YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6632bd89181b2
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 6 0
Bugün : 817
Dün : 24601
Bu ay : 25418
Geçen ay : 737322
Toplam : 23541704
IP'niz : 18.222.179.186

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Siyonist Yahudi sermayesinin:

  1. a) Bütün Avrupa’yı kendi kontrolüne almak
  2. b) Haçlı Batıyı küresel sömürü çarkının bir aracı kılmak
  3. c) Milli duyarlı bağımsız oluşumlara ve başkaldırı odaklarına fırsat tanımamak
  4. d) Bütün devlet imkânlarını ve iktidarları tek çatı altında ve avucunda tutmak üzere kurduğu Avrupa Birliği: “Hıristiyan dayanışmasının, Komünizm ve İslam gibi düşman saldırılarına karşı ortak savunmanın sağlanması” gibi kılıflara sarılmıştır.

Siyonist Yahudilerin, bu şeytani amaçlarına ulaşmak ve muhtemel engelleri aşmak üzere Avrupa halklarını iyice yozlaştırması, milli ve insani duyarlılıktan uzaklaştırması lazımdı. İşte bu maksatla ve güdümündeki medya tahribatıyla:

1- Ahlaken Dinsizleştirme

2- Aklen densizleştirme programları sonucu Avrupa halkları uzaktan kumandalı robotlar halini almışlardır. Bunların sonucu bugün Batıda,

  • İnanç ve ahlak sıfırlanmış
  • Aile ve akrabalık bağları iyice zayıflamış
  • Eşcinsellik resmiyet kazanmış
  • Gayrı meşru doğum oranları yüzde yetmişlere varmış
  • Uyuşturucu kullanımı milyonları insanlıktan çıkarmış
  • Öz çocuklarına tecavüzcüler artmış
  • Hayvanları bile tiksindiren her türlü sapkın ilişkiler yaygınlaşmış ve Darwinizm amacına ulaşmıştır.

Bu ahlaki yozlaşmanın en yaygın olduğu kesimlerin başında ise Kilise kurumları ve sözde din adamları bulunmaktadır.

Vatikan pislikleri örtemiyor

Mevzu şudur, Katolik kiliselerinde ve kurumlarında çocuklara karşı işlenen cinsel suçlar o derece artmıştır ki; artık piskoposlukların ve Vatikan’ın yoğun gayreti bile bu rezaleti kapatmaya yetmiyor.

İnsanları susturmak için milyarlarca dolar dağıtılıyor, imzalar alınıyor ve mağdur olmuş çocukların aileleri korkutuluyor.  Fakat her yıl on binlerce çocuk Katolik kiliselerinde ve kurumlarında tecavüze uğruyor. Bu kurbanların yüzde 81’ini ise erkek çocuklar oluşturuyor. 2009 yılında yayınlanan başpiskoposluk raporlarında, ruhban sınıfının en az yüzde on beşinin çocuklara karşı sürekli olarak cinsel istismar suçu işlediği itiraf ediliyor.

Bunlar, şu anlama geliyor; Katolik kiliselerin dünya üzerinde 500.000 din görevlisi bulunuyor. En az yüzde on beşi, yani sayısı 75.000 civarındaki bir Katolik din görevlisi ordusu amirleri tarafından resmen cinsel sapık olarak tanıtılıyor. Ciddi Amerikan gazetelerine göre Katolik sistemde çocuklara karşı işlenen her 5000 tecavüz davasının ancak 150 tanesi mahkemelere intikal ettirilebiliyor. Gerisi ise el altından kapatılıyor. 2002 yılına kadar 4.392 yüksek dereceli Katolik din görevlisi aleyhinde 10.667 çocuk istismarı iddianamesi hazırlanıyor.  Özellikle kiliselerin kontrolündeki eğitim kurumlarında yaşları 8 ila 17 arasındaki erkek çocukların yıllarca, sürekli olarak Katolik papazların ve rahibe kadınların istismarına maruz kaldığı açıklanıyor!

İşin diğer tarafı da şudur: Hapishanelerde binlerce mahkûm üzerinde yapılan ve uzun yıllar süren çalışmalar önemli sonuçlar ortaya koyuyor. Çok sayıda mahkûmun çocukluk yaşlarında Katolik kiliselerinde uğradıkları tecavüz vakaları saptanıyor.

2009 yılına kadar tecavüz davalarını kapatmak için piskoposluklar tarafından yalnızca ABD’de kurbanlara ve hukuk servislerine ödenen para, 2 milyar 600 milyon doları buluyor.

Başka bir örnek de İrlanda’dan. 2001 yılında Katolik kiliselerinde cinsel istismara maruz kalmış çocukların ailelerine 128 milyon Euro ödeniyor. Her halükarda bu suçların ancak yüzde 10’u ortaya çıkartılabiliyor. Toplumdan gelen baskılar artınca, 2008 yılında ABD’de altı milyon çocuk, kiliselerde maruz kalabilecekleri cinsel istismar konusunda eğitime alınıyor.  Yani çocuk kiliseye gönderiliyor ama oradaki kadrolu ruhbanın tecavüz ihtimaline karşı önceden eğitimden geçiriliyor. Buna da din deniliyor ve Türkiye’de bu çirkeflik Katolik misyonerler tarafından AKP desteği ile propaganda yapabiliyor.

Ey müminler, AB’ye girmek için yarışın!..

AB’den sorumlu Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’a bağlı AB Genel Sekreterliği (ABGS), birliğin Türkiye’ye sağlayacağı faydaları anlatmak için farklı projeleri hayata geçirmeye devam ediyor. AB’yi camide tanıtmak için harekete geçen ABGS, bu amaçla bir ‘cuma hutbesi’ taslağı da hazırlıyor.

Çalışmada AB’ye yönelik ‘yanlış algılamaların giderilmesi’ amaçlanıyor.  Diyanet vize verirse, hutbenin rötuşları yapıldıktan sonra camilerde okunacağı söyleniyor.

Hutbenin ana fikrinde, İslam dininin Avrupa Birliği’ne karşı bir din olmadığı mesajı vurgulanıyor. Atatürk’ün, ‘Muasır Medeniyet’ idealine de vurgu yapılan taslak hutbede, AB’nin bu ideal yolunda önemli bir adım olduğu kaydedilerek, ‘AB’nin gelecek nesillere fırsatlar sunacağı’ belirtiliyor.

Hutbede Hazreti Muhammed’in, ‘İlim, Çin’de bile olsa arayın’ gibi hadislerine ve Kur’an-ı Kerim’in, evrensel değerleri yücelten ‘Zümer’ ve ‘Bakara’ surelerinden bölümlere de yer veriliyor.

Taslak hutbeden çarpıcı bölümler:

“Aziz müminler, yaratılmışların en seçkini olan insana büyük değer veren dinimiz, daha huzurlu bir hayatın arayışını öğütlemektedir… Avrupalılar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, kıtaya barış ve istikrar getirmek üzere bir birlik oluşturma kararı vermişlerdir. Bugün yarım milyara yakın Avrupalı, Avrupa Birliği sayesinde daha huzurlu daha müreffeh bir yaşam sürmektedir. Hürriyet, akıl, bilim, eşitlik, insanlık onuru ve insan hakları gibi evrensel değerlere dayanan Avrupa Birliği bir Hıristiyan Birliği değildir. Avrupa Birliği ülkelerinde Hıristiyan nüfus çoğunluktadır; ama başka dine mensup insanlar da vardır. 18 milyon Müslüman yaşamaktadır. Avrupa’daki evrensel değerlerin hayata geçirilmesinde, İslam filozoflarının büyük katkısı olduğunu unutmayalım…”

Şu anlamlı fıkra her şeyi özetliyor!

Yıl 2050. AB Komisyonu Başkanı odasında otururken, yardımcısı içeriye giriyor:

– Efendim, Türkiye tüm isteklerimizi yerine getirdi. Onları AB’ye alacak mıyız?

AB Başkanı:

– Yok canım, henüz olmaz. Git, duyur, tüm Türkiye İngilizce konuşacak, Türkçe’yi bırakacak; Kürtçe kalabilir!

-Efendim onu 5 yıl önce yaptılar, hatırlamıyor musunuz?

– O zaman söyle Kıbrıs’tan çıkılacak!

– Efendim onu da 40 yıl önce verdiler zaten

– O zaman söyle (sözde) Ermeni soykırımı tanınacak!

– Efendim, sadece Ermeni değil, Pontus, Yunan, Bulgar, Rus, Ukrayna, Moldova soykırımını bile tanıdılar…

– Hımmm o zaman söyle, kokoreç yasaklanacak!

– Kokoreç yemeyi 2008’de bıraktılar

– İsa aşkına, ya ne bileyim? Kınayı yasaklayın, artık yakılmayacak!

– Beyefendi, onu da çoktan bıraktılar.

AB başkanı düşünüp, taşınır ve şu talimatı verir:

– Öyle ise girişimimiz şimdi amacına ulaşmıştır ve artık AB’ye gerek kalmamıştır. Bu nedenle dağıtın o zaman Avrupa Birliği’ni![1]

Rize diyanet Hizmet binasının cephesindeki HAÇ figürü hemşehrileri olarak sahip çıktıkları Recep Erdoğan AKP’sinin arka planının görüntüsüydü! Bu manzara AB’nin ve AKP’nin art niyetini açıkça ortaya koyuyor.

AB Müslüman Türkiye’yi kabul etmiyor!

Üstelik Tayyip Erdoğan zamanını boşa harcıyor. Yunanistan’ı krizden kurtarmak konusunda son derece katı bir tutum takınan Almanya başbakanı, Türkiye konusunda da bir U-dönüşü yapacak görünmüyor.

Merkel, savurgan Yunanistan’ın kendi paralarıyla kurtarılması ihtimali karşısında infiale kapılan vatandaşlarının, bir de tutup Türkiye’ye yönelik tavrını yumuşatması halinde infilak edeceğini biliyor. Türkiye konusunda yumuşarsa, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy de benzer bir öfke patlamasıyla karşılaşacağa benziyor.

AB üyesi Kıbrıs’a limanlarını ve hava sahasını açmaması kendisine karşı çıkanlara kullanışlı bir taktik bahane sağlasa da, Türkiye’nin tam üyeliğine muhalefetin asıl nedenini Kıbrıs konusu olmadığını bilmemiz gerekiyor. Türkiye’nin siyasi reformlarını hızlandırması da Batıyı tatmin etmiyor. Asıl mesele Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğunun Müslüman olmasıdır, fakat bu dile getirilmiyor. Türkiye 72.5 milyonluk nüfusuyla AB’ye katılırsa Almanya’dan sonraki en büyük üye haline geliyor. Ülkenin hükümeti laik olsa da, tahminlere göre Müslüman nüfusun oranı yaklaşık yüzde 99’a ulaşıyor. Din Avrupa’nın geniş kesimlerinde eskisi gibi bir itici güç değil, fakat ezici çoğunluğu Müslüman bir ülkeyi içeri almanın kulübün karakterini ciddi biçimde değiştireceğine dair yaygın bir kanaat besleniyor.

Buna karşıt Siyonistlerin güdümündeki bir düşünce ekolü de var ki, bu kesim AB’nin Müslüman bir ülkeyi kucaklamasının olumlu etkiler yaratacağını savunuyor. Yani Müslüman Türkiye İslam Dünyasından koparılmak ve Haçlı potasında eritilmek isteniyor.

Türkiye; AB’nin Enerji Hattı ve can damarı oluyor

Gerçek şu ki, Türkiye AB’ye değil, AB Türkiye’ye muhtaç bulunuyor. Resul Serdar’ın dediği gibi:

“Amerikan’ın uluslararası siyaseti uzun süredir şu varsayım üzerine kuruludur: “Enerjiyi kontrol eden kıtayı, parayı kontrol eden dünyayı yönetir”. Hâlihazırda Avrupa, kendi enerjisinin yarısından fazlasını Rusya’dan karşılıyor. Rusya’ya olan bu bağımlılık bir yandan Avrupa’nın küresel bir güç olarak var olmasını önlerken diğer taraftan Amerika’nın da Rusya’nın yeniden bir güç olarak yükselmesi karşısında zor durumda kalmasına yol açıyor. Avrupa, global bir güç olarak var olabilmek için hayat kaynağı sayılan enerjideki Rus tekelini kırmak zorundadır. Enerjiyi Rusya kontrol ettiğinden kıtayı, yani Avrupa ve Ön Asya’yı da rahatlıkla kontrol ediyor. Öte yandan ABD, yeni küresel ekonomik aktörlerin yükselmesi ile beraber global düzeyde parayı kontrol etmekte zorlandığı için dünya üzerindeki hegemonyasını artık sürdüremez duruma geliyor. Asya’daki Uzak Doğu ülkeleri, kaç zamandır Batı güdümünden çıkmayan ve Batı’ya karşı daha cüretkâr politikalar üretmekten bahsediyorlar. Çin bir yana,  Japonya’da bile İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Amerika ile aralarına kesin bir mesafe koyacaklarını açıkça vaat eden bir parti ilk defa iktidar oldu. Bu gelişmeler, Türkiye’yi Batı açısından yeniden vazgeçilemez bir ülke haline getirdi. Rusya’nın enerji üzerindeki tekeli ancak Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’dan Avrupa’ya taşınacak enerji hatlarının ana geçiş noktası olmasıyla aşılabilecek. Bu nedenle de Türkiye Avrupa açısından stabil bir ülke olmak zorunda. Bir ülkede kimi zaman neredeyse iç savaş düzeyindeki bir yoğunlukla devam eden bir çatışma varsa, güvenli bir enerji geçiş güzergâhı olarak kabul edilemez. Avrupa, şayet kendi enerji hattını güvenceye almak istiyorsa öncelikle Türkiye’deki çatışma ortamını bitirmek zorundadır. Tam da bu noktada ilk defa Avrupa, PKK’ya verdiği desteği çekmek ve onu tasfiye etmeye başlamıştır. (Bu tavır, PKK’nın siyasi temsilcisi olan BDP’ye meşruiyet kazandırmak amaçlıdır ve Türk halkına hoş görünüp AKP’nin işini kolaylaştırma hesaplıdır. Zaten Belçika’da tutuklanan PKK eşkıyaları Zübeyr Aydar ve Remzi Kartal 3 hafta sonra serbest bırakılmıştır) Türkiye’yi çok sevdiklerinden değil, ancak kendi enerji hatlarını güvence altına almak için terörün Türkiye’de bitirilmesi Avrupa ve Amerika açısından kaçınılmazdır. Rus enerji tekeline en büyük alternatif Nabucco Projesi’dir ki bu proje Orta Asya ve Ortadoğu’dan alınacak enerjinin 4 bin km uzunluktaki bir hat üzerinden Avrupa’ya taşınmasını öngörüyor. Boru hatlarının 1998 kilometresi ise Türkiye’den geçiyor ki, bu da bütün uzunluğun yarısı anlamına geliyor. Böyle bir durumda stabil ve güvenli olmayan bir Türkiye, Avrupa’nın enerji hatlarının da sürekli bir tehdit altında olması demektir. Öte yandan, Amerika kaç zamandır Irak’tan çekilmekten söz ediyor çünkü Irak Savaşı Amerikan ekonomisini ciddi bir çıkmaza sürüklemesinin yanı sıra Amerika’nın Afganistan’da da başı fena halde dertte. Ancak buradan çekildikten sonra Amerika boşalacak olan nüfuz alanını İran’ın doldurmasından korktuğu için bu boşluğu Türkiye’ye devretmek dışında başka bir seçeneğe sahip değil. Amerika’nın Ortadoğu’da boşaltacağı yerleri Amerikan çıkarlarını da çok sarsmayacak olan bir Türkiye’nin dolduracak olması, Türkiye’nin Amerika açısından da stabil ve güvenlik sorunlarını halletmiş bir ülke olmasını gerektiriyor. Öte yandan, Türkiye’de burjuvazi de uzun süreden beri Cumhuriyet’in ideolojik çerçevesinden kurtulmanın yollarını arıyor. Türkiye’de burjuvazi İngiltere’nin aksine, Almanya’dakine benzer bir biçimde bizzat devlet eliyle oluşturulduğundan varlığını devlete borçludur. Bu nedenle de açık bir muhalefet içine girerek İkinci Cumhuriyet’e meydan okuyamaz. Burjuvazi bir yandan küresel sermaye ile birleşmenin yollarını ararken bir yandan da var olmayı sürdürebilmek için öngörülebilirlik peşindedir. Çünkü para, öngörülebilir olmayan yerlerde kök salmak konusunda oldukça ürkektir. Sermaye, bir yere yerleşmek istiyorsa o yerin öngörülebilir olmasını ister. İç sorunlar, terör ve siyasal krizlerle boğuşan bir Türkiye, küresel ölçekte Türk burjuvazisinin rekabet gücünü baltalayacağından burjuvazi de yeni konseptlere ve yapısal dönüşümlere onay veriyor artık. Açıkça olmasa da örtük bir biçimde İkinci Cumhuriyet’in bazı paradigmalarının değişmesi gerektiğinden söz ediyor. Küresel sermaye de Türkiye’de yerleşmek derdinde ve yerli burjuvazinin bütün kaygıları küresel sermaye için de aynen geçerlidir. Buna ek olarak Türkiye’de tarihin de akış mantığına uygun olarak yeni bir sosyolojik yapı, siyaset ve kurumlardan beklentisi eskilerden hayli farklı olan yeni bir millet algısı artık ana siyasi akımın belirleyicisi olmak konumuna yükselmiştir ve bu sosyolojik yapı da İkinci Cumhuriyet’in ideal toplum modelinin oldukça demode kaldığını düşünüyor. Bütün bu bileşenler, en konsantre biçimiyle kendisini Açılım tartışmalarında dışa vuruyor.

Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin önünde yapmak zorunda olduğu yapısal değişiklikler, Birinci ve İkinci Cumhuriyet’in günah çetelesi üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Birinci Cumhuriyet’in kendisini Osmanlı’nın (daha doğrusu İttihat ve Terakki Masonlarının) günahları ve hataları üzerinden meşrulaştırmaya uğraştığı biliniyor. Bugün ise, Üçüncü Cumhuriyet kendisini öncekilerin günahları üzerinden kurmak yolunu tercih ediyor. Birinci ve İkinci Cumhuriyet Alevileri, Kürtleri, Ermenileri ve devletin resmi dini yorumuna aykırı düşen geniş bir kitle olan mütedeyyin Türkleri dışarıda bırakarak hatırı sayılır travmalar oluşturmuştu. Bugün, Üçüncü Cumhuriyet kendisini kurmaya çalışırken, Birinci ve İkinci Cumhuriyetin dışarıda bıraktığı bu unsurlara dayanarak onların yaşadıkları acılar üzerinden Birinci ve İkinci Cumhuriyet’i karalamak, geçersiz kılmak ve halk nezdindeki meşruiyetini kırmak zorunda kalıyor. Oysa ne Kürtler, ne Aleviler, ne Ermeniler, ne Romanlar ne de mağdur edilen mütedeyyin Türkler bu sürecin ana aktörleri sanılmamalıdır. Ana aktörler (Siyonist güçler ve işbirlikçiler), cumhuriyetin nereye doğru evrileceği ve Türkiye’nin bundan sonra nasıl bir ülke olacağı üzerinde derin bir kavgaya tutuşmuşken bu unsurlar sadece birer figüran konumundadır.  Açıkçası, Birinci ve İkinci Cumhuriyet’in günah defterinin kabarıklığı, Üçüncü Cumhuriyet’i istemeye toplumu mecbur ve mahkûm bırakıyor.”[2] Yani Müslüman halkımız, bir nevi “Azrail gösterilip, kansere razı ediliyor.”

Cumhurbaşkanlığı himayesindeki Türk sezonunda Fransa’da Hz. Peygamberimize hakaret yapılıyor!

Fransa’da sözde Türk Sezonu etkinlikleri yapılmıştı. Orada Türkiye devletinin, Ankara Dışişleri Bakanlığı’nın verdiği paralarla; birtakım vakıfların, kuruluşların, oluşumların, Türkiye kültür ve sanat adamlarının katkılarıyla ve herkesin gözü önünde Peygamberimiz’e (Salat ve selam olsun ona) ağır hakaretler yağdırılmıştı. Fransa’da Yasemin Berkol Hanımefendi’nin gönderdiği yazıyı aynen aşağıda okuyacaksınız. (Tekfen ve “Fevziye Okulları” Vakfı böyle bir şeyi nasıl yapmıştır?)

“8 Ekim 2009 Perşembe günü saat: 12.30’da Paris Petit Palais adlı güzel sanatlar müzesinde bir konser verilmişti.

Bu, Fransa’da Türk Sezonu kapsamında yürütülen ve Tekfen ve Fevziye Okulları Vakfı tarafından desteklenen bir etkinlikti.

Türk ve Fransız müzisyenlerin katıldığı bu konserde Peygamberimize “Ağır hakaret ve küfür edildi”, ben bir Müslüman olarak bu denli hakaretten üzüntü duydum ve salondaki Türk izleyicilerden de tepki gelmemesi beni daha da hırslandırdı.

Aşağıda Fransızca ve Türkçe tercümesini yazdığım bu şiir barok müzik bestesiyle bir soprano tarafından İtalyanca okundu ancak Fransızca tercümesi el broşüründe izleyicilere sunuldu ve bol bol alkışlandı.

“……. Ah que soit maudit l’Arabe Mohamet et son successeur Ali, que le sol recouvre la Mecque, que tombe sens dessous-dessous Medinet al-nabî………”

“Ah Arab Muhammed’e ve onun halifesi Ali’e lânet olsun, Mekke’yi toprak örtsün, Nebînin şehri Medine’nin altı üstüne dönsün…” Avrupalıların her fırsatta Müslümanlara hakaret ettiği biliniyor ama bizzat Türk kültür ve sanat adamlarının yönetiminde, Türk vakıflarının ve Dışişlerinin parasıyla düzenlenen bu etkinlikler arasındaki hakaretler AB’cilerin ve AKP’lilerin nihai hedeflerini gözler önüne sermekteydi.

Evet dinleyip kalben tasdik edeni ve söylenenlerin anlamını bilerek alkışlayanı dinden çıkaran ve tabi başta Türk milleti olmak üzere bütün İslâm âlemine hakaret niteliği taşıyan böyle bir cüret “gözden kaçan” bir hata olamazdı, çünkü elde söylenen sözlerin ne anlama geldiğini ifade eden tercüme bir metin vardı.

Bu işler organizeli yapılmaktaydı.

Bir öğretim üyesi çıkıp “Keşke bu millet Hıristiyan olsaydı” diye anırırdı, emekli bir general tutar İstiklâl Marşımızın, “Hakkı’dır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” mısralarındaki ‘Hakk’tan rahatsızlık duyardı…

‘Amacımız iyi insan yetiştirmek” sloganı ile yola çıkan, Masonik ve Sabataist bir Vakıf da tutar Hz. Muhammed Aleyhisselama hakaret eden bir organizasyonu destekler ve alkış tutardı.

İnsana “Size göre iyi insan Hz. Muhammed’e hakaret eden İnsan mıdır” diye sormazlar mı?

Çok bekledik; Ne Milli Eğitim Bakanlığından, Ne Kültür Bakanlığından, Ne Başbakanlıktan, Ne Dışişleri Bakanlığından tıs bile çıkmamıştı.

Koluna başörtülü eşini takıp üniversite kapılarına dayanan ve sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olan Sayın Abdullah Gül, bile “Haksızlıklar ve ahlaksızlıklar karşısında susan” sağırları oynamıştı. Oysa bu organizasyon kendi himayelerinde yapılmıştı.



[1] 24 Mart Kulis Ankara

[2] 25 Mart 2005 / Milli Gazete

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
İsmet SEZGİN

İsmet SEZGİN

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx