YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
691d7fed7df44
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 9 4 2
Bugün : 5824
Dün : 39415
Bu ay : 771263
Geçen ay : 1371576
Toplam : 45175084
IP'niz : 18.97.9.169

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Gül, ‘Ahidin Oğullarıyla’ kucaklaştı

Pek çok gazete veya TV’de “Milli Görüş geleneğinden geldiği” söylenen; ya bilgi noksanlığından veya kasıtlı olarak, yamuklukları Erbakan’a yıkılmaya çalışılan Abdullah Gül hayatının hiçbir döneminde Milli Görüşçü olmadı, değildi. MTTB’den gelme olabilir, ama oradan bazı Milli Görüşçüler çıksada, MTTB Milli Görüşçü değildi. Necip Fazıl, Sezai Karakoç gibi şahsiyetlerden etkilendiği söylenebilir.. Ama Necip Fazıl’ın son tavrı bellidir, Sezai Karakoç Milli Görüşçü değildir. Abdullah Gül, Kayseri’den RP Milletvekili adayı olduğu zaman da, daha çok Özal ve Anap’a yakın birisiydi. Zorla ve kazanma arzusuyla milletvekili ve bakan seçildi. Ama o dönemde bile Milli Görüş’ü ve Erbakan zihniyetini benimsedikleri kendi itiraf ve ifadeleriyle sabitti.

İşte, bu Sn. Abdullah Gül, dikkat çekici yeni bir icraata daha girişti. Süleyman Demirel’den sonra 12 yıllık bir aranın ardından Cumhurbaşkanı sıfatı ile ilk defa ABD’yi ziyaret eden ve burada Yahudi örgütleriyle bir araya gelen Abdullah Gül, Türkiye’ye döner dönmez ilk kabullerinden birini de Dünya Yahudiliğinin beyni olarak bilinen B’nai B’rith üyeleri ile gerçekleştirdi.

Sn Abdullah Gül; “Ahidin Oğulları” olarak bilinen B’nai B’rith International isimli kuruluşun Evrensel Başkanı Moishe SMITH ve beraberindekileri Çankaya Köşkü’nde kabul etti. Bnai Brith, Siyonizm’in dünya çapındaki menfaatlerinin gerçekleştirilmesinde en etkili kuruluşlardan biri olarak bilinmekteydi. B’nai B’rith’in Cumhurbaşkanı Gül tarafından Çankaya Köşkü’nde kabul edilmesi bu açıdan değerlendirildiğinde dikkat çekiciydi. Mesut Yılmaz ile Tayyip Erdoğan’a ve Fetullah Hocaya ödül veren Defamation League (ADL) gibi pek çok Yahudi kuruluşunun bağlı bulunduğu B’nai B’rith, dünyanın her yerinde bulaştığı karanlık ilişkilerle gündemdeydi. 1843’te 12 Siyonist Yahudi tarafından New York’ta kurulan ve örgütlenen üyeliklerine sadece Yahudi erkekleri kabul edilmekteydi. Bu kuruluşun Asya-Afrikâ üzerindeki büroları, Mısır’ın başkenti Kahire ile İstanbul’da idi. Örgüt, özellikle İslam ülkelerinde “B’nai B’rith” ismi altında faaliyet gösteremediğinden, daha çok paravan isimler altında kurduğu derneklerle faaliyetlerini yürütmekteydi. Ülkelerin idare tarzları, siyasi yapıları ve ekonomilerinin zayıflatılması ve sömürülmesi başta olmak üzere pek çok mafya türü ilişkilerin içinde bulunan B’nai B’rith teşkilatının Türkiye’de de bazı kurum ve kuruluşlarla ilişkisi olduğu kesindi. Daha rahat ortamlarda faaliyet sürdürebilmek için yoksullukla mücadele, sağlık, çevre ve eğitim konularında hassasiyet gösteren kuruluşlar olarak gözüken B’nai B’rith teşkilatının, 1993 yılında ortaya çıkan ve Türkiye’yi sarsan İSKİ skandalında ismi geçmişti.

Siyonist Kissenger’den talimat aldı!

Sayın Abdullah Gül Amerika’daki temaslarından biri de Henry Kissenger ile oldu.

Henry Kissenger’in ne kadar karanlık, ne kadar tehlikeli bir adam olduğunu dünyadaki bütün mazlumlar bilir.

Vietnam Savaşı’ndan bu yana; Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki birçok katliamın, işgalin arkasında Yahudi asıllı Henry Kissenger’ın olduğu açık bir biçimde biliniyor. En küçük bir araştırmamız bile, bize, bu karanlık kişiyle ilgili onlarca sayfalık bilgi sunuyor.

Sayın Gül, işte bu kişiyle, kırk beş dakika baş başa görüştü. Odada tercüman bile yoktu. Bilindiği gibi, Henry Kissenger’ın resmi bir sıfatı da yok. Yani, Amerikan hükümetini falan temsil etmiyor.

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın böyle biriyle baş başa görüşmesi, bizim içim çok önemli. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, o odada neler konuşulduğunu bilmeye hakları vardır.

Türkiye’de, yukarıda değindiğimiz tirajı yüksek gazeteler ve reytingi bol televizyonlar hükümet yanlısı olmasaydı eğer, bu görüşme hâlâ manşetlerdeydi.

İşin ilginç ve anlamlı tarafı da şu: Ne zaman Türkiye’den Amerika’ya üst düzey bir yetkili gitse, yapılan görüşmelerin hemen ardından, Türkiye’den İslam ülkelerine, özellikle Suriye, Irak, İran, Arabistan, Filistin ve Mısır’a heyetler, bakanlar, başbakanlar gidiyor. Mesela Sayın Gül önce Amerika’ya gitti, şimdi de Mısır’a gidecek… Bu hep böyle oluyor.

Şimdi, yazımızın başlığına bir gönderme yapalım.

Henry Sen Neden Oradasın?[1]

Henry Kissenger ile başbaşa… (Hep gizli kaldı)

Kissenger kimdir?

Her güçlü devletin olduğu gibi Amerika’nın da dünya siyaseti ve coğrafyası için birtakım planları, emelleri, hesapları bulunmaktadır. Nihayetinde Amerika müphem ve soyut bir varlık değil, bir aklın inşaa ettiği emperyalist güçtür. Gücü tanımlamak ve anlamak için o gücü inşaa eden aklı bilmek gerekir. Amerika için bu aklı bu yüzyılda tam mânâsı ile temsil eden isim Henry Kissenger’dir. Onun kimliği ve kişiliği hakkında bilgi sahibi olmadan Amerika’yı anlamak da, Amerika’nın şekil verdiği dünyayı tanımak da mümkün değildir. Dünya politikasında onun etkinliğini görmek için, kısa bir araştırma yapmak, Türkiye’nin bugünkü siyasî iktidarı ve duruşu konusunda da bizi birtakım sorularla baş başa bırakacaktır. 

Amerika’nın namlularını bölgemize doğru çevirdiğini görüyoruz. Onun hesaplarının büyük kısmının İslâm dünyası ile ilgili olduğunu, Suriye’nin, İran’ın, Pakistan’ın, Afganistan’ın ve diğer İslâm ülkelerinin bu planda yer almak gibi cebrî talep ve istekler ile daima yüz yüze bulunduğunu ayrıca hatırlatmaya gerek yok sanırım.

Türkiye’nin son yıllarda kendi bölgesinde etkin bir rol üstlendiğini, figüranlıktan aktörlüğe terfi ettiğini, hem İsrail hem de Filistin için; hem Amerika hem de İran ve Suriye için denge unsuru olduğunu yüksek sesle dillendirenler çoğunlukta. Figüranın da, aktörün de aslında ellerindeki senaryoyu oynamaktan, yönetmenin istediği gibi rol kesmekten başka bir seçeneğinin olmadığını hepimiz biliriz. Aktör biraz daha şanslıdır, çünkü birincisi daimî statüde bir görev imkânı elde etmiştir, ikincisi ise işini en güzel biçimde yerine getirmekten dolayı istekleri ve imkânları konusunda daha müreffeh bir durumdadır. İş değişmemiş, işçinin niteliği artmıştır.  

Bütün bunları yan yana getirdiğimizde, 11 Eylül’le azgınlıkta doruğa ulaşan Amerikan planlarını bir daha hatırladığımızda aslında olan bitenlerin Türkiye ile gerçekten doğrudan bir ilgisinin olduğunu görmekte zorluk çekmiyoruz. İkinci iktidar dönemini yaşayan AKP’nin bilhassa yönetici ve kurucu kadrosuna baktığımızda, adeta Amerika’nın bize başarılı bir operasyonla nakledildiğini hissediyoruz.

Amerika’ya hayır diyenler

Bu hislerimiz 1 Mart 2003 tarihinde bizi bir günlüğüne yanıltmıştı. Dönemin Başbakanı Abdullah Gül’ün ve hükümetinin Meclis’e sunduğu önerge reddedilmiş; Türkiye, Arap ve İslâm dünyasında bir anda büyümüştü. Buna karşılık büyük Amerika intikamda geç kalmak istemedi ve cevap 4 Temmuz’da geldi. Abdullah Gül, Başbakan olarak belki de hayatının en sıkıntılı günlerini yaşadı Mart ayı boyunca. Tabiatıyla derin yaralar açmıştı Amerika ile aramızda bu tatsız(!) günler. Ardından başbakanlığı devralan Erdoğan daha ilk seçimde görevinin gereğini yerine getirdi ve Amerika’ya hayır diyen bütün vekilleri geldikleri yere gönderdi, dönemin Meclis başkanı da o günkü tutumunun karşılığını hemen buldu.

Türkiye’nin Osmanlı devletinin temsilcisi ve mirasçısı olarak dünya üzerinde büyük bir etkisi ve kredisi bulunuyor. Birincisi, Ortadoğu dedikleri ve bugün bir Yahudi devletini barındıran bölgenin tamamı daha yüzyıl öncesinde bizim toprağımızdı. İkincisi gerçek bir Müslüman devlet olan Türkiye’nin bırakın bölgesini, dünyanın herhangi bir coğrafyasındaki dahi Müslüman kıyımına, toprak işgaline kayıtsız kalması söz konusu olamaz. Yurtta barış dünyada barış ilkesi, emperyalizmin azgın nefesini ve iştahını kesmek için ileri sürülen anlamlı bir mesajdır.

Amerikan başkanının siyasî hayatının bu son demlerinde en kanlı bölgede bir barış turuna çıkmasını hayra alamet olarak yorumlamak mümkün değildir. Filistin-İsrail barışı elbette her an için mümkündür ancak İsrail’in hamisi ve banisi bir devletin öndeliğinde bunun olması hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Zira devlet terörünü meşru gören İsrail ile her türlü terörü meşru gören Amerika’nın ittifakından Müslümanlar lehine barış için tek bir maddenin dahi yazılmasını beklemek, çölde nehir ummak gibidir.

Seninle 45 dakika…

Coğrafyamızda olan bitenler ile Cumhurbaşkanının New York’taki temasları kapsamında ABD’nin eski Dışişleri bakanlarından Henry Kissinger’ı kabul ederek görüşmesi arasında nasıl bir ilginin olduğunu sormakta elbette bir haklılık payı var. Zira, Türkiye devletinin, bu devleti ve bu vatanı inşaa eden mânâdan aldığı güçle “Haçlı seferlerine, Amerikan emperyalizmine, dünya sistemine” “hayır” deme imkânı, “Yeni Dünya Düzenini” reddetme kudreti daima bulunuyordu.

Bu umut, bu mânâ adım adım yokluğa itiliyorsa gelecekten endişe etmemek mümkün değildir. Mânâya, Hakk’a dayanan, karakterini adalette, hakta, hukukta, evrensel İslâm kardeşliğinde bulması gereken Türkiye’nin, gücünü emperyalizmde bulan Amerika’nın dış politika mimarıyla baş başa yaklaşık 45 dakika, üstelik resmî kayıt tutulmadan görüşmesinden nasıl bir neticenin doğacağını sormak ve merak etmek elbette Bush’un el şakasını gündeme getirmekten çok daha anlamlıdır.

Açıklanmaya muhtaç olan -ancak haber kaynaklarında üç cümle ile geçiştirilen- konu 45 dakikalık, baş başa sürdürülen Abdullah Gül- Henry Kissenger görüşmesidir. Zira söz konusu Amerikalı şahsın devletini temsil eden resmî bir görevi ve unvanı da bulunmamaktadır.”[2]

Amerika, Türkiye’ye yardım yapmış mıydı?

ABD’nin Türkiye’ye yaptığı yardımlar acaba Türkiye’nin hangi derdine derman oldu? Yoksa bu yardımlar, bağımlılığa yol açarak daha derin krizlerin yaşanmasına mı zemin hazırladı? Ana sütünün yerini tutamayacağı doktorlarca vurgulanan biberonla beslenmeye talip olurken aslında hiçbir gıdası olmayan bir emzik miydi Türkiye’ye yapılan yardımlar?

Türkiye-ABD ilişkilerinde iki ayrı dönem var. Birincisi Osmanlı döneminde başlayan ve 1945’e dek süren dönem; ikincisi ise II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin dünyada egemen bir devlet olmasıyla başlayan ve bugüne dek süren dönem. Limanlarımızda görülen ABD bandıralı ilk ticaret gemisi 1790’lı yıllarda ABD’ye halı, reçine, kuru üzüm, incir gibi geleneksel ürünler taşıyan Grand Turk isimli gemidir. İlginçtir ki bu gemi limanlarımıza ancak İngiliz himayesiyle demir atabilmiştir. 1811’de İzmir’de ilk Amerikan Ticaret Odası açılır. 1830’da ABD ile Osmanlı Devleti’nin yaptığı ticaret anlaşmasıyla ABD, “en ziyade müsaadeye mazhar ülke” ilan edilir. 19. yüzyılda Memalik-i Osmaniye’de 200 Singer bayii vardır. 1879’da devrin ABD İstanbul konsolosu, “Peygamberin mezarının üstündeki lambaların gazı bile Pennslyvania’dan geliyor” diyerek sevincini ifade etmektedir. O dönemde ABD’de Monroe yönetiminin Osmanlı Devleti’yle ticari çıkarları uğruna Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımaması, muhaliflerce, ABD bağımsızlığının zedeleyici bir politika olduğu iddia edilerek eleştirilir.

Attila İlhan, Hangi Küreselleşme adlı kitabında Amerikan Senatosu’nun 6 Aralık 1917’de Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ile müttefik olan Osmanlı Devleti’ne savaş açılması konusunda çıkan tartışmayı aktarır. Devrin ABD Dışişleri Bakanı Lansing’in bu konuda yaptığı konuşma, o günün atmosferini iyi yansıtır: “Osmanlı Devleti’nin ABD’deki çıkarları hiçbir değer taşımazken, ABD’nin Osmanlı’daki çıkarları pek çoktur. Başlıca kültür kuruluşları milyonlarca dolar değerindedir. Bu kuruluşlar ya kapatılacak, ya onlara el konulacaktır. Okullar yeni açılmış ve çalışmaktadır. Gerçekten değerli bir nüfuzumuz kaybolacaktır”.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra eski süper güç İngiltere, sırtındaki yükü ABD’ye devreder ve ABD o tarihten itibaren dünyanın jandarmalığına soyunur. Bu durumda, Sevr Anlaşması’nın İngiliz temsilcisi Lord Curson’un “Memleketiniz haraptır. Bugün kabul etmediğiniz şartları günü gelince kabul etmek zorunda kalacaksınız” derken işaret ettiği şartları dayatacak ülke de, ister istemez İngiltere değil ABD olur. 

Öncelikle ABD dış yardımlarının ABD içinde nasıl değerlendirildiğine bir bakmak lazım… 1961’de eski ABD Başkanı Kennedy’e göre dış yardım: “ABD’nin dünyayı denetleme ve etkileme aracı” idi.

Eski Dünya Bankası Başkanı R. Blak ise ABD’nin dış yardımları konusunda şunları söylüyordu: “Dış yardımlar,  ABD malları ve hizmetleri için önemli bir pazar sağlamakta; ulusal ekonomileri ABD firmalarının kendilerini geliştirebilecekleri bir sisteme doğru yönlendirmektedir”. Her ne kadar ABD’nin isteği doğrultusunda gerçekleştirilen Yabancı Sermaye Kanunu’ndan hemen sonra Celal Bayar yaptığı Amerika gezisinde yardım için Türkiye’ye gönderilen dolarları “bereketli bir tohum” olarak tanımlasa da meselenin aslı hiç de öyle değildir.

ABD yardımlarına yön vermek için Türkiye’ye gelen bir iktisatçı olan Thornburg, Karabük Demir Çelik Fabrika’sının tasfiye edilmesini isteyen bir rapor hazırlar. Zaten o dönemde ABD, lokomotif imal etmek üzere kurulacak fabrika için istenen krediyi vermez. Buna paralel olarak Türkiye’de makine, uçak ve dizel motor üretme projeleri de ABD baskısıyla askıya alınır. Önüne ket vurulan çalışmalar hiç şüphesiz projelerden ibaret değildir. 1948’de Ankara’da Gazi Orman Çiftliği’nde faaliyete geçen uçak motoru fabrikası, ABD baskısıyla üretime son verir.

Petrol kralı Nelson Rockefeller, o dönemde ABD’nin Türkiye’ye yaptığı dış yardımlar için şunları söylemektedir: “Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur. Bu noktada Dışişleri Bakanlığı ile aynı fikirdeyim: Genişletilmiş ekonomik yardım, örneğin Türkiye’ye bazı durumlarda düşünülenin tersi bir sonuç verebilir, yani bağımsızlık eğilimini artırıp, mevcut askeri planları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere doğrudan doğruya ekonomik yardım da yapılabilir, ama bu bize bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve düşman muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda olabilir.”[3]

Abdullah Gül’ü Amerika’ya kim yolladı?

Bush’un Abdullah Gül ile görüşmesinde ele alınacak konuları özetleyen bir “ziyaret tanıtım metni” kaleme alındı. Bu metin resmi makamlarda dolaştı. Tercümesi şöyleydi: “Başkan Bush Cumhurbaşkanı Gül’ü 8 Ocak’ta cumhurbaşkanı olarak yaptığı ilk ziyarette Beyaz Saray’da kabul edecektir. Bu görüşmede Bush; PKK ile mücadeledeki gelişmeleri, Afganistan’da, Irak’ta , Lübnan’da ve geniş Ortadoğu coğrafyasında barış ve istikrarı artırma girişimleri ve ABD’nin desteklediği Türkiye’nin AB’ye girişi konularına öncelik verilecektir.”

Bu metin, ABD’nin ajandası ile ilgili önemli ipuçları vermekteydi. İlk olarak “PKK ile mücadele” (counter) ifadesi geçmekteydi. Yani örgütün topyekün çökertilmesi söz konusu edilmemişti. PKK ile ilgili ifadenin hemen ardından Afganistan geliyordu. Önce ‘Biz size PKK konusunda yardım ettik’ denecek, karşılık olarak hemen Afganistan’da askeri destek istenecekti.

Afganistan’ın ardından ise Irak geliyor. Bu ne demek? Washington PKK’yı Irak’tan ayrı düşünüyor. Irak’ın toprak bütünlüğüne önem veriyor ve PKK’ya karşı düzenlenen operasyonların Irak’a değil salt Türkiye’yi ilgilendiren bir sorun olan PKK’ya yönelik olarak algılanmasını istiyor… Peki ama acaba Gül Bush’tan ne isteyecek? Bu ziyaretin önceden planlanan ve kamuoyunun bilmediği özel bir ajandası olabilir miydi? ABD’nin İran saldırısı öncesi bir destek garantisi verilmiş miydi?

Şimdi bir düşünelim: Zaten ajandanın önemli bir bölümünü Pakistan meselesi meşgul ediyor. Seçim sürecine resme girilmiş ve tam da o gün önseçim var. Tehlikeli bir coğrafyaya uzun bir gezi başlıyor. Ve tüm bunların arasında bir de aynı coğrafyadan ama nispeten “sorunsuz” bir ülkeden bir cumhurbaşkanı geliyor!?[4]

Dışişleri yalana zorlandı

Gül’ün gizli anlaşma itirafı

Dışişleri Bakanlığı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le Colin Powel arasındaki gizli anlaşmanın “asılsız” olduğunu öne sürdü. Bakanlığın iddiasına göre, Gül Dışişleri Bakanı olduğu sırada, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Powel ile 2003 Nisan’ında, savaş sonrası Irak’a insani yardım ve Türk şirketleriyle ilgili görüşlü. Bir soru üzerine yapıldığı bildirilen 18 Aralık gönlü Bakanlık açıklamasında “Söz konusu görüşmede hiçbir gizli anlaşma yapılmamıştır” denildi.

Abdullah Gül, Vatan gazetesi yazarı Sedat Sertoğlu’na aynen şunu söyledi:

“Şimdi senin oturduğun koltukta (eliyle koltuğa vurdu) ABD Dışişleri Bakanı Powell oturuyordu. Onunla 2 sayfalık 9 maddelik bir plan üzerinde anlaştık. Ama ben her yaptığımı kalkıp açıklayamam ki… Powell Suriye’ye giderken de benimle konuştu. Gizli olan bir sürü gelişme var.”[5].

Bundan açık itiraf olur mu?

Gizli sözleşmenin üzerine gidilince, Abdullah Gül o zamanda söylediklerini inkâr etmeye kalktı. Sedat Sertoğlu, “Görüşmede iki kişi değildik, danışmanı da vardı. Benim aldığım notların aynısını o da almıştır” diyerek, yazdıklarının arkasında durdu.

Sedat Sertoğlu, o dönem Aydınlık’a, Abdullah Gül’ün “devlet sırrı” diyerek sözleşmenin içeriğini açıklamaktan kaçındığını anlattı. Sertoğlu, Gül’ün “Ortadoğu’da bütün rejimler değişecek” dediğini de belirtti.

İkinci itiraf!

Abdullah Gül, ABD’yle yaptığı gizli sözleşmeyi bir kez de, Filistin Dışişleri Bakanı Nebil Şaat’la görüşmesinde itiraf etti. Gül, 17 Temmuz 2003’te Şaat’la görüşen Abdullah Gül, Amerika ziyaretini açıklamaya çalışırken, 3 Nisan 2003’te Powell’la yaptığı görüşmeye ilişkin şöyle dedi:

“Tezkerenin reddinden sonra Powel Türkiye’ye yaptığı ziyarette bölgede yapılması gerekenleri beraber kararlaştırdık.”

İşçi Partisi (İP) Genel Başkanı Doğu Perinçek, 13 Temmuz 2003’te partisinin İstanbul İl Merkezi’nde düzenlediği basın toplantısında Abdullah Gül’ün dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile üzerinde anlaştığını söylediği “gizli plan”ı açıkladı ve 16 Temmuz 2003 tarihinde milletvekillerine bir mektupla bildirdi.

Burns: Bize verdikleri bütün sözleri tuttular

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns de, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan için “Güvenilir isimler. Bize verdikleri, sözleri tuttular” demişti. Burns, bu açıklamayı Türkiye ziyaretinden önce, Washington’daki düşünce kuruluşlarından Atlantik Konseyi’nin bir toplantısında yaptı. Açıklama 14 Eylül günlü gazetelerde yayımlandı.

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, Nicholas Burns’un Türkiye ziyaretine başladığı 18 Eylül 2007 tarihinde bir basın toplantısı yaparak, Gül ve Erdoğan’a şu soruları sordu:

“ABD dışişleri Bakanı Burns’e hangi sözleri verdiniz? Bu sözlerden hangilerini tuttunuz?

“Verilen sözler, Tayyip Erdoğan’ın ‘Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığı’ kapsamında mıdır, yoksa Abdullah Gül’ün 3 Nisan 2003 günü ABD Dışişleri Bakanı Powel ile yaptığını söylediği ‘2 sayfa 9 maddelik gizli sözleşme’ çerçevesi içinde midir?” Perinçek, açıklama yapmadıkları takdirde Gül ve Erdoğan’ın “ABD hiyerarşisi içinde görev almış konuma düşeceklerini” vurguladı. Zira, bir devletin yöneticileri, bir başka devlete, milletten gizli sözler verdiyse, bu ancak ve ancak o devletle özel ilişkiler çerçevesinde olurdu!

İşte 2 sayfa 9 maddelik “gizli plan”ın ayrıntıları

Abdullah Gül’ün 2 sayfa 9 maddelik bağlantısı, ABD’nin müslüman halkların yaşadığı 24 ülkeyi bölen Büyük Ortadoğu Projesi’nin Türkiye ayağını oluşturuyor. Gizli antlaşmanın içeriği okunduğu zaman, bugün bütün maddelerin uygulanmış veya uygulanmakta olduğu görülüyor.

Gizli sözleşme, ana başlıklarıyla şöyle özetlenebilir:

1.  Türk askeri Irak’ın kuzeyinden çekilecek, sınır harekâtlarına son verilecek ve PKK’ya askerî harekât için ABD’den izin alınacak.

2.  Türkiye’ye ambargo ve askerî yaptırım tehdidi. Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK / KADEK’e karşı ABD askeri makamlarına bilgi vermeden ve izin almadan harekât yapacak olursa, ABD hükümeti, Kürt halkına karşı şiddet kullanıldığı ve soykırım uygulandığı çerçevesi içinde uyarıda bulunma hakkını kullanabilecek.

3.  ABD’nin İran ve Ortadoğu harekâtlarına aktif destek ve katılım. Türkiye, ABD’nin talep etmesi halinde şartsız olarak üs ve taşıma kolaylıkları sağlayacak, askeri birlik verecek. Türk birliklerinin üst komuta yetkisi, ABD komutanlığında olacak.

4.  Türk ordusunun asker sayısı ve silah kuvveti, ABD’nin uygun bulduğu sayı ve kabiliyete indirilecek.

5.  Irak’ın kuzeyinde kurulan kukla devlet Türkiye tarafından resmen tanınacak. Türk Devletinin, kukla devletin kuruluşunu “savaş nedeni” sayan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve bu yöndeki politika ve kararları kaldırılacak. Kerkük, Musul ve Süleymaniye’deki Türkmenler, ABD tarafından güvenli bir şekilde başta Bağdat ve diğer güney Irak şehirlerine nakledilecek.

6.  Abdullah Öcalan ve diğer dört lideri dışında bütün PKK/KADEK yönetici ve elemanlarına geniş kapsamlı af çıkarılacak. Etnik grupların yasal siyasete katılmaları önündeki bütün yasal kısıtlamalar ve engeller kaldırılacak.

7.   Güneydoğu belediyelerine özerklik ve federasyona geçiş. Kamu Reformu Yasası ve yeni

Yerel Yönetim Yasaları hızla çıkartılacak, Türkiye’deki Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı şehir ve kasabaların belediyeleri özerkleştirilecek.

8.  Kıbrıs’ta Denktaş devre dışı bırakılacak ve Annan Planı küçük değişikliklerle uygulanacak ve Ege’de Yunanistan’ın taleplerine esnek tavır alınacak.

9.  Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkileri normalleştirilecek ve iyileştirilecek, sınır ticaretinde Ermeniler lehine düzenlemeler yapılacak.


[1] 15.01.2008 / İbrahim Tenekeci / Milli Gazete

[2] 14.01.2008 / Osman Toprak / Milli Gazete

[3] 14.01.2008 / Suavi Kemal / Milli Gazete

[4] Nagehan Alçı / Akşam

[5] Vatan, 24 Mayıs 2005

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Subscribe
Bildir
0 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Picture of Necmeddin E. BİŞKİN

Necmeddin E. BİŞKİN

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Düşünceleriniz değerlidir, lütfen yorum yapın.x
Paylaş...