YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6637c02013c13
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 6 8
Bugün : 14493
Dün : 17958
Bu ay : 97363
Geçen ay : 737322
Toplam : 23613649
IP'niz : 18.222.80.122

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Erbakan Hoca, 2007’nin Mayıs ayında; Genel İdare Kurulu üyelerini ve teşkilat yetkililerini konutuna davet ederek, onlara sadece bir film izletip uğurluyor. Hocamız bununla, kendi yakın çevresinin de aynen bu filmdeki gibi davranıp durduğunu ve bütün bu hıyanet ve rezaletlerin farkında olduğunu onlara hatırlatıyor. Biz, Milli Çözüm olarak yıllardır:
Hocamızın vefatını dört gözle bekliyormuş gibi ve O’nun vasiyetine aykırı biçimde, çevresindeki birkaç riyakâr yalakasına kendisini “Milli Görüş’ün Yeni Lideri” ilan ettiren; Davayı, camiayı ve teşkilatı unutup mal devşirme ve “tarikatvari manevi saltanat sürme” derdine düşen… Hatta daha ileri gidip Hocamızın ailesine bile hakaret ve hıyanete ve onları kendi haklarından mahrum etmeye yeltenen malum marazlı kimseleri ve “aman fitne çıkmasın!” mazeretiyle bunlara göz yuman kesimleri uyardığımızda bizi fesatçılıkla suçlayanların, şimdi bu gerçekleri bizzat Sn. Fatih Erbakan’dan duymaları ve kendisine sahip çıkmaları, artık bir vicdan borcu oluyor.
“Böylece (bile bile ve makam-menfaat beklentisiyle haksızlıklara sustukları için) helak olacak kişi(ler hiçbir mazerete sığınamayacak şekilde) açık bir delil (ve uyarıdan) sonra belasını bulsun; (Hakta ve hayır yolunda dik ve) diri kalacak (hidayet ve haysiyetini koruyup Allah rızasına ulaşacak) kimse(ler) de apaçık bir delil (ve ispatla) hayatta (ve huzurla) kalsın…” (Enfal: 42) diye bizim bu gerçekleri anlatmamız gerekiyor…
“Başkan” isimli Fransız yapımı olan siyah-beyaz filmin konusu şu:
Bozuk sistemin mevcut prensip ve prosedürleriyle başbakanlığa gelen bir zat, sözde demokratik ve laik kurumların ve bunların başındaki bürokratların, solcu ve sağcı iktidarların, milletvekili ve bakanların nasıl yozlaştıklarını, hangi kirli ve gizli işlere bulaştıklarını, niçin sömürü sermayeye uşaklaştıklarını, şahsi feraset ve faziletiyle seziyor ve bunlara karşı tek başına siyasi bir mücadeleye girişiyor. Ancak; en yakınları, dava arkadaşları ve hizmet kadroları bilinen kişilerin dahi, hıyanet merkezleriyle ilişkilerine ve muhalefet partileriyle gizli işbirliğine şahit oluyor. Bu acı deneyim ve birikimlerinden sonra, çevresindeki resmi veya samimi (!) insanlara; hep güveniyor, değer veriyor ve danışıyor gözükerek, ama asıl planlarını sürekli gizleyerek ve safiyane bir gayretle çırpınıyor gibi hareket ederek, onların destek kılıflı kösteklerinden kurtulmaya çalışıyor. Yani hem marazlı muhalefetle, hem de münafık mahiyetiyle uğraşmak ve herkesi kendi ayarında idare etmek, böylece olumlu ve onurlu hedeflerine, tek başına ve stratejik manevralarla yürümek zorunda kalıyor.
Meşhur Fransız ihtilaliyle Siyonist ve masonik odakların güdümüne giren ülkede; milli, haysiyetli ve iyi niyetli bir başkanın, yakın çevresindekilerin hıyanetlerini anlatan bu filmde:
Özel Doktoru: Ziyaret odasına normal yollardan değil, gizli konuşma ve buluşmalara şahit olsun diye mutfak gibi özel bölümlerden geçiyor. Hastalığı ve özel hayatıyla ilgili bilgileri, menfaat karşılığı başkalarına sızdırıyor.
Koruma ve Güvenlik Müdürü: Konuklarını, konuştuklarını, özel şakalarını ve gündelik programlarını telefonlarla belli merkezlere rapor ediyor.
Kâtibi ve Sekreterine özel günlük yazdırıyor:
“Ben gerçek cumhuriyetçi ve vatanperver olduğum halde, sosyalistler: “bir despot ve diktatör tavırlı, sendikacılar: işçi ve emek düşmanı, dış güçlerle işbirliği yapan muhalefet ve yandaşları “vatan haini” göstermeye uğraştı ve kısmen başardı. Yakın dostlarım ise benim hem zaaflarımdan, hem merhamet ve sadakat duygularımdan yararlanmaya çalıştı. Hatta beni birbirlerine karşı kışkırttı.
Sonunda; solda bazı fikirdaşlarımın, sağda ve kendi etrafımda gizli düşmanlarımın olduğunu, halkın ise benden tamamen koptuğunu anladım.
“Birtakım odakların insanlara yönetim imkânı verdikleri ve iktidara getirdikleri; ama asla haklarını ve yetkilerini kullanmasına fırsat vermedikleri gerçeğini kavradım” diyor.
(“Şimdi asla söylemeyeceğim bir şeyler düşünüyorum”) diyerek, en yakınlarına bile güvensizliğini itiraf ediyor.
Hatta, borsacılar (para patronları) kuşkulanmasın diye, Merkez Bankası başkanı ve maliye bakanı ile yapacağı bir toplantıyı; gittikleri konser salonunun özel odalarında konuşmayı uygun buluyor.
Sonra bir bakanın evinde özel bir kokteyl hazırlayıp ekonomik bir devalüasyon yapma niyetini onun bahçesinde yürürken açıklıyor. Ve onların niyetini ve tiyniyetini test ediyor. Ardından Merkez Bankası Başkanı kendisini telefonla arayarak:
– Efendim, devalüasyon kararınızı henüz daha açıklamamış olmanıza rağmen, bazıları şahsi çıkarlar sağlayacak tedbir ve teşebbüsler içindeler, bu tesadüf mü? Diye soruyor.
“Yani dün konuyu görüştüğün iki kişiden birisi, bazı rantiyecilere haber uçurmuş” demeye getiriyor.
Yine sekreterine şunları yazdırıyor:
“Her ne kadar bakanlar kurulu üyeleri, “ülke çıkarlarını şahsi hesaplarının üstünde gördüklerini” söylemelerine rağmen, maalesef hepsi birden ülke aleyhine olan bu devalüasyon kararına destek vererek beni şaşırtmış bulunuyor. Maalesef bu demokrasi dedikleri şey, yanlış ellere geçerse bütün rejimlerden daha tehlikeli olabiliyor!”
Sekreteri ve özel hizmetçileri: “Başkan beyin et yemesi yasak… Şu saatte şu ilacı alması lazım… Şu vakitte dinlenmesi gerekir ” gibi yağcılık yaptıkları halde, her fırsatta kendisine hıyanet ediyor.
Cumhurbaşkanı bu zatın milli tavırlarından rahatsız olduğu için, masonik mahfillerin de baskısıyla, başbakanın yerine Yahudi asıllı birisini getirmeye hazırlanıyor.
Özel danışman gibi sohbet ettiği yaşlı bir bilge kişi, traktörle çiftçilik yapıyor, görünüşte politikadan ve toplumdan uzak yaşıyor. Ziyaretine gittiği sadık ve samimi bir dostu için ” 40 yıl önceki dürüst ve idealist tavrını ve haklı tarafını hiç değiştirmemiştir. Dönekliğe ve dalavereye tenezzül etmeyen çok ender kişilerdendir” tespitinde bulunuyor.
Yakın arkadaşlık, akrabalık ve tanışıklık içinde olduğu, zahiren onurlu ve şuurlu geçinen bir adam gelip: bir ihalenin kayınbiraderine verilmesini isteyecek kadar alçalıyor ve ayarını ortaya koyuyor.
Bir gazeteci: Gümrük birliği ile ilgili bir meclis oylamasının sonuçlarını oturum bitmeden önce basın bürosuna haber geçiyor!? (yani hangi milletvekili kime satılmış, bunları biliyor)
Başbakanlığa hazırlanan muhalif ve mason bir milletvekili olan Şalomoni; hükümetin Avrupa Gümrük Birliği fikrine, çok sert biçimde ve milli çıkarları sahipleniyor diye karşı çıkarak ve böylece başkanın çevresini kışkırtarak dolaylı destek veriyor ve hatta:
“1,5 milyon Fransız, sınırları belli olmayan bir Avrupa için can vermemiştir” diyerek hamaset yapıyor.
Başbakanın cevabı: Şalomonun üzüldüğü şehitler benim arkadaşlarımdı ve ben de o savaşa katılmıştım. Oysa Şalamon henüz on yaşlarındaydı. Babası ve yakınları da vatan savunmasına katılmak yerine rant sağlama telaşındaydı.
Ben bu savaşları çıkaranların, bunca kurban üzerinde nasıl dünyalık hesaplar yaptıklarını gördüm.
İşçi ve köylü dostu, sosyalist Lenin’in polislerinin, işçi ve köylüleri nasıl ezip hırpaladıklarını ve horladıklarını gördüm.
İnsan haklarından ve milli çıkarlardan bahseden Şalamon gibi bankacıların, Avrupa dışındaki Afrika, Asya ve Amerika’daki halkları nasıl sömürdüklerini ve zengin olduklarını gördüm.
Solcu ve sosyal adaletçi geçinenlerin, petrol şirketleri ve maden işletmeleriyle ortaklık ve çıkar ilişkilerini ve milli menfaatlerle birlikte haysiyetlerini de nasıl sattıklarını gördüm.
Burada hak ve adalet savunuculuğu yapanların, sömürü sermayesinin ve silah sanayinin avukatlığına soyunduklarını gördüm.
Çevreci geçinen, doğa havariliği yürüten kişilerin, nükleer denemelere ve zehirli kimyasal üretimlere kanuni kılıflar hazırladıklarını gördüm.
Şu Meclisteki solcu veya sağcı milletvekillerinin, tek tek hangi karanlık girişimlerin kiralık hizmetçileri olduklarını anlayıp gördüm.
Bu nedenle, hem muhalefet temsilcilerinin, hem sözde benim partimin milletvekillerimin; barış ve adalet Avrupası projeme hep birlikte karşı çıkacaklarını biliyor ve bekliyorum.
Evet, sizlerin: savaş ve sömürü sermayesinin güdümünde bir Fransa ve tüm insani ve ahlaki değerlerden soyutlanacak bir Avrupa isteyen malum merkezlerin güdümüne girdiğinizi, şahsi heves ve hesaplarınız için, milli ve ahlaki değerlerinizi rüşvet verdiğinizi gördüm. Ve işte sonunda benden kurtuluyorsunuz… Çünkü ayrılıp gidiyorum.” Diyerek meclisten çıkıyor.
Kendisiyle kalan şoförüne:
—Bana sadık yalnız siz mi varsınız? Diye sorunca, aldığı cevaba şaşırmıyor:
“Efendim, dul ve huysuz olan kız kardeşimin oturduğu; o daracık eski eve dönmek ve sefalet çekmektense, yanınızda kalmayı tercih ettim!?”
Özel ve gizli anılarını yazdırdığı sekreterini, bu bilgileri ve bazı şahsi belgeleri gizlice mason Emniyet Müdürüne vermek ve hıyanet etmek üzereyken yakalıyor…
Hatta bu kadının, kendisini öldürtmek isteyenlere yardım ve yataklık ettiğini fark ediyor.
Kendisi yerine başbakanlığa hazırlanan Şalomo görüşmeye geldiğinde:”Avrupa Birliğine girmek, devalüasyona gitmek konusundaki haklılığını ve bazı gerçeklerin yeni farkına vardığını ve bunları uygulamaya çalışacağını, o nedenle başbakanın elinde bulunan ve kendi ahlaksızlığının belgesi olan mektubu yakmasını ve basına sızdırmamasını istiyor.
Özel hayatıyla ve cinsel yaşamıyla ilgili bir kadın dergisine verdiği röportajda:
“Her gece striptiz yapan kıvrak kancıkların dansını seyrettim. İşte belgesi: Meclis oturumlarındaki Milletvekillerinin ateşli konuşmalarını gösteren fotoğraflar!? Diyerek makam ve menfaat karşılığı satılan, ama ucuz kahramanlık nutukları atan milletvekillerinin striptiz yapan kadınlardan daha kahpe ve kaypak olduklarını vurguluyor!
Ve nihayet en yakın dostu görünen ve her türlü riyakarlık ve hilekarlığına dindarlık kılıfı giydiren başpapaz’a bile, kendisini bir suikastla öldürmek isteyenlerle işbirliği yaptığını yüzüne karşı, şaka yollu haber veriyor!…
Erbakan Hoca bu filmi izletmekle, herhalde: Teşkilat içindeki ve yakın çevresindeki bir takım kişilerin gerçek ayarını, amacını ve ahlakını bildiğini; kendisini ve Milli Görüş hareketini istismar etmek isteyenlere, kontrollü ve güdümlü olarak izin verdiğini ima ediyor!… Bu aynı zamanda, Hoca’nın artık “köprüyü geçtiği ve görevini bitirdiği” anlamına da geliyor!..
Evet, Mustafa Kemal misali, dünya çapında büyük devrimlere ve köklü değişimlere öncülük etmiş, ender ve önder kişiler gibi, Erbakan Hoca da “Tek başına bir ümmet” sıfatına layık, yalnız ve yıldız bir şahsiyetti.
Elinden tutup kaldırdıklarının, makam ve menfaat kazandırdıklarının, etiket ve şöhret sahibi yapıp adam sınıfına kattıklarının, nice hatalarına ve hayırsızlıklarına rağmen bağışlayıp kayırdıklarının ve en yakınına alıp bin türlü mihnetine katlandıklarının birçoğundan, maalesef vefasızlık ve vicdansızlık görmüş birisiydi. Bu durum asla, Hoca’nın, adam tanıyamadığını ve çevresini taşıyamadığını değil:
a) Yüzyıllardır uygulanan ahlaki tahribatla toplumun her kesimini nasıl yozlaştırdıklarını
b) Siyonist merkezlerin sürekli kontrol altında tutmak üzere, dindarlık ve dava adamlığı rolü yapan hain tipleri, nasıl ve niçin Milli Görüşe ve Erbakan’ın çevresine soktuklarını
c) Kaliteli, kabiliyetli ve karakterli elemanlarını, seçkin ve samimi insanlarını, uzun süren geçiş döneminde vitrine koyup yıpratmanın ve hedef yapmanın yanlışlığını bilen Hoca’nın: hem şeytani odakları oyalamak, hem de kadrolarını deneyip ayarını ortaya koymak üzere, bütün bunlara bilerek katlandığını göstermekteydi.
Ve zaten “Dahiler, yalnız kalınca devleşmekteydi.”
Sonunda Ali Bulaç bile Milli Görüşün gerçek mahiyetini ve Erbakan Hoca’nın yüksek meziyet ve marifetini itiraf etmek mecburiyetini hissetmişti.
“Kendine özgü bir “Türkiye modeli” varsa, bunun siyasetteki karşılığı Milli Görüş partileri; eğitimde imam hatip mektepleri ve ekonomide ise Anadolu’da neşvünema bulan küçük ve orta ölçekli ticari ve sanayi işletmelerdir. (Aslında hepsi Milli Görüş’ün meyveleri ve Erbakan Hoca’nın eserleridir. A.A.) Bunlar, aynı zamanda “Batı-dışı modernleşme”nin de tek örneğidir. Türkiye(nin Müslüman) toplumu, modern hayata -başlangıç aşamasına mahsus olmak üzere- bu üç formu kullanarak katılmayı denemiştir.
Milli Görüş partilerinin öne çıkardığı temel sorunları şöyle sıralamak mümkündür:
1) Adil düzen: Gelir bölüşümünde adaletin tesis edilmesi fikridir;
2) İslam kardeşliği: Türk-Kürt ayrışmasının önüne geçecek, hem Türkler hem Kürtler için birleştirici ortak payda veya manevi bir çerçevedir;
3) Ahlaki dürüstlük: İdarede, ekonomide ve siyasette arınma vaadi ve girişimidir.
4) Kimlik: İslam’ın ve tarihimizin referans kaynaklarından hareketle net bir tanım ve tavır sergilemektir;
5) Dış politikada inisiyatifi elinde bulunduran ve bölgenin liderliğine aday olan bir Türkiye idealidir.
Şimdi sormamız gereken sual şudur: Gelir bölüşümü, Türk-Kürt kardeşliği, ahlaki dürüstlük, kimlik ve dış politika alanındaki sorunlar çözüldü mü? Hayır. (Bunlar gerçekçi ve gereklimiydi? Evet. A.A)
Bu çerçevede “Milli Görüş’ten uzaklaşma oranında merkeze yaklaşma veya merkez partisi olma” retoriğinin ne anlama geldiğini düşünelim. Milli Görüş partilerini kabule şayan kılan, bu beş temel sorunun altını çizmeleriydi. AK Parti, bu formla, yani dil, üslup ve şekille ilgili değişimleri yaptığı için, bu miras üzerinden iktidara gelmiştir.[1] (Ama Milli Görüş gömleğini çıkarmak ve dış güçlere yaranmakla iflas ve bir nevi intihar etmiştir. A.A. )”
Ve aynı Ali Bulaç, zoraki teviller ve temennilerle yıllarca arka çıktığı ve alkışladığı AKP’yi ve Milli Görüşün akreplerini şöyle eleştirmektedir:
” İki senedir en yüksek perdeden AK Parti iktidarının 5 temel sorunla yüz yüze bulunduğunu söyledim ve yazdım. AK Partililer, bin bir iftira ve yalan üreterek karşılık vermeye, bu eleştirilerin etkisini küçültmeye çalıştılar. Fakat gelişmeler söz konusu eleştirilerin ne kadar yerinde olduğunu açıkça ortaya koymuş oldu. Önce beş temel eleştiri noktasının ne olduğunu hatırlamakta fayda var:
1) Gelir bölüşümünde adalet sağlanamadı. AK Parti hükümeti, takip ettiği ekonomi politikalarıyla son tahlilde zengini daha çok zengin ediyor. Sıkı usullerle uygulanan IMF politikaları yoksul kesimlerin, çalışanların, çiftçinin, emeklinin, esnafın durumunda herhangi bir iyileştirme meydana getirmedi. Finans sektöründeki hareketliliği reel ekonomiden ayırmak gerekir. Aslolan reel ekonomide yaşanan ciddi sorunlar ve vukua gelen büyük haksızlıklardır.
Elimizde somut veriler var. Mesela, Koç Grubu, 2010 hedefine beş sene önce, yani 2005’te ulaştığını açıkladı. Koç Grubu, nasıl bir cennette iş yapıyor ki, servetini katlıyor. Aydın Doğan, bu hükümet döneminde tam 8 kat büyüdü. 2002 yılına kadar Türkiye’den 3 dolar milyarderi vardı, şimdi bunların sayısı 21’e çıktı. Kim ne derse desin, resmi rakamlara göre 19 milyon yoksul ve 1 milyon aç insan var. Çalışan, yani iş bulduğunu söyleyenlerin yarısından biraz fazlası asgari ücretle çalışıyor, yani aylık gelirleri 300 dolardan fazla değil. Bütün çabasını zenginleri daha çok zengin etmesine harcamış olmasına rağmen, Koç Grubunun patronu Rahmi Koç “Bunlar ekonomide iyi, ama başka konularla ilgilenmesinler, eşi başörtülü cumhurbaşkanı seçmeye çalışmak olmaz” dedi. Demek ki, yaranamadılar.
2) Bütün umutlar AB üyelik sürecine bağlanmasına rağmen, Müslümanların temel hak ve özgürlükleri konusunda hiçbir iyileşme meydana gelmedi. Gelmediği gibi daha da kötüleşti. Başörtüsü sorunu, İmam Hatip Okulları, Kur’an kursları ve diğer konularda her zamankinden çok daha büyük sıkıntılar yaşanıyor. 2002 yılında AB’ye destek yüzde 76’lara çıkmış bulunuyordu. Bu aynı zamanda Hükümet’in tutumunun da tasvibi ve bazı beklentilerin ifadesi anlamını taşıyordu. Şunun unutulmaması lazım, eğer bu destek ve AK Parti hükümeti olmasaydı, Türkiye AB üyelik sürecinde bu mesafeyi alamazdı, fakat bu karşılıksız bir destek oldu.
Geldiğimiz noktada şu açıkça ortaya çıktı ki, hükümet AB üyelik sürecini iyi kullanamadı. Müslümanlar 28 Şubat sürecinin akabinde fonksiyonel düşüncelerle AB’yi desteklediler, durumlarında bir rahatlama olma düşüncesini taşıyorlardı. 2002 ‘de AK Parti iktidara gelince, AB ile olan ilişkilerin her aşamasında sorunları çözülecek, AK Parti bunları gündeme taşıyacaktı. Tam aksine oldu. Yapılması gereken şey, Müslüman cemaat ve grupların temel hak ve özgürlük taleplerini AB üyelik sürecine dâhil etmek ve bu konuda ısrarcı davranmak olmalıydı; fakat AK Parti iktidarı Müslümanların hassasiyetlerini sürece dâhil etmedi, gündeme bile almadı, AB’den gelen reform paketlerini sorgusuz sualsiz kabul edip geçirdi. İdam cezasını kaldırdı, zinayı yasak olmaktan çıkardı. Süreç eşcinselleri bile kanunların koruması altına alırken dindar kitleleri görmedi bile. Bugün eşcinselliğin aleyhinde yazmak ve konuşmak kanunen suç oldu. Müslüman cemaatlerin bugün AB’ye olan destekleri azalmışsa, bu aslında AK Parti’ye olan umutlarının da azalmasının bir başka yönden göstergesidir. Çünkü bu süreçte AK Parti değil de, mesela CHP veya başka bir sağ parti iktidarda olsaydı, zaten bundan farklı bir sonuç hâsıl olmayacaktı, yani onlar da Müslümanların taleplerini dile getirmeyecek, dertlerine tercüman olmayacaklardı. Bu bağlamda AK Parti ile diğer partiler arasında hiçbir fark yoktur, bundan sonra ise AB üyelik sürecinin bir rahatlama getireceği hayalden ibarettir, çünkü şartlar kökten değişti.
Eğer kararlı davranılsaydı AB’nin Müslümanların hak taleplerini geri çevirmesi düşünülemezdi.(Ali Bulaç burada açıkça yanılıyor veya kasıtlı olarak toplumu yanıltmaya çalışıyor. Çünkü AB, Müslüman halkımıza temel insan haklarını asla reva görmüyor ve hatta bunu kendisi için en büyük tehlike sayıyor. AKP’yi de bu hakları istesin diye değil, istismar etsin diye destekliyor. Ali Bulaç Avrupa’ya sığınmak ve savunmakla hem temel inançlarıyla, hem daha öncesi yazdıklarıyla çelişiyor. A.A. ) Mademki, AB’nin de Türkiye’ye ihtiyacı var -ki eski İtalya Başbakanı ve AB’den başka yetkililer bunu açıkça itiraf ediyor ve elbette öyledir- bu durumda hükümet her masaya oturuşunda Müslümanların sorunlarını dile getirmeliydi. En azından Almanya’da Merkel’in, Fransa’da Sarkozy’nin başa gelmesinden önce bunlara bir hal çaresi bulunmalıydı. Fakat hükümet kendini bu sorunlarla ilişkilendirmekten dahi korktu; öyle ki Başbakan’ın en yakın adamı televizyon ekranlarında “Biz kamuda hizmet verenlerin başörtüsü kullanmasına karşıyız, bu laikliğe aykırıdır” dedi.
3) Genel dış politika sorunlarıyla ilgili olarak hükümetin elinde AB yol haritası ve ABD’yle uyumlu bir dış politika izlemekten başka bir inisiyatif olmadı. Hatta uluslar arası ilişkiler ve dış politika konularında uzman olan akademisyen ve gözlemcilerin açıkça ifade ettikleri gibi, AK Parti’nin kendini Amerika ve Avrupa nezdinde “desteklenmeye değer parti” olarak takdim etmesinin en önemli argümanı budur. Eğer AK Parti, AB üyelik sürecini bütün var gücüyle ve samimiyetle yürüteceği yönünde sağlam bir taahhütte bulunmamış olsaydı, dış güçlerin onu desteklemesi düşünülemezdi. Dış politika konularında yeterince donanımlı olmadığı herkesçe bilinen lider buna inandırıldıktan sonra, AB üyelik sürecine dört elle sahip çıkıldı.
Hükümetin -dış ve etkin destek kaygısıyla ve tabi AK Parti’nin kuruluşunda rol oynayan büyük güçlerle uzlaşma doktrini çerçevesinde- İsrail’le giriştiği açık ve gizli ilişkiler -en azından- Türkiye’yi “arkadan giden bir ülke” konumuna itti. Öyle bir noktaya geldi ki, Türkiye, Amerika ile bile ilişkilerini “İsrail üzerinden kurmaya” başladı. Türkiye gibi bir ülkenin, radikal bir biçimde Amerika, Avrupa ve hatta İsrail’le ilişkilerini kesmesini kimse beklemiyor. Bu yakın veya orta vadede çok akıllı bir tutum olmaz. Ancak elindeki gücü, avantajı ve kozları görmezlikten gelip, bir iktidarın iplerini tamamen İsrail’e kaptırması kabul edilemez. Kim bu yönde eleştiri yapıyorsa, iktidar çevresi “Bunlar radikal adamlar, reel politikten anlamazlar” diye suçlamaktadırlar ki, bu da tamamıyla boş bir propagandadan ibarettir. Hakikatte olan şu ki, İsrail ile ilişkiler hiçbir zaman iddia edildiği üzere reel-politik hesaplar dâhilinde kurulmamış, aksine içerde iktidara gelmenin ve iktidarda kalmanın yegâne imkânı ve güvencesi olarak görülmüştür. Bazı münferit ve iç politikaya dönük çıkışlar bir yana, İsrail’le ilişkiler hiçbir dönemde bu seviyeye çıkmış değildir; öyle ki dünyadaki en büyük Yahudi kuruluşu olan JİNSA, 28 Şubat sürecinin baş aktörü Çevik Bir’den sonra ikinci ödülü Başbakan R. Tayip Erdoğan’a verdi. İsrail ve Yahudi kuruluşları, dünyada hiç kimseye, reel politika yürüten hiçbir hükümete bu ödülü vermez.”[2]
Fetullahçı, ılımlı İslamcı ve Amerikan yanlısı Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, belki de:
Irkçı emperyalizmin güdümündeki sömürü arabasına koşulan ve yeterince kullanılıp yorulan AKP atlarını değiştirmeye…
Ve Marazlı medyanın beyin yıkama metoduyla, maalesef uzaktan kumandalı robotlara çevrilen topluma umut haline getirilen dinlenmiş beygirlerle yoluna devam etmeye çalışan, malum ve melun odaklara dolaylı hizmet etmek;
Hatta, “icabında gerçekleri de söylüyor ve eleştirmekten çekinmiyor” görüntüsüyle, yeniden itimat ve itibar tazeleyip, ileride AKP’ye yarayacak yorumlarını etkin hale getirmek için bunları yazıyor!?
Ama ne olursa olsun; “Hıyanetler sinsi hastalıklar gibidir, uzun zaman gizlenemiyor”…
Özetlersek:
· Faiz ve rantiye sistemiyle IMF reçeteleriyle ve özelleştirme dalaveresiyle ekonomisi tahrip edilip iflasa sürüklenerek
· Zinanın suç olmaktan çıkarılması, eşcinsellere resmi himaye kazandırılması, televizyon programlarının azgınlaştırması, fuhuş ve çocuk pornosunun meşrulaştırılması, içki ve uyuşturucunun yaygınlaştırılması yoluyla ahlaki ve manevi temellerimiz dinamitlenerek.
· AB’ye, ABD’ye ve İsrail’e kayıtsız şartsız teslimiyetle, BOP hıyanetine hizmetle, demokratikleşme demagojileriyle “Kürt halkının hakları” gibi sinsi söylemlerle, Sevri uygulama hazırlıkları sürdürülerek;
· Devletimiz yıkılmaya, ülkemiz parçalanmaya, cumhuriyetimiz laçkalaştırılmaya, yüce dinimiz laytlaştırılmaya ve geleceğimiz karartılmaya çalışılırken,
Türkiye’mizin Erbakan beynine ve projelerine, Dünyamızın ise model ve lider ülke Türkiye’ye acilen ihtiyacı vardır.
İşte Erbakan Devrimi kitabımızın yedinci baskısı, bu ihtiyacın çerçevesini ve çarelerini ortaya koymak ve Hoca’yı daha yakından tanımak üzere yapılmıştır.
Atatürk’ün: “Yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesiyle hedeflediği, milletimizin de milyonluk mitinglerde “ne ABD, ne AB, tam bağımsız Türkiye” sloganlarıyla dile getirdiği, Türkiye merkezli ve insan endeksli yeni bir barış ve bereket medeniyetinin çok yakında ortaya çıkacağı, mutlu ve kutlu günlerde buluşmak umuduyla.
Başkan Filmi Bölüm 1
Başkan Filmi Bölüm 2


[1] 16 Haziran 2007, Zaman, Milli Görüş Partileri

[2] 18 Haziran 2007, www.dunyabulteni.net

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Nevzat GÜNDÜZ

Nevzat GÜNDÜZ

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx