YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
66488337be778
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 9 7
Bugün : 10208
Dün : 19709
Bu ay : 372107
Geçen ay : 737322
Toplam : 23888393
IP'niz : 18.116.28.246

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

LAİKLİK VE ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISI

        

Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD), Atatürk’e düşman üretme çabasında mıydı?

ADD, Cumhurbaşkanının ve bazı Bakanların, 24 Haziran 2022’de vefat eden Mahmut Efendi’nin cenaze töreninde hazır bulunmalarını, ve katılımcıların bazısının kılık kıyafet devrimine aykırı davranmalarını “LAİKLİK ilkesinin çiğnenmesi” olarak değerlendirip yargıya başvuracaklarını açıklamışlardı. ADD yetkilileri, bu tür densiz ve dengesiz davranışların, Atatürk’e yönelik nefret ve husumeti azdıracağını ve üstelik Erdoğan iktidarına oy kazandıracağını bilmiyor olamazlardı. Tarihi devrim ve değişim döneminde ve geçiş sürecinde alınan birtakım katı tedbirlerin, şartlar ve ihtiyaçlar ölçüsünde zamanla yumuşatılıp kaldırılması gerektiğini bile hesaba katamayan… Aziz milletimizle ve onun değer ve dinamikleriyle savaşmanın hep hezimetle sonuçlanacağını bile hâlâ kavrayamayan… Zamanla yozlaştırılan ve istismar aracı yapılan, böylece meskenet yuvasına çevrilmiş olan tarikatlar gibi kurumların, İslami esaslara ve insani hususlara uygun yeniden yapılandırılması ve DİN-DEVLET-MİLLET barışının sağlanması için zemin hazırlamak yerine, sürekli müzmin İslam düşmanlığı tavrını tekrarlayan ADD gibi, toplumdan kopuk ve halkımızın inançlarına soğuk yapıların, önce LAİKLİK’in ne olduğunu bilmesi lazımdı.

Laiklik ilkesini ve hele bugünkü tatbikat ilkelliğini Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına koyan Atatürk değil; Mason Localarını kapattığı için Mustafa Kemal’den intikam almak üzere fırsat kollayan sabataist şebekenin güdümündeki İsmet Paşa olduğu gerçeği, kasıtlı olarak Milletten gizlenmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Atatürk, Laikliğin Din ve Millet aleyhine kullanılmasından endişe etmektedir. Atatürk’ün 3 ciltlik “Nutuk” kitabını baştan sona okuyunuz; tek bir yerde “Laiklik” kelimesine rastlayamazsınız. Özel mektuplarını, söylevlerini, değişik konulardaki görüşlerini derleyen bütün yayınları karıştırınız; Atatürk’ün laiklikle ilgili hiçbir beyanını bulamazsınız. Bulamazsınız çünkü yoktur… “Laikliği”; Recep Peker’le anlaşarak 1936 yılında CHP programına sokan, Atatürk’ün sirozun pençesine düştüğü 1937’lerin sonunda ve masonik mahfillerin etkisinde kalarak Anayasaya yazdıran İsmet İnönü’dür. Kendi can derdine düştüğü o dönemlerde Atatürk, bu tür oldubittilerle uğraşacak veya karşı koyacak durumda değildir. Her hususta Batı’yı örnek alan taklitçilerin, Laiklik konusunda bize özel garip ve acayip bir uygulamayı tercih etmeleri, bunların gerçek ayarını göstermesi bakımından anlamlı ve önemlidir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün;

Durumumuzu düzeltmek için, mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işlerimizi onların arzusu istikametinde yapmak ve her hususta onların peşine takılmak gerektiği gibi yanlış ve hayırsız fikirler ileri sürülmektedir. Halbuki, böyle sadece yabancıların öğütleri ve projeleri ile yükselebilmek mümkün değildir. Mali (ekonomik) bağımsızlık olmadan, siyasi ve milli bağımsızlık göstermeliktir.” (1922)

“Biz, gidişatımızı ve toplum hayatımızı yabancıların tavsiye ve takdirlerine uydurmak gerektiği görüşünü bir zillet ve zafiyet kabul ediyoruz… Avrupa’nın en ileri devletleri, Osmanlı Türklerinin gerilemesi ve çökmesi sayesinde ortaya çıkmış ve güç kazanmışlardır. Batılılar bugün de; kendi kârlarını Türkiye’nin zararında ve hatta yıkılmasında aramaktadır. Ve Türkiye’yi yıkma konusunda, kendi aralarındaki çekişmeleri bırakıp, ittifak kurmuşlardır. Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi bazı bahanelerle müesseselerimize, mekteplerimize, ticaret ve sanayimize sızmışlardır.

Unutmayınız ki, himaye altına giren bir ülke gerçek hâkimiyetini kaybetmiş sayılır. Bağımsızlık ve egemenlik bir bütündür. Siyasi, iktisadi ve içtimai her yönden bağımsız olmayan bir devletin geleceği karanlıktır.”[1] şeklindeki kesin ve keskin uyarılarını göz ardı eden sahte Atatürkçülerin, AB’ye ve ABD’ye teslimiyet yolundaki gayretleri de, tam bir karakter hamlığı ve kabiliyet noksanlığıdır.

Laiklik tanımlanmalı ve herkesin anlayacağı bir Türkçe ile yazılmalıdır.

Anayasamızın 24. maddesi laikliğin temel esaslarını ortaya koymaktadır. Ama “muğlâk-kapalı”dır ve istismara müsait durumdadır. Oysa Anayasa hükümlerini, okuyan herkesin aynı şeyleri anlayacağı biçimde açık, net ve kesin bir dille ve Türkçe yazılması esastır. Bu nedenle “Laiklik”in 24. maddedeki temel esaslara uygun olarak yeniden ve Türkçe yazılması, farklı kesim ve görüşlerden uzmanların ortak bir konsensüsle ortaya koyacağı bir tanımın hazırlanması, artık zorunlu bir ihtiyaçtır.

a- 24. Madde; kamunun değil, devletin,

b- Düzenin değil, temel düzenin,

c- Dini fikriyatı değil, dini hissiyatı,

d- “İstismar edemez ve kötüye kullanamaz” denilmiştir. Burada; “veya” yerine “ve” kullanılarak, “istismarın, açıkça kötüye kullanmak” olduğu belirtilmiştir. Oysa bugün Laiklik tamamen farklı yorumlanmaktadır. Ve her türlü istismar ve suistimale açık bulunmaktadır. Hem din istismarcıları, hem devrim simsarları, bu kapalı laiklik maddesini, kendilerine uydurmaya ve baskı unsuru olarak uygulamaya çalışmaktadır.

“Laiklik”in doğum yeri kabul edilen Fransa’da, başörtüsü sorunuyla ilgili tartışmalar üzerine; “Laikliği araştırma” komisyonu kurulduğunu TV haberlerinde dinlemişsinizdir. Yani Fransa bile, Laikliğin ne olduğu konusunda hâlâ net bir tanım yapabilmiş değildir. Zaten dünyanın hiçbir ülkesinde laiklik kavramının kesin ve açık bir tarifi yapılamadığı gibi; adil bir tatbiki de gösterilememiştir. Erbakan Hoca’nın: “Gelin anayasamıza, laikliğin tanımını ve Türkçe karşılığını yazalım” teklifi hep duymazlıktan gelinmiştir. Çünkü kötü niyetli ve bozuk tıynetli bir kesim, İslam düşmanlığı yapabilmek için, Laikliğin hep böyle muğlak kalmasını istemiştir.

Laiklik: Din hizmetleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise, yerindedir.

Laiklik: Farklı din ve mezhep mensuplarına, devletin ve adaletin aynı mesafede kalması ise, güzeldir.

Laiklik: Değişik din ve düşünceye sahip kesimlerin, birlikte hoşgörü ve barış içerisinde yaşama şartlarının hazırlanması ise, tabi ki gereklidir.

Laiklik: Devletin ve düzenin, belli bir inancın veya din adamları sınıfının güdümüne bırakılmaması ise, elbette isabetlidir.

Laiklik: Herhangi bir dine veya dinsizliğe mensup olmanın, devlet ve hukuk önünde; ne özel bir imtiyaz ve hürmet, ne de kasıtlı bir mağduriyet ve mahrumiyet nedeni sayılmaması ise, herhalde sahiplenmelidir.

Ancak; Laiklik: Bir ülkenin anayasaları yapılırken ve diğer gerekli kanun ve kurumları hazırlanırken, toplumu oluşturan unsurların ve hele kahir çoğunluğun “dinini, manevi değerlerini, gelenek ve göreneklerini, örf ve âdetlerini hiç hesaba katmama, esas almama” şeklinde ifade edilmek isteniyorsa, bu hem imkânsızdır, hem haksızlıktır, hem de yararsızdır! Üstelik doğal ve sosyal kanunlara da aykırıdır. Ve zaten laikliğin böyle anlaşılıp uygulandığı tek bir ülke dahi yoktur. Çünkü halkın kimliğini, kültürünü ve hayat tarzını şekillendiren en önemli etken olan “Dini” dışlayarak hazırlanmış ve halka onaylatılmış-despotik düzenler dışında, tek bir demokratik örnek bulunamayacaktır. Ve bu açıdan bakıldığında, hâlihazır anayasamızdaki diyanet teşkilatı kurumu, kanunları ve uygulaması da, laikliğe aykırıdır… Ve “devletin temel nizamını kısmen de olsa dini temellere dayandırma” suçlamasının muhatabı konumundadır!?

Halbuki hukuk, halk içindir. Halkın inancını ve manevi ihtiyacını hesaba katmayan ve özellikle “İslam” kokusu aldığı her şeye düşman tavrı takınan bir anlayış ve yaklaşım laiklik değil, ladinliktir (Dinsizliktir) ve laubaliliktir. Çünkü böyle yanlış ve tutarsız bir uyarlama ve uygulama:

• Önce, Devlet-Millet barışını bozacak,

• Din-Devlet zıtlaşmasını ve çatışmasını doğuracak,

• Ülkede huzur ve güven ortamını sarsacak,

• Ekonomiden eğitime, yatırımdan üretime, sanattan kültüre, her yönlü kalkınmayı ve hayırda yarışmayı ortadan kaldıracak,

• Ve nihayet o ülkeyi, dış güçlerin yarı sömürge sahası; hükümetleri ise, uzaktan kumandalı kuklası durumuna sokacaktır.

Bunun en acı ve çarpıcı örneği ise maalesef, Türkiye’dir. Nisan 2004’teki ‘Milli Egemenlik ve Siyaset Sempozyumu’ sırasında Sn. Recep T. Erdoğan’ın, “Batı’da bir söz vardır: Parayı veren akıbetine hâkim olur” ifadeleri; Türkiye’nin, Yahudi bankerlerin IMF garantisiyle verdiği borç paralarla nasıl esir alındığının, bir nevi dolaylı itirafı gibidir. (IMF bir banka değil, Amerikan devleti adına faizli kredileri tahsil etmede kefalet garantisi veren kurumdur.)

Laiklik bahanesiyle başörtüsüne, İmam-Hatip Lisesi’ne sataşanların… Ve gelişmeleri Kur’ani bakış açısıyla değerlendiren ve doğruyu söyleyenlere savaş açanların, özellikle Batı’ya yaranmak isteyen Erdoğan gibi yönetimler döneminde mantar gibi ve izinsiz olarak çoğalan kiliselere ve masum bir din tebliği yerine, Türkiye’yi sömürgeleştirmeyi amaçlayan misyonerlik faaliyetlerine niye ses çıkarmadıkları üzerinde dikkatle düşünülmelidir. Zaten güdümlü hükümetler bu gibi sorunları çözmenin değil, istismar etmenin peşindedir. Ve yine dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, Denktaş’ın “Annan Planıyla bağımsızlığımız elden gidiyor” sözlerine karşı: “Hangi egemenlikten bahsediyorsun… Bir kasa portakal satamıyorsun… Ülkende futbol maçları yapamıyorsun!” şeklindeki sömürge valisi tipi talihsiz tepkisi de bu tür hükümetlerin ve faizci-teslimiyetçi ve AB’ci zihniyetlerin, İslamcılık dejenereleri ve demokrasi demagojileriyle ülkemizi ve geleceğimizi hangi karanlık neticelere sürüklemek istediklerinin bir göstergesidir. Öyle ise; acilen ve kesinlikle:

• Evrensel hukuk kurallarına,

• Temel ve genel insan haklarına,

• Toplumumuzun tabii yapısına ve tarihi mirasına,

• Halkımızın inanç ve ahlâk esaslarına uygun olarak, “Laiklik”in tanımı, ilgili ve ilmi otoritelerce mutlaka yapılmalı ve bu Türkçe tarifi Anayasamıza yazılmalıdır. Ki, her önüne gelen, laikliği keyfince yorumlayıp yozlaştırmasın ve hele bu laiklik, İslam düşmanlığı şeklinde uygulanmasın… Savcılarımız ve hâkimlerimiz de, hangi temel yasalara ve hangi genel esaslara dayanarak karar vereceği konusunda sıkıntı ve şaşkınlık yaşamasın…

Bu arada şunu da hatırlatalım ki, Atatürk Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile o dönemde Türkiye’de yaygınlaşan ve kendi dilleriyle eğitim yapıp Hristiyan kültürünü aşılayan yabancı okulların tahribatından gençliğimizi kurtarmayı ve Milli Eğitim programıyla neslimizi koruma altına almayı amaçlamıştır. Ama ondan sonra gelenler, Atatürk’ün çıkardığı bu yasayı, tam aksine Milli ve manevi eğitim veren İmam-Hatiplere karşı kullanmaya başlamıştır. Aslında Adil bir Düzen’de ve asil bir yönetimde, bütün okullarda, kendi seviye ve statüsünde milli ve manevi değerler en ilmi ve etkili metotlarla öğretileceğinden, bugünkü sıkıntıların çoğu kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Çünkü Adil Düzen bilinen mezhep ve meşrep taassubuyla değil, genel İslami prensipler ve temel insani gereksinimler doğrultusunda hazırlanmıştır. Sünnilerin de Şiilerin de, dindar kesimlerin de kalenderlerin de ortak ihtiyacıdır.

Yarım Atatürkçülük rejimden, yarım Laiklik dinden edeceği unutulmamalıdır!

Dinden ve diyanetten bahsetmek, tabu değildir. Bilindiği gibi Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana, din hizmetleri, devlete verilmiştir. Bu maksatla Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruluvermiştir. Böyle olduğu için dini hizmetlerin yeterli olup olmadığını, yeterli değilse yeterli hale getirilmesi konusunu tartışmak, eleştirmek, denetlemek bütün vatandaşlar için bir haktır ve bir vazifedir.

Bu ve buna benzer konular halkımız arasında, Sivil Toplum Kuruluşlarında, TBMM’de, hükümette ve Milli Güvenlik Kurulu’nda tartışılabilir ve tartışılması gerekir. Ama, ne gariptir ki şu yaşadığımız dönemde, bu konuları konuşmak giderek ürkülecek, korkulacak, yanından değil uzağından geçilecek bir hale getirilmiştir.

Gerçek Atatürkçülük, gerçek laiklik bu değildir. Atatürk’ün din ve diyanete ne derece önem verdiğine dair görüş ve sözlerinden birkaç çarpıcı örnek verelim:

–”Milletimiz din ve dil gibi iki kuvvetli fazilete mâliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.”

–”Hepimiz müsâviyiz ve dinimizin ahkâmını mütesaviyen öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.

–”Camilerin kutsal minberleri halkın rûhani, ahlâki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır.”

Atatürk’ün dine bakış açısı böyle olduğu halde, mesela, Açıköğretim Fakültesi İlâhiyat bölümünü bitirenlerin diplomalarının arkasına, “Sadece Diyanet İşleri Teşkilâtı’nda, din hizmetlerinde çalışanlar için geçerlidir. Başka amaçlarla kullanılamaz ibaresi” yazılmasına ne cevap verilecektir?

Görülüyor ki, maalesef günümüzde kutsal din hizmetlerine bugünkü yarım laiklerin yaklaşımları, Atatürk’ün yaklaşımı gibi olmayıp bu görevlerin onuruyla, şerefiyle mütenasip değildir. Bu davranış ve muamele, ne insan hakları prensipleriyle ne de Anayasa’nın kanun karşısında kişi eşitliği hükmüyle bağdaşabilir. Ayrıca Atatürk’ün başörtüsü konusundaki görüşleri de bu yarım laiklik anlayışıyla bağdaşmaz. Eğer devrim kanunlarının icaplarına uygun düşseydi, Atatürk başörtüsü konusunda da bir kanun çıkarır, bir yasak koyardı. Ama ne o kanunlarda ve hatta ne de TBMM’nin içtüzüğünde, başörtüsünü yasaklayan bir hüküm getirilmiş değildir. Getirilmiş olsaydı, topyekûn milletin analarına ve bacılarına karşı saygısızlık edilmiş olurdu. Atatürk bu saygıyı göstermiştir. Zira bu millet İstiklâl Harbi’nde erkeğiyle ve başörtülü kadınlarıyla cansiperane cephelerde ve cephe gerilerinde tabii kıyafetleriyle vuruşmuş ve birlikte kan dökmüş ve can vermiştir.

Ne demiştik, yarım laiklik dinden, yarım Atatürkçülük rejimden eder. Rejimimizin temeli de “Kayıtsız Şartsız Egemenliğin Milletimize” ait olması şartına bağlıdır. Atatürk’ün egemenlik anlayışı egemenliğin, başka devletlerle kısmen de olsa, paylaşılmasına asla müsaade etmez. Yani egemenlik kesinlikle bölünemez! Yarım laikler ve yarım Atatürkçüler bu prensibin de dışına çıkarak şehitlerin hakkı olan, şehit kanlarıyla kurtarılmış bulunan egemenliğimizin AB’ye devri için hazırlıklara başlamış bulunuyorlar. Üstelik Atatürk’e iftira ederek, eğer Atatürk sağ olsaydı, o dahi AB’ye egemenliğimizi devretmeye razı olurdu diye tevil yollarına kaçıyorlar. Bu konuda da onun demeçlerinden birkaç çarpıcı örnek verelim:

“Bu devletin istinad ettiği esaslar, istiklali tam ve bilakaydu-şart hakimiyet-i milliyeden ibarettir. “Millet o hâkimiyetten zerresini feda etmeyecektir.”

“Türkiye devletinin bağımsızlığı kutsaldır. O sonsuza kadar koruma ve güvenlik altında olmalıdır.”

“Milli egemenlik ve onun güvenliğinin kefili olan, bugünkü şekil ve nitelik içindeki yönetimimiz, yalnız gelecek mutluluğumuzu değil, onurumuzu, namusumuzu ve bütün manevi unsurlarımızı sağlayacaktır.”

Bütün bunları niçin yazıyoruz? Çünkü şu kritik dönemde toplumsal barışı sağlamak bizim için en hayati bir görev haline gelmiştir de onun için. Eğer bir konsensüs sağlanarak ilk etapta devlet-millet kaynaşması sağlanırsa, önce din eğitimi tabu olmaktan çıkarılacak ve halkımızın -bilhassa gençliğimizin- ihtiyacını karşılayacak seviyede dini ve ahlâki eğitimi sağlanacak, tıpkı bataklıkların kurutulup sivrisineklerin kökünün kurutulduğu gibi bütün hırsızlıklar, kapkaçlar, yolsuzluklar, hortumculuklar ortadan kalkacak. Bir taşla sayısız kuş vurulacak, ayrıca bu konsensüsle istismar edilen başörtüsü meselesi çözülecek, toplumsal bir barış ortamı doğacaktır. Tam bağımsızlık ilkesine döneceğimiz için hiçbir maddi ve manevi faydası bulunmayan AB’ye üye olmaktan vazgeçeceğiz, ülkemizin kendi gücüyle kalkınması için hamle üstüne hamle yaparak, Japonya benzeri dev bir ekonomik güce erişeceğiz, önümüzde yeni yeni ufuklar açılacaktır. Ayrıca dinimizin, milli ve manevi değerlerimizin birleştirici, barıştırıcı, kaynaştırıcı sıcak potasında bütünleşeceğimiz için bize ayrıca dışarıdan empoze edilen etnik ayrımcılık ve mezhepçilik gibi zehirli nifak tohumlarının milli mücadele yıllarında olduğu gibi yeşermesine imkân kalmayacaktır.

İslam bizim kimliğimiz konumundadır!

O günlerde “kimlik” konusunun gündeme getirilmesi ve bu konuda bir damla suda fırtına kopartılması üzerinde durulması gereken ibret verici ve hatta dehşete düşürücü bir olaydır. Bu tartışmalar, milli ve manevi değerleri zaafa uğratılan ve kendi ölçüleri aşındırılmış bir milletin duçar olabileceği bir hali sergilemekte ve bir felaketi haber vermekteydi. Biz dünya tarihine yön vermiş bir milletin torunları değil miyiz? Dünyanın merkezi konumunda olan bu coğrafyada dünyanın en büyük adil devletini kurmadık mı? Hem daha Amerika keşfedilmeden önce, Avrupa daha Orta Çın karanlığında yaşarken biz farklı dilleri konuşan, farklı inançlara mensup olan ve değişik kültürel değerleri bulunan toplumların birlikte ve barış içinde bir arada yaşamalarına ortam hazırlamadık mı? Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde her toplum kendi dinini yaşar, kendi dilini konuşur, kendi kültürel değerlerine sahip çıkardı. Her toplumun kendi inancına göre yaşama hakkı Devletin koruması altındaydı. Bu coğrafyada Osmanlı Devletinin Sırplara sağladığı din ve inanç özgürlüğünü, hâlâ vatandaşlarına sağlayamayan birçok ülkeye rastlanmaktadır. Münferit hadiseler hariç; siz, Osmanlıların Sırpların inancına, giyim ve kuşamına karıştığına hiçbir tarihi kaynakta rastladınız mı?

Biz büyük bir milletin evlatlarıyız!

Kimlik sorunu yaşayan ve tarihi ile barışık olmayanlara acımaktan başka elimizden bir şey gelmediği için üzgünüz. Onlara şu gerçeği hatırlatmamız gerekir. Biz büyük bir milletiz. Engin bir tarihi müktesebata sahibiz. Millet olarak bizi büyüten dinimiz, inanç sistemimiz, milli ve manevi değerlerimizdir. Bu milletin fertleri olarak bizim bir kimlik sorunumuz yoktur. Milletlerin serveti sadece doğal kaynakları, iktisadi gücü ve sahip olduğu üretim potansiyeli değildir. Elbet bu kaynak ve değerler güçlü bir millet için gereklidir. Fakat yeterli değildir. Milletlerin esas gücü ve serveti sahip olduğu milli ve manevi değerleri, ortak inancı, ortak görüşü ve kültürel değerleridir. Milli Görüş dediğimiz ortak ilkeler ve değerler milletimizin kimliğini biçimlendirmiştir. Bu değerlerle biz yeryüzünde “farklılıkta birlik” ilkesini geliştirdik. Farklı inanç ve dili konuşan toplumların bir arada yaşamasına ortam hazırladık. Baskı ve sömürü olmadan barış ve dayanışma içinde nasıl yaşanacağını bütün cihana gösterdik.

Bizim millet olarak bir kimlik sorunumuz bulunmamaktadır!

Türk milleti olarak kimlik sorunumuz yoktur. İslam, ortak kimliğimizi belirlemektedir. Türk Milleti belli bir ırkı ve belli bir dili konuşanları ifade etmez. Bu kavram, ırkî bir kavram değildir. Bu kavram inanç, düşünce, söylem ve eylem birliğini ifade eden, ortak tarihe ve ortak dünya görüşüne, milli ve manevi değerlere sahip olan insanların birliğini ve kimliğini ifade eder. Balkanlarda kendilerini Türk kabul eden, Boşnaklar, Pomaklar ve Arnavutlar Türkçe konuşmayı bilmedikleri halde sahip oldukları dünya görüşü ve değer ölçülerini ifade etmek için bu kavramı kullanmaktadırlar. Meşhur Amerikalı Düşünür Thorstein Veblen’in ifadesiyle; Batılılar Sanayi Devrimini, Orta Çağ Avrupa’sının dünya görüşü ve değer ölçülerine dayanan bir sosyal yapıyla gerçekleştirdiler. Bu yapı hoşgörüsüz ırkçı bir yapıydı. Sömürgeci güçler kendi ülkelerinde ırkçılığı güçlü milli devletler kurmak için kullandılar. Sömürgelerde ise ırkçılığı böl, yönet ve sömür ilkelerini uygulamak için kullanarak yeryüzünü ve İslam coğrafyasını bölerek sömürdüler. Müslümanlar ırkçılığın her çeşidine karşıdırlar. Henüz Batılıların çözemediği ırkçılık sorununu biz çoktan aştık. Bizim için aynı inancı, aynı değer ölçülerini, milli ve manevi değerleri paylaşanlar kardeştir. Tarihi ile milli ve manevi değerleriyle kavgalı olanların kimlik sorunu yaşamaları normaldir. Çünkü yıllardır zorla ve hile ile Milletimize empoze ettikleri bütün değerleri iflas etti. Şimdi ülkemizde yapay gündemlerle milli birliğimizi bozmak için çalışan mihraklar ile organik ilişkileri ortaya çıktı. Biz, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı ortak tavır sergilemek için ülkemizde yaşayan her vatandaşımızla dayanışma yollarını arıyoruz. Emperyalizme ve sömürgeciliğe alet olanların adı Ahmet olmuş, Hüseyin olmuş, Hans veya George olmuş ne fark eder? Ezen ve sömürenlerin hizmetkârı Türk olmuş, Kürt olmuş, Laz veya Çerkez olmuş ne fark eder. Zalim zalimdir. Bizim zalimlerden başka kimse ile sorunumuz yoktur. Zalimler zulümlerinden vazgeçmedikçe de biz onlarla dost olamayız, onların hilelerine alet edilemeyiz. tespitleri haklıydı.

Medeniyet ve milli şuur kavramı

Ülkemiz, çok hızlı bir değişim ve dönüşüm sürecinde, akıl almaz bir hızla yol almaktadır. Mana ve muhteva olarak bu transformasyon olayı; iç siyasi dinamiklerin etkisi ve “adaletle hüküm süren iyi bir politikanın” olağanüstü güç ve performansı ile oluşan bir kalkınma-gelişme ve zenginleşme, ‘refahın tabana yayılması hareketi’ değil; tam aksine, hızlı bir yoksullaşma, uluslararası sermaye tasallutu, emperyalist güçler ve kan emici vahşi kapitalizmin ‘sinsi işgali yönünde’ gerçekleşmektedir. Yaşanan hadise ve çıplak gerçek bu olmasına rağmen, öyle sanal bir ortam oluşturulmuştur ki; sanki, sahtekârlıkta uzman bir ressam tarafından özenle hazırlanan gösterişli bir tablo işte sizin haliniz budur” diyerek halka gösterilmekte, yaşanan somut gerçekler her nedense gizlenmektedir. Kimden? Elbette ki milletten. Bilindiği üzere, gizlilik bir art niyetin belirtisidir. Şer ve şeytan üçgeninde yer alan ve kirli emellerin tatmini uğruna dünyaya hükmetmeye çalışan bütün cemiyetler de gizlidir. Bunların hiçbiri, gerçek yüzlerini göstermezler. Oysa, demokratik hukuk devletlerinde “hükümetlerin” şiarı açıklık, saydamlık ve mutlak şeffaflıktır. Demokrasi ve bilim “açıklık ve dürüstlüğü” zorunlu kılar. Ancak; “malum ve mel’un tek dişi kalmış canavar” bu sanal ortamda son kozuna soyunmuş ve asırlık senaryo gereği küresel aktörlerini ortaya salmıştır. Şimdi Türkiye, “kaldırım taşları üstünde vahşi köpek saldırısına uğrayan” derviş çaresizliği içinde görünmektedir. Dostlar üzgün ve müteessir, düşmanlar bayram sevinci içindedir.

Peki, nedir bu dostları üzen ve düşmanı sevindiren? Bu tehlikeli ve sinsi vahim “örtülü” süreçte, milli değer ve manevi mukaddeslerimiz süratle erozyona uğratılmakta, yozlaşma artmakta ve bütün boyutları ile Türkiye, Türk halkının elinden bir yerlere doğru kaydırılmaktadır. Bu kertede, muasır medeniyetin doğal gereği olan insan hakları, eşitlik, hak, adalet ve hukukun üstünlüğü teraneleri, “haksızlığın önlenmesi, bilimin ve bilincin gelişmesi, insanca yaşamın onur, erdem, güven, huzur ve istikrar boyutunda ikame edilerek hayata geçirilmesi” yerine; içimizdeki hain bölücülerin ve dışarıdan ülkeyi bölmeye çalışanların işine yarayacak frekansta “argümanlar” üretilmekte, kullanılmakta ve inadına sular bulandırılmaktadır. Bu akıl almaz biçimde vahim bir çelişkidir. Bir yanda yıllardır özenle gizlenmeye çabalanan bu acı ve alçaltıcı gerçekler; yokluk, yoksulluk, yolsuzluk, yozlaşma ve çürümüşlük vardır. Ve var gücü ile bu perişan hali geliştirmeye ve yerleştirmeye çalışan birtakım “medeniyet, ilke, onur, erdem ve milli şuur yoksunu” unsurlar bulunmaktadır… Primitif, pagan, ateist, dönme, devşirme, milliyetleri mutasyona uğramış potansiyel haymatloslar ortalıkta dolaşmaktadır. Ve, bu mazarrat marifetiyle yürütülen “iyi kurgulanmış” talihsiz bir süreç yaşanmaktadır. Bu süreçte, bazı din tüccarları ve siyaset simsarları da rol almakta ve yapılan yolsuzluk, sahtekârlık, yalan-talan ve suistimaller yoluyla ülkenin dört bir yanında hüdai nabit (türedi) zenginler, yasa-takip-kontrol, kayıt ve kapsam dışı servetler yığılmaktadır. Üstelik, son yıllarda bu iş, “medya-mafya-bürokrat ve politikacı” bağlamında bir ittifaka dönüşmüş olmakla; âdeta önü alınamaz kronik bir hale gelmiş durumdadır. Yaşanan erozyon, yozlaşma, peşkeş, yoksulluk, takiyye ve yolsuzluğun nedeni bunlardır.

Bu yozlaştırma süreci, tabiri caiz ise tam bir gaflet, dalâlet ve bu halet içinde milli şuur, gurur ve onur damarımızı, erdem, edep ve vicdan ayarımızı yıkmayı amaçlamıştır. Şu haliyle apaçık bir tuzaktır. Kaldı ki, işin içinde Türkiye’de bile Ben Müslümanım ve Milli kimliğimle gurur duymaktayım demeyi onursuzluk derecesine çekmek isteyen art niyet sahiplerine rastlanmaktadır. Elan, Türkiye bu tuzağa düşmüş, daha da doğrusu düşürülmüş durumdadır. Lâkin, tuzağa düşürenler yanında, “düşmüş gibi görünenler” ile “içine düşülen tuzağın” keyfini çıkarıp, yukarıda değindiğimiz biçimde çarkın içinde yer alarak “lehine yontanlar da” vardır. Elbette kaybedenler çoğunluktadır. Kim bunlar; namuslu ve dürüst halktır. Günden güne (bu yüzden) daha da yoksullaşan, ezilen, üzülen ve ıstırabını şimdiye dek sineye çeken çilekeş insanımızdır. Sade ve sıradan Müslüman Türk vatandaşıdır.

Oysa, diğer tarafta suni gündemler ve sanal âlemlerde gününü gün edenler vardır. Bir tarafta cehalet, gerçek sefalet, zenginler ve fakirler arasında oluşturulan insanlık dışı devasa uçurumlar açılmaktadır. Diğer tarafta, her türlü pislik ve yolsuzluktan nemalanarak sivrilen servet ve hâkimiyet sahibi soysuzlar vardır. Hani adalet? Öyle anlaşılıyor ki, mesele suyu bulandırmaktır ve bulanık suda balık avlamayı, her ne pahasına olursa olsun sürdürebilme çabasıdır. İş bununla kalsa iyi. Dahası var. Ortada hiç olmayan bir sorunu illâ da ısıtıp-ısıtıp ortaya sürmekle neler amaçlanmaktadır? Avrupa Birliği istedi diye, “Türkiye’de Kürt sorunu var; alt kimlik, üst kimlik problemi; anayasal vatandaşlık” gibi saçma sapan söz ve söylemleri kimler çıkarmaktadır? Devlet ciddiyeti ile hiç bağdaşmayacak biçimde bunlara kimler ve neden bu fırsatı sunmaktadır? Kimin haddine düşmüş, “şu an ülkede bir kimlik sorunu var” demek; ahmaklık değilse alçaklıktır, fesatçılıktır. Kim diyorsa külliyen yalan. Geçiniz bunları. Olsa olsa, ülkede bir otorite boşluğu, hak, hukuk ve adalet noksanlığı vardır. Değil mi ki; devleti devlet yapan ana unsur adalet, eşitlik, faziletle hareket, ehliyet ve liyakatli bir iktidardır. Var olan bütün sorunların sebebi, yok olan adalettir. Getirin adaleti, hâkim kılın hukuku; görün bakalım neler olacaktır. Mesele medeniyet ve milli şuur noksanlığıdır. Ecdadımız, (Osmanlı) her dinden, dilden ve her ırktan milleti altı yüz küsur yıl bir arada tutmasını ne ile nasıl başarmıştır!?.. Buradaki tek bilgelik, marifet ve maharet; din veya inanç değildir. Alt veya üst kimlik (sorunu) ise hiç değildir. Sadece ve yalnızca adalettir. Objektif hukuktur. İnsana insanca davranmaktır.[2]

Bu makaleyi sesli olarak dinleyebilirsiniz:

{mp3}laiklikataturk{/mp3}

 


[1] Bak: ATO. Vatanseverin El Kitabı: 2 / Dünden Bugüne Kapitülâsyonlar. Sh. 127–130

[2] Milli Gazete / 16.12.2005 / M. Nevruz Sınacı

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Ahmet AKGÜL

Ahmet AKGÜL

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
14 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Necati A.

İLKESİZLERİN İLKESİZLİĞİ VE LAİKLİK İSTİSMARI!
İlkesizler, Atatürk’ün laiklikle ilgili hiçbir beyanı bulamadığı halde, “Laiklik İlkesi” diye bize özel garip ve acayip bir uygulamayı Din ve Millet aleyhine kullanmışlardır.
İlkesizler, Laikliğe ilke demiş, ancak her türlü tartışmanın dışında, okuyan herkesin aynı şeyleri anlayacağı biçimde açık, net ve kesin bir dille temel esaslarını ortaya koymamışlardır.
İlkesizler, “Laikliğin farklı kesim ve görüşlerden uzmanların ortak bir konsensüsle ortaya koyacağı bir tanımı yapılmalı ve herkesin anlayacağı bir Türkçe ile yazılmalı” çağrıları karşısında hep ilkesiz davranmışlardır.
Kötü niyetli ve bozuk tıynetli ilkesizler, İslam düşmanlığı yapabilmek için, Laikliğin hep böyle muğlak kalmasını ve istemişlerdir.
Öyle ise; acilen ve kesinlikle:
• Evrensel hukuk kurallarına,
• Temel ve genel insan haklarına,
• Toplumumuzun tabii yapısına ve tarihi mirasına,
• Halkımızın inanç ve ahlâk esaslarına uygun olarak, “Laiklik”in tanımı, ilgili ve ilmi otoritelerce mutlaka yapılmalı ve bu Türkçe tarifi Anayasamıza yazılmalıdır.
Ki, her önüne gelen, laikliği keyfince yorumlayıp yozlaştırmasın ve hele bu laiklik, İslam düşmanlığı şeklinde uygulanmasın…
Milli Çözüm bu çağrısıyla ilkesizliği ilke edinmiş Sabataist Masonların ayarını ortaya koymakta, sinsi ve şeytani planlarını boşa çıkaracak adımlar atmaktadır!

Osman Nuri

Atatürk’ü ve Erbakan’ı doğru anlamanın ve kavramanın yolu MİLLİ ÇÖZÜM VE ÜSTAD AHMET AKGÜL HOCAYI takip etmekten geçer..!
Geçtiğimiz Asrın, Muhammedi – Tercümanı olan Aziz Erbakan Hocamızı ve Batılın Temsilcisi Siyonizmi -Irkçı Emperyalizmi , en doğru şekilde anladığına şahit olunan Muhterem Üstadımız Ahmet Hocamızın kaleme aldığı makalelerden biri olan bu yazı için Muhterem Ahmet AKGÜL Hocamıza sonsuz teşekkürlerimi arzediyorum. Gerçek Atatürk’ün tanınmasına ve anlaşılmasına vesile olmakta ve Siyonistlerin ve işbirlikçilerinin yalan yanlış kirli bilgilerle insanlığı kendi hedefinde kullanma oyununu ve tuzağını başlarına çevirip HAKKA TERCÜMANLIĞINI bir kez daha tescillemiştir. Muhterem Ahmet Hocam ve Milli Çözüm’e minnettarız.

[u][b]Erbakan Hoca Açıklıyor: ”Laiklik Nedir Ne Değildir?”[/b][/u]
[url]https://www.youtube.com/watch?v=LuhJfskdypM&t=21s[/url]

[u][b]Aziz Erbakan Hocamız Laiklik Konusuna Açıklık Getiriyor!..[/b][/u]
[url]https://www.youtube.com/watch?v=LttlDs_Fx1M[/url]

[u][b]İmanın Birinci Şartı Nedir? Üstad Ahmet AKGÜL Açıklıyor (EKİM 2006 İSTANBUL ERESİN OTEL)[/b][/u]
[url]https://www.youtube.com/watch?v=y0_wVhz1VMg[/url]

[u][b]AHMET AKGUL HOCAMIZ LAiKLiK TARiFiNi YAPIYOR, YIL 2006[/b][/u]
[url]https://www.youtube.com/watch?v=RcIkXOsuBUc[/url]

[u][b]Atatürk ve İslam – Ahmet AKGÜL – Milli Çözüm Dergisi[/b][/u]
[url]https://www.youtube.com/watch?v=XruUBEEOjSQ&t=856s[/url]

Zehra

Büyük haksızlıklarla kalıplara sığdırılan bir lider Atatürk
Sol görüşün senelerdir taptığı,sağ görüşün senelerdir imkansız olmakla suçladığı Atatürk…Her iki kesiminde yanlış lanse etmesi dolayısıyla bu memleket için yaptığı fedakarlıklar, destanlaşan savaşlarımiz unutuldu gitti.Bu gerçekleri bize hatırlatan, Atatürk’ü bizlere olduğu gibi hakettiği değerle tanıtan milli çözüm dergisine teşekkürlermizi sunuyoruz. Atatürk’ü hayırla yâd ediyor Ahmet Akgül hocamız gibi aydınlık vatanına ve milletine hayırlı büyüklerimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu hissediyoruz…

Veysel

Sahiplik Hastalığı
Ülkemizde pek çok kesim kendini konumlarken bir görüşü yahut fikri benimsediğini ifade etmek için bizzat onun sahibi de olduğunu ifade etmeye çalışmakta ve kelimelerin-kavramların sonuna iyelik eki ekleyerek sözüm ona halini iyice perçinlemiş olmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, dinci olduğunu ifade eden bir zat Müslümanlığın yanında dinin kurallarını ve esaslarını da takip yanında denetim hakkına da sahipmiş gibi davranır ve anlaşılır. Devrimci, sağcı, solcu, yenilikçi, gelenekçi gibi pek çok kavramı kendilerini tanımlamada kullananlar hep aynı reflekslerle hareket ederler. Ülkemizde bu sahiplik havası atanların önünde gidenlerden bir kısmı da yıllar yılı halktan ve değerlerinden kopuk, ülkemizin kuruluş gayesinden uzak bir kafa ile hareket eden Atatürkçü Düşünce Derneği ekibi olmuştur. Oysa ifade ettiğimiz üzere mesele Atatürkçü olmak değil Atatürk düşünceli olmaktır. Atatürk düşünceli olmak, memleketin bekasını düşünmek, bağımsızlık ve özgürlük delisi olmak, devletin ve milletin kalkınmasını desteklemek, halkın tümüyle gelişimini gözetip ahlaksızlık hamlelerine müsaade etmemek, halkı kin ve nefrete yönlendiren durumları tespit edip devletten ve milletten yana olmak gibi bir görevi gerektirir. Yoksa Aziz Atatürk’ün kapattığı mason localarının emrinde, rakı ile karı! modernliğini benimsemiş, Batı uşaklığına razı olmuş, ülkemizin maddi-manevi hasımları karşısında pusmuş ve nihayet iktidar oy kaybedince kayıpları telafi olsun diye coşmuş tipler olsa olsa istismar kafalılar olurlar. Bu tiplerin Atatürk düşüncesi ile alakalarının olmadığı ise aşikardır.

Hasan Çelik

Erbakan hoca laiklik İslam ilişkisini anlatıyor
https://youtu.be/zzP9WA9wLks

01:31:45 itibaren ERBAKAN HOCAMIZ Müslümanlığın laiklikle olan irtibatını anlatıyor linkin üzerine tıklayarak açabilirsiniz

Elif G.

Yarım Atatürkçülük “rejimden”, yarım Laiklik “dinden” edecektir.
“Devleti devlet yapan ana unsur adalet, eşitlik, faziletle hareket, ehliyet ve liyakatli bir iktidardır. Var olan bütün sorunların sebebi, yok olan adalettir. Getirin adaleti, hâkim kılın hukuku; görün bakalım neler olacaktır. Mesele medeniyet ve milli şuur noksanlığıdır. Ecdadımız, (Osmanlı) her dinden, dilden ve her ırktan milleti altı yüz küsur yıl bir arada tutmasını ne ile nasıl başarmıştır!?.. Buradaki tek bilgelik, marifet ve maharet; din veya inanç değildir. Alt veya üst kimlik (sorunu) ise hiç değildir. Sadece ve yalnızca adalettir. Objektif hukuktur. İnsana insanca davranmaktır.”

Aziz Erbakan Hocamız bu konuyla ilgili şu sözü söylemiştir:

“Cennete girmek için, mutlaka Müslüman olmak gereklidir. Ancak bu dünyada, Adil bir düzen’in himayesinde, huzur ve emniyet içinde yaşamak için, sadece “insan” olmak yeterlidir.”

İnsan olmak temel insan haklarına sahip olmak için yeterli bir sebeptir. Ecdadımız İnsana insanca değer verdiği adaletle hükmettiği, her insanın din ve düşünce özgürlüğünü sağladığı için yıllarca hükmetmiştir. Erbakan Hocamız da Adil Düzen Projeleri, D-8, İslam Ortak Pazarı, İslam Ortak Dinarı vs projeler ile sadece Müslümanların değil her din ve kökenden tüm insanlığın kurtuluşu için çalışmalar yapmıştır.
[b]Erbakan Hocamız: “Eğer Atatürk yaşasaydı Milli Görüşçü olurdu.” Demiştir. Atatürk’ün hayattayken başlattığı milli ve yerli kalkınmaya dair atılımları, O’nun yıkılmakta olan bir ülkeyi tüm siyonist mihraklara karşı direnip ayakta tutma çabalarını da göz önüne alırsak ne kadar değerli bir şahsiyet olduğunu anlıyoruz. Müslümanların Kuran-ı Kerim’in sadece arapçasını okumakla yetinmeyip anlayıp şuurlu bir şekilde hayatlarına tatbik edebilmeleri için gayret gösteren bu sebeple hem de kendi parasıyla Elmalılı Hamdi Yazır’a Meal çalışması yaptıran Atatürk, o dönemin şartlarında çok önemli bir ihtiyacı gidermiştir. Dinin devlet işlerine alet edilerek istismarını önlemek amacıyla da çalışmalarda bulunmuş ve Diyanet İşleri Başkanlığını açmıştır. Atatürk’ü din karşıtı olarak düşünmek veya düşündürtmek O’na yapılan çok büyük kötülük ve iftira olacaktır.
Laikliğin tanımının tam olarak yapılmaması sorunu, Atatürk’ü ve Laiklik kavramını kullanarak bazı kesimlerin istismara kalkışmasına sebep olacağı ve yazıda da belirtildiği üzere: “Yarım Atatürkçülük “rejimden”, yarım Laiklik “dinden” edeceği unutulmamalıdır.
Atatürkçü geçinenlerin Laiklik kavramını tekrar gözden geçirmeleri ve Atatürk’ü bu anlamda kullanarak artık istismara kalkmaktan uzak durmaları gerekmektedir.
[/b]

Elif .ÇAĞIL

Yalan Tarih Silinecek !
Bir tarafta cehalet, gerçek sefalet, zenginler ve fakirler arasında oluşturulan insanlık dışı devasa uçurumlar açılmaktadır. Diğer tarafta, her türlü pislik ve yolsuzluktan nemalanarak sivrilen servet ve hâkimiyet sahibi soysuzlar vardır. Hani adalet? Öyle anlaşılıyor ki, mesele suyu bulandırmaktır ve bulanık suda balık avlamayı, her ne pahasına olursa olsun sürdürebilme çabasıdır. İş bununla kalsa iyi. Dahası var. Ortada hiç olmayan bir sorunu illâ da ısıtıp-ısıtıp ortaya sürmekle neler amaçlanmaktadır? Avrupa Birliği istedi diye, “Türkiye’de Kürt sorunu var; alt kimlik, üst kimlik problemi; anayasal vatandaşlık” gibi saçma sapan söz ve söylemleri kimler çıkarmaktadır? Devlet ciddiyeti ile hiç bağdaşmayacak biçimde bunlara kimler ve neden bu fırsatı sunmaktadır? Kimin haddine düşmüş, “şu an ülkede bir kimlik sorunu var” demek; ahmaklık değilse alçaklıktır, fesatçılıktır. Kim diyorsa külliyen yalan. Geçiniz bunları. Olsa olsa, ülkede bir otorite boşluğu, hak, hukuk ve adalet noksanlığı vardır. Değil mi ki; devleti devlet yapan ana unsur adalet, eşitlik, faziletle hareket, ehliyet ve liyakatli bir iktidardır. Var olan bütün sorunların sebebi, yok olan adalettir. Getirin adaleti, hâkim kılın hukuku; görün bakalım neler olacaktır. Mesele medeniyet ve milli şuur noksanlığıdır. Ecdadımız, (Osmanlı) her dinden, dilden ve her ırktan milleti altı yüz küsur yıl bir arada tutmasını ne ile nasıl başarmıştır!?.. Buradaki tek bilgelik, marifet ve maharet; din veya inanç değildir. Alt veya üst kimlik (sorunu) ise hiç değildir. Sadece ve yalnızca adalettir. Objektif hukuktur. İnsana insanca davranmaktır.[2]

Allah CC milletimizi ve tüm İslam Alemini felaha çıkartsın inşaAllah…

Mücahit Dinç

Hedefler değil stratejiler değişir!
Irkçı siyonistlerin hedefleri değişmiyor, deneme yanılma yöntemi ile stratejileri değişiyor.
Kemalistler, Atatürk’ü istismar ederek din düşmanlığı yapan kesim.
Türk ırkçıları, Türk kimliğini istismar eden kafatasçılar.
Din istismarcıları, Erbakan Hocanın devamı olduklarını iddia eden, din tüccarları…
Hocamızın her zaman bahsettiği gibi, bir toplumun dini ile düzeni uyuşmazsa bu acı tablo ile karşılaşıyoruz.
Bu halkın ortak kimliğinin İslam olduğunu bilen dış güçler maalesef 80 yılda elde edemediği ilerlemeyi 20 yıllık AKP döneminde kaydetti. Diğer istismarcılarla AKP hükümetinin iş başında kalmasını sağlayarak.
Kurtuluş ise, Atatürk ve Erbakan Hocayı en iyi şekilde anlamış ve bu çizgiden hiç ayrılmamış Milli Çözüm ekibinin öncülüğünde Adil Düzenin kurulmasıdır ve bu çok yakındır. Bu sayede istismar ve inkârcılardan kurtulmuş olacağız İnşallah…

Ömer Ali

Add kafalara
1-Atatürk’ün laiklikle ilgili hiçbir beyanını bulamazsınız. Bulamazsınız çünkü yoktur… “Laikliği”; Recep Peker’le anlaşarak 1936 yılında CHP programına sokan, Atatürk’ün sirozun pençesine düştüğü 1937’lerin sonunda ve masonik mahfillerin etkisinde kalarak Anayasaya yazdıran İsmet İnönü’dür.

2-toplumu oluşturan unsurların ve hele kahir çoğunluğun “dinini, manevi değerlerini, gelenek ve göreneklerini, örf ve âdetlerini hiç hesaba katmama, esas almama” şeklinde ifade edilmek isteniyorsa, bu hem imkânsızdır, hem haksızlıktır, hem de yararsızdır! Üstelik doğal ve sosyal kanunlara da aykırıdır. Ve zaten laikliğin böyle anlaşılıp uygulandığı tek bir ülke dahi yoktur. Çünkü halkın kimliğini, kültürünü ve hayat tarzını şekillendiren en önemli etken olan “Dini” dışlayarak hazırlanmış ve halka onaylatılmış-despotik düzenler dışında, tek bir demokratik örnek bulunamayacaktır.

3-İslam” kokusu aldığı her şeye düşman tavrı takınan bir anlayış ve yaklaşım laiklik değil, ladinliktir (Dinsizliktir) ve laubaliliktir. Çünkü böyle yanlış ve tutarsız bir uyarlama ve uygulama:
• Önce, Devlet-Millet barışını bozacak,
• Din-Devlet zıtlaşmasını ve çatışmasını doğuracak,
• Ülkede huzur ve güven ortamını sarsacak,
• Ekonomiden eğitime, yatırımdan üretime, sanattan kültüre, her yönlü kalkınmayı ve hayırda yarışmayı ortadan kaldıracak,
• Ve nihayet o ülkeyi, dış güçlerin yarı sömürge sahası; hükümetleri ise, uzaktan kumandalı kuklası durumuna sokacaktır.

4-Dinden ve diyanetten bahsetmek, tabu değildir. Bilindiği gibi Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana, din hizmetleri, devlete verilmiştir. Bu maksatla Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruluvermiştir. Böyle olduğu için dini hizmetlerin yeterli olup olmadığını, yeterli değilse yeterli hale getirilmesi konusunu tartışmak, eleştirmek, denetlemek bütün vatandaşlar için bir haktır ve bir vazifedir.

5-Gerçek Atatürkçülük, gerçek laiklik bu değildir. Atatürk’ün din ve diyanete ne derece önem verdiğine dair görüş ve sözlerinden birkaç çarpıcı örnek verelim:
–”Milletimiz din ve dil gibi iki kuvvetli fazilete mâliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.”
–”Hepimiz müsâviyiz ve dinimizin ahkâmını mütesaviyen öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.
–”Camilerin kutsal minberleri halkın rûhani, ahlâki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır.”
Atatürk’ün dine bakış açısı böyle olduğu halde, mesela, Açıköğretim Fakültesi İlâhiyat bölümünü bitirenlerin diplomalarının arkasına, “Sadece Diyanet İşleri Teşkilâtı’nda, din hizmetlerinde çalışanlar için geçerlidir. Başka amaçlarla kullanılamaz ibaresi” yazılmasına ne cevap verilecektir?

6-Atatürk’ün başörtüsü konusundaki görüşleri de bu yarım laiklik anlayışıyla bağdaşmaz. Eğer devrim kanunlarının icaplarına uygun düşseydi, Atatürk başörtüsü konusunda da bir kanun çıkarır, bir yasak koyardı. Ama ne o kanunlarda ve hatta ne de TBMM’nin içtüzüğünde, başörtüsünü yasaklayan bir hüküm getirilmiş değildir. Getirilmiş olsaydı, topyekûn milletin analarına ve bacılarına karşı saygısızlık edilmiş olurdu. Atatürk bu saygıyı göstermiştir. Zira bu millet İstiklâl Harbi’nde erkeğiyle ve başörtülü kadınlarıyla cansiperane cephelerde ve cephe gerilerinde tabii kıyafetleriyle vuruşmuş ve birlikte kan dökmüş ve can vermiştir.

7-Biz dünya tarihine yön vermiş bir milletin torunları değil miyiz?
Dünyanın merkezi konumunda olan bu coğrafyada dünyanın en büyük adil devletini kurmadık mı?
Hem daha Amerika keşfedilmeden önce, Avrupa daha Orta Çağ’ın karanlığında yaşarken biz farklı dilleri konuşan, farklı inançlara mensup olan ve değişik kültürel değerleri bulunan toplumların birlikte ve barış içinde bir arada yaşamalarına ortam hazırlamadık mı?
Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde her toplum kendi dinini yaşar, kendi dilini konuşur, kendi kültürel değerlerine sahip çıkardı. Her toplumun kendi inancına göre yaşama hakkı Devletin koruması altındaydı. Bu coğrafyada Osmanlı Devleti’nin Sırplara sağladığı din ve inanç özgürlüğünü, hâlâ vatandaşlarına sağlayamayan birçok ülkeye rastlanmaktadır. Münferit hadiseler hariç; siz, Osmanlıların Sırpların inancına, giyim ve kuşamına karıştığına hiçbir tarihi kaynakta rastladınız mı?

8-Bu milletin fertleri olarak bizim bir kimlik sorunumuz yoktur. Milletlerin serveti sadece doğal kaynakları, iktisadi gücü ve sahip olduğu üretim potansiyeli değildir. Elbet bu kaynak ve değerler güçlü bir millet için gereklidir. Fakat yeterli değildir. Milletlerin esas gücü ve serveti sahip olduğu milli ve manevi değerleri, ortak inancı, ortak görüşü ve kültürel değerleridir. Milli Görüş dediğimiz ortak ilkeler ve değerler milletimizin kimliğini biçimlendirmiştir. Bu değerlerle biz yeryüzünde “farklılıkta birlik” ilkesini geliştirdik. Farklı inanç ve dili konuşan toplumların bir arada yaşamasına ortam hazırladık. Baskı ve sömürü olmadan barış ve dayanışma içinde nasıl yaşanacağını bütün cihana gösterdik.

9-“Türk milleti olarak kimlik sorunumuz yoktur. İslam, ortak kimliğimizi belirlemektedir. ‘Türk Milleti’ belli bir ırkı ve belli bir dili konuşanları ifade etmez. Bu kavram, ırkî bir kavram değildir. Bu kavram inanç, düşünce, söylem ve eylem birliğini ifade eden, ortak tarihe ve ortak dünya görüşüne, milli ve manevi değerlere sahip olan insanların birliğini ve kimliğini ifade eder. Balkanlarda kendilerini ‘Türk’ kabul eden, Boşnaklar, Pomaklar ve Arnavutlar Türkçe konuşmayı bilmedikleri halde sahip oldukları dünya görüşü ve değer ölçülerini ifade etmek için bu kavramı kullanmaktadırlar. Meşhur Amerikalı Düşünür Thorstein Veblen’in ifadesiyle; Batılılar Sanayi Devrimini, Orta Çağ Avrupa’sının dünya görüşü ve değer ölçülerine dayanan bir sosyal yapıyla gerçekleştirdiler. Bu yapı hoşgörüsüz ırkçı bir yapıydı. Sömürgeci güçler kendi ülkelerinde ırkçılığı güçlü milli devletler kurmak için kullandılar. Sömürgelerde ise ırkçılığı ‘böl, yönet ve sömür’ ilkelerini uygulamak için kullanarak yeryüzünü ve İslam coğrafyasını bölerek sömürdüler. Müslümanlar ırkçılığın her çeşidine karşıdırlar. Henüz Batılıların çözemediği ırkçılık sorununu biz çoktan aştık. Bizim için aynı inancı, aynı değer ölçülerini, milli ve manevi değerleri paylaşanlar kardeştir. Tarihi ile milli ve manevi değerleriyle kavgalı olanların kimlik sorunu yaşamaları normaldir. Çünkü yıllardır zorla ve hile ile Milletimize empoze ettikleri bütün değerleri iflas etti. Şimdi ülkemizde yapay gündemlerle milli birliğimizi bozmak için çalışan mihraklar ile organik ilişkileri ortaya çıktı. Biz, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı ortak tavır sergilemek için ülkemizde yaşayan her vatandaşımızla dayanışma yollarını arıyoruz. Emperyalizme ve sömürgeciliğe alet olanların adı Ahmet olmuş, Hüseyin olmuş, Hans veya George olmuş ne fark eder? Ezen ve sömürenlerin hizmetkârı Türk olmuş, Kürt olmuş, Laz veya Çerkez olmuş ne fark eder. Zalim zalimdir. Bizim zalimlerden başka kimse ile sorunumuz yoktur. Zalimler zulümlerinden vazgeçmedikçe de biz onlarla dost olamayız, onların hilelerine alet edilemeyiz.” tespitleri haklıydı.

HUZUR VE KURTULUŞ; HAKTADIR!

Âlemde ne var ise, tezahür tecellidir
Bu Kâinat Kitabı, önce bir nokta imiş!
Her şeyde hikmet görmek, ne büyük tesellidir
Halk ile gafil olma, tek huzur Hak’ta imiş!…
.
Kimi tevhit makamda; “La mevcude illa Hu!…”
Kimi tenzih makamda; “La meşhude illa Hu!…”
Kimi dosta sevdalı, “La matlube illa Hu!…”
Zikrin çekip duranlar, halkada yekta imiş!..
.
Çıkar nefsin aradan, benlik şirkinden kurtul
Yârin olsun Yaradan, hep Kur’an ile doğrul
Sağda solda dolaşma, sende ara sende bul
Ne Mekke’de tekkede, ne garpta şarkta imiş!
.
Kalp kırma gönül yıkma, enkazda sen kalırsın
Hoş görüp bağışlarsan, huzurlu şen kalırsın
En son sana dönecek, türlü fişenk alırsın
Teslim ol selamet bul, fazilet farkta imiş!…
.
Her şey yerinde gerek, herkes ayrı görevde
Kimi hizmet üretir, kimi kaçkın grevde
Milyar çeşit mahlûkat, canlı cansız türevde
Hepsi bir dişli gibi, muhteşem çarkta imiş!..
.
Katrilyonca galaksi, nice milyon felekler
Her birinde sakindir, trilyonca melekler
İnsan bir imtihanda, seçip durur elekler
Zavallı basit dünyan, küçücük parkta imiş!..
.
Şah damarından yakın, her hücrende azanda
Hep senin yanındadır, okuyanda yazanda
Kalp gözü kapanırmış, insan sapıp azanda
Bunların hevesleri, dolarda markta imiş!..
.
Kürtleri ayartınca, Lazlara Çerkezlere
El atıp kışkırtırlar, kinleri herkeslere
Küresellik kölelik, Siyonist merkezlere
Demokrasi kılıflı, gizli bir dikta imiş!..
.
Evrendeki sanata, kuşkusuz müşahit ol
Hain Deccal’e karşı, korkusuz mücahit ol
Her türlü şirkten uzak, kutlu bir muvahhit ol
Zafer sırrı inançta, sanma ki tankta imiş!..

Cansel

Toplumu kandırıp sömürmek, ve Siyonist emellere hizmet ettirmek amacıyla yozlaştırılan veya yobazlaştırılan her meselede olduğu gibi, Laiklik ve Atatürk meselesinde de en haklı ve hayırlı bakış açısını yine ancak, Ahmet Akgül Üstadımızdan öğreniyoruz…
“Şu sözler Atatürk’e ait:

[b]”Bilirsiniz ki, şer’i esaslarda ve ilahi emirlerde muayyen bir hükümet şekli yoktur… Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştur. Bu esasların biri de şûradır, meclistir. Hükümetin behemehal meclis olması lazımdır.

O kadar ki bizzat Cenab-ı Peygamber bile şûrasız muamele yapmazdı, (cemiyet ve hükümet işlerinde istişaresiz hareket etmek) Allah tarafından menedilmişti. İkinci esas adalettir. Şûra adaletle hükmünü icra eder. Şimdi kim İslam’da bir devlet şekli verilmiştir diyebilir? Kim Peygamber’in muamelat alanında (iman ve ibadetler dışındaki konularda) şûrasız hareket ettiğini ve Kur’an’da şûrayı emreden bir ayetin bulunmadığını iddia edebilir?

İslam’ın söz konusu yönetim esasları şöyle sıralanabilir: Maslahat (halkın menfaatleri), Ehliyet (görev ve yetkilerin ehline verilmesi), Biat (seçim), Şûra (meşveret) ve Adalet.”
[/b]
Yine Atatürk’e dönelim:

[b]’Millet her noktadan kendi yararlarını (maslahatını) sağlayacak olan ve bu yararları korumak için lazım olan vasıfları, meziyetleri toplamış (ehliyet sahibi) kabul ederek seçtiği (biat ettiği) insanlardan kurulu bir şûraya malik olursa ve bu şûra, adalet üzere hareket ederse; işte Allah’ın ve Kur’an’ın istediği hükümet olur.'[/b]

Atatürk’ün din ve devlet işlerini ayırmasına ise:

[i]’İslam böyle bir şeyi kabul etmez'[/i] diyenler, ibadet ile muamelat ayırımından haberdar değiller midir?

Büyük fakih Necmeddin et-Tufi: (ö. 716/1316)
[b]’Muamelatta hükümler maslahata (halkın menfaatlerine) göre belirlenir, bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir, tüm zamanları bağlamaz…’ [/b]demiştir.

Kadı Abdül Cebbar ise; (ölm. 415/1025)
[b]
‘Eğer (akıl ile vahiy) çatışır gibi bir görünüm ortaya çıkarsa akıl esas alınır, vahyin verileri akla uygun hale getirmek üzere yorumlanır’ [/b]hükmünü vermiştir.

[u]Peki Atatürk ne diyor: [/u]

[b]’Özellikle bizim dinimizle ilgili esasların doğruluğu için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile herhangi bir şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Bir şey ki akla ve halkın menfaatine uygundur, biliniz ki o bizim dinimize de uygundur.’
[/b]
[u]Bu gerçekleri Tufi ve Abdül Cebbar deyince fetva oluyor da, Atatürk deyince küfür mü oluyor?[/u]”

https://www.millicozum.com/mc/aralik-2004/yarasi-olan-yarasalar-dp1

Mehmet Akif AVCI

İŞTE İMAN, İŞTE İLİM, İŞTE HİDAYET VE FERASET!
Aziz milletimizle ve onun değer ve dinamikleriyle savaşmanın hep hezimetle sonuçlanacağını bile hâlâ kavrayamayan… Zamanla yozlaştırılan ve istismar aracı yapılan, böylece meskenet yuvasına çevrilmiş olan tarikatlar gibi kurumların, İslami esaslara ve insani hususlara uygun yeniden yapılandırılması ve DİN-DEVLET-MİLLET barışının sağlanması için zemin hazırlamak yerine, sürekli müzmin İslam düşmanlığı tavrını tekrarlayan, toplumdan kopuk ve halkımızın inançlarına soğuk yapıların, önce LAİKLİK’in ne olduğunu bilmesi lazımdır.

Laiklik ilkesini ve hele bugünkü tatbikat ilkelliğini Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına koyan Atatürk değil; Mason Localarını kapattığı için Mustafa Kemal’den intikam almak üzere fırsat kollayan sabataist şebekenin güdümündeki İsmet Paşa olduğu gerçeği, kasıtlı olarak Milletten gizlenmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Atatürk, Laikliğin Din ve Millet aleyhine kullanılmasından endişe etmektedir. Atatürk’ün 3 ciltlik “Nutuk” kitabını baştan sona okuyunuz; tek bir yerde “Laiklik” kelimesine rastlayamazsınız. Özel mektuplarını, söylevlerini, değişik konulardaki görüşlerini derleyen bütün yayınları karıştırınız; Atatürk’ün laiklikle ilgili hiçbir beyanını bulamazsınız. Bulamazsınız çünkü yoktur… “Laikliği”; Recep Peker’le anlaşarak 1936 yılında CHP programına sokan, Atatürk’ün sirozun pençesine düştüğü 1937’lerin sonunda ve masonik mahfillerin etkisinde kalarak Anayasaya yazdıran İsmet İnönü’dür. Kendi can derdine düştüğü o dönemlerde Atatürk, bu tür oldubittilerle uğraşacak veya karşı koyacak durumda değildir. Her hususta Batı’yı örnek alan taklitçilerin, Laiklik konusunda bize özel garip ve acayip bir uygulamayı tercih etmeleri, bunların gerçek ayarını göstermesi bakımından anlamlı ve önemlidir.

Bugün Laiklik tamamen farklı yorumlanmaktadır. Ve her türlü istismar ve suistimale açık bulunmaktadır. Hem din istismarcıları, hem devrim simsarları, bu kapalı laiklik maddesini, kendilerine uydurmaya ve baskı unsuru olarak uygulamaya çalışmaktadır.

Erbakan Hoca’nın: “Gelin anayasamıza, laikliğin tanımını ve Türkçe karşılığını yazalım” teklifi hep duymazlıktan gelinmiştir. Çünkü kötü niyetli ve bozuk tıynetli bir kesim, İslam düşmanlığı yapabilmek için, Laikliğin hep böyle muğlak kalmasını istemiştir.

Laiklik: Din hizmetleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise, yerindedir.

Laiklik: Farklı din ve mezhep mensuplarına, devletin ve adaletin aynı mesafede kalması ise, güzeldir.

Laiklik: Değişik din ve düşünceye sahip kesimlerin, birlikte hoşgörü ve barış içerisinde yaşama şartlarının hazırlanması ise, tabi ki gereklidir.

Laiklik: Devletin ve düzenin, belli bir inancın veya din adamları sınıfının güdümüne bırakılmaması ise, elbette isabetlidir.

Laiklik: Herhangi bir dine veya dinsizliğe mensup olmanın, devlet ve hukuk önünde; ne özel bir imtiyaz ve hürmet, ne de kasıtlı bir mağduriyet ve mahrumiyet nedeni sayılmaması ise, herhalde sahiplenmelidir.

Ancak; Laiklik: Bir ülkenin anayasaları yapılırken ve diğer gerekli kanun ve kurumları hazırlanırken, toplumu oluşturan unsurların ve hele kahir çoğunluğun “dinini, manevi değerlerini, gelenek ve göreneklerini, örf ve âdetlerini hiç hesaba katmama, esas almama” şeklinde ifade edilmek isteniyorsa, bu hem imkânsızdır, hem haksızlıktır, hem de yararsızdır! Üstelik doğal ve sosyal kanunlara da aykırıdır. Ve zaten laikliğin böyle anlaşılıp uygulandığı tek bir ülke dahi yoktur. Çünkü halkın kimliğini, kültürünü ve hayat tarzını şekillendiren en önemli etken olan “Dini” dışlayarak hazırlanmış ve halka onaylatılmış-despotik düzenler dışında, tek bir demokratik örnek bulunamayacaktır.

Halbuki hukuk, halk içindir. Halkın inancını ve manevi ihtiyacını hesaba katmayan ve özellikle “İslam” kokusu aldığı her şeye düşman tavrı takınan bir anlayış ve yaklaşım laiklik değil, ladinliktir (Dinsizliktir) ve laubaliliktir. Çünkü böyle yanlış ve tutarsız bir uyarlama ve uygulama:

• Önce, Devlet-Millet barışını bozacak,

• Din-Devlet zıtlaşmasını ve çatışmasını doğuracak,

• Ülkede huzur ve güven ortamını sarsacak,

• Ekonomiden eğitime, yatırımdan üretime, sanattan kültüre, her yönlü kalkınmayı ve hayırda yarışmayı ortadan kaldıracak,

• Ve nihayet o ülkeyi, dış güçlerin yarı sömürge sahası; hükümetleri ise, uzaktan kumandalı kuklası durumuna sokacaktır.

Öyle ise; acilen ve kesinlikle:

• Evrensel hukuk kurallarına,

• Temel ve genel insan haklarına,

• Toplumumuzun tabii yapısına ve tarihi mirasına,

• Halkımızın inanç ve ahlâk esaslarına uygun olarak, “Laiklik”in tanımı, ilgili ve ilmi otoritelerce mutlaka yapılmalı ve bu Türkçe tarifi Anayasamıza yazılmalıdır. Ki, her önüne gelen, laikliği keyfince yorumlayıp yozlaştırmasın ve hele bu laiklik, İslam düşmanlığı şeklinde uygulanmasın… Savcılarımız ve hâkimlerimiz de, hangi temel yasalara ve hangi genel esaslara dayanarak karar vereceği konusunda sıkıntı ve şaşkınlık yaşamasın…

Bizleri ilmi ve milli bakış açısıyla aydınlatan, en büyük onuru ve huzuru yaşatan Ahmet AKGÜL Hocamıza Milli Çözüm Dergimize teşekkür ediyoruz. Bir mesele ancak bu kadar açık, net ve yararlı bir şekilde açıklanabilirdi.
Rabbim kıymetlerini bilmeyi ve istifade etmeyi nasip eylesin.

Hasan Çelik

Bütün insanlığın saadeti için biran önce Adil Düzen.
Aslında Adil bir Düzen’de ve asil bir yönetimde, bütün okullarda, kendi seviye ve statüsünde milli ve manevi değerler en ilmi ve etkili metotlarla öğretileceğinden, bugünkü sıkıntıların çoğu kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Çünkü Adil Düzen bilinen mezhep ve meşrep taassubuyla değil, genel İslami prensipler ve temel insani gereksinimler doğrultusunda hazırlanmıştır. Sünnilerin de Şiilerin de, dindar kesimlerin de kalenderlerin de ortak ihtiyacıdır.

Mus ab

İnsanlığın bir ve beraber barış, adalet içinde yaşaması Milli Çözüm Şuuruyla mümkündür.
“Emperyalizme ve sömürgeciliğe alet olanların adı Hasan olmuş, Hüseyin olmuş, Hans veya George olmuş ne fark eder? Ezen ve sömürenlerin hizmetkârı Türk olmuş, Kürt olmuş, Laz veya Çerkez olmuş ne fark eder. Zalim zalimdir. Bizim zalimlerden başka kimse ile sorunumuz yoktur. Zalimler zulümlerinden vazgeçmedikçe de biz onlarla dost olamayız, onların hilelerine alet edilemeyiz.”
Paragrafta verilen duruş ve makalemizde vurgulanan fikir çerçevesinde ancak ülkemizde milli birlik ve dirliğimiz sağlana bilir.
Bir ülkenin ve asrın en büyük şansı tüm farklılıklara rağmen insanları ortak hedefler doğrultusunda bir ve beraber (iyide, doğruda, faydalıda, adalette) tutacak fikrin üretilebilmesidir. Günümüzde bu eşsiz marifeti gösterebilen sade Milli Çözümün ve Şahsı manevisi Üstad Ahmet Akgül Hocamızdır.

Cihat

Adalet ve Dürüstlük adında değil özünde olmalı
Adalet ile zulüm bir yerde barınmaz. Bu iki şey tamamen bir birinin karşıtıdır Hak, hukuk ve doğruluğun bulunduğu yerde zulüm olamaz, zalimler bulunamaz …
Getirin adaleti, hâkim kılın hukuku; görün bakalım neler olacaktır. Mesele medeniyet ve milli şuur noksanlığıdır. Ecdadımız, (Osmanlı) her dinden, dilden ve her ırktan milleti altı yüz küsur yıl bir arada tutmasını ne ile nasıl başarmıştır!?.. Buradaki tek bilgelik, marifet ve maharet; din veya inanç değildir. Alt veya üst kimlik (sorunu) ise hiç değildir. Sadece ve yalnızca adalettir. Objektif hukuktur. İnsana insanca davranmaktır.

ÖZEL YAZILAR

YORUMLAR

Son Yorumlar
14
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx