Siyonist kültür emperyalizmi, kendi hâkimiyetleri için sadece parayı ve pazarları ele geçirmek değil, aynı zamanda halkların bilincini ve beynini şekillendirerek bir “zihinsel hegemonya” kurmak peşindedir. ABD sürekli bir “modernlik” propagandası ile; eğlence ve reklâm sektörünü de kullanarak, özellikle gençleri hedef alır. Gençlik, ABD kültür ihracatı için büyük bir Pazar sayılır. Bu kesimin tüketici-bireyci eğilimleri sürekli uyarılır. Bu arada solun söylem ve kavramları da kullanılarak, gençliğin sistem karşısındaki hoşnutsuzluğunu “özgürlükçü” temalarıyla “müsrif” bir tüketiciliğe yönlendirir. Böylece gençliğin isyankârlığı hem saptırılır, hem kârâ dönüştürülür.
Tüm emperyalist egemenliklerde olduğu gibi; ABD emperyalizmi de sadece ekonomik-askeri denetim ve sömürü biçimlerine dayanmaz. Kültürel hâkimiyet de, sömürü sisteminin sürdürülmesinin en önemli dayanakları arasındadır. ABD kendi Siyonist imgesinden bir dünya yaratmaya çalışmakta “ve yalnızca pazar olan” ama yönetim ve denetimde payı ve söz hakkı bulunmayan bir dünya toplumu hedefleyen ideolojileri üretmektedir. Dünyanın birçok yerinde, ABD’nin uzun zamandır çarpıcı ve kaygı uyandırıcı modelini oluşturduğu “parçalanmış toplumlar” ortaya çıkmıştır. “Üretimin, tüketimin ve iletişimin; efendileri tarafından yönlendirilen çoğunluğun” oluşturduğu “kalabalıklar, giderek insani ve ahlaki hedef ve hasletlerden uzaklaşmışlardır. İnsanlar üretim ve tüketim robotlarına benzedikçe ve sadece paraları ve bacak araları için mücadele eder hale geldikçe yozlaşma hızlanmaktadır. Milli sorunlar ve insani sorumluluklar yerlerini bireysel ve basit hesaplara bırakmıştır. Artık bu toplum; kendi bencil ve beleşçi düşlerini bulandıracak olan eylem ve söylemlerden çekinen korkak bir kalabalıktır.
Ezilen kitlelerin değerlerini, davranış biçimlerini, gelenek ve kimliklerini, “sömürgeci pazar”ın eksen alındığı bir ideoloji temelinde biçimlendirmek; kültürel yaşama sistematik bir müdahaleyi gerektirir. Kültür emperyalizmi, hem ‘geleneksel’ hem de modern biçimlere bürünebilir. Geçmiş yıllarda kiliseler, camiler, eğitim sistemleri ve kamu yetkilileri; yerli halklara ilahi ve mutlakıyetçi prensipler adına, sömürü düzenine boyun eğme ve sadakat gösterme düşüncelerini aşılamakta büyük rol oynamışlardır. Bu ‘geleneksel’ mekanizmalar halâ çalışmakla birlikte, çağdaş kurumlarda yerleşen yeni modern araçlar, emperyal hâkimiyette gittikçe daha merkezi önem kazanmaktadır. Bu işte başrolü; kitle iletişim araçları, halkla ilişkiler kampanyaları, reklâmlar, laik eğlence programları ve entelektüel yazar ve yorumcular oynamaktadır. Çağdaş dünyada Hollywood, CNN ve Disneyland; Vatikan’dan ve Diyanet Başkanlığı’ndan çok daha etkili olmaktadır. Kültürel nüfuz, askerî-siyasî hâkimiyet ve ekonomik sömürüyle iç içe bulunmaktadır. ABD’nin ekonomik çıkarlarını korumak için; Orta Amerika’daki soykırımcı rejimleri destekleyen askerî müdahalelerine, yoğun bir kültürel bombardıman ve beyin yıkama faaliyeti de katılmıştır. ABD’nin finanse ettiği Protestan vaizler, yerli-köylü kurbanlara “boyun eğme mesajları aşılamak” için, aylaca köylerde ve mahallelerde dolaştırılmıştır. Evcilleştirilmiş entelektüellerin ‘demokrasi ve piyasa’yı tartışmaları ve toplumu Siyonist sömürüye alıştırmaları için uluslararası konferanslara sponsorluk edilmiş; gündelik hayatı unutturan sürükleyici televizyon programları ‘başka bir dünyadan’ hayaller aşılamıştır. Bu kültürel nüfuz ve zihinsel tecavüz, insanlığa karşı açılan emperyalist savaşın, askeri olmayan araçlarla devamıdır.
ABD emperyalizminin “demokrasi” ölçütleri, “vatandaşların sadece bir tüketici ve gözlemci olması” üzerine kuruludur. Halkın şuurlu katılımı ise, “demokrasi krizi” olarak nitelendirilir. Egemenlik merkezlerinin hazırladığı Siyonist politikalara karşı başlatılacak milli ve yerli itirazlar, bu “kriz”in başlıca tezahürü kabul edilir ve derhal harekete geçilir. Erbakan Hükümetine ve Milli Görüş hareketine karşı girişilen eylemler bunun en çarpıcı örnekleridir. Kendi imgesinden bir dünya yaratmaya çalışan ABD açısından “demokrasi krizleri”, her türlü kültürel terör aracı kullanılarak, olmazsa askeri devrimler kışkırtılarak dünyanın dört bir yanında savaşılması gereken bir illettir. ABD kendi kültür emperyalizmini: toplumsal ilişkilerle, medya marifetiyle, seçkin sınıflar ittifakıyla, halkın bilincini körletmeye, ideoloji ve rejimlerini ihraç etmekle de yayabilir. Bu konuda Batılı Pazar ideolojisine bağlılık temel prensiptir. Benjamin Ginsberg’in değerlendirmesiyle: “Batılı hükümetler halkın perspektif ve duygularını düzenlemek üzere piyasa mekanizmalarından yararlanmışlardır. XIX ve XX. yüzyıllarda inşa edilen ‘fikirler pazarı’, alt sınıfların ideolojik ve kültürel bağımsızlığını yok ederken, fiilen üst sınıfların yani Siyonist elit tabakanın inanç ve fikirlerini yaymaktadır. Batılı hükümetler bu fikir pazarlarının kuruluşuyla, sosyo-ekonomik konum ile ideolojik güç arasında sağlam ve kalıcı bağlar kurmaya zorlanmış, böylece üst sınıfların birini desteklemek üzere diğerini kullanmalarına olanak tanımıştır… Özel olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde, üst ve seçkin sınıfların fikirler pazarına egemen olma becerisi; genellikle Siyonist katmanların ve Avanjelik kâhyaların, toplumun politik tercihlerini yönlendirmesini ve şekillendirmesini sağlamaktadır. Batılılar genelde piyasayı düşünce özgürlüğüyle eşitlerken, piyasanın gizli eli, neredeyse devletin güçlü yumruğu kadar etkili bir denetim aracı olabilir.
Amerikan iletişim sisteminin özü ve biçimi; çağdaş hayal kahramanları ve bunları ileten araçlarla “zihinsel yönlendirmeye” dayalıdır. Bireysel pasiflik, nemelazımcılık, zihinsel bulanıklık, kısaca aklı körletmeyi ve kurulu düzene köleliği sağlayan unsurlar; özellikle televizyonlar tarafından yaratılan kültürel terörün sonuçlarıdır. ABD yaşam tarzı ile bütünleşen televizyonlar, az gelişmiş ülkelere karşı kültür emperyalizminin en önemli savaşçıları arasındadır. Adeta bir narkoz tüpü işlevine sahip televizyonlar, zihinsel faaliyetleri dumura uğratmaktadır. Televizyonun en hafif tahribatı; bir lağviyat olarak onu açmanız, ekrana ne gelirse seyretmeye koyulmanız ve dipsiz bir pasifizm kuyusunun karanlık kuytularına doğru kaymaya başlamanızdır. Ekranda ne gösterildiği önemli değildir; bu bir yabancı film olabileceği gibi, hiç kimsenin ilgisini çekmeyen türden başka şeyler de olabilir. Bir süre sonra : “düşünme yorgunluğuyla” seyrettiklerinizi unutmaya ve şekerleme yapmaya başlarsınız. Sanki birileri beşiğinizi sallıyor, sanki birileri: “Sakın kıpırdamayın ve yerinizden kalkmayın” diye sizi teşvik ediyordur. Gözleriniz açık da olsa beyninizin pencereleri kapanmaktadır. Beyniniz, alışageldiğinin dışında bir yoldan meşgul ve hatta işgal edilmektedir. Sizi harekete geçirecek, aktif ve üretken hale getirecek duygularınız artık televizyon tarafından esir alınmıştır.
Amerikanın marazlı medya merkezleri; paketlenmiş bilinç mikroplarını; film, dizi, haber, yorum vs. tarzında dünyanın dört bir yanına iletirler. “Tarafsızlık, bireysel menfaatçilik, nemelazımcılık, “gemisini yürüten kaptan” cılık, fırsatçılık ve kolaycılık ve göz açıklık” gibi saptırmalar televizyonun her gün insanlara öğrettiği şeytani felsefelerdir. Amerikan kültür ürünleri, ince reklâm stratejileri ve “Amerikan hayat tarzı”nın özendirilmesi ile birlikte tüm dünyaya yayılır. Reklâm aracılığıyla mesaj iletmek, uluslararası iletişim tekelinin vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Kitleleri kuşatan medya ve özellikle de en güvende olduklarına inandıkları yerde yani evlerinde, insanları zihin kölelerine dönüştüren televizyon, iletişim tekellerinin ideal araçlarıdır. Reklâmcılık ve denetiminde tuttuğu kitle medyası, kültür ticaretinin ve ticaret kültürünün emrindedirler. ABD’nin küresel etkinliğinin en önemli unsurları arasında kültürel kapitalizm gösterilebilir… Halkları kontrol altında tutmak: imgelerin, sözcük kapasitelerinin, dil olanaklarının, zihinsel kodların yönlendirilmesiyle mümkün hale gelmektedir. Salt askeri güç kullanarak toplumları uzun süre baskı altında tutmak mümkün değildir. Baskının kurumsallaşması ve sürekli olması, egemenliği elinde tutanın, kendi çıkar ve amaçlarını, ancak ezilene benimsetmesiyle sağlanabilir. Dolayısıyla egemenlik sistemleri, iletişim yöntemlerine ve toplumun büyülenmesine kesin bir ihtiyaç gösterir. Toplumun çeşitli olaylar karşısında takındıkları tavırların bileşkesi bir birikim temelinde, “politik tercih ve tepkiyi” meydana getirir. Bu nedenle Siyonist ABD hâkimiyeti varlığını sürdürebilmek için; büyük bir ustalıkla kullanılan, kitle yönlendirmesini sürekli geliştirir. Halk, gizli patronların sahneye sürdüğü piyonları kendi adayı diye seçip oy vermekte ve böylece demokratik bir sistemle, ülke yönetimine katıldığını zannetmektedir.
Günümüzde büyük halk kitleleri, bu iletişim araçları ve medya saldırıları karşısında son derece savunmasızdır. Veri iletişim teknolojisi de devreye sokularak, bilgisayar aracılığıyla yaygın denetim ağları kurulmaktadır. Toplum hipnotize edilerek uyutulmaktadır. Üstelik “zihinsel köleliği”, hissedilmezlik boyutu ile, “köle olmayı kendi iradesiyle seçme özgürlüğü” gibi bir saçmalık derekesine indiren enformasyon alanındaki gelişmeler, gerçekten şeytani bir devrim sayılmalıdır.
ABD iletişim tekelleri ve enformasyon teknolojileri, az gelişmiş ülkeleri kuşatan kıskacı iyice daraltırken , “modernizm”e özentileri bu ülkeleri teknoloji çöplüğüne dönüştürüyor. Yeni bir statü simgesi olarak bilgisayar-İnternet kullanımı, çok sınırlı çevrelerin ilmi araştırmaları dışında tüketime, pornografiye ve zihinsel yozlaşmaya hizmete ediyor. Özellikle yoksul halk kesimleri açısından bir tür “bilgisayar tinerciliği” gündeme geliyor. Bu zihin köleliğinin sonucunda kitlelerin, “tarihi, siyaseti, ülke ve bölge problemlerini umursamaz olmaları ve aptalcasına bir tüketimin günlük sorunları arasında basit kaygılar ve kavgalar için de boğulmaları kaçınılmaz gözüküyor.
ABD medya patronlarının, Pentagon ve iş dünyası ile birlikte oluşturduğu reklâmcılıkla bütünleşen televizyon sistemi; bu “zihin köleliğini” korkunç boyutlara taşıyor: Seyredenlerin duygularını körelten ve vicdanları kirleten bir eğlenceye maruz kalmanın uzun dönemdeki öldürücü etkisiyle kıyaslandığında, “dikkat süresinin kısalması ve yoğunlaşmanın kaybolması” zararları bile önemsiz kalıyor. Amerikan ticari televizyonundaki programların on iki yaşında bir çocuğun zihinsel seviyesini hedeflediği söyleniyor. Bu ister şuurlu benimsenmiş bir siyaset olsun, isterse piyasa araştırmalarıyla izleyicilerini küçümseme tavrının sonucu olsun, önemli değil. Önemli olan, böylesi yayınlara sürekli maruz kalan nesillerin genel zihin seviyesinde, korkunç bir düşüş yaşanacağı gerçeğidir. Bu “zihin köleliği” sistemi, ABD’de uzun yıllardan beri yürürlüktedir.
Diğer yandan dünyanın her köşesinde, Walt Disney’in faşist yaratıkları; çocuk televizyonlarında ve çocuk basınında “körpe beyinleri tüketime, sorunlarını kaba güçle halletmeye, maddi kazancı en kutsal amaç gibi göstermeye ve onu koruma adına şiddetin gerektiğine” inandıran yayınlar, şeytanın görevini üstlenmiştir. Ve bütün insani değerleri ve erdemleri yok etmeğe yöneliktir. Walt Disney ürünlerinde, dayanışma, paylaşma ve yardımlaşma imgesi yoktur; hayvanlar arasında dayanışma olgusunda bile, bu dayanışma yapıcı bir amaç için değil, ortak saldırı ve korunma adınadır. Kapitalist sistemin bencil değerleri , “evrensel” bir masumiyet maskesi ile çocuklarımızı şartlandırır.
ABD kültür emperyalizmi, ekonomik ve siyasal sömürü düzenini destekleme yönünde, din-maneviyat malzemesinden de yararlanır (Evet; din ve maneviyat; Siyonist ve emperyalist kesimler için sadece birer malzeme sayılır) Bu ideolojik mücadeleye, örgütlü din de, her zamanki gibi bu kez radyo ve televizyonu kullanarak katılmaktadır. Din maskesi altında yapılan inanç sömürüsü, özellikle Amerika’dan kaynaklanan milyarder örgütlü-din tüccarlarının özel radyoları, televizyonları ve uydu yayınlarıyla; sadece Amerika ve Latin Amerika’ya değil, bütün dünyaya “Tanrı’nın buyrukları” diye Siyonizm’in kurallarını anlatırlar. Bu tür yayın merkezleri, Hrıstiyan dünyasında; Katoliklikten hayal kırıklığına uğramış, arayış içindeki sefil ve cahilleştirilmiş insan kitlelerinin bol olduğu Latin Amerika’da çok yaygındır. Latin Amerika’da, Liberation Teoloji’nin dışındaki “örgütlü din” kurumları, sadece basit din tüccarlığı yapmamakta, aynı zamanda Siyonizm’in güdümündeki katil rejimlerin yaşamasına yardımcı da olmaktadır. İslam Dünyasında ise, hürriyet ve hâkimiyet şuurundan uzak ve Siyonizm’e uşak ruhlu dindar Müslümanlar ve layt insanlar yetişmesi sağlanmaktadır.
ABD’de “Yeni Hrıstiyan Sağ Fundamentalist” hareket oldukça güçlü bir medya ağına sahiptir. Öyle ki, Evanjelikler bu medya gücünden dolayı “televanjelistler” olarak tanınmaktadır.1989’da yapılan bir “GALLUP” araştırmasına göre, erişkin nüfusun yüzde 33’ünü (58 milyon) Evanjelikler oluşturmaktaydı. “Ahlaki çoğunluk” örgütü ile Siyonizm’e uyum sağlayanlar seçkin sayıldı. Bu kavram Türkiye’ye, Dünya Bankası Başkan yardımcısı bir uluslararası sermaye teknokratından sonra, ABD’den gelen “Yeni Sağ”cı politikacı adayı tarafından, “makul çoğunluk” biçiminde değiştirilerek kullanıldı.
ABD’de “fundamentalizm” teriminin halk arasında kullanılması 1920’li yıllardır. Bu akım; 1910 yılından itibaren Protestan ilahiyatçıların 90 ayrı makalesinden oluşan The Fundamentals (Temeller) adlı 12 ciltlik serisiyle ortaya çıktı. Bu 12 ciltlik metin, 3 milyon kişiye parasız dağıtıldı. ABD’de özellikle Evanjeliklerin; aşağıdan yukarıya, “halkı yeniden Hristiyanlaştırma” hareketi, sol fikirlere karşı sağ bir anlayışla kurulan cephede yer aldı. Egemenlik sisteminin desteklediği bu akım, sosyo-politik mesajlarını ve kurulu düzene bağlılığını ince yöntemlerle sakladı. Ancak, basın imparatoru William Randolp Hearst, Evanjelik lider, vaiz Billy Graham’a destek kararı alınca, 1949’da başlatılan kampanya ile bu akım “milli bir kişilik” kazanarak muazzam bir medya propagandasına bağlandı.
Evanjelikler büyük bir okul şebekesini de örgütlediler.1965’te Bob Jones ve 1981’de Oklohama eyaletinde bulunan Tulsa’da, Oral Roberts Üniversiteleri kuruldu. Evanjeliklere ait Oral Roberst Üniversitesi’nin hukuk, tıp, vs. gibi temel bilimlerden oluşan yedi fakültesi bulunuyordu. Ancak Evanjelikler açısından en önemli eğitim kurumu, Jerry Fawell’in kurduğu Liberty Üniversitesi’dir. “Fawell’in yarı kilise imparatorluğunu ve Amerika’daki konumunu güçlendirmek için hazırladığı planı; bunların amacını ortaya koymaktaydı. Liberty Üniversitesi, sadece geleceğin milyonerlerini hazırlayan basit bir okul değildi. Buradan mezun olan binlerce genç, dünyaya; Siyonistlerin dinsel inançları ve sosyo-ekonomik düşünceleri doğrultusunda bakacaktı. Bu diplomalılar tüm sektörlere sızacaklardı. Siyonizm adına gönüllü misyonerlik yapacaklardı. Liberty Üniversitesi, Yeni Sağcı dalganın yukarıdan aşağıya Hristiyanlaştırma aşamasına geçen Evanjelik akımla bütünleştiği en önemli “politik” projeydi aynı zamanda. Falwell , “Ahlâki çoğunluk” hareketini Liberty Federation adlı bir başka örgütlenmeye dönüştürdü (1986). Bu değişiklikten sonra da tüm ağırlığını eğitim örgütlenmesine kaydırdı.
Moral Majority (Ahlaki Çoğunluk) ve Ulusal Kiliseler Birliği (NCC) , bugün İsrail’in ve Siyonizm’in en önemli destekçileri arasındadır. ABD’de , “Yahudiler ile Marol Majority arasındaki potansiyel çıkar ortaklığı”nı bizzat Siyonist liderler açıkladı. Ancak NCC ile bir süre sonra yollarını ayıran Siyonist Lobi, Evanjeliklerle ilişkilerini iyice koyulaştırdı. Çünkü evanjeliklerle Siyonistlerin yakınlıklarının, “dini temelleri” bulunmaktadır. Evanjeliklere göre “son karar günü”nün geldiğine işaret eden mucizevî olaylar arasında, Yahudilerin Filistin’e dönmeleri ve bir Yahudi devletini gerçekleştirmeleri de vardı. Dahası, İsa’nın Hristiyanlık düşmanlarına nihai darbeyi vuracağı Mahşer (Armageddon), kutsal coğrafyada belli bir yer kaplamaktaydı; bugünkü İsrail’in kuzeyindeki Armageddon Vadisi burasıydı… Evanjelikler İslam’a da düşmandır. İsrail karşıtlığının ve antisemitizmin sorumlusu olarak İslamiyet’i ve Müslümanları suçlamaktadır. Evanjelikler, Amerikan tarihinin “Tanrı tarafından seçilmiş ve kutsanmış halk” dogması temelinde, Amerikalıların “Yahudileri kurtarmış” olmasını ilahi bir işaret saymaktadır. Yeni Sağ dalga + Moral Majority hareketi + Siyonizm: ABD’nin kökten dinci örgütlenmesinin çelik çekirdeğini oluşturdular. Begin’in İsrail’de başbakan olmasıyla eş zamanlı olarak, ABD’deki köktendinci hareket de ciddi bir siyasileşme sürecine girdi. Bu dönemde Moral Majority Başkanı Falwell’e İsrail Devletine yaptığı hizmetlerden ötürü Jabotinsky ödülü verildi. Eskiden, genelde Protestanlar üzerine odaklanmış olan Yahudi cemaat örgütleri, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Evanjeliklerin sağlayacağı yararları fark etti. Yahudi İrtibat Bürosu eski görevlilerinden biri , ‘Bu ülkedeki Yahudilerin sahip olduğu gücün gerçek kaynağı Evanjeliklerden gelmektedir’ demekteydi.
Evanjelikler, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgaline de büyük destek verdiler ve Lübnan’da Falanjistlere yönelik yayın yapan radyo istasyonlarını kurdular. Hristiyanlığın Yahudileşmesi sürecinde, Evanjelik hareketin Siyonist-Yahudi doktrinle kaynaşmasının ve ortak hareket kararı almasının yanı sıra; ABD egemenlik sisteminin çelik çekirdeğinde yerini alan bu iki akımın , “kader” birliği yapması, oldukça belirleyicidir. Özellikle 90’lardan sonra; Türk tipi Siyonizm’e İslam’i bazı cemaatlerden verilen destekle birlikte, İslamiyet’in, dinler arası “diyalog” temelinde tüm temel niteliklerinden arındırılarak, Evanjelik örgütlenme biçimleri doğrultusunda Yahudileştirilmesi ve İsrail’in varlığının güvencesi olacak tarzda bir “Türkiye modeli”nin kıskacına düşürülmesi programı yürürlüktedir. Fetullahcı yapılanması ve özellikle eğitim alanında yaygınlaşması, bu bakımdan oldukça sinsi ve tehlikelidir. AKP’de bunun için iktidara getirilmiştir. Yahudiliğin, “pazar-para putperestliğine” dönüştürülen Siyonizm; küresel finans-kapital oligarşisine muazzam bir kültürel ve örgütsel kaynak sunmaktadır.
Bu çerçeve de, Evanjelik akımı bütünüyle Yahudileştirilmenin yoğunlaştığına ve Hristiyanlığın yanı sıra İslamiyet’e yönelik faaliyetlerin de hızlandığına dair şeytani girişimler, özellikle Türkiye’de görülmektedir. Bu bağlamda semavi dinlerin yerine; “pazar tek tanrıcılığı”nın konulmasına yönelik bir proje yürürlüktedir. “Çıkar ve iktidar” için dini duygular ve sorumluluklar istismar edilmektedir. Hristiyanlık ve Müslümanlık, Siyonist Tanrıya kul yetiştiren kurumlara dönüştürülmektedir. Menfaate ve misyonerliğe dayalı din anlayışı, insanların inanç ve ahlak değerlerini söndürmektedir. Pazarın dine dönüşüm sürecinde kültür, vicdani değerler, sanat, bilim dahil insanı insan yapan tüm nitelikler ticarileşmiştir.
Siyonizm’in Üçüncü Dünya’da uyguladığı kültürel soykırımında; işbirlikçi hükümet ve şahsiyetlerin, Batı’yı kurtarıcı olarak görmeleri ve emperyalizmi; karşılıklı çıkarların masum bir gerçeği olarak değerlendirmeleri de en yıkıcı unsurlar arasındadır. Bu işbirlikçiliğin sonuçları ise şöyle özetlenebilir: Bir halkı tasfiye etmenin ilk adımı, onun milli belleğini silmektir. Dinini, töresini, kültürünü ve tarihini imha etmektir. Sonra başka birilerinin yeni ve yapay bir kimlik üretmesini, köksüz bir kültür meydana getirmesini ve uydurma bir tarih icat etmesini sağlamaktır. Çok geçmeden bu ulus, kendi gerçeğini ve geçmişini unutmaya başlayacaktır. Bu unutuş ve tarihinden kopuş, o milleti uydu ve uysal hale getirecektir.
Kapitalizmin göz alıcı ve oyalayıcı nesnelerin üretimini tekelleştiren işleyişi, tüm bu kültürel çöpleşmenin gerçek nedenidir. Kapitalist egemenlik sistemi, “ümitlendirip oyalamak” temeline dayanmak zorundadır. Kapitalizmde, insani amaçlar, hatta yaşamın kendisi bile, yalınızca sistemin işleyişinde (sadece teoride değil, ekonomik gerçekliğin kendisinde) bir araç sayılmaktadır. Tekelci sermayenin Siyonist hedefleri asli amaç olup, diğer tüm insani girişimler, arzular, yetenekler ve umutlar yalnızca sömürülebilir araçlardır; kapitalist toplumu mutlak egemenliği altına alan bu bakış açısı, insan onuru ve toplum huzuruyla taban tabana bir zıtlık içindedir.
Bütün insani duygular ve değerler piyasa egemenliği tarafından çürütülürken, suni görüntülerin cazibesine kapılan bireyler; mobilya, beyaz eşya ve araba gibi meta zinciriyle bağlanır. Cehennemi bir “eşya estetiği” , tüm beşeri güzelliklerin yerine konulur. Hayallerin ve hedeflerin bu sahte imgelere tutsak edilmesi; görünmez bir egemenlik biçimidir ve bu bağlamda insanların, vicdani duygu ve duyarlılıklarının Siyonist sistemin çıkarları doğrultusunda ele geçirilmesi; şeytani baskıların en dehşet verici olanıdır. Böylece insanlar; “tüketim savurganlığı, reklâm bombardımanı ve medyanın zihin saldırıları” doğrultusunda ve kendi arzuları aracılığıyla egemenlik altına alınır. Kapitalist egemenlik sistemi bu konuyu son derece profesyonel bir biçimde değerlendirmiş ve tam bir “irade işgali” gerçekleştirmiştir. Bu çerçevede okullar, reklâmcılık sektörü, bankalar, devletin baskı aygıtları, dev şirketler, iletişim tekelleri, finans kurumları ile kuşatılan insanların hayatının her zerresine; muazzam bir ideolojik baskı zerk edilmektedir. İnsanların düşleri bile kuşatılırken, “eğer işler yolunda gitmezse suçu sisteme değil, bireylere yüklersin olur biter. Suçlu, bireydir, hatta bir aşağılık kompleksiyle tüm toplum sorumlu gösterilir! “Biz dürüst değiliz, biz tembel bir milletiz. Biz hiçbir şey beceremeyiz. Hilekârlıktan başka iş bilmeyiz” gibi sözler herkes tarafından dile getirilir.
Bu kapitalist hegemonyanın tüm unsurları; birlikte ve dayanışma içinde hareket etmektedir. Çevreye göre, etkiler ve vurgular değişebilir. Amaç; sonuçta, bir “pasiflik ve acizlik duygusu, kültürel yozlaşma ve politik bir dağılmaya yol açacak genel bir boş vermişlik olgusu” yaratmak ve hayata geçirmektir. Güçsüzlük duygusu, günümüzün belki de en yaygın ve sinsi toplumsal hastalığıdır. Güç tekelini ellerinde bulunduranlar için o kadar uygun bir hastalıktır ki, suçu sistemim yerine bireylerin üzerine atma tekniği kadar yaygındır. Örneğin ekonomik çöküntü dönemlerinde ortaya çıkan sefalet ve rezaleti birkaç bürokratın ve bankacının sırtına yıkarak “sömürü sistemi ve işbirlikçi hükümetler” dikkatlerden saklanmakta ve aklanmaktadır. Ekonomik dengesizlik ve yüksek işsizlik dönemlerinde sistem sorumlu tutulacağına, iş bulamayan insanlar suçlanır. Bunun bir sonucu, iş bulamayanların birçoğunun, bunun kendi hataları olduğunu sanmalarıdır. Teknik okullardan mezun olanlar bile, girişim cesaretlerini yitirmiş durumdadır. Bulamayacakları işleri aramaktan vazgeçmiş; kendilerini evlerine hapsedip, televizyonun ve uyuşturucunun esiri olmuşlardır. Sistemin suçunu kendi üzerlerine almışlardır. Politik olarak sahipsiz, ekonomik olarak yetersiz, toplumsal olarak dışlanmışlardır.
Siyonist sistem” vahşi bir gaddarlıkla”, bu ekonomik ve kültürel kontrolünü fark edilmez bir “sinsilik” le uygulamaktadır. “Özel” olan “kutsal”dır: Özel bankalar, özel okullar, özel sağlık fonları, özel şirketler, özel madenler, özel polis kuvvetleri, özel televizyonlar, özel uçaklar, özel araziler, özel gelişim, özel kâr, özel servet ve özel güç tekelleri… Ve onların “gizli devleti” kutsaldır ve saygı duyulmalıdır! Artık biliniyor ki, adı-sanı, resmi sıfatı ne olursa olsun Siyonizm’in güdümündeki politik sistemler: uyruklarından ya da yurttaşlarından; araştırmasız ve tartışmasız bir sadakat ile, ‘meşru’ düzene! Uymalarını şart koşmaktadır. İnsanların siyasete ve ülke yönetimine aktif ve akıllı biçimde katılım yolları tıkanmıştır. Bir yandan bireyin yetişme sürecinde uygulanan yöntemlerle, öbür yandan da, kitle iletişim araçlarının etkisiyle, beyinler dizginlenmeye ve manipüle edilmeye başlanmıştır.
Siyonist sisteme, “demokratik köle” ruhlu ‘kul’ hazırlama ve kutsallaştırılmış “tüketim toplumu oluşturma” hedefi; küreselleşmenin de esasıdır… Bu anlamda iletişim tekelleri “korku” ve “buyruk” araçlarını kullanıyor; tüm renkler, çizgiler, görüntü ve imgeler aynı totaliter mesajı şiddetle beyinlere kazıyor. “Eğer, servete ve etikete sahip değilsen bir hiçsin!” (İmge: “Düşünce de canlandırılan tasavvur, tasarım ve teoremler. Hayatın amacı haline getirilen hedef ve hevesler ve kutsallaştırılan hayaller” anlamında kullanılıyor)… Kutsallaştırılan para, tüm inanç değerlerine saldırının aracı oluyor. Sistem kendi yarattığı putlara, yani paraya tapılmasını istiyor. Artık, “para ve dolar”, ‘tanrı’ gibi tapınılan, aranılan, amaçlanan kutsal bir konumda bulunuyor. Günümüzde iktidar imgeleri artık göklerde yaşamıyor, her an yanı başımızda dolaşıyor. ‘Para Tanrısı’nın, bu iktidarını koruması için görünmez olması da gerekmiyor. Çünkü o, gücünü, dokunabileceğimiz kadar yakınımızda olmasına rağmen, ulaşılamaz oluşundan alıyor ve bugünün büyüsü, kitle iletişim araçları ile yapılıyor… Firavunların çağdaş sihirbazları olan medya ve televizyonlar, insanları hipnotize edip uyuşturuyor… Ve böylece “Siyonist Efendi”lerin sefil köleleri olarak, hayat sürüyor… Daha doğrusu insanlık sürünüyor…
Ve Kur’anın “Sur”uyla yeniden kendine gelmeyi ve İslam’la dirilmeyi bekliyor!…
Ve artık fertlerin (hatta devletlerin) gerçek kimliğini öğrenmek… Ayarını ve değerini ölçmek için: Müslüman, mı, Hrıstiyan mı, Yahudi mi, Budist mi, Ateist mi? Gibi DİNİNE… Türk mü, İngiliz mi, Arap mı, Japon mu? Gibi KÖKENİNE… Sağcı mı, Solcu mu, Liberal mi? Gibi DÜNYA GÖRÜŞÜNE… Mutaassıp çevreden mi, sosyeteden mi, üst seviyeden mi, alt kesimden mi? gibi YAŞAM BİÇİMİNE… Veya PARTİSİNE, PARDÜSÖSÜNE, PRESTİJİNE, PRENSİPLERİNE bakmak maalesef insanı yanıltıyor ve işe yaramıyor!
Bunların yerine:
1-ABD ve AB gibi süper sömürü şebekelerinin ve başka ülkelerdeki işbirlikçi hükümetlerin ve kukla şebeklerin; Siyonist ve emperyalist hegemonyasına… Ve şeytani amaçları için her günahı mubah sayan hücumlarına, razı görünüp kılıf uydurarak teslimiyet içinde alet mi olmaktadır?
2-Yoksa: bu zulüm ve zillet döneminin ve bu vahşet ve rezalette kovboy ve kobay olarak kullanılan devletlerin; fikren ve fiilen karşısına geçip… Mertçe ve mümince itiraz ve isyan edip; Adil ve ahlaki yeni bir oluşum ve dönüşümden yana mı dır?
Sorularının cevabı, herkesin içini dışa döküyor… Gerçek niyetini ve mahiyetini ortaya çıkarıyor…
Türkiye Aydınlarına Yirmi bir Soru
TÜRKİYE ‘de gerçek aydın var mı? Varsa kaç kişidir?.. Onlara bazı sorular yöneltmek istiyorum. Varsalar ve cevap lütf ederlerse bizi aydınlatmış olurlar.
BİRİNCİ SORU: Devletle rejimin, devletle resmî ideolojinin özdeşleştirilmesi doğru bir yaklaşım mıdır?
İKİNCİ SORU: Her vatandaş resmî ideolojiyi kabul etmeye, ona iman etmeye, onu can u gönülden benimsemeye, onu koruyup gözetmek için çalışmaya niçin mecbur tutulmaktadır?
ÜÇÜNCÜ SORU: Vatansever olabilmek için resmî ideolojiye bağlı olmak şart mıdır?
DÖRDÜNCÜ SORU: İnsan hakları hürriyetleri ve haysiyetleri ile ilgili metinler içinde resmî ideolojileri yücelten, onları “değer” olarak kabul eden bir cümle, bir madde, bir paragraf bulunmakta mıdır? Varsa bize göstersinler.
BEŞİNCİ SORU: Lâiklik bir değer midir? İnsan haklarıyla ilgili temel metinlerde lâiklik ile ilgili bir madde ve hüküm var mıdır?
ALTINCI SORU: Dünyanın hangi medenî, demokrat, ileri, hukukun üstünlüğünü kabul etmiş, insan haklarına bağlı ve saygılı ülkesindeki vatandaşlar, kendi ülkelerinde 1928’den önce basılmış, yazılmış kitap ve diğer yazılı metinleri okuyamamaktadır?
YEDİNCİ SORU: Böyle bir cahillik ve kopukluk o ülkenin, o halkın, oradaki devletin yararına ve hayrına mıdır?
SEKİZİNCİ SORU: Fransa’da bütün (tekrar ediyorum bütün) üniversitelerde başörtüsü serbest, Katolik okullarında serbest, diğer özel okullarda serbesttir. Bizde niçin bütün okul ve üniversitelerde yasaktır?
DOKUZUNCU SORU: Bizdeki büyük medya organları ve bazı ünlü kalemlerin Fransa’daki başörtüsü yasağını, mutlakmış ve genelmiş gibi göstermeleri halkı aldatmak olmuyor mu? Böyle bir çarpıtma basın ahlâkına ve insanlık onuruna yaklaşmakta mıdır?
ONUNCU SORU: Türkiye’de fikirleri, inançları, doktrinleri, ideolojileri dünya görüşleri birbiriyle uyuşmayan, hatta bazısı birbirine tamamen zıt olan şahısların, zümrelerin, grupların, partilerin hepsi Atatürkçüdür. Atatürk’ün localarını kapattırmış olduğu Masonlar da su katılmadık Atatürkçüdür. Bu husus nasıl açıklanacaktır?
ONBİRİNCİ SORU: Birtakım düşmüş kadınlara, esaretin en çirkini olan fahişelik yapmak için üzerinde TC’li antetler bulunan resmî vesikalar vermek; kadın haklarına, kadın haysiyetine uygun mudur? İslâm’a saldıran birtakım ilericiler niçin bu çarpıklığı dile getirmiyor, niçin susulmaktadır?
ONİKİNCİ SORU: Ülkemizin en büyük, en güçlü lobisini Sabataycılar teşkil ettiği halde, yakın tarihimizdeki bütün ihtilâl, inkılâp, darbe, büyük değişimlerde onların büyük rolü olduğu halde; okul kitaplarında, üniversitelerde okutulan tarih kitaplarında tek kelime ile olsun Sabataycılıktan, Sabataycılardan bahs edilmemektedir. Bu gerçeklerin üstü niçin kapatılmaktadır?
ONÜÇÜNCÜ SORU: Marksist ve çağdaş kesim, Atatürk’ün yakalatıp hapse attırdığı, çok ağır hapis cezasına çarptırdığı şair Nazım Hikmet’in cesedinin Türkiye’ye getirilip büyük törenlerle bir anıt kabire konulmasını istiyor. Bu hususta iki sorumuz olacaktır: Böyle bir şey Atatürkçülüğe uygun mudur?.. İkincisi: Nazım Hikmet’in mezarı vatana taşınırsa, son Padişah Mehmed Vahidüddin’in Şam’daki mezarının da taşınması gerekmez mi? Böyle bir teklif ve teşebbüs sizlerden destek bulacak mıdır?
ONDÖRDÜNCÜ SORU: Bazı lâikler, bir dernek resmî rakamlardan izin alarak “Bir Milyon Kur’ân dağıtma” kampanyası başlattı diye son derece rahatsız oldular ve “Modern ve lâik bir Türkiye’de böyle şey olur mu?” diye yersiz tenkitler yaptılar. Peki bu zevat, misyonerler her yıl milyonlarca İncil, propaganda broşürü ve kitabı dağıtırken niçin rahatsız olmuyorlar? Yoksa kininiz Kur’anamıdır?
ONBEŞİNCİ SORU: Yabancıların Akdeniz, Ege, Marmara bölgesinde; ev, villa, arsa, arazi satın alması makul ve normal görülse bile, Kars’ın Ermenistan sınırının karşısındaki arazinin yabancılar tarafından alınmış olması normal midir? Medyamız, aydınlarımız, yüksek tabakamız bu konuda niçin hassasiyet göstermemektedir? Yabancıların birtakım sınır bölgelerinde, stratejik yerlerde arazi almaları yarın Türkiye’nin başına büyük problemler çıkartmaz mı? Vatan topraklarını satmakla, Atatürkçülük uyuşmakta mıdır?
ONALTINCI SORU: Benim televizyonum yok, seyretmiyorum; eski İçişleri Bakanlarından birisi bir TV kanalında zehir zemberek beyanlarda bulunmuş, ülkeyi kasıp kavuran yolsuzluk, kokuşma, hırsızlık, talan hakkında korkunç (evet korkunç) ifşaatta bulunmuş. Peki bizim medyamız, aydınlarımız, sorumlularımız bu konuda niçin hassasiyet göstermiyor? Niçin tepki göstermiyor? Yoksa bazı gerçeklerin gündeme taşınmasından korkulmakta mıdır?
ONYEDİNCİ SORU: Bazıları Türkiye’nin yakın tarihte çok ilerlediğini, İslâm dünyasının birinci ülkesi haline geldiğini iddia ediyor. Onlara sormak gerekmez mi? Türkiye ilerledi de niçin Ortadoğu’nun Japonya’sı olamadı? Yahut bir Güney Kore veya Tayvan kadar olamadı? Sadece Suriye ve Lübnan’dan ileri olmak bir başarımıdır?
ONSEKİZİNCİ SORU: Türkiye üniversiteleri, Türkiye araştırıcıları, edipleri, fikir adamları, filozofları, insanperverleri bize şimdiye kadar niçin bir tek Nobel veya benzeri uluslararası büyük ödül kazandıramamışlardır? Bu kısırlığın sebepleri nelerdir? Suç milletimizden mi, yoksa sistemden mi kaynaklanmaktadır?
ONDOKUZUNCU SORU: Dünyanın bütün medenî, demokrat, hukukun üstünlüğü ilkesini kabul etmiş, insan haklarına bağlı ülkesinde İslâm fıkıh (hukuk) araştırmaları ve ilmi tartışmaları ve tasavvuf yaşamı serbesttir de Türkiye’de niçin yasaktır? Atatürk Mason localarını da kapattırmıştı. Onlar açıldı da tasavvuf hayatından ve İslam ahlakından niçin korkuluyor. Bütün bunlar bir insan hakları ihlâli değil midir?
YİRMİNCİ SORU: İran’da, her evde Kur’ân-ı Kerim’den ve dini eserlerden sonra bir “Hafız Divanı” bulunur. Hafız onların en büyük millî şairidir. Türkiye’de ise, Türk lisan ve edebiyatının en büyük şairi ve edibi olan Fuzulî’nin Divanı, binde bir değil, onbinde bir, evde bile bulunmamaktadır. Bu çarpıklığın sebebi nedir? Kendi geçmişinden ve gerçeklerinden koparılan bir toplum nasıl ayağa kalkacaktır?
YİRMİBİRİNCİ SORU: Açılan her yeni okul bir cezaevi kapatılmasına yol açacaktır edebiyatı yapılmıştı. Ama bakıyoruz ki, yeni okullar açıldıkça yeni hapishaneler açılması da gerekiyor. Hapishanelerdeki bu izdihamın sebebi sakın çarpık eğitim ve üniversiteler olmasın? Ülkemizdeki en yaygın ve en azgın suçları ve sorunların genellikle okumuşlardan ve makam sahibi olmuşlardan kaynaklanması nasıl açıklanacaktır?[1]
[1] 02 Eylül 2004 / Milli Gazete / M. Ş. Eygi
CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
AKGÜLÜMÜZ!.. (ŞİİR)
DEVLET VE HÜKÜMET YETKİLİLERİNİN VE DİĞER İLGİLİLERİN DİKKATİNE!..
Erbakan Hocamızdan sonra, Milli Görüşçüler deneme-fitneden geçirilmektedirler! Milli Görüşçülerin imtihanı: Erbakan Hocamızın arkasından, izini takip…
Milli Çözüm Hakka çağırandır! İçinizden (insanları Hakka ve) hayra davet edecek, (ve bunun sonunda elde edecekleri devlet ve…
Allah islam’ın zaferini neden geciktirir? 1-Hakikat ve menfaat ehlinin ayrılıp seçilmesi için (Tevbe-42, Ankebut 1-6)…
Erbakan ve Üstad Ahmet Akgül Hocamız yarım asırdır bu millete ve milli vicdanlı devlet yetkililerimize…
Milli Çözüm Ekibinin ve Üstad Ahmet Akgül’ün olgunlaştırıp tamamladığı ve farklı dillere tercüme edip yayımladığı…
NANKÖRE, VEFASIZA TÜH!.. Yıllarca sohbetinde bulunup Makam görünce, kaçana tüh!.. Zorda kalınca yanına koşup Kolay…
TEK ÇÖZÜM... Makalede iktidar ve muhalefetten bütün partilerin ve destekçilerinin ayarı ortaya çok net şekilde…
...Abdullah Gül’ün ortak aday olarak desteklenmesini öneren Cumhuriyet gazetesi ve yazarları, hangi odakların borazanı ise,…
Ağızlar hayır, gönüller hakka bayır Uyardık niceler hıyanette, duydu sağır Parti işgal edilmiş, ciğer yanıyor…
Son imtihandan kalanlara... İşine gelmeyince çamura yatanlara Risk almadan kahramanlık taslayanlara Plan yapıp çelme takmaya…