerilerin hepsi yeni anayasanın yapım sürecine bir çok fayda sağlar.
Tüm bunlar yeni anayasa yapım sürecinin demokratik ve toplumsal meşruiyetini çok daha güçlü kılar.
Diğer konu yeni anayasanın kanunlaştırılmasında ve yürürlüğe sokulmasında hangi kuralların geçerli olacağıdır. Yeni anayasanın yapılmasında mevcut anayasanın değişikliğe ilişkin hükümlerine göre hareket etmek TBMM’nin karar vereceği bir husustur ve böyle yapması da hukuksal meşruiyet açısından son derece isabetli olur.
Mevcut anayasada, anayasa değişiklikleri 400 ve daha fazla oyla kabul edilirse zorunlu referandum yoktur, Cumhurbaşkanı ihtiyari referanduma sunabilir.
Ancak yeni anayasa kanununun 400 ve daha fazla oyla kabul edilmesi halinde referanduma sunulmadan yürürlüğe girmesine yönelik görüş çok su götürür ve sorunludur.
Burada dikkat edilmesi gereken şudur: Mevcut anayasanın; “400 veya daha fazla oyla kabulde referanduma sunmadan anayasa değişikliğini yürürlüğe koyma imkanını” yeni anayasa için de uygulayalım demek halkın doğrudan onayı olmadan yeni anayasa yapalım demektir.
Bu bakış açısı yeni anayasa yapımında son kararı halkın vermesine ilişkin meşruiyet ilkesinin ihlalidir. Bu ilke günümüzde demokratik sistemlerde neredeyse mutlak kabul gören bir ilkedir. Yeni anayasa yapımında doğrudan demokratik meşruiyeti sağlamanın biricik yoludur.
Ayrıca bir kanun olarak yeni anayasa ile anayasaya dayanılarak çıkarılan kanun (anayasal yasa) arasında niteliksel fark vardır. Anayasa, devletin kurucu iradesinin ve milletin siyasi birliğinin hukuk sistemi olarak ifadesidir.
Anayasal yasa ise kural ve kurum düzenlemelerdir. Anayasal yasayı her zaman halkoyuna sunmak gerekmese de yeni anayasayı halkın onayına sunmak demokratik meşruiyetin yanı sıra milli egemenlik ilkesinin de bir şartı ve gereğidir.
Bu nedenlerle Türkiye, TBMM eliyle yeni anayasasını yaptığında Meclis yeni anayasa kanununu 400 veya daha fazla oyla kabul etse dahi bu kanun mutlak surette referanduma sunulmalı ve halk yüzde elliden fazla bir oyla kanunu onaylarsa yeni anayasa yürürlüğe girmelidir.
Yeni anayasa konusunda halkın asli kurucu irade olarak belirleyici rolünü oynaması ancak referandumla onay vermesiyle olur.”
https://serbestiyet.com/haberler/mehmet-ucumdan-kurtulmusa-anayasa-yaniti-400-oyla-kabul-edilse-dahi-referanduma-sunulmali-166701/
TEBRİK VE TAKDİR Türkiye’mizi huzura kavuşturacak, ekonomik, sosyal ve siyasi sorunların aşılmasını kolaylaştıracak… Hatta bölge ve dünya ülkelerine örnek olacak bu ANAYASAL KAVRAM ve KURALLARI hazırlamak da… Bunları dirayet ve cesaretle en yetkili makamlara sunmak da; derin bir ilim, geniş bir feraset gerektirmektedir. Sn. Ahmet AKGÜL, gerçekten kutlanacak ve saygı duyulacak tarihi öneriler getirmektedir. Bu ilmi, insani ve vicdani ölçülere önem vermemek, sahiplenmemek… Hatta tam aksine küçümsemek ve kötülemek, haset ve hıyanet alametidir.
Son sözüm; Milli Çözüm, Türkiye için tarihi bir şans yerindedir.
E. Öğretim Üyesi Kâzım CANDAN
Milli Çözüm İlmi Araştırma Ekibinin Milli ve tarihi sorumluluk bilinciyle hazırlayıp ilgililerin bilgilerine arz edilmek üzere ilettiği “Yeni Anayasa Tasarılarının Temel Esasları” ve “Gerçek Değişimin Temel Kuralları” ile ilgili hazırlıkları tarihi bir çağrıdır!
Hazırlanacak Yeni Anayasa;
Temel insan haklarına, evrensel hukuk kurallarına ve çağdaş yaşam standartlarına uygun olmalıdır…
Her türlü peşin önyargılardan ve ideolojik saplantılardan uzak, ilmi ve insani değerlere uygun olmalıdır…
Farklı din ve düşünceden her kesimin özgürlük ve beklentilerini karşılamalı, herkesin özgüvenini ve onurlu yaşam garantisini sağlamalı, bunlarla birlikte milletimizin kahir ekseriyetini oluşturan insanlarımızın inancına, ihtiyacına ve ortak amacına uygun olmalıdır…
Mutlaka “Milli” olmalıdır, yani toplumun ananevi ve ailevi mirasına, dini ve ahlaki yapısına, tarihi ve tabii dokusuna ve Lider Ülke olma arzusuna olumlu yanıt vermeli, yani doğal ve sosyal kanunlara münasip düşecek bir içerikte tasarlanmalıdır…
Hassas dengeleri ve Cumhuriyet değerlerini gözetip kollayacak bir duyarlılık ve tutarlılık taşımalıdır…
Metninde çok farklı ve aykırı biçimlerde yorumlanmaya müsait olabilecek, güç ve iktidar çevrelerince kendilerine göre yozlaştırılmaya münasip bulunabilecek kapalı ve karmaşık ifadelerden uzak durulmalı; açık ve anlaşılır bir dil kullanılmalıdır…
“Küreselleşme, dünya ile bütünleşme, demokratik ve laik çıtaları yükseltme” gibi jelatinli kılıfların arkasına sığınarak ülkemizi; Emperyalist ve Siyonist Gizli Dünya Devleti’nin güdümüne sokacak, Milli hâkimiyet ve hürriyet düşüncesinden koparacak ve Haçlı AB’nin himayesine taşıyacak “tuzak kavramlar” kullanılmamalıdır…
Ülkemiz ve Milletimiz üzerindeki sinsi emelleri öteden beri bilinen Haçlı zihniyetiyle şekillenen; “AB’ye uyum sürecine” ve Siyonist sömürü sermayesinin dünyayı ele geçirme projesi olan; “küreselleşme serüvenine” kolaylık sağlanmamalı ve meşruiyet kazandırılmamalıdır…
Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası tapusu konumundaki Lozan Anlaşması’nın kazanımlarının geri alınacağı, ertelenmiş Sevr’in dayatmalarının hortlatılacağı ve Lozan’ın gizli maddelerine resmiyet kazandırılacağı terim ve tavizler bulunmamalıdır…
Aziz Milletimize, kendi anayasa taslağını yapıp sunamayan partiler:
• Ya birikimsiz ve beceriksizdir…
• Ya cesaretsiz ve dirayetsizdir…
• Veya art niyetli ve dış güdüm tıynetlidir…
Milli bünyemize uyum sağlayamayan, ülkemizi Emperyalist ve Siyonist Gizli Dünya Devleti’nin güdümüne sokmak, milletimizi Milli hâkimiyet ve hürriyet düşüncesinden koparmak niyetiyle yapılacak anayasalar, “ana-tasa”, yani huzursuzluk kaynağı olacaktır…
Emperyalist ve Siyonist projelere taşeronluk yapanların gerçek ayarları ve amaçları da ortaya çıkacak, millet bunları tanıyacak, ona göre tavır alacaktır.
Öncelikle emeğinize sağlık. Çok güzel ve hayırlı bir çalışma. Fakat şu anda çok acil ihtiyaç olduğu kanaatinde değilim. Başta Filistin olmak üzere tüm dünya zulmün pençesinde kıvranırken, insanlar ciddi sağlık, açlık ve yokluk sıkıntısı çekerken, ahlak ve manevi çöküntü yaygınken öncelikli olarak zihinsel bir dönüşüme ihtiyaç varken, sırf mevcut iktidarın kendisini kurtarmak için çırpındığı bir Anayasa değişikliğine ihtiyaç yok diye düşünüyorum. Şu 50 maddeyi bu zihniyet uygulasa herşey yine düzelmeyecek. Çünkü kökü çürük sistem değişmeden hiçbirşey olmaz.
Adil Düzen, kökü çürümüş ve insanlığa hiç bir faydası olmayan aksine zulüm getiren sisteme karşı tek küresel sistemdir..
7 Ekimden buyana Milli Çözüm olarak;
Hamas coğrafyadaki fiili değişimin fitilini yaktı, ve inşallah Fikri zihni değişim ise Türkiyeden başlayacaktır“diyoruz…
Ve yarım asrı aşkındır bu bölge ile ilgili söylediklerimiz nettir;
“İslam aleminin tam ortasında bir çıbanbaşı gibi duran bu ” Siyonist ur”un, biranevvel deşilip atılması ve şuurlu bir Filistin devletinin kurulmasıdır.. Bunun gerçekleşmesi için ise Milli Çözüm olarak ;
♦️İslam ortak PAKTI
♦️İslam ortak PAZARI
♦️İslam ortak PARASI
♦️İslam ortak PROĞRAMI
♦️İslam ortak PASAPORTU ve Yeni bir Dünya diyoruz.
Hazırlanan Anayasa örneği ise şüphesiz, Adil Düzene geçiş süreci anayasası özelliğini barındırmaktadır.Ve bu konuda kafa yoran İlim ve liyakat ehlinden de ,ciddi çalışmalar ve katkılar bekliyoruz..
Sadece eleştiri değil, teklif ve katkılar, çalışmamıza bereket ve zenginlik katacaktır.
Sarhoştan “acil hastaya” müdahale etmesini beklemek nasıl ki hastaya yapılacak en büyük kötülükse; BOP eş başkanından, İsrail zalimini durduracak hamleyi beklemek, zalime zulmü için süre tanımaktan öte bir şey değildir!
Irak, Mısır, Libya, Suriye… zulmüne alet olanlardan ve bunlara oy verip destek çıkanlardan, Filistin için acil müdahaleyi geçin, 1000’lerce gemiyi İsrail’e göndermesinler ve zulme ortaklıklarına mazeret üretmesinler yeter.
Robert Kohl’un doktora tezi bir cümledir: “Tüberküloz (verem) hastalığının sebebi kohl basilidir.
O vakte kadar bu mikroplar bilinmiyordu, Bir tek cümledir; ama yepyeni ufukların açılmasına vesile olmuştur.
İşte Robert Kohl’un tezi gibi bütün bu zulümler niçin devam ediyor, niçin artıyor, niçin azalmıyor; bunun asıl hakiki noktasını ve çözüm yolunu Milli Çözüm İlmi Araştırma Ekibi arz etmiş bulunuyor.
Bu sebepten dolayı bugün Milli Çözüm İlmi Araştırma Ekibi, hastalığı (Siyonizm’i ve işbirlikçi düzenini) teşhis ederken bir sistemle “ADİL DÜZEN”le tüm sorunların temelinden çözüyor.
Böyle tarihi, ilmi, orijinal bir çözümün sunulmuş olmasından dolayı öncelikli olarak Üstad Ahmet Akgül Hocamıza ve tüm emeği geçenlere tebrik taktirlerimizi arz edip akabinde sorumluluklarımızı kuşanmamız en önemli vazifemiz olmalı. Şayet bunları yapmanın zaman alınacağı düşünülüyorsa o zaman hemen hiç vakit kaybetmeden kollarımızı sıvamamız insanlığımızın gereğidir.
🇹🇷👏👏
Milli çözüm hakkı hakim kılmak haksızlığa karşı durmak için, milli ve manevi sorumlulukların farkına varıp insanların refahı ve huzurunu düşünüp insanlığın huzura kavuşturacak tır.