LAİKLİK KAVRAMININ DOĞRU TANIMI
VE
UYGUN KURUMLAŞMASI
Kelime ve Kavramların Yozlaştırılması
Yeni oluşan sistemler ve medeniyetler, kendisinden önceki düzen ve dönem içerisinde kullanılagelen birtakım kelimelere, yeni manalar yükleyerek; özel kurumlar yanında, orijinal kavramlar da geliştirirler. Aslında hiçbir dil-lisan ne kadar zengin olursa olsun, birbirinden farklı sistemlerin hepsine birden, tamamen yeni ve orijinal kelimeler veremezler. Öyle ise, sistemleri teşkil ve temsil eden unsurların, ortak bir lisan disiplini oluşturması gerekir. Her sistem bu ortak kelimeleri alır, kendi amaçları istikametinde kullanır ve onlardan özel ve orijinal bir “kelimeler ve kavramlar ağı” meydana getirir.
İşte İslam dini ve medeniyeti de cahiliye döneminde öteden beri bilinen ve konuşulan “Allah, İslam, iman, küfür, nebi, resul, akıl, kerem, takva, cihad” gibi kelimelere, öylesine yeni ve orijinal anlamlar yüklemiş ve öylesine yeni ve özel kavramlar meydana getirmiştir ki, kıyamete kadar gelişen bütün zamanlara ve bütün şartlara ışık tutacak ilmi, imani, ahlâki, siyasi ve iktisadi bütün sorunlara çözüm ve çareye esas olacak bir “değişmez doğrular” bütününü insanlığa hediye etmiştir.
Yapılan ilmi araştırma ve karşılaştırmalar; Kur’an’ın kelime hazinesinin, kendisinden önceki cahiliye Arabistan’ındaki üç ayrı ve farklı sistemin bir nevi bileşimi olduğunu, ancak bütün bu kelime kalıplarına yepyeni, değişmez ve eskimez manalar doldurduğunu göstermektedir. Bunlar: 1- Saf ve sade bir hayat süren göçebe bedevîlerin kullandıkları kelimeler, 2- Mekke ve Medine’de yerleşik tüccar ve soyluların konuştukları kelimeler, 3- Arabistan’da yaşayan Yahudi ve Hristiyanların kullandıkları ve Arap diline kattıkları kelimeler…
Bu kelimelerin bir kısmını ele alıp bakalım:
Örneğin Allah ismi, cahiliye Araplarınca da biliniyor ve kullanılıyordu. Ancak onların konuştuğu “Allah” kelimesi Kur’an’daki “Allah” (CC) kelimesinden çok farklı bir anlam taşıyordu. Cahiliye Araplarına göre Allah; yeri göğü yaratan ve diğer şefaatçi tanrılardan (put ve tağutlardan) daha büyük olan, ancak etki ve yetki alanı sınırlı bulunan bir varlığı ifade ediyordu.[1] Kur’an’daki “Allah” (CC) kelimesi ise, öyle (hâşâ) tanrılar hiyerarşisindeki baş tanrı değil; varlığı gerçek olan, her şey elinde ve emrinde bulunan, kudreti her şeyi kuşatan, kullarının imani, ahlâki, siyasi ve iktisadi hayatlarına ait kanun ve kurallar koyan, tek ve mutlak bir Rab’dır. Kur’an’da geçen kitap, melek, nebi, resul, ahiret, takva, salât, zekât vb. bütün kelime ve kavramlar, “Allah” ismiyle mutlaka irtibatlı ve çok çeşitli daireler içerisinde bütün bunlar birbiriyle bağlantılıdır.
Yine cahiliye Arap inancında melekler; “yarı tanrı” niteliğinde ve cinlerin üstünde bir varlık kabul ediliyor ve hâşâ “Allah’ın kızları” olarak biliniyordu. Oysa Kur’an’daki “melek”ler Allah’ın mahlûku olan ve O’na kullukta bulunan nurani varlıklardır.[2]
İslam öncesi Arap lisanında, “takva”; hayvanların ve insanların, dışarıdan gelecek tehdit ve tehlikelere karşı kendini koruma ve savunma davranışı anlamında kullanıldığı halde, Kur’an lisanında ise “Takva” her türlü küfür ve kötülükten sakınmayı ve gerçek manada Allah’tan korkmayı ve her haliyle O’na teslim olmayı ifade eden geniş ve genel bir kavramdır.
Cahiliye döneminde küfür-kefere; bir gerçeği örtmek ve şükretmenin zıddı olarak nankörlük etmek manasında kullanıldığı halde Kur’an lisanında ise, imanın zıddı olan inkârı ifade eder ve çok önemli ve anlamlı bir anahtar kelimedir.
Cahiliye lisanında “cihad“; dünyalık kazançlar ve kuru kahramanlıklar için yapılan zorlu çabaları ifade ettiği halde, Kur’an’da “Hak ve adaleti hâkim kılmak ve Allah’ın rızasına ulaşmak için yapılacak samimi ve ciddi gayret ve hizmetleri” anlatır.
Eski Arapların şöhret ve şehvet yolunda gösteriş için yapılan harcamalara “kerem-cömertlik” demelerine karşılık, İslam bu düşünce ve davranışı fazilet değil bir rezalet kabul etmiş ve “kerem” kelimesine, “hiçbir karşılık beklemeden Allah rızası için yapılan iyilik ve ikram” manasını yüklemiştir.
Açıkça görülüyor ve anlaşılıyor ki; Kur’an dili ve İslam medeniyeti cahiliye döneminde kullanılan ve konuşulan kelime ve deyimlere özel ve orijinal manalar yüklemiş ve yepyeni kavramlar türetmiştir. Arapçanın şaşılacak derecede zengin bir kelime hazinesine sahip olması ve mevcut kelimelerden yeni kelime ve kavramlar üretmeye de oldukça müsait bulunması bu işi kolay hale getirmiştir. Ama maalesef giderek Kur’an’dan uzaklaştıkça, içten ve dıştan tahribatlar arttıkça zamanla İslami kavramların yozlaştığını ve içi boşalan cevizler gibi, sadece kavramların kalıbı ve kabuğu olan kelimelerin elimizde kaldığını görüyoruz. Bugün üzülerek belirtelim ki; Müslümanlar arasında “Allah, Peygamber, Kitap, İslam, Cihad” gibi kavramlar maalesef, İslam öncesi cahiliye dönemi insanlarının kullandığı manalarda anlaşılmaya başlanmıştır.
Günümüzde maalesef pek çok Müslümana göre “Allah”; ibadet ve ahiret işleriyle uğraşan, ticaret, siyaset, memuriyet ve adalet konularına karışmayan; kısaca yeryüzünü tağutlara bırakan bir “gök tanrısı” gibidir.
Yine bazı Müslümanlara göre “Peygamber”; sadece güzel ahlâk örneği sayılan ve Arap şeyhi görünümünde olan ve hele devlet ve hükümet işleriyle hiç alâkası bulunmayan ve her işini mucizelerle yapan bir efsane kahramanı yerindedir.
“Kur’an”; yükseklerde korunan, ölüler ve hastalara okunan tılsımlı, esrarengiz, anlaşılmaz ve ulaşılmaz bir dua kitabıdır.
“Cihad”; nefsini kurtarmak ve ibadet yapmak maksadıyla tenhalara kapanmak veya kurs binası ve cami inşasıyla uğraşmaktır. Daha da beteri; kardeş katliamlarının, terörist oluşumların ve fesat odaklarının vahşi faaliyetleri CİHAD şeklinde sunulmaktadır.
“Hayır”; mermer panolara ve büyük harflerle adını yazdırmak ve reklâmını yaptırmak üzere para harcamaktır.
“Takva”; külah takmak, sarık sarmak ve cübbe kuşanmak, yani derviş rolü oynamak ve göstermelik davranışlarda bulunmaktır. Masonları ve din istismarcılarını seçip iktidara getirmeye “hikmet ve maslahat“ denilmiş, zalimlere ve bâtıl zihniyetlere boyun eğmek ise, tevekkül ve teslimiyet zannedilmiştir. Bu yanlış ve yozlaşmış değerleri ve anlam bakımından dejenere olmuş kelimeleri yeniden gerçek amacına ve Kur’ani anlamına kavuşturmak ve insanımızı bu kavram kargaşasından kurtarmak ise, ilim ve cihad erbabının vazifesi ve çilesidir.
Öyle ise bu “Kelime”lerin ıslahı ve Evrensel boyut kazandırılması lazımdır ve zaten Demokrasi ve Laiklik amaç değil araçtır.
Toplumda beğeni kazanmış ve hatta insanlığın genel beklentisi halini almış bazı doğru “Kelime”ler, kötü niyetli insanlar tarafından “yanlış manalarla doldurulup şeytani maksatlar” için istismar edilmektedir. Bugün bunların başında ise “Demokrasi” ve “Laiklik” gelmektedir. Halbuki mesela “Hukuk” kavramının, evrensel kurallara ve beşeri bir icma (evrensel konsensüs) ile kabul edilmiş temel ve tabii esaslara dayanması gerektiği gibi, Demokrasi ve Laikliğin de böylesine genel ve gerekli bazı kurum ve kavramlara uyması lazım gelir.
Nasıl ki, oyun sahalarının ve kale direklerinin boyutlarını ve futbolun kurallarını, Türkiye şartlarına göre değiştirmemiz mümkün değilse, “Demokrasi, özgürlük ve insan hakları” gibi kurum ve kavramları da, keyfimize göre eğip bükmemiz, bunları sadece kendimize reva görmemiz, bir çifte standart ve art maksat ifadesidir. Evet, Türkiye’de Demokrasi ve Laiklik açıkça istismar ve suiistimal edilmektedir. Ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan Müslümanlara, inandığı gibi yaşama ve İslam’ın kurallarını uygulama hakkı verilmemektedir.
Türkiye’nin gizli yönetim şekli maalesef bir zamanlar; “Susurluk sistemi”ne, o da, “Derin devlet düzeni”ne, o da “Karanlık oda rejimi”ne dayanmaktaydı… Bir başka ifade ile sistem, mafya çetesine, o da medya şebekesine, o da masonluk meselesine bağlanmaktaydı… Yani bu dengesiz düzen, bir ara Kanal7’de görüntülerini izlediğimiz, kestikleri keçi kanını içip şeytana tapan Mason diktatoryasıydı… Yunancada “Demos” halk anlamında, ama “Demon” ise şeytan anlamındaydı. Bunların rejimi “demokrasi-halk idaresi” değil, “demon-krasi” yani şeytanların hâkimiyeti olmaktaydı. Ve zaten “Susurluk sistemine, mafya meselesine” bulaşmayan ve masonların hâkimiyetine başkaldıran Milli Hareketler ise, sürekli dışlanmaya ve kapatılmaya çalışılmaktaydı. Ardından mahkemelerin bu haksız ve dayanaksız kapatma kararlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınması, ne hikmetse en çok Batı Kulüpçülerini telaşlandırmaktaydı. Çünkü sahtekârlıkları ve çifte standartları, bizzat tapındıkları Batı tarafından ortaya koyulacaktı.
Evet; kanaatimce, çok kullanılan Demokrasi ve Laiklik gibi “Kelime”lerin artık izahı ve ıslahı gerekmektedir. Bu kavramların yeniden yorumlanması bir ihtiyaç haline gelmiştir. Laiklik ve Demokrasinin her türlü istismar ve suiistimalden korunacak şekilde sağlam kalıplara ve tanımlara kavuşturulması icap etmektedir. Bilindiği gibi, toplumların arzuladığı ve ulaşmaya çalıştığı bazı değerleri ve dengeleri ifade etmek için, yeni kelime ve kavramlar türetilmiştir. İşte “Laiklik ve Demokrasi” de bunlardan birisidir.
Laiklik; “Devlet düzenini, din adamları sınıfının ve din istismarının güdümünden kurtarmak, farklı din ve mezhep mensuplarının, birlikte barış içinde yaşama şartlarını hazırlamak” amacını ve anlamını belirten, evrensel bir kurum ve kavram olarak düşünülmekte ve düşlenmektedir, ki bu anlamda güzel ve gereklidir.
Demokrasi ise, “Halkın her kesiminin, aktif ve etkin olarak yönetime katılması, zorbaların ve devrim yobazlarının köleliğinden kurtarılması ve insan onuruna yakışır bir hürriyet ve haysiyet ortamının hazırlanması” heves ve hayalinin bir simgesi olarak dile getirilmektedir ki bu amaçla önemli ve önceliklidir. Bu iki anlam ve amaç, temelde İslam’ın ruhuna da uygun düşmektedir.
“(İnsanları İslam’a sokmak için de, ibadetleri yaptırmak için de) Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapkınlık ve azgınlıktan apaçık ayrılmıştır…”[3] ve “(Öyleyse) Sizin (bâtıl) dininiz (ve düzeniniz) size, Benim (Hakk) dinim (ve adil düzenim) Bana (aittir).”[4] ayetleri bu amaçtaki laikliğe,
“Onlar Rablerinin (her emrine) icabet ederler, namazı dosdoğru yerine getirirler, (devlet, millet ve hükümet) işlerinde meşveret ederler (ülkeyi danışma ve dayanışma sonucu ortak kararla yönetirler.)… (Olgun ve onurlu mü’minler;) Bir haksızlığa uğradıkları (temel insan haklarına tecavüze kalkışıldığı) zaman; yardımlaşarak (tüm haklarını koruyacak kurum ve kuralları oluşturarak) birlikte harekete geçenlerdir.” [5] ayetleri ise yine bu anlamdaki demokrasiye uygun görülmektedir.
Ne var ki özellikle ülkemizde, maalesef bugüne kadar laiklik adına bazılarınca din düşmanlığı yapılmış, dindarlar uzun zaman hayattan ve hükümetten dışlanmış ve laiklik; “Dine baskı hükümeti” veya “Dine karşı olanların hâkimiyeti” şeklinde uygulanmıştır. İşte bu yanlış ve haksız uygulamalar yüzündendir ki, laiklik denince bazı kesimlerin kafasında hemen din düşmanlığı algılanmaktadır. Ve yine demokrasi, pek çok ülkede ve Türkiye’mizde, “Diktatörlüğün, saltanat yerine seçimle yürütülmesi… Krallığın Firavunlardan Karunlara (sömürücü sermaye baronlarına) devredilmesi… Mutlu bir azınlığın, demokrat köleler yapılan çoğunluğa hükmetmesi” şeklinde yozlaştırılmıştır.
Bu yanlış ve yozlaştırılmış uygulamalara rağmen “Laiklik ve Demokrasi” hâlâ insanlığın ortak hayali ve ideali konumundadır. Yani insanlık; din-devlet barışmasını ve farklı dinlerin bir arada yaşamasını, haklı olarak arzulamaktadır. Öyle ise gerçek ilim ve fikir adamlarına gereken, ilahiyatçı yazar ve araştırmacılara düşen, insanlığın bugüne kadar “Laiklik ve Demokrasi” diye arayıp da bulamadığı, arzulayıp da bir türlü ulaşamadığı “değerlerin ve dengelerin” İslam’da bulunduğunu anlamak ve anlatmaktır.
Bu ilmi ve insani gerekleri ve bu İslami doğruları ve değerleri ise, bugün insanlığın ortak malı konumunda olan ve herkes tarafından kullanılan ve savunulan “Laiklik ve Demokrasi” gibi evrensel kelimelerle açıklamamız daha uygun olacaktır. Yani demokrasi ve laikliği, yeniden yorumlamamız lazımdır. Daha doğrusu bu kelime kalıplarına, ilmi ve insani olan asıl manalarını yerleştirip topluma sunmamız bir ihtiyaçtır. Böylece;
a) Hem zaten bilinen ve peşinen kabul edilen evrensel “kelimeler”le gerçekleri ve insani gerekleri (ihtiyaçları) anlatmamız kolaylaşacaktır.
b) Hem de İslam’ın “Silm” kökünden barış ve bereket medeniyeti olarak evrensel bir boyut kazanması ve insanlığın ortak değerleri halini alması mümkün olacaktır. Öyle ise bu kelimelerden korkmak ve kaçmak anlamsızdır. Ve zaten insanların bildiği ve benimsediği bazı ortak “kelimeler”le onlara yaklaşmak, Kur’an’ın hükmü ve tebliğin şartıdır.
“De ki: ‘Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda müsavi (eşit ve müşterek) olan bir KELİME’ye gelin’…”[6] ayeti bu gerçeği anlatmaktadır. Zira her ne kadar, Yahudi ve Hristiyanlarla Müslümanların Allah inancı ve kavramı çok farklı ise de, en azından Allah’ın varlığını ve ahiret hayatını kabul eden “ortak kelimeleri” bulunmaktadır. Evet bazı Hristiyan ve özellikle Yahudi bilginleri; “kelimeleri ‘KONULDUKLARI YERLERDEN’ saptırıp (kaydırarak Hakk Dinde tahrifata girişerek)” [7], doğru kelimelere yanlış kavramlar yüklemiş ve böylece pek çok haksız ve ahlâksız uygulamalara yönelmiş olduklarını Kur’an haber vermektedir. Bu tiplerin İslam âlimleri içerisinde de maalesef örnekleri görülmekte, Kur’ani kavramlar nefsi heves ve hesapları için, yanlış yorumlanmak ve yozlaştırılmak istenmektedir. Bize düşen o kelimeleri ilmi anlamlarına ve İslam’ın amaçlarına uygun olarak yorumlamak ve tebliğimizi bu yolla insanlığa ulaştırmaktır. “…Allah, bâtılı yok edip-ortadan kaldırır ve Kendi kelimeleriyle Hakkı Hakk olarak pekiştirip (gerçekleştirir)…”[8] ayeti de, bazı gerçekleri, insanlığın bildiği, benimsediği ve ortak değeri haline getirdiği kelimelerle anlatmak gerektiğine izin ve işaret buyurmaktadır. Zaten Allah-u Zülcelal Hazretleri; “…Hakk olmak (ve her konuda hakem yapılıp başvurulmak) üzere Kitabı ve mizanı indirmiş bulunmaktadır.”[9] Bizim inancımıza göre Kur’an, “Mutlak doğrular” manzumesidir. Yani Kur’an asla değişmeyen ve değerini yitirmeyen ölçüler getirmiştir. Her şeyin, bu ilmi ve insani kurallara göre düzenlenmesi ve değerlendirilmesi, insanlığın mutlaka menfaatinedir. Çünkü İslam, tabii ve evrensel olan hayat ve huzur prensiplerini getirmiştir.
Bu nedenle “Laiklik ve Demokrasi” gibi evrensel boyut ve beğeni kazanmış kelime ve kavramları, yozlaşmaktan ve yanlış uygulamaktan kurtarıp, bunların izahına ve ıslahına çalışmak ve ilmi temellere oturtmak hem gerekli hem de güzeldir.
Evet, İslam; inanç, ibadet ve ahlâk disiplini yanında, insanlar arasında adalet ve hürriyeti gerçekleştirmek için gelmiştir. Bütün peygamberler de bununla görevlidir.[10] Öyle ise, “Laiklik zulümdür, demokrasi küfürdür” gibi yanlış ve yakışıksız yorumlara girişmek, kolaycı ve kaçırıcı davranışlara yönelmek her halde zararlıdır ve tebliğ metoduna aykırıdır. Bu nedenle Laiklik ve Demokrasi gibi kelimeleri suçlu ve sorumlu tutup savaş açmak veya bunlardan korkup kaçmak anlamsızdır. Hem bakınız, Laikliği “Din karşıtlığı”, Demokrasiyi ise “Sermaye Krallığı” şeklinde uygulayan bazı hain ve zalim çevreler “Din, İman, Allah, Peygamber, Hak, Hukuk” gibi İslami ve insani kelimeleri kullanmaktan asla çekinmemektedir! Bu doğru ve değerli kelimeleri, yanlış ve değersiz amaçları için sıkça kullanıp istismar etmektedir. Ve bu mühim ve mübarek kalıpların içini boşaltıp bâtıl ve bozuk manalar yüklemektedir. Öyle ise “Laiklik ve Demokrasi” gibi çağdaş ve evrensel kelime ve kavramlara da, bizim sahip çıkmamız ve bunları ilmi ve insani temel ve tanımlara kavuşturmamız oldukça önemlidir ve gereklidir.
Ancak ne var ki, kendi halkına güvenmeyen, sandıkta tecelli eden milli iradeye saygı göstermeyen despot ve dayatmacı zihniyetlerin, gerçekten demokrat oldukları ve demokrasiyi uyguladıkları hiç görülmemiştir. Zira demokrasi, halkın kendi kendisini idare etmesi, milli inanç ve ideallerini gerçekleştirmek ve yürütmek istemesidir. Bir milleti millet yapan değer ve dinamiklere düşman olanlar, o milletin tercihine ve hür seçimine nasıl saygı göstereceklerdir? Bu kafalar mafya diktatörlerine ve mason biraderlerine asla karşı gelemeyecektir. Bunlar demokrasi diye zulüm ve sömürü düzenlerini yürütmek isteyenlerdir.
Laiklik Tanımlanmalı ve Herkesin Anlayacağı Bir Türkçe ile Yazılmalıdır.
Anayasamızın 24. maddesi laikliğin temel esaslarını ortaya koymaktadır. Ama “muğlak-kapalı”dır ve istismara müsait durumdadır. Oysa Anayasa hükümlerinin, okuyan herkesin aynı şeyleri anlayacağı biçimde açık, net ve kesin bir dille ve Türkçe yazılması esastır. Bu nedenle “Laiklik”in 24. maddedeki temel esaslara uygun olarak yeniden ve Türkçe yazılması, farklı kesim ve görüşlerden uzmanların ortak bir konsensüsle ortaya koyacağı bir tanımın hazırlanması, artık zorunlu bir ihtiyaçtır.
24. Madde;
a- Kamunun değil, devletin,
b- Düzenin değil, temel düzenin,
c- Dini fikriyatı değil, dini hissiyatı,
d- “İstismar edemez ve kötüye kullanamaz” denilmiştir. Burada; “veya” yerine “ve” kullanılarak, “istismarın, açıkça kötüye kullanmak” olduğu belirtilmiştir. Oysa bugün Laiklik tamamen farklı yorumlanmaktadır. Ve her türlü istismar ve suiistimale açık bulunmaktadır. Hem din istismarcıları, hem devrim simsarları, bu kapalı laiklik maddesini, kendilerine uydurmaya ve baskı unsuru olarak uygulamaya çalışmaktadır.
“Laiklik”in doğum yeri kabul edilen Fransa’da; başörtüsü sorunuyla ilgili tartışmalar üzerine; “Laikliği araştırma” komisyonu kurulduğunu TV haberlerinde dinlemişsinizdir. Yani Fransa bile, Laikliğin ne olduğu konusunda hâlâ net bir tanım yapabilmiş değildir. Zaten dünyanın hiçbir ülkesinde laiklik kavramının kesin ve açık bir tarifi yapılamadığı gibi; adil bir tatbiki de gösterilememiştir. Erbakan Hoca’nın: “Gelin Anayasamıza, laikliğin tanımını ve Türkçe karşılığını yazalım” teklifi hep duymazlıktan gelinmiştir. Çünkü kötü niyetli ve bozuk tıynetli bir kesim, İslam düşmanlığı yapabilmek için, Laikliğin hep böyle muğlak kalmasını istemiştir.
Laiklik: Din hizmetleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise, yerindedir.
Laiklik: Farklı din ve mezhep mensuplarına, devletin ve adaletin aynı mesafede kalması ise, güzeldir.
Laiklik: Değişik din ve düşünceye sahip kesimlerin, birlikte hoşgörü ve barış içerisinde yaşama şartlarının hazırlanması ise, tabii ki gereklidir.
Laiklik: Devletin ve düzenin, belli bir inancın veya din adamları sınıfının güdümüne bırakılmaması ise, elbette isabetlidir.
Laiklik: Herhangi bir dine veya dinsizliğe mensup olmanın, devlet ve hukuk önünde; ne özel bir imtiyaz ve hürmet, ne de kasıtlı bir mağduriyet ve mahrumiyet nedeni sayılmaması ise, herhalde sahiplenmelidir.
Ancak Laiklik: Bir ülkenin anayasaları yapılırken ve diğer gerekli kanun ve kurumları hazırlanırken, toplumu oluşturan unsurların ve hele kahir çoğunluğun “dinini, manevi değerlerini, gelenek ve göreneklerini, örf ve âdetlerini hiç hesaba katmama, esas almama” şeklinde ifade edilmek isteniyorsa; bu hem imkânsızdır, hem haksızlıktır, hem de yararsızdır! Üstelik doğal ve sosyal kanunlara da aykırıdır. Ve zaten Laikliğin böyle anlaşılıp uygulandığı tek bir ülke dahi yoktur. Çünkü halkın kimliğini, kültürünü ve hayat tarzını şekillendiren en önemli etken olan “Dini” dışlayarak hazırlanmış ve halka onaylatılmış-despotik düzenler dışında, tek bir demokratik örnek bulunamayacaktır. Ve bu açıdan bakıldığında, hâlihazır Anayasamızdaki diyanet teşkilatı kurumu, kanunları ve uygulaması da, laikliğe aykırıdır… Ve “devletin temel nizamını kısmen de olsa dini temellere dayandırma” suçlamasının muhatabı konumundadır!?
Halbuki; hukuk, halk içindir. Halkın inancını ve manevi ihtiyacını hesaba katmayan ve özellikle “İslam” kokusu aldığı her şeye düşman tavrı takınan bir anlayış ve yaklaşım laiklik değil, ladinliktir (dinsizliktir) ve laubaliliktir. Çünkü böyle yanlış ve tutarsız bir uyarlama ve uygulama:
• Önce, Devlet-Millet barışını bozacak,
• Din-Devlet zıtlaşmasını ve çatışmasını doğuracak,
• Ülkede huzur ve güven ortamını sarsacak,
• Ekonomiden eğitime, yatırımdan üretime, sanattan kültüre, her yönlü kalkınmayı ve hayırda yarışmayı ortadan kaldıracak,
• Ve nihayet o ülkeyi, dış güçlerin yarı sömürge sahası; hükümetleri ise, uzaktan kumandalı kuklası durumuna sokacaktır…
Bunun en acı ve çarpıcı örneği ise, maalesef, Türkiye’dir. Nisan 2004’teki ‘Milli Egemenlik ve Siyaset Sempozyumu’ sırasında Sn. Recep T. Erdoğan’ın, “Batı’da bir söz vardır: Parayı veren akıbetine hâkim olur” ifadeleri; Türkiye’nin, Yahudi bankerlerin IMF garantisiyle verdiği borç paralarla nasıl esir alındığının, bir nevi dolaylı itirafı gibidir. (IMF bir banka değil, Amerikan devleti adına faizli kredileri tahsil etmede kefalet garantisidir.)
Laiklik bahanesiyle, başörtüsüne, İmam-Hatip Lisesine sataşanların… Ve gelişmeleri Kur’ani bakış açısıyla değerlendiren ve doğruyu söyleyenlere savaş açanların, özellikle Batı’ya yaranmak isteyen yönetimler döneminde mantar gibi ve izinsiz olarak çoğalan kiliselere ve masum bir din tebliği yerine, Türkiye’yi sömürgeleştirmeyi amaçlayan misyonerlik faaliyetlerine niye ses çıkarmadıkları üzerinde dikkatle düşünmelidir. Zaten güdümlü hükümetler bu gibi sorunları çözmenin değil, istismar etmenin peşindedir. Ve yine dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, Denktaş’ın “Annan Planıyla bağımsızlığımız elden gidiyor” sözlerine karşı: “Hangi egemenlikten bahsediyorsun… Bir kasa portakal satamıyorsun… Ülkende futbol maçları yapamıyorsun!” şeklindeki sömürge valisi tipi talihsiz tepkisi de bu tür hükümetlerin ve faizci-teslimiyetçi ve AB’ci zihniyetlerin, İslamcılık dejenereleri ve demokrasi demagojileriyle ülkemizi ve geleceğimizi hangi karanlık neticelere sürüklemek istediklerinin bir göstergesidir. Öyle ise; acilen ve kesinlikle:
• Evrensel hukuk kurallarına,
• Temel ve genel insan haklarına,
• Toplumumuzun tabii yapısına ve tarihi mirasına,
• Halkımızın inanç ve ahlâk esaslarına uygun olarak, “Laiklik”in tanımı, ilgili ve ilmi otoritelerce mutlaka yapılmalı ve bu Türkçe tarifi anayasamıza yazılmalıdır. Ki; her önüne gelen, Laikliği keyfince yorumlayıp yozlaştırmasın ve hele bu Laiklik, İslam düşmanlığı şeklinde uygulanmasın… Savcılarımız ve hâkimlerimiz de, hangi temel yasalara ve hangi genel esaslara dayanarak karar vereceği konusunda sıkıntı ve şaşkınlık yaşamasın…
Bu arada şunu da hatırlatalım ki, Atatürk Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu, o dönemde Türkiye’de yaygınlaşan ve kendi dilleriyle eğitim yapıp Hristiyan kültürünü aşılayan yabancı okulların tahribatından gençliğimizi kurtarmayı ve Milli Eğitim programıyla neslimizi koruma altına almayı amaçlamıştır. Ama ondan sonra gelenler, Atatürk’ün çıkardığı bu yasayı, tam aksine milli ve manevi eğitim veren İmam-Hatiplere karşı kullanmaya başlamıştır. Aslında Adil bir Düzen’de ve asil bir yönetimde, bütün okullarda, kendi seviye ve statüsünde milli ve manevi değerler en ilmi ve etkili metotlarla öğretileceğinden, bugünkü sıkıntıların çoğu kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Çünkü Adil Düzen; bilinen mezhep ve meşrep taassubuyla değil, genel İslami prensipler ve temel insani gereksinimler doğrultusunda hazırlanmıştır. Sünnilerin de Şiilerin de, dindar kesimlerin de kalenderlerin de ortak ihtiyacıdır.
Teokrasi ve Laiklik Farklıdır.
Önce, kısaca “Teokrasi”nin tanımını yapalım. “Teo”; tanrı, ilah manalarına gelir. “Krasi”; idare ve yönetim demektir. Batılı anlayışa göre Teokrasi; tanrıların, yani tabiatüstü varlıkların veya onların vekili olarak ortaya çıkanların, akli, ilmi ve insani hiçbir kanun ve kurala bağlı kalmadan ve hiçbir makama karşı sorumlu tutulmadan, toplumu keyfince yönetmeleri veya daha başka bir deyimle “dine dayalı devlet şekli” demektir. Bu anlamda Afrika ve Amerika yerlilerinin ilkel totem teşkilatları veya Orta Çağ Avrupası’nda hüküm süren, din ve tanrı adına insanları ezen ve sömüren kilise yönetimleri, birer teokrasi örnekleridir.
Ve yine tarihte Mısır firavunları, İran, Hint ve Japon kralları, çağımızda ise Lenin, Mao gibi yarı tanrı yerine konulup bir nevi putları dikilen, ilim ve akıl süzgecine gerek görmeden, doğru-yanlış her sözü ve her davranışı “kutsal ilke ve ülkü” kabul edilen, hiçbir konuda ve hiçbir şekilde tenkit edilmelerine asla izin verilmeyen önder kahramanların yozlaştırıldığı “sahte kurtarıcıların” kurduğu ve “istismarcıların” ısrarla koruduğu sistemler de, aslında tam bir teokratik düzenlerdir.
İslam ise, sadece imani ve ahlâki konuları içeren bir “din” değil; aynı zamanda idari, iktisadi, ilmi ve hukuki; velhâsıl hayatın her safhasına ait, adil ve kâmil kurallar öngören bir “barış ve denge” düzenidir. Sosyalizmin vaat edip de bir türlü vermediği “sosyal adaleti”, Kapitalizmin amaçlayıp da asla ulaşamadığı hür teşebbüs ve yaygın saadeti; güdümlü demokrasilerde ve hile rejimlerinde asırlardır aranıp da bulunamayan “en geniş hürriyeti ve milli hâkimiyeti” gerçekleştirecek, can, mal ve namus emniyetini ve tam anlamıyla, din ve düşünce hürriyetini kuracak ve koruyacak olan yegâne Hak din ve hayat disiplini İSLAMİYET’tir.
Biz, Adil Düzen’in; siyasi, hukuki, iktisadi ve ahlâki kurum ve kurallarını diğer bütün sistemlerle mukayeseli olarak tartışmaya hazırız. Geliniz, gerçeği ve mutluluğu arayan medeni insanlar olarak, önyargılardan ve şartlanmışlıklardan uzak, aklın ve ilmin ışığında bir karar verelim. İnsanlık olarak aradığımız ve acilen muhtaç olduğumuz “adil ve kâmil” bir düzene, sırf “dini ve ahlâki değerlerden” de yararlanıyor diye karşı çıkacağımıza, bize böylesine gerçek bir saadet ve adalet kurallarını sunan İslam’a saygı duymamız gerekmez mi? Bütün bu gerçekleri anladıktan sonra, İslam’ın asla bir teokratik düzen olmadığını, aksine “demokrasinin özü sayılan serbest seçimlere dayalı, milli hâkimiyeti esas alan tam bir hukuk ve hürriyet ortamı hazırladığını” rahatlıkla ve inanarak söylüyoruz. Çünkü İslam’da, Hristiyanlıktakine benzer, Allah’la kul arasına giren, insanları af veya aforoz edebilen, hiçbir makama karşı hesap vermeyen ve dokunulmazlığı olan bir “din adamı” sınıfı bulunmamaktadır. Ayrıca İslam düşüncesinde “devleti din adamları yönetecektir” diye bir kural da yoktur.
Hem İslam düşüncesi dengeli, uyumlu ve irtibatlı bir “kuvvetler ayrılığı”nı kabul ettiğinden; adalet düzenindeki;
1- İnsanlardaki fikir ve düşünce melekesinin dil vasıtasıyla doğurduğu İLİM kurumlarının,
2- İnsanlardaki inanç ve ibadet gibi hissi ve fıtri duyguları doyuran ve düzenleyen DİN ve DİYANET kurumlarının,
3- İnsanlardaki irade, ihtiyar ve menfaat gibi yetenek ve isteklerin, hakkaniyet ölçülerine göre oluşturduğu EKONOMİ kurumlarının,
4- Ve yine insanlardaki ünsiyet ve ülfet gibi duyguların zorunlu olarak ortaya koyduğu ve hemcinsleriyle olan münasebetlerini adalet ölçüleriyle ayarlayan SİYASET ve YÖNETİM kurumlarının hiçbiri diğerine hâkim veya mahkûm kılınmamıştır. Bu temel kurumlardan her birisi “barış düzeni ve devlet disiplini” içerisinde bir nevi özerk olarak, kendi hizmet ve faaliyetlerini yürütecek, biri diğerine müdahale etmeyecek; devlet ise bunlar arasındaki organizeyi sağlayacak, bunların yetki ve sorumluluk sınırlarını belirleyecek ve hepsi birden toplumun ve insanlığın maddi ve manevi saadet ve selametini gerçekleştirmek için çalışacaklardır.
Bütün bu gerçekler ortada iken, hâlâ İslam’la teokrasiyi aynı görenler:
1- Ya İslam’ı bilmiyorlar, onu Hristiyanlık gibi bir din zannediyorlar.
2- Veya bilerek ve maksatlı olarak insanları korkutmak ve kaçırmak için İslam’a “teokrasi” diyerek iftira ediyorlar.
3- Ya da açıkça İslam düşmanlığı yapamayan münafıklar bazı çevrelere hoş görünmek, halkı da ürkütmemek için “teokrasi” gibi bulanık kavramların arkasına sığınıyorlar.
Adil Düzen’de bu dört temel müessese (ilim, idare, iktisat ve diyanet) bir vücutta ahenk içinde çalışan değişik organlar gibidir. Nasıl; bir vücuttaki sindirim, solunum, dolaşım ve boşaltım sistemleri, duyu ve hareket organlarından her biri, kendi hizmet ve faaliyetlerini yürütüyor, asla birbirine mâni olmuyor, ortak bir beyin ve sinir sisteminin kontrol ve komutasında o vücudun hayat ve huzuruna hizmet ediyorlar. Bunun gibi, adil bir devlet düzenindeki müesseseler de böyle bir irtibat ve intizam içinde hareket ve hizmete mecburdurlar.
Evet, gerçek ve gerekli bir din ve düşünce özgürlüğünü sağlayan ve bu manadaki laikliği savunan tek din ve disiplin İslam’dır. Kur’an; “(İnsanları İslam’a sokmak için de, ibadetleri yaptırmak için de) Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapkınlık ve azgınlıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu (İslam dışı sistemleri ve zalim kişileri terk ve inkâr ederek onları) tanımayıp Allah’a inanırsa (İslam nizamına tâbi olursa); artık o, şüphesiz sapasağlam bir kulpa yapışmıştır ki; bunun kopması yoktur (Kur’an’a tutunanların mahrum ve mahcup olma endişesi kalmamıştır)…”[11] buyurmakla, İslam’daki laiklik anlayışının temel ilkelerini ortaya koymaktadır. “Dinde zorlama yoktur” hükmüne göre:
a- Başka dine mensup bulunan veya dinsiz olan kimseleri; ölüm, hapis, işkence, açlık, işten atma, sürgün etme, en tabii insan haklarından mahrum bırakılma gibi tehditler ve korkutmalarla onları zorla din değiştirmeye veya İslamlaştırmaya hakkımız olmadığı gibi,
b- Adil barış düzeni içinde, İslam dinine mensup Müslümanların herhangi bir mezhep, meşrep ve tarikata girmeleri veya çıkmaları hususunda da zorlama ve baskı yapma hakkımız da bulunmamaktadır. Çünkü insanlar anlayarak, inanarak, benimseyerek ve isteyerek bir dine veya mezhebe girerlerse bu hem kendileri hem de çevreleri için yararlı ve verimli olur. Fakat dış baskılar ve korkularla Müslüman görünenler ise, gerçekte münafık olur ki; bu tipler toplum için baş belasıdır. Karşılıklı hak ve hürriyetleri belirleyen ve her din ve düşünceden insanların birlikte yaşama düzeni ve dengesini oluşturan “barış ve adalet devletinin” kanun ve kurallarına uymak, fitne ve anarşi çıkarmamak ise, zaten herkesin bilmesi gereken bir husustur.
Bazıları; Laikliği laçkalaştırmayı, din istismarını meşrulaştırmayı ve Batı’nın dayattığı Ilımlı İslam safsatasıyla dinimizi de, demokrasiyi de yozlaştırmayı amaçlayan kurusıkı ve kasıtlı çıkışlar yapmaktadır. Ve tabi bu konulardaki duyarlılıkları ve tutarlı uyarıları da anlayışla karşılamalıdır… Ancak, “Laiklik” kavramını ve ilgili kanunları:
a) Gizli İslam düşmanlığına bahane yapmaktan,
b) Gereksiz kuruntu ve kuşkularla, dindar Müslümanları suçlamak ve sıkıştırmaktan,
c) Aslında sosyal adaleti, toplumsal dengeyi, dayanışma ve yardımlaşma düzenini, karşılıklı saygı ve sevgi düşüncesini, devlete ve kanunlara itaat disiplinini öngören ve yerleştiren İslam dinini, sadece kişilerin vicdanına ve iç dünyasına hapsetme dayatmasında bulunmaktan (ki hem insafsız hem imkânsız ve hem de zaten yararsız bir tavırdır),
d) Temelde “Din hizmetleriyle, Devlet işlerini birbirinden ayırmak” esasına dayalı Laikliği; “Devletin, dini kendi güdümüne alıp güdükleştirmesi, hem Cenab-ı Hakkın iradesine, hem de Müslüman halkın hür tercihine müdahale etmesi” şeklinde algılamak ve uygulamaktan kurtulmak için, laikliğin ilmi ve hukuki bir tanımının yapılıp, anayasaya ve kanunlara konulması lazımdır ve bu yöndeki teklif ve temenniler olumlu bir yaklaşımdır. Böylece hem vatandaşların, hem devlet kurumlarının hem de yargıçların haklarının ve sorumluluklarının çerçevesini bilmesi kolaylaşacaktır.
Anayasa metinleri ve kanun maddeleri, bütün vatandaşların rahatlıkla okuyup kavrayacağı ve aynı şeyleri anlayacağı sadelik ve netlikle olmalıdır. Oysa bizdeki “Laiklik” kavramını vatandaşların çok büyük çoğunluğu anlayıp anlatamadığı gibi, bu konudaki uzmanlar bile ortak bir kanaate varamamaktadır. Üstelik Anayasamız, Resmi Dilimizin Türkçe olmasını şart koşmaktadır…
Cumhuriyet ve Demokrasi gibi kavramların, adı aynı ama tadı çok farklı onlarca çeşit uygulamaları olduğu gibi, Laikliğin de genelde üç türlü ve birbirine aykırı algılamaları vardır:
1- ATEİST LAİKLİK: Çöken komünist Rusya’da olduğu gibi, her türlü dini inanış ve yaşayışı, hem devletten, hem mabetten, hem aileden ve hatta fert fert beyinlerden dışlama ve yasaklama anlayışıdır. Ve tabi çok kısa zamanda çürümek ve çökmekle sonuçlanmıştır.
2- BİZANTİNİST LAİKLİK: Dini kavram ve kurumları, devletin kontrolüne ve hizmetine uygun olarak kısıtlama ve basit bir inanç olarak kullanma mantığı ve münafıklığıdır.
3- REALİST LAİKLİK: İlmi gerçeklere ve insani değerlere uygun şekilde:
a- Din işleriyle devlet hizmetlerinin birbirine karıştırılmadığı,
b- Din ile devletin birbirine düşman olup çatışmadığı ve zıtlaşmadığı,
c- Din ve devletin barıştığı ve her birinin kendi sahasında vatandaşa hizmet yarışı yaptığı en doğru ve dürüst yaklaşımdır. Türkiye’de biz Milli Görüşçülerin ve Adil Düzencilerin savunduğu işte bu ilmi ve insani anlayıştır. Yani amaç insandır. Din de, devlet de insana hizmet için birer araçtır.
1920, 1924 Anayasaları ve Değişim (Tadil) Aşamaları:
Milli Mücadele’nin başlamasından ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’nin açılmasından sonra yeni bir anayasa ihtiyacı belirmiştir. 20 Ocak 1921’de meydana getirilen anayasa (23 madde ve bir münferit madde) bu ihtiyacın eseridir. Bu anayasaya göre: “Hâkimiyet milletindir. Teşrii ve İcrai (Kanun ve Yürütme) yetkiler Meclis’in elindedir. Devlet BMM tarafından idare edilir. BMM Hükümeti ismini taşır.” Bu anayasada laiklik prensibi yer almamış, devletle din, bir bünyenin müşterek organları ve ihtiyacı kabul edilmiş, “Şer’i hükümlerin tenfizi” salahiyeti de BMM’ye verilmiştir.
1922’de padişahlığın kaldırılmasından ve seçimlerin yenilenmesinden sonra, 1921 Anayasası’nı tadil edilen bir kanunla 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş, “Meclis hükümeti sistemine” son verilmiş, ancak devletin dini maddesi muhafaza edilip, aynen kalmıştır.
1924’te halifeliğin kaldırılmasını müteakip, 20 Nisan 1924’te yeni bir anayasa meydana getirilmiş ve bu anayasa 37 yıl bazı tadillerle (düzeltme ve değiştirme) yürürlükte kalmıştır.
1924 Anayasası’na göre “kuvvetler birliği” esas alınmış, teşrii ve icrai yetkiler Meclis’te toplanmış, teşrii salahiyetin bizzat Meclis, icrai salahiyetin de Meclisçe seçilecek bir Cumhurbaşkanı ve onun tayin edeceği vekiller heyeti (Bakanlar Kurulu) tarafından kullanılması anayasada yer almıştır. Bu anayasada ilk önemli değişiklik 1928’de yapılmış, “DEVLETİN DİNİ İSLAMDIR” ve “Akam-ı şeriyenin tenfiz” fıkraları çıkarılmıştır. 1934’te kadınlara da seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.
1937’de ve Atatürk’ün artık hastalığı ile uğraştığı ve devlet denetiminin ucunu kaçırdığı bir dönemde CHP’nin ilkeleri anayasaya alınmış, 2. Madde “Türkiye Devleti; Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır” şeklinde yazılmıştır. 10 Ocak 1945’te 1924 anayasasında Türkçeleştirme yapılmış, fakat 1950’den sonra tekrar eski anayasa metnine sahip çıkılmıştır.
1946’da demokratik hayata girmemizden sonra 21 Şubat 1950 seçim kanunu hukuk tarihimizin ilk önemli yapıtı olmuş ve aynı yıl seçimler nispeten serbestlik ve emniyet içinde yapılmıştır.
Adil ve Kâmil Bir Anayasanın Hazırlanması ve Temel Esasları:
1- Hüküm = Hâkimiyet kimindir? Krallardan ve kurtarıcılardan birinin midir, yahut muayyen bir zümrenin midir, yoksa bütün milletin midir?
2- Devletin tasarrufunun sınırı nedir? Hangi duruma kadar ülkenin sakinleri devlete itaat edecektir, ne zaman kendi doğal haklarını ve sorumluluklarını kuşanma gereği devreye girecektir?
3- Devletin muhtelif organlarının: İcrai (Yürütme), Kazai (Yargı) Teşrii (Kanun yapma) tasarruflarının meşru hudutları nelerdir? Bu organlardan her birinin yerine getireceği vazifeleri nelerdir? Hangi hudut dâhilinde bu vazifeyi ifa edebileceklerdir? Bu organlar arasındaki münasebetler nasıl olmalıdır ve ne şekilde belirlenir?
4- Devlet ne maksatla meydana gelmiştir? Hangi hedefler için gayret gösterecektir, esas prensiplerde siyaseti ve stratejisi nedir?
5- Devlet teşkilatını yürütebilmek için hükümet nasıl teşkil edilecektir?
6- Hükümet işlerine tayin edilecek kimselerin ehliyet ve kaliteleri nelerdir? Yetki ve sorumlulukları nasıl dengelenir?
7- Anayasada vatandaşlık esasları nelerdir? Devletin bünyesinde fertler, hangi yolla vatandaşlık sıfatını elde edecektir?
8- Devletin vatandaşlara karşı yükümlülükleri, vatandaşların devlete karşı görevleri, hangi kriterlere göre belirlenecektir?
9- Devletin, halkın (vatandaşların) üzerindeki hakları nelerdir?
Bir anayasanın Adil ve Kâmil olması için;
1- Milletin iradesine,
2- Evrensel hukuk kaidelerine,
3- Temel insan hak ve özgürlüklerine,
4- Farklı kültür ve kökenlerin beklentilerine,
5- Dini ve ahlâki değerlere saygın ve uygun hazırlanmalıdır.
Bu genel ve temel esaslar yanında teknik olarak da, mutlaka: Açık, anlaşılır, kısa ve kesin bir dil kullanılmalıdır. Toplumun kültürüne ve tarihine yabancı, kapalı ve karmaşık kelime ve deyimlerden çok farklı yorumlara ve aykırı yaklaşımlara müsait kavram ve ifadelerden kesinlikle sakınılmalıdır.
Şimdi, Anayasamızın başında “Resmi dil; Türkçe’dir” denildiği halde, “Laiklik gibi; muğlak (kapalı, çapraşık ve anlaşılmaz) ve muğalatalı (yanıltıcı, karıştırıcı) bir yabancı kavram yerine, bunun aslına ve amacına uygun Türkçe karşılığını yazalım” önerisine, hemen tepki gösteren ve tepinen kesimlerin, mutlaka bir art niyeti olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki “Laiklik” kavramını; Müslüman halkımıza, temel insan haklarına ve evrensel hukuk kurallarına aykırı olarak, istismar ve suiistimal etmek isteyenler vardır.
Bazı AKP’liler aslında laiklik maddesinin bu şekliyle kalmasından yanadır, ama sanki “kalksın ve açıklığa kavuşturulsun” diye sadece istismarıyla uğraşılmaktadır gibi bir tavır takınılmaktadır. Yani böylesine önemli ve hassas bir konu ucuz politika ve palavra malzemesi yapılmaktadır. Ve maalesef bazı CHP’liler ise, din ve vicdan özgürlüğünden ve İslam’ın özünden korkmakta ve sanki “Anayasaya, Laikliğin tanımı ve kapsamı yazılırsa, İslam karşıtlığımıza bir kılıf bulamayız” diye gocunmaktadır.
Özet olarak: Maalesef Türkiye ve İslam ülkeleri, demokrasi, laiklik ve insan hakları konusunda Batı’nın ve çağın gerisinde kalmıştır. Batı ve çağımız ise, İslam’ın ve Asr-ı Saadet’in çok gerisinde bulunmaktadır.
Laiklik ve Atatürk’ün Bakış Açısı
Laiklik ilkesini ve hele bugünkü tatbikat ilkelliğini Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına koyan Atatürk değil İsmet Paşa olduğu gerçeği, kasıtlı olarak milletten gizlenmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Atatürk Laikliğin Din ve Millet aleyhine kullanılmasından endişe etmektedir. Atatürk’ün 3 ciltlik “Nutuk” kitabını baştan sona okuyunuz. Tek bir yerde “Laiklik” kelimesine rastlayamazsınız. Özel mektuplarını, söylevlerini, değişik konulardaki görüşlerini derleyen bütün yayınları karıştırınız. Atatürk’ün laiklikle ilgili hiçbir beyanını bulamazsınız. Bulamazsınız çünkü yoktur…
“Laikliği”, Recep Peker’le anlaşarak 1936 yılında CHP programına sokan, Atatürk’ün sirozun pençesine düştüğü 1937’lerin sonunda ve masonik mahfillerin etkisinde kalarak Anayasa’ya yazdıran İsmet İnönü’dür. Kendi can derdine düştüğü o dönemlerde Atatürk, bu tür oldubittilerle uğraşacak veya karşı koyacak durumda değildir. Her hususta Batı’yı örnek alan taklitçilerin, Laiklik konusunda bize özel garip ve acayip bir uygulamayı tercih etmeleri, bunların gerçek ayarını göstermesi bakımından anlamlı ve önemlidir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün;
“Durumumuzu düzeltmek için, mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işlerimizi onların arzusu istikametinde yapmak ve her hususta onların peşine takılmak gerektiği gibi yanlış ve hayırsız fikirler ileri sürülmektedir. Halbuki, böyle sadece yabancıların öğütleri ve projeleri ile yükselebilmek mümkün değildir. Mali (ekonomik) bağımsızlık olmadan, siyasi ve milli bağımsızlık göstermeliktir.” (1922)
“Biz ‘gidişatımızı ve toplum hayatımızı yabancıların tavsiye ve takdirlerine uydurmak gerektiği’ görüşünü bir zillet ve zafiyet kabul ediyoruz… Avrupa’nın en ileri devletleri, Osmanlı Türklerinin gerilemesi ve çökmesi sayesinde ortaya çıkmış ve güç kazanmışlardır. Batılılar bugün de; kendi kârlarını Türkiye’nin zararında ve hatta yıkılmasında aramaktadır. Ve Türkiye’yi yıkma konusunda, kendi aralarındaki çekişmeleri bırakıp, ittifak kurmuşlardır. Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi bazı bahanelerle müesseselerimize, mekteplerimize, ticaret ve sanayimize sızmışlardır.
Unutmayınız ki, himaye altına giren bir ülke gerçek hâkimiyetini kaybetmiş sayılır. Bağımsızlık ve egemenlik bir bütündür. Siyasi, iktisadi ve içtimai her yönden bağımsız olmayan bir devletin geleceği karanlıktır.”[12]
Şeklindeki kesin ve keskin uyarılarını göz ardı eden sahte Atatürkçülerin, AB’ye ve ABD’ye teslimiyet yolundaki gayretleri de, tam bir karakter hamlığı ve kabiliyet noksanlığıdır.
Oysa Atatürk; Laik bir Müslümandır! Atatürk Maturidi meşrepti ve Nakil ile Aklı (Kur’an ile ilmi hakikatleri) özdeşleştiren birisiydi!.. Emekli Büyükelçi Gündüz Aktan, bir mülakatında: “CHP‘nin laiklik konusunda Atatürkçü Doktrin’den belirgin bir sapma göstermiş olduğunu” söylemişti.
Aktan, Mustafa Kemal’in İmam Maturidi anlayışında olduğunu, “Biz amelde Hanefi, İtikatta Maturidi’yiz” sözlerini Meclis kürsüsünden Seyit Bey’in yaptığı konuşmaya koydurmasıyla ilan ettiğini belirtmişti. Bu konu oldukça ilgi çekmiş ve basında çok gündeme gelmişti. Örneğin, “her şeyi bilen adam” havasındaki Taha Akyol, böyle bir konuşmayı Mustafa Kemal’in yazdırdığına pek kani olmadığını ifade etmiş; sonra da, “Türkiye’nin liberal laikliğe ihtiyacı vardır” gibi masonik ve münafık tavırlar sergilemişti.
Şimdi cahillikle ve ideolojik saplantıları ile konuşup yazanları bir yana bırakırsak, öncelikle Mustafa Kemal Atatürk’ün aynen Gündüz Aktan’ın ifade ettiği gibi Maturidi meşrebini tercih ettiğinin ve laiklik müessesini bu düşünceye göre inşa etmek istediğinin bir başka kanıtı da Kur’an meali yazdırmasında görülmektedir. Mustafa Kemal Atatürk kişisel harcamalarından bir bölümünü ayırarak, bugün Türkiye’de en yaygın tefsir olarak bilinen Elmalılı Tefsiri’ni kaleme alan Hamdi Yazır’dan bu meşhur eseri çalışmasını istemiştir ve bu tefsir için kontrat yapıldığı da bilinmektedir. Mustafa Kemal Atatürk, bu kontratın maddeleri arasına, ‘Bu tefsir, Hanefi fıkhı ve Maturidi itikadı üzerine kaleme alınacaktır’ maddesinin konulmasını bizzat talep etmiştir. Sonraki yıllarda Diyanet İşleri Başkanlarının Maturidi ekolden seçilmesi de bir tesadüf değildir.
Maturidiliğin; bugünkü katı ve kapalı yönetimleri, hatta bazı anarşist hareketleri besleyen taklitçi ve gelenekçi ekollerden temel farkı, “laikliği İslam içi kaynaklardan üretmeye başlamış bulunması” olarak gösterilebilir… İslam düşüncesi içinde dini öğrenme unsurlarını iki temelde “nakil ve akıl” olarak ifade eden İmam Maturidi, bu iki kaynağın her birine de son derecede önem vermiş ve birbirlerini doğrulaması şartını benimsemiştir. Nakil, Kur’an ve Sünnet’i içermiş… Akıl ise, ilmi ve insani ölçüler temelinde özgür bireyin özgür sorgulama yeteneğini ifade etmiştir. Bu kapsamda, göreceliliğin de önemine binaen İmam Maturidi, yapmış olduğu Kur’an tefsirine ‘tefsir’ (açıklama) ismini koymaktan çekinmiş, te’vil kelimesini seçerek, “yorumlardan biri” ifadesini tercih etmiştir. Maturidilere göre, iyi-güzel (hüsün) veya kötü-çirkin (kubuh) akıl ve vicdan yoluyla bilinir ve bir nevi fıtridir. Dolayısıyla bir şey; iyi-güzel olduğu için Allah tarafından emredilmiş, kötü-çirkin olduğu için de yasaklanıvermiştir.
Atatürk Laikliği Nasıldır?
Bugün “Dindar insan laik olabilir mi?” diye soruluyor. Evet, olabilir. Bunun en iyi örneğini İmam Maturidi ortaya çıkarmıştır. İmam Maturidi 850-950 yılları arasında Semerkant’ta yaşamış büyük bir din adamıdır. Türk asıllı bir dehadır. Örnek ve önder bir Müslüman’dır. O, diyanetle siyasetin ayrılmasını savunan ilk kişi olmuş ve “Kur’an’ı bize yollayan Allah’tır. Kur’an’ı anlamak için insan aklını yaratan da Allah’tır!” diyerek aklın önemini ve gereğini vurgulamıştır. Onun içtihat sisteminde ve teolojisinde (Dini değerlendirmelerinde ve İslam düşüncesinde) aklını kullanan ve aynı zamanda da inanan birey vardır. “İyilik ve kötülük sizin iradenizledir. Suçu kaderinize yüklemeyin.” buyurmuşlardır. O, yanlış kader inancına karşı çıkmış, insana sorumluluklarını, yaratılış ve imtihan sırrını hatırlatmıştır. Evet her şeyi Allah yaratmaktadır, ama insanlar kendi serbest irade ve ihtiyarları nedeniyle elbette yaptıklarından sorumlu tutulacaktır.
İmam Maturidi’ye göre, toplumun veya devletin din konusunda bireye baskı yapması yanlıştır ve haksızlıktır. Onun içtihat felsefesi tümüyle demokratik ve laik topluma uymaktadır. Atatürk’ün laikliği de işte bu Hanefi ve Maturidi çizgiyi esas almaktadır ve Kur’an’ın özüne dayanmaktadır. Bu, “dindar birey, laik devlet” anlayışıdır. Atatürk’ün takipçisi iddiasındaki bazı Kemalistler ise maalesef henüz dindarlıkla laikliği bağdaştıramamıştır…
Eski CHP’li ve sol düşünceli olmasına rağmen bir ara MHP’den aday olan Emekli Büyükelçi ve yazar Gündüz Aktan; Kur’an’ın hakikati ve hükümleri, İslam’ın hedefi ve hikmetleri konusundaki bilgi yetersizliğinden kaynaklanan bazı yanlış yorumlar yapsa da, Atatürk’ün Maturidi mezhebini esas alan, aklıselimin ve müspet ilmin hakemliğini öne çıkaran bir yaklaşımla “Müslüman kimlikli ve dindar kişilikli Laiklik” prensibini benimsediği ve İsmet İnönü eliyle bu gerekli ve gerçekçi felsefenin dejenere edilip, dini dışlayan ve İslam düşmanlığına dayanan bir laiklik anlayışının yerleştirildiği hususundaki tespitleri oldukça yerinde ve anlamlıdır.
Çünkü Atatürk’ün hedefi: İslam’ın da özüne ve hikmetine uygun olduğu gibi, toplumun hür tercihi ve tensibiyle milli iradenin oluşmasını sağlamak; inançlı ve ahlâklı kalarak, Laik ve Demokratik bir barış ve adalet düzenini oturtmak; dinini, dilini ve milli kimliğini koruyarak muasır medeniyeti yakalayıp aşmak; böylece her yönden bağımsız, kalkınmış ve örnek alınmaya başlanmış Büyük Türkiye hayaline ulaşmak yönündedir.
Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın LAİKLİK anlayışı da bu doğrultudadır:
“Müslümanlığın bizatihi kendisi laiktir. Açın Sultan Fatih’in İstanbul’un Fethi’nin arkasından çıkardığı beyannameyi, okuyun; Galata’daki Cenevizlilere dahi: “Bütün haklarınız benim teminatım altındadır. Her türlü inanç hürriyetine sahipsiniz. Patrikhane her türlü hizmetine devam edecektir!” demiştir. Hz. Ömer Efendimizin Kudüs’ü fethettiği zamanki beyanatına bakın: “Herkes kendi dininde serbesttir. Her inanç sahibi kendi ibadetini muntazam yapacak, rahatlıkla yerine getirecektir. Sizin koruyucunuz benim!” demiştir. Selahattin Eyyubi Kudüs’ü aldıktan sonra aynı şekilde: “Hepinizin inancının teminatı benim!” demiştir. Bizim tarihimiz hep bunlarla doludur, dünya âlem buna şahittir. Bunun için Müslümanlık içindedir bizzat laiklik. Aslında Müslümanlık varken ayrıca laiklik diye bir şey aramanız bile gereksizdir. Müslümanlık her zaman, herkesin dinine saygı göstermiştir. Bakınız Müslümanlıkta hiçbir zaman, şahısların Dine ait kurallara aykırı hareket etmesiyle ilgili bir cezai müeyyide getirilmemiştir. Kur’an-ı Kerim’de iki tane nizam vardır. Bir, “Genel İnsanlık Nizamı”. Bu genel insanlık nizamında müsaade edilenler var, yasak edilenler var. Yasak edilenler nedir; adam öldürmek, yalan yere şahitlik etmek, çeşitli ahlâksızlıklara yönelmek, ırz ve namusa tecavüze yeltenmek; bütün bunların hepsinin ve her din için eşit oranda cezası vardır. Ama namaz kılmamışsa bunun bir cezası yoktur, çünkü bu Allah’la kul arasındadır. Ancak bu durumda Müslümanlar için tavsiye vardır, o da tatlı dille yapılacaktır. ‘Namazını kılarsan yarın şu sevabı alırsın’ diye uyarılacaktır. Müslümanların yapacağı işlerin adı “Helâl”, yapmayacaklarının adı “Haram”dır. Herkesin yapacağı işin adı “Maruf”, yapmayacağı işin adı “Münker” olmaktadır. İki ayrı sistem tarif edilmiştir. Maruf ve Münker’de ceza vardır. Çünkü herkesi bağlayıcıdır ve temel insan haklarıyla alâkalıdır. Hangi dinden olursa olsun adam öldürmeye kalkışırsanız, zina yaparsanız, yalan yere şahitlikte bulunursanız, hırsızlık yaparsanız cezasına katlanırsınız. Ama namaz, oruç vs. Müslümanlara ait şahsi ibadetleri terk etme gibi hususlara gelince, bunların dünyalık cezası konulmamıştır. Bunlar tavsiyeyle, telkinle, tatlı dille, kavli leyyinle anlatılacaktır. Bundan dolayı eğer Milli Görüş okulundan ve arka kapıdan kaçıp top oynamazsan, o zaman bilirsin ki Müslümanlık, laiklikle tamamen bir aradadır, hiçbiri arasında tezat bulunmamaktadır. Bu sebepten dolayıdır ki bizim elli senelik geçmişimizde, Anayasanın Laiklik maddesiyle değil, bu maddeye aykırı hareket edilmesiyle mücadele ettiğimiz ortadadır.”[13]
[1] Zümer: 3-4
[2] Nisa: 172
[3] Bakara: 256
[4] Kafirûn: 6
[5] Şûrâ: 38-39
[6] Âl-i İmrân: 64
[7] Nisa: 46
[8] Şûrâ: 24
[9] Şûrâ: 17
[10] Şûrâ: 15
[11] Bakara: 256
[12] Bak: ATO. Vatanseverin El Kitabı: 2 / Dünden Bugüne Kapitülâsyonlar. Sh.127–130
[13] Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN Hocamızın Kanal B’de Başkent Oturumları Programı 2nci Bölüm 40:15 dakikasında (04 TEMMUZ 2007 Çarşamba)
Kaynak URL: https://www.youtube.com/watch?v=sOp37HMKt9E&t=2415s
Erbakan Hoca’nın: “Gelin Anayasamıza, laikliğin tanımını ve Türkçe karşılığını yazalım” teklifi hep duymazlıktan gelinmiştir. Çünkü kötü niyetli ve bozuk tıynetli bir kesim, İslam düşmanlığı yapabilmek için, Laikliğin hep böyle muğlak kalmasını istemiştir.
Laiklik: Din hizmetleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise, yerindedir.
Laiklik: Farklı din ve mezhep mensuplarına, devletin ve adaletin aynı mesafede kalması ise, güzeldir.
Laiklik: Değişik din ve düşünceye sahip kesimlerin, birlikte hoşgörü ve barış içerisinde yaşama şartlarının hazırlanması ise, tabii ki gereklidir.
Laiklik: Devletin ve düzenin, belli bir inancın veya din adamları sınıfının güdümüne bırakılmaması ise, elbette isabetlidir.
Laiklik: Herhangi bir dine veya dinsizliğe mensup olmanın, devlet ve hukuk önünde; ne özel bir imtiyaz ve hürmet, ne de kasıtlı bir mağduriyet ve mahrumiyet nedeni sayılmaması ise, herhalde sahiplenmelidir.
Ancak Laiklik: Bir ülkenin anayasaları yapılırken ve diğer gerekli kanun ve kurumları hazırlanırken, toplumu oluşturan unsurların ve hele kahir çoğunluğun “dinini, manevi değerlerini, gelenek ve göreneklerini, örf ve âdetlerini hiç hesaba katmama, esas almama” şeklinde ifade edilmek isteniyorsa; bu hem imkânsızdır, hem haksızlıktır, hem de yararsızdır! Üstelik doğal ve sosyal kanunlara da aykırıdır. Ve zaten Laikliğin böyle anlaşılıp uygulandığı tek bir ülke dahi yoktur. Çünkü halkın kimliğini, kültürünü ve hayat tarzını şekillendiren en önemli etken olan “Dini” dışlayarak hazırlanmış ve halka onaylatılmış-despotik düzenler dışında, tek bir demokratik örnek bulunamayacaktır. Ve bu açıdan bakıldığında, hâlihazır Anayasamızdaki diyanet teşkilatı kurumu, kanunları ve uygulaması da, laikliğe aykırıdır… Ve “devletin temel nizamını kısmen de olsa dini temellere dayandırma” suçlamasının muhatabı konumundadır!?
Halbuki; hukuk, halk içindir. Halkın inancını ve manevi ihtiyacını hesaba katmayan ve özellikle “İslam” kokusu aldığı her şeye düşman tavrı takınan bir anlayış ve yaklaşım laiklik değil, ladinliktir (dinsizliktir) ve laubaliliktir.
MİLLİ ÇÖZÜM; Kışkırtıcı Kutuplar Arasında,
ANLAYIŞ VE BARIŞ KÖPRÜSÜDÜR!
Milli Çözüm Dergisi’nin ve yüksek bilinçli Ekibinin, ne amaçla yola çıktığı ve niçin çabaladığı sıkça sorulmaktadır. Söyleyelim; biz “değişmez doğrulara”, yani Aklıselimin, Müspet Bilimin, Tarihi Tecrübe ve Birikimlerin, Vicdani Kanaatin ve Hak Dinin, ortaklaşa hayırlı ve yararlı buldukları temel esaslara bağlı kalarak, Milli birlik ve dirliğimizi bozan kışkırtma ve kutuplaşmaları yaklaştırmak ve uzlaştırmak üzere yola çıktık.
Ortasından azgın bir nehrin geçtiği, her iki yakasında yaşayanların birbirlerine düşman hale getirildiği bir şehirde, en gerekli ama en riskli ve zahmetli olan şey iki tarafı birbirine bağlayan bir köprü olmaktır. Böylece karşılıklı geçişlerle buluşmalarını, tanışıp yakınlaşmalarını ve sonunda kaynaşıp kucaklaşmalarını sağlamak lazımdır. Bir tarafta durup karşıya laf ve taş atmak, hakaretler yağdırıp kışkırtmak kolaydır. Zor olan; köprü kurmak, sırtından geçmelerine, tekmelemelerine, azgın ve taşkın sellere dayanmak, ama gereksiz düşmanlıkları törpüleyip dayanışmaya vesile olmaktır. İşte MİLLİ ÇÖZÜM bu kutlu amaç ve ihtiyaçla yola çıkmıştır ve aralarına uçurumlar açılmış toplum kesimlerinin birbirlerini anlamaları, ortak değerlerde ve asgari müştereklerde buluşup uzlaşmaları için çırpınmaktadır.
Milli Çözüm bir köprüdür ve zıtlaşmış kutuplar arasında bir denge unsurudur:
1- İslam ve Şeriat düşmanlarıyla, Laiklik ve Demokrasi karşıtları arasında bir köprü lazımdı.
2- Osmanlı yönetimine ve sistemine karşı oluşan gereksiz ve temelsiz nefret duygularıyla, körü körüne bir Cumhuriyet gıcıklığı arasında bir irtibat köprüsüne ihtiyaç vardı.
3- Batılılaşma adına imanî ve ahlâki yozlaşma ile, Dini taassup ve yobazlaşma arasında, doğru ve doğrultucu bir denge unsuru ortaya çıkmalıydı.
4- Aşırı ve ahlâk aşındırıcı bir DÜNYEVİLEŞME ile, yanlış ve yararsız bir MÜNZEVİLEŞME arasında, insan olmanın onuruna ve İslam şuuruna uygun bir orta yol bulunmalıydı.
5- Medeni, modern ve mutlu, ama inançlı ve insancıl bir hayat tarzına karşı çıkanlarla, başını örten ve tesettüre riayet edenlere sataşıp saldıranlar arasındaki buzlar eritilmeye çalışılmalıydı.
6- Atatürk’ü tabulaştıranlarla, Din düşmanı sanıp küstahça bulaşanlar arasında bir denge unsuru aranmalıydı.
7- Alevilerle Sünnilerin ayrılık ve aykırılık noktalarını kaşıyıp kutuplaştırmak yerine, yapıcı ve yapıştırıcı bir anlayışın yaygınlaştırılması şarttı.
8- Siyasette kısır sağcı-solcu çekişmelerine ve ülke çıkarlarını Siyonist emperyalizme peşkeş çekmelerine karşı tamamen milli ve insani temellere dayalı ADİL DÜZEN sistemi oluşturulmalı, savunulmalı ve topluma tanıtılmalıydı.
9- Dışlayıcı ve düşmanlaştırıcı IRKÇILIK saplantısı yerine Müspet Milliyetçiliğin, yüksek şuurlu bir İslam kardeşliğinin ve samimi bir şefkat duygusuyla yaratılışta insan eşitliğinin öne çıkarılması bir ihtiyaçtı.
https://www.millicozum.com/mc/ozel-yazilar/milli-cozum-kiskirtici-kutuplar-arasinda-anlayis-ve-baris-koprusudur/
AHİR ZAMAN DA, KOR ATEŞİ ELİNDE TAŞIYAN; ÜLKEMİZİN, İSLAM VE İNSANLIK ALEMİNİN TEK VE YEGÂNE KURTULUŞU
MİLLİ ÇÖZÜM ZİHNİYETİDİR!
RABBİM MAZLUM VE SADAKAT EHLİNİN HATIRINA EN YAKIN ZAMAN DA NUR’UNU TAMAMLAYACAKTIR İNŞALLAH!
NOKSANLIKLAR TAMAMLANACAK İNŞAALLAH!
Birçok kavram gibi Laiklik kavramı da yanlış anlatıldı ,anlaşıldı ve istismar edildi…Neden mi? Çünkü yararlı olmasi gerekirken zararlı ve zarar vermeliydi!
Şimdi ne oldu?
Toplum yozlaştı ve faydalıya ulaşacagımıza zararlı sonuçlara ulaştık ve istismar edildi…Aslında düzen kuranlar düzen olsun diye değil düzensizlik çoğalsın diye uğraştıkları içinde birçok konuda başarısız olundu…
Bizler Aziz Prof Dr .Necmettin Erbakan ve Muhterem Ahmet Akgül Hocamızdan bu kavramların topluma faydalı olmasi gerektigi hususunda çok hizmetler sunduğuna şahidiz ve insaAllah çok yakın zamanda bu noksanlıkların tamamlanacağına şahit olacağız…Amin
ŞURA SURESİ 15. AYET
(Ey Nebim!) O halde Sen (sürekli) davet et (herkesi Hakka çağırıp dur) ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamete koyul… Onların hevâ(i arzularına ve dünyevi tutkularına) uyma! Ve “Ben Allah’ın indirdiği Kitaptan (her hüküm ve habere) inandım ve aranızda (Kur’an) adaletiyle (davranmakla) emrolunup (görevli kılındım)” deyip (Hakkı uygula… De ki): “Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. (Artık) Bizimle aranızda (uydurma) ‘deliller getirerek boşuna tartışma(ya, hüccetli münakaşaya’ gerek) yoktur. (Nasıl olsa) Allah (ahiret günü) bizi bir araya getirip-toplayacaktır. Dönüş O’nadır (herkesin hesabını bizzat görecektir).”
(www.mealikerim.com)
“Laiklik ve Demokrasi” gibi evrensel boyut ve beğeni kazanmış kelime ve kavramları, yozlaşmaktan ve yanlış uygulamaktan kurtarıp, bunların izahına ve ıslahına çalışmak ve ilmi temellere oturtmak hem gerekli hem de güzeldir.
Evet, İslam insanlar arasında adalet ve hürriyeti gerçekleştirmek için gelmiştir. Bütün peygamberler de bununla görevlidir. (Şûrâ: 15) Öyle ise “Laiklik zulümdür, demokrasi küfürdür” gibi yanlış ve yakışıksız yorumlara girişmek, kolaycı ve kaçırıcı davranışlara yönelmek herhalde zararlıdır ve tebliğ metoduna aykırıdır. Bu nedenle Laiklik ve demokrasi gibi kelimeleri suçlu ve sorumlu tutup savaş açmak veya bunlardan korkup kaçmak anlamsızdır. Hem bakınız, Laikliği “Din karşıtlığı”, demokrasiyi ise “Sermaye Krallığı” şeklinde uygulayan bazı hain ve zalim çevreler “Din, İman, Allah, Peygamber, Hak, Hukuk” gibi İslami ve insani kelimeleri kullanmaktan asla çekinmemektedir! Bu doğru ve değerli kelimeleri, yanlış ve değersiz amaçları için sıkça kullanıp istismar etmektedir. Ve bu mühim ve mübarek kalıpların içini boşaltıp bâtıl ve bozuk manalar yüklemektedir. Öyle ise “Laiklik ve Demokrasi” gibi çağdaş ve evrensel kelime ve kavramlara da, bizim sahip çıkmamız ve bunları ilmi ve insani temel ve tanımlara kavuşturmamız oldukça önemlidir ve gereklidir.
Ancak ne var ki, kendi halkına güvenmeyen, sandıkta tecelli eden milli iradeye saygı göstermeyen despot ve dayatmacı zihniyetlerin, gerçekten demokrat oldukları ve demokrasiyi uyguladıkları hiç görülmemiştir. Zira demokrasi, halkın kendi kendisini idare etmesi, milli inanç ve ideallerini gerçekleştirmek ve yürütmek istemesidir. Bir milleti millet yapan değer ve dinamiklere düşman olanlar, o milletin tercihine ve hür seçimine nasıl saygı göstereceklerdir? Bu kafalar mafya diktatörlerine ve mason biraderlerine asla karşı gelemeyecektir. Bunlar demokrasi diye zulüm ve sömürü düzenlerini yürütmek isteyenlerdir. ( Milli Çözüm )
İşte Milli Çözüm FARKI, işte ÜSTAD AHMET AKGÜL FARKI… İşte İNSANLIĞIN KURTULUŞ REÇETESİNİN GERÇEK ADRESİNİN İSPATI bu makaleyle bile anlamak mümkündür..
Devran Milli Çözüm’ündür!
Çatlasanız da, patlasanız da, kin ve hasedinizden kıvranıp dursanız da… Beklenen ve müjdelenen zafer ve şeref MİLLİ ÇÖZÜM’e ait olacaktır!.. İşte bizzat Aziz Erbakan Hocamızın o tarihi ve talihli hatırlatmaları:
“Bakın size kesinlikle ifade ediyorum ki; TÜRKİYE’NİN KURTULUŞU; Milli Çözüm’e inanan bir Cumhurbaşkanı’nın o makama oturması, Milli Çözüm’e inanan bir Hükümet’in kurulması ve yeni bir devrin başlamasıyla mümkündür!”
Adil Düzen ıslah düzenidir. Adil Düzen bir medeniyet projesidir. Adil Düzen içinde bulunduğumuz buhrandan, hep birlikte çıkış projesidir. Adil Düzen; iyinin, güzelin, doğrunun, hayırlının insanlığa sunulacağı projedir.
Erbakan Hoca’nın: “Gelin Anayasamıza, laikliğin tanımını ve Türkçe karşılığını yazalım” teklifi hep duymazlıktan gelinmiştir. Çünkü kötü niyetli ve bozuk tıynetli bir kesim, İslam düşmanlığı yapabilmek için, Laikliğin hep böyle muğlak kalmasını istemiştir.
Laiklik: Din hizmetleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise, yerindedir.
Laiklik: Farklı din ve mezhep mensuplarına, devletin ve adaletin aynı mesafede kalması ise, güzeldir.
Laiklik: Değişik din ve düşünceye sahip kesimlerin, birlikte hoşgörü ve barış içerisinde yaşama şartlarının hazırlanması ise, tabii ki gereklidir.
Laiklik: Devletin ve düzenin, belli bir inancın veya din adamları sınıfının güdümüne bırakılmaması ise, elbette isabetlidir.
Laiklik: Herhangi bir dine veya dinsizliğe mensup olmanın, devlet ve hukuk önünde; ne özel bir imtiyaz ve hürmet, ne de kasıtlı bir mağduriyet ve mahrumiyet nedeni sayılmaması ise, herhalde sahiplenmelidir.
Ancak Laiklik: Bir ülkenin anayasaları yapılırken ve diğer gerekli kanun ve kurumları hazırlanırken, toplumu oluşturan unsurların ve hele kahir çoğunluğun “dinini, manevi değerlerini, gelenek ve göreneklerini, örf ve âdetlerini hiç hesaba katmama, esas almama” şeklinde ifade edilmek isteniyorsa; bu hem imkânsızdır, hem haksızlıktır, hem de yararsızdır! Üstelik doğal ve sosyal kanunlara da aykırıdır. Ve zaten Laikliğin böyle anlaşılıp uygulandığı tek bir ülke dahi yoktur. Çünkü halkın kimliğini, kültürünü ve hayat tarzını şekillendiren en önemli etken olan “Dini” dışlayarak hazırlanmış ve halka onaylatılmış-despotik düzenler dışında, tek bir demokratik örnek bulunamayacaktır. Ve bu açıdan bakıldığında, hâlihazır Anayasamızdaki diyanet teşkilatı kurumu, kanunları ve uygulaması da, laikliğe aykırıdır… Ve “devletin temel nizamını kısmen de olsa dini temellere dayandırma” suçlamasının muhatabı konumundadır!?
Halbuki; hukuk, halk içindir. Halkın inancını ve manevi ihtiyacını hesaba katmayan ve özellikle “İslam” kokusu aldığı her şeye düşman tavrı takınan bir anlayış ve yaklaşım laiklik değil, ladinliktir (dinsizliktir) ve laubaliliktir.
Allah bizi sebep kılsın ki bu içi boşaltılmış kavram ve adalet ve tüm yaşam biçimlerinin içini yeniden hakkı ile tam karşılıkları olacak şekilde içlerini doldurmayı nasip etsin milli çözüm ekibi buna layık bir topluluk olması ve başımızdan hocamızı eksik etmemesi dualarımla.
LÜTFEYLE YA RABB!
Sefahet sefalet, ahlâkı yıkmış
İnsanlık usanmış, canından bıkmış…
İslamsız bir dünya, çığrından çıkmış
Devranı Kur’an’a, Sen dönder ya Rabb…
Mazlum daha nice, göz yaşı döksün
İsa Mesih gelsin, İsrail çöksün
Bâtıl binasını, temelden söksün
Son Rasül’e uyan, son önder ya Rabb…
Sevdana kapıldım, asla bitmeyen
İslam mıdır dava, yükün itmeyen
Hem Hakkı görüp de, hayra gitmeyen
O insan suretli, çemender ya Rabb…
İşbirlikçi hain, sen nasıl kulsun
Siyonist zalime, oturak çulsun
Deccalizm yıkılsın, dertler son bulsun
Müjdeli mesajın, tez gönder ya Rabb…
Salih amel korur, iman binasın
Takva cihat yoksa, sen ne fenasın
Hainler sataşsın, gafil kınasın
Razı ol; aldırmam, kim ne der ya Rabb…
Ey nefs; makam için, Allah’tan küstün
Sonra tağutlaştın, dikildi büstün
Ya Hak; rızan dünya, ukbadan üstün
Kıl bizi muttaki, kalender ya Rabb…
Aşk ehline ahmak, leke kondurur
Dert musibet bizi, arıtıp ondurur
Ne rüzgâr söndürür, ne buz dondurur
Ateşte yanmayan, semender ya Rabb…
İlahi aşkına, düşen ayılmaz
“Sebbit ekdamena”, desen kayılmaz
Nice ihsan ikram, lütfun sayılmaz
Bizdik kullarından, en kemter ya Rabb…
Şükür Milli Çözüm, sadık bir ekip
Hak dava uğrunda, çok cefa çekip
Erbakan Hoca’mız, ederler takip
Tarihte böyle dost, pek ender ya Rabb…
Hidayet buyurdun, döndüm özüme
Hikmeti duyurdun, gönlüm gözüme
Öyle fetih yaşat, Milli Çözüm’e
Ulaşmamış olsun, İskender ya Rabb…
Tüm insanlığın barış, bereket içerisinde, adaletle yaşatacak projelere/zihniyete/fikre “Üstad Ahmet Akgül Hocamızın” sahip olduğuna bir kez daha şahit olmaktayız.
Gerçi, tüm insanlığı barış, bereket, adalet içerisinde yaşatmak için proje üreteni geçin bu konuda hayal kuranı/kafa yoranı bulmak zor iken bu gerçeği fark etmek hiçte zor olmayacaktır.
Kaldı ki Üstad Ahmet Akgül Hocamız;
1- Aklı selimin 2- Müspet bilimin 3- Tarihi tecrübe ve birikimin 4- Vicdani kanaat ve tatminin 5- Evrensel hukuk ve adalet prensiplerinin 6- İlahi Dinin ve Kur’an’ı Kerim’in; Ortaklaşa ittifakla iyi, yararlı ve güzel bulduğu prensipler üzerinden yepyeni ve orijinal bir sistem modeli oluşturmuştur.
Bu sayede (Aziz Erbakan Hocamızın temelini attığı Üstad Ahmet Akgül Hocamızın olgunlaştırıp tamamladığı) “Adil Düzen” projelerine en azılı münafıkların, marazlı sağcı solcu… geçinen bilgiçlerin itiraz edeceği tek bir nokta bırakılmamıştır.
Üstad Ahmet Akgül Hocamızın “Adil Düzen” üzerinde çalışmaları, gündemde tutma çabaları olmasaydı şimdiye kadar “Adil Düzen” çoktan unutturulup “zamanında bir seçim propagandasıydı” diye en sadık geçinen Millî Görüşçülere yutturulacaktı!
“Adil Düzen”in hâkim olması için gösterilen çabaları “çıkar, iktidar kavgası…” gibi göstermeye çalışmak, Milli Çözüm’e şaşı bakan “ayak takımı münafıkların” bile artık ima etmediği basitliklerdi!
Şuan “Adil Düzen” projeleri gündemde ve tek kurtuluş adresi ise, bu Üstad Ahmet Akgül Hocamız sayesindeydi! Çünkü “Adil Düzen”i her yönü ile öğreneceğimiz başka bir adres yoktu!
İnsanlığa saadet getirecek olan “Adil Düzen” projelerini tek başına tamamlayıp gündemde tutma başarısını gösteren Üstaddan başka “hayali” çözüm mercileri/yolları aramak “çapraşık” ruh halinin göstergesi değilse sinsi/ucuz/bayağı bir girişimin göstergesidir.
Tüm insanlığı barış içerisinde yaşatacak tarihte başka bir örneği bulunmayan orijinal bir yeni sistemi Üstad Ahmet Akgül Hocamız geliştirip, tamamlayıp insanlığa sunmuştur.
Hala daha çapraşık (içinden çıkılması, anlaşılması, çözülmesi güç olan, karışık) fikirler içinde olmak tüm insanlığın kurtuluşuna vesile olacak adresi bir nevi kamufle etmektir.
Gafiller bilmese, hainler düşmanlık etse, münafıklar gerçekleri çarpıtsa da Allah Nurunu tamamlayacak Üstad Ahmet Akgül Hocamız liderliğinde Milli Çözümü iktidar edecektir.
Erbakan Hocamız: “Bakın size kesinlikle ifade ediyorum ki: TÜRKİYE’NİN KURTULUŞU; Milli Çözüm’e inanan bir Cumhurbaşkanı’nın o makama oturması, Milli Çözüm’e inanan bir Hükümet’in kurulması ve yeni bir devrin başlamasıyla mümkündür!” buyurmuşlardı.
İşte, TÜRKİYE’NİN KURTULUŞU için Ahmet Akgül üstadımızın hazırladığı Milli Çözüm önerileri!
Toplumların arzuladığı ve ulaşmaya çalıştığı bazı değerleri ve dengeleri ifade etmek için, yeni kelime ve kavramlar türetilmiştir. İşte “Laiklik ve Demokrasi” de bunlardan birisidir.
“Laiklik ve Demokrasi” gibi toplumda beğeni kazanmış ve hatta insanlığın genel beklentisi halini almış doğru “Kelime”ler, kötü niyetli insanlar tarafından “yanlış manalarla doldurulup şeytani maksatlar” için istismar edilmiştir.
Özellikle ülkemizde, maalesef bugüne kadar laiklik adına bazılarınca din düşmanlığı yapılmış, dindarlar uzun zaman hayattan ve hükümetten dışlanmış ve laiklik; “Dine baskı hükümeti” veya “Dine karşı olanların hâkimiyeti” şeklinde uygulanmıştır.
İşte bu yanlış ve haksız uygulamalar yüzündendir ki, laiklik denince bazı kesimlerin kafasında hemen din düşmanlığı algılanmaktadır.
Ve yine “Demokrasi”, pek çok ülkede ve Türkiye’mizde, “Diktatörlüğün, saltanat yerine seçimle yürütülmesi… Krallığın Firavunlardan Karunlara (sömürücü sermaye baronlarına) devredilmesi… Mutlu bir azınlığın, demokrat köleler yapılan çoğunluğa hükmetmesi” şeklinde yozlaştırılmıştır.
Yanlış ve yozlaştırılmış uygulamalara rağmen “Laiklik ve Demokrasi” hâlâ insanlığın ortak hayali ve ideali konumundadır. Yani insanlık; din-devlet barışmasını ve farklı dinlerin bir arada yaşamasını, haklı olarak arzulamaktadır.
Öyle ise “Laiklik ve Demokrasi” gibi çağdaş ve evrensel kelime ve kavramlara da, bizim sahip çıkmamız ve bunları ilmi ve insani temel ve tanımlara kavuşturmamız oldukça önemlidir ve gereklidir.
Gerçek ilim ve fikir adamlarına gereken, ilahiyatçı yazar ve araştırmacılara düşen, insanlığın bugüne kadar “Laiklik ve Demokrasi” diye arayıp da bulamadığı, arzulayıp da bir türlü ulaşamadığı “değerlerin ve dengelerin” İslam’da bulunduğunu anlamak ve anlatmaktır.
Laiklik tanımlanmalı ve herkesin anlayacağı bir Türkçe ile yazılmalıdır.
“Kelime”lerin ıslahı ve Evrensel boyut kazandırılması lazımdır ve zaten Demokrasi ve Laiklik amaç değil araçtır.
“Laiklik ve Demokrasi” gibi “Kelime”lerin artık izahı ve ıslahı gerekmektedir. Bu kavramların yeniden yorumlanması bir ihtiyaç haline gelmiştir.
“Laiklik ve Demokrasi” gibi evrensel boyut ve beğeni kazanmış kelime ve kavramları, yozlaşmaktan ve yanlış uygulamaktan kurtarıp, bunların izahına ve ıslahına çalışmak ve ilmi temellere oturtmak hem gerekli hem de güzeldir.
Laiklik ve Demokrasinin, evrensel kurallara ve evrensel konsensüs ile kabul edilmiş temel ve tabii esaslara dayanması, genel ve gerekli bazı kurum ve kavramlara uyması lazım gelir.
Laiklik ve Demokrasinin, her türlü istismar ve suiistimalden korunacak şekilde sağlam kalıplara ve tanımlara kavuşturulması icap etmektedir.
Laiklik; “Devlet düzenini, din adamları sınıfının ve din istismarının güdümünden kurtarmak, farklı din ve mezhep mensuplarının, birlikte barış içinde yaşama şartlarını hazırlamak” amacını ve anlamını belirten, evrensel bir kurum ve kavram olarak düşünülmekte ve düşlenmektedir, ki bu anlamda güzel ve gereklidir.
Demokrasi ise, “Halkın her kesiminin, aktif ve etkin olarak yönetime katılması, zorbaların ve devrim yobazlarının köleliğinden kurtarılması ve insan onuruna yakışır bir hürriyet ve haysiyet ortamının hazırlanması” heves ve hayalinin bir simgesi olarak dile getirilmektedir ki bu amaçla önemli ve önceliklidir. Bu iki anlam ve amaç, temelde İslam’ın ruhuna da uygun düşmektedir.
Gerçek İslam’ın, insanlığın ihtiyacının ve vicdani duyarlılığın; sade ve akıcı bir üslupta anlatıldığı ilmi bir makale olmuş. Milli Çözüme ve Üstad Ahmet AKGÜL Hocamıza şükranlarımızı sunarız.
.
Hakikaten, insanlık 2 kısımdır:
İfsat edenler ve ıslah edenler…
Nefsine esir olanlar ve nefsini terbiye edenler…
İtibar edip inananlar, inkar edip istismar edenler…
.
İfsat edenler, maalesef İslam’ın aydınlık ve evrensel kavramlarını bile kirli amaçları için istismar etmekten çekinmemişlerdir.
.
Islah edenler konumunda olması gereken çoğu günümüz müslümanları ise, menfi amaçlar için kullanılan kelime ve kavramları, olgun ve dolgun manalarla olumlu şekilde insanlığın hizmetine sunmayı bırakın, İslam’ın bizzat adalet, şefkat ve merhamet içeren kavramlarını bile doğru anlayarak, yaşayıp uygulamaktan uzaklar ne yazıkki.
.
Çok şükür ki Milli Çözüm bu görevi layıkıyla icra etmektedir. Hem İslam’ın değişmez ve şaşmaz ilkelerine sahip çıkmakta, hem de insanlığın ihtiyacı olan evrensel kurum ve kavramlara, ilim ve içtihat ruhuyla Kur’ani ışık tutarak, kavramları ve kafaları ıslah edip hayra yönlendirmektedir.
ÜLKEMİZİN VE İNSANLIĞIN BARIŞTIRICI BİRLEŞTİRİCİ ADİL BİR ÜST AKLA İHYACI VAR!.
Tarih boyunca hem farklı toplumlar arasında hem de aynı toplumun farklı grupları arasında tartışmalar çatışmalar yaşanagelmiştir. Bunların çoğu -dini veya ideolojik inanç mücadelesi şeklinde görünse de- yönetimi elde tutmak veya yönetimi ele geçirmek merkezlidir.
Toplumlar şuurlu bireyler halinde değilseler bir grup -azınlık hegonomik güç- halkı kendi sömürü ve zulüm sistemlerine hizmet eden -bugün de dahil nefsi heva ve heveslerinin peşinde koşmaktan düşünemeyen- köleler haline çevirir. Onları ayrılık ve aykırılık yönleri belirleyerek birbirlerine düşmanlaştırır. Akl-ı selim ile düşünemeyen insanlar azınlık -bugün birkaç siyonist aile- diktası tarafından savaştırılır çatıştırılır çok bunaldıklarında işbirlikçi sahte kurtarıcılar kullanılarak teskin ettirilir. Böylelikşe zulüm ve sömürü sistemi katmerleşerek devam eder. Bütün yaşananları deşifre eden sömürü ve zulme karşı çıkan kişiler ve gruplar ise toplumda -medya siyaset vb işbirlikçileri eli ile- itibarsızlaştırılır.
İktidar mücadelesinde tüm insanların iyiliğini isteyen hakkı ve adaleti savunan fikirleri -akla vicdana bilime ahlaka dayanan- tertemiz, dürüst cesur liyakatli öncüler hep olmuştur. Bu seçkin insanlar zulüm sömürü çatışma kaos düzeni yerine barış ve adalete dayalı Adil Bir Düzen-Dünya kurmayı öngörmüşlerdir. Toplumlarından -çoğu zaman çekirdek bir gruptan- aldıkları destek oranında -haliyle onların bu düzeni kurma ve yaşama şerefine layık olup olmamalarına göre- yönetimde etkinlik elde etmişlerdir.
(Zalimleri sonu bazen de mazlumların ahının arşı inletmesi, zalimlerin kibrinin günahlarının haddi çok aşması ile Yüce Allah’ın gazap etmesi şeklinde de gelebilmektedir)
İnsanlık Dönüm Noktasında:
“YA KIYAMET! YA ADALET!”
Tarih boyunca iyiliğin ve kötülüğün hakimiyeti bir döngü içerisinde olmuştur. Ama son 250-300 yıldır şeytani merkezlerin -küresel siyonizmin- maddi gücü ele geçirmesi ile şeytanın da isteği ve amacı gereği insanlığın gidişi cehenneme doğru olmuştur. Üstelik bu sadece ahiretle sınırlı kalmamakta; katliamlar, sürgünler, çatışmalar kaoslar, manevi boşluklar ile adeta dünyamız da cehenneme çevrilmiştir. Bunda aynı şeytani merkezlerce sahaya sürülen; darwinizm komünizm kapitalizm faşizm anarşizm gibi çatışmacılık -materyalizm- merkezli ideoloji ve sistemlerin payı büyüktür.
Oysa tarihten alınan derslerle insanlık maddi manevi çok güzel bir dönem inşaa edebilirdi.
Bugüne kadar bunu yapmadı. Son Gazze katliamı ile bir uyanış bir başkaldırış söz konusu olsa da özellikle de tarihi adaletle şan ve şerefle dolu -sağcısıyla solcusuyla farklı kesimleriyle tüm katmanları vicdanı ile üzerimize düşen tarihsel misyon ile- aziz milletimizin konuya el atması gerekmektedir.
Yaklaşan tehlikeyi -Siyonist güçlerin Türkiye’yi de içine alan Arz-ı Mevud Büyük İsrail ve dünya egemenliği planını ve de Evanjelistlerin dünyayı Kıyamet Savaşına sürükleme çabalarını- ve üstlenmemiz gereken görevleri aslında ülkemize üstün hizmetleri gmiş Eski Başbakanlardan Necmettin Erbakan defaten haykırmıştı. Bugün herkes birden “ERBAKAN HAKLIYMIŞ” dese de gereği yapılmadıkça oyunlar büyüyerek devam etmektedir. Ülkemiz de insanlık da ERBAKAN izinde perspektifinde bir yol göstericiliğe ihtiyaç duymaktadır. Kitleler nefsine ve Deccali sisteme köle olmuş biçimde -aynı zamanda kutuplaştırmalarla farklı kesimler birbiri ile zıt- yaşarken bu gerçeğe kör gibi davransa da aklı vicdanı izanı ölmemiş olan ülkemizin menfaatlerini ve insanlığın selametini önemseyen vatansever şuurlu kesimlerin bu gerçeğe sahip çıkmaları gerekmektedir. Rahmetli Erbakan Hoca’nın bilimsel verilerle oluşturduğu “ADİL DÜZEN” “İSLAM BİRLİĞİ” “YENİ ADİL BİR DÜNYA” projelerine sahip çıkma vaktidir.
Bugün bu fikir ve projeleri durmaksızın gündemde tutan MİLLİ ÇÖZÜM DERGİSİ ve ÜSTAD AHMET AKGÜL’ün ERBAKAN MİSYONUNU -toplumun farklı kesimlerini de kapsayacak olaya dahil edecek şekilde- yerine getirdiği gerçeği de kabul edilmelidir. Ve artık insanlığın bilerce yıllık tecrübe ve birikiminin şeytanilerin ifsadından alınıp rahmani insani vicdani -birlikte barış içinde yaşama dönemine- bir döneme taşınma vakti gelmiştir.
TEŞHİS VE TEDAVİ
Ne var ki özellikle ülkemizde, maalesef bugüne kadar laiklik adına bazılarınca din düşmanlığı yapılmış, dindarlar uzun zaman hayattan ve hükümetten dışlanmış ve laiklik; “Dine baskı hükümeti” veya “Dine karşı olanların hâkimiyeti” şeklinde uygulanmıştır. İşte bu yanlış ve haksız uygulamalar yüzündendir ki, laiklik denince bazı kesimlerin kafasında hemen din düşmanlığı algılanmaktadır. Ve yine demokrasi, pek çok ülkede ve Türkiye’mizde, “Diktatörlüğün, saltanat yerine seçimle yürütülmesi… Krallığın Firavunlardan Karunlara (sömürücü sermaye baronlarına) devredilmesi… Mutlu bir azınlığın, demokrat köleler yapılan çoğunluğa hükmetmesi” şeklinde yozlaştırılmıştır.
Bu yanlış ve yozlaştırılmış uygulamalara rağmen “Laiklik ve Demokrasi” hâlâ insanlığın ortak hayali ve ideali konumundadır. Yani insanlık; din-devlet barışmasını ve farklı dinlerin bir arada yaşamasını, haklı olarak arzulamaktadır. Öyle ise gerçek ilim ve fikir adamlarına gereken, ilahiyatçı yazar ve araştırmacılara düşen, insanlığın bugüne kadar “Laiklik ve Demokrasi” diye arayıp da bulamadığı, arzulayıp da bir türlü ulaşamadığı “değerlerin ve dengelerin” İslam’da bulunduğunu anlamak ve anlatmaktır.
(Makaleden özet alıntı)
Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın LAİKLİK anlayışı da bu doğrultudadır:
“Müslümanlığın bizatihi kendisi laiktir. Açın Sultan Fatih’in İstanbul’un Fethi’nin arkasından çıkardığı beyannameyi, okuyun; Galata’daki Cenevizlilere dahi:“Bütün haklarınız benim teminatım altındadır. Her türlü inanç hürriyetine sahipsiniz. Patrikhane her türlü hizmetine devam edecektir!”demiştir. Hz. Ömer Efendimizin Kudüs’ü fethettiği zamanki beyanatına bakın:“Herkes kendi dininde serbesttir. Her inanç sahibi kendi ibadetini muntazam yapacak, rahatlıkla yerine getirecektir. Sizin koruyucunuz benim!”demiştir. Selahattin Eyyubi Kudüs’ü aldıktan sonra aynı şekilde:“Hepinizin inancının teminatı benim!”demiştir. Bizim tarihimiz hep bunlarla doludur, dünya âlem buna şahittir. Bunun için Müslümanlık içindedir bizzat laiklik. AslındaMüslümanlık varken ayrıca laiklik diye bir şey aramanız bile gereksizdir.Müslümanlık her zaman, herkesin dinine saygı göstermiştir. Bakınız Müslümanlıkta hiçbir zaman, şahısların Dine ait kurallara aykırı hareket etmesiyle ilgili bir cezai müeyyide getirilmemiştir. Kur’an-ı Kerim’de iki tane nizam vardır. Bir, “Genel İnsanlık Nizamı”. Bu genel insanlık nizamında müsaade edilenler var, yasak edilenler var. Yasak edilenler nedir; adam öldürmek, yalan yere şahitlik etmek, çeşitli ahlâksızlıklara yönelmek, ırz ve namusa tecavüze yeltenmek; bütün bunların hepsinin ve her din için eşit oranda cezası vardır. Ama namaz kılmamışsa bunun bir cezası yoktur, çünkü bu Allah’la kul arasındadır. Ancak bu durumda Müslümanlar için tavsiye vardır, o da tatlı dille yapılacaktır.‘Namazını kılarsan yarın şu sevabı alırsın’diye uyarılacaktır. Müslümanların yapacağı işlerin adı “Helâl”, yapmayacaklarının adı “Haram”dır. Herkesin yapacağı işin adı “Maruf”, yapmayacağı işin adı “Münker” olmaktadır. İki ayrı sistem tarif edilmiştir. Maruf ve Münker’de ceza vardır. Çünkü herkesi bağlayıcıdır ve temel insan haklarıyla alâkalıdır. Hangi dinden olursa olsun adam öldürmeye kalkışırsanız, zina yaparsanız, yalan yere şahitlikte bulunursanız, hırsızlık yaparsanız cezasına katlanırsınız. Ama namaz, oruç vs. Müslümanlara ait şahsi ibadetleri terk etme gibi hususlara gelince, bunların dünyalık cezası konulmamıştır. Bunlar tavsiyeyle, telkinle, tatlı dille, kavli leyyinle anlatılacaktır. Bundan dolayı eğer Milli Görüş okulundan ve arka kapıdan kaçıp top oynamazsan, o zaman bilirsin ki Müslümanlık, laiklikle tamamen bir aradadır, hiçbiri arasında tezat bulunmamaktadır. Bu sebepten dolayıdır ki bizim elli senelik geçmişimizde, Anayasanın Laiklik maddesiyle değil, bu maddeye aykırı hareket edilmesiyle mücadele ettiğimiz ortadadır.”[13]
https://www.millicozum.com/mc/laiklik-kavraminin-dogru-tanimi-ve-uygun-kurumlasmasi-6/
Daha iyi anlaşılıyor ki; cahiliye döneminde kullanılan kavramların İslam’la ıslah edilerek içinin doldurulup ortak dil oluşturulması ayrıca önemli bir tebliğ metodu olarak da kullanılmıştır.
Diğer dikkat çeken durum ise; Allah (cc), Cömertlik vs. gibi kavramların yaklaşık 1450 yıl önce ıslahı yapılmasına rağmen her çağın cahili toplumunda yine aynı ilkel kavramlar olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yani cahiliye dönemleri nefsi ön plana alarak kavramlara yeni anlam yükleyerek ifsad etmiştir.
Allah’a şükrederiz ki, Milli Çözüm bu Kur’ani ve ilmi kavramları tekrar medeni, bilimsel dilde içini doldurmaya çalışmıştır.
Özellikle;
Demokrasi
Atatürk
Laiklik kavramlarını ortak uzlaşı dilinde toplumun farklı kesimlerini ortak paydada buluşturarak acil ihtiyacımız olan Kuvayı Milliye çatısında da birleştirmiştir.
Bilimsel olarak 100 Kur’ani Kavram şaheseriyle orjinal bir çalışma olarak Kur’anı anlama ve kavrama noktasında temel olmuştur. Ve bu çağdaş yaklaşımlarla Kur’anın yanlış anlaşılması ve yorumlanması hem de istismarına da bir anlamda engel olunmuş olacaktır.
Evet Milli Çözüm bir düşünce kuruluşudur. Fakat aynı zamanda hem bir okul hem de hizmet kapısıdır. Allah (cc) mahrum etmesin.
Amin…