ERBAKAN’IN ORİJİNAL KAVRAMLARI
VE
SİYASİ STRATEJİSİNİN KODLARI
1970’li yılların ikinci yarısında katıldığımız, Erbakan Hocamızın özel sohbet ve seminerleri sırasında not aldığım; küçücük defterimin baş tarafına ilmi ve insani hikmet ve öğütleri, son kısmına ise, tespit edip yazabildiğim kadar, bunlarla ilgili Ayet ve Hadisleri yazmıştım. Sürekli yanımda taşıdığım ve okuyup feyiz aldığım bu not defterimi, bir ev değiştirme sırasında kaybetmiştim. Yaklaşık yirmi yıl sonra, kütüphanemi düzenlerken ona yeniden ulaştım.
İşte, Aziz Hocamızın seminer sohbetlerinde, hikmet ve hakikat derslerinde aldığımız şu notlar çarpıcıydı ve ufuk açıcıydı:
Hocamız buyurmuşlardı: “İslam, bizim zamanımıza ve arzularımıza uymaya mecbur değildir. Herkes ve her şey İslam’ın adalet ve saadet prensiplerine uymakla mükelleftir. Çünkü İslam; değişen ve gelişen bütün zaman ve mekânların ve her türlü ihtiyaç ve sorunların İlahi reçetesi ve kurtuluş çaresidir.”
“Trabzon’un Fethi ve Pontus’un devrilmesi sırasında, çok zahmetli dağ geçitlerini aşma esnasında; Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun’un: “Ey oğul! Onca mülkün sana yetmez mi? Bir Trabzon için bunca meşakkate değer mi?” sözlerine karşılık Sultan Fatih’in cevabı: “Ben bütün bu zahmet ve mihnetlere, yeni bir ülke daha fethetmek, mülkümü genişletmek ve kahramanlık göstermek için değil; Allah’ın adalet hükümleri buralarda da uygulansın, buradaki insanlar da gerçek huzur ve hürriyetle tanışsın ve böylece benim kulluk görevimde bir eksiklik kalmasın ve bunların hesabı benden sorulmasın diye katlanıyorum!..”
“Şimdi maalesef bütün İslam Âlemi ve özellikle Türkiye’miz, üstü açık umumi bir Siyonist sömürü ve sindirme hapishanesine çevrilmiştir. Ve ülkemiz, bir nevi esir kampı görünümündedir. Bu nedenle farklı din ve düşünceden bütün insanlarımızın, gerçek bir huzur ve hürriyete, refaha ve saadete ulaşması için, ilmi ve insani ölçüler içerisinde her türlü cehdü gayreti göstermek, İslamiyet’imizin ve insaniyetimizin bir gereğidir.”
“Tasavvuf: tarihimiz boyunca İslam’ın, usta-çırak metoduyla örnek alarak, yaparak ve yaşayarak öğrenildiği bir talim ve terbiye mektebi olarak hizmet vermiştir. Nefisle mücadelenin ve kötü düşüncelere karşı direnmenin manevi kışlası hükmündedir.”
“Kur’an’ın, Beytullah’ın damına veya bir dağın başına, hazır bir kitap şeklinde gönderilmeyip, onu bizzat tarif, tatbik ve talim etmek üzere Hz. Peygamber Aleyhisselama indirilmesi de, bu hikmetledir.”
“Müslümanın ve sorumluluk sahibi inançlı bir insanın vazifesi: “Şu farzdır, şu haramdır. Şunlar günahtır, şunlar sevaptır!..” diye konuşmak ve edebiyat yapmak değildir… Asıl görevimiz: İyilikleri yürütecek, kötülükleri önleyecek bir adalet düzenini kurup yerleştirmektir. Yani Cenab-ı Hak bize: “Faiz haramdır, alan da veren de günahkârdır” diye konuşmamızı değil, faiz sistemini değiştirmemizi emretmektedir.”
Bakınız, “Faiz, haramdır, günahtır” şeklinde papağan gibi milyonlarca kere tekrarlanan sözler, vaazlar, nasihatler, faiz oranını ve tahribatını artırmaktan başka bir netice vermemiştir. Halbuki, “Faiz kaldırılmıştır” kararnamesinin mürekkebi 1 mg. bile tutacak değildir… Ancak bunun gerçekleşebilmesi için ilmi, siyasi ve disiplinli, ciddi bir gayret gerekmektedir. İşte bu nedenle, şu anda MSP’nin (ve diğer Milli Görüş partilerinin ve Milli Çözüm Ekibinin) mevcudiyeti; ülkemizde ve yeryüzünde adalet düzenini gerçekleştirmek ve hasretle beklenen barış ve bereket medeniyetini ilan etmek kadar önemlidir!
“MSP, sinsi Siyonist ve emperyalist güçlere karşı kurduğumuz bir siperdir. Bize ve ülkemize yönelik tehdit ve tehlikeleri savuşturmak üzere böyle bir imkândan yararlanmak, akli ve dini bir vecibedir, bir vesiledir. Ülkemize ve milletimize hizmet için her münasip fırsatı değerlendirmek görevimizdir… Dikkatle incelenirse, Bedir Harbi’nin de, müşriklerin koyduğu savaş usulleriyle yapıldığı görülecektir. Çünkü asıl olan ve amaçlanan, usul ve şekil değil; niyet ve neticedir.”
“Siyaset bizi ilgilendirmiyor” demek; “Kur’an’ın yarısı ve insanlığın sorunları bizi alâkadar etmiyor” demekle aynı anlama gelir. Kur’an’ın prensipleri, Müslümanların ve insanlığın problemleri, kendilerini ilgilendirmeyen kimselerin: şefkat, merhamet, huzur ve hoşgörüyle alâkalı sözleri sahtedir. Böyleleri ya İslam’ı tam bilmeyen ve Kur’an’ı incelemeyen gafil ve cahil kesimlerdir. Veya bile bile gerçekleri ve kulluk görevlerini görmezlikten gelen kötü niyetli kimselerdir.”
“Cenab-ı Hak’kın, şer cephesine ve şeytan ekibine, bizden daha çok maddi imkân ve eleman vermesi, inananlar için bir nevi rahmettir. Çünkü böylece, daha dikkatli olmamız, daha çok çalışmamız ve neticede daha büyük şeref ve sevap kazanmamız murat edilmiştir.”
“Herhangi bir konuda, en uygunu ve en doğruyu bulmak için gayret gösterip gerçeği ve gerekeni öğrenmek, İlahi bir nimet ve inayettir. Ancak bu durumun, yani bulduğumuz doğrunun, hakkımızda hayırlı ve yararlı olup olmadığını fark etmek de, ayrı bir fazilet ve ferasettir.”
“Biz bütün esbaba tevessül etsek ve her türlü gayreti göstersek bile, Cenab-ı Hak istediğimiz neticeyi vermeye mecbur değildir. Beş mi çok, bin mi çok? Bu akılla ve matematikle tespit edilir. Ama bazı durumlarda bizim hakkımızda beş mi hayırlı, bin mi hayırlı, işte bu ancak imanla, İslamiyet’le ve kadere teslimiyetle bilinir.”
“Her şuurlu Müslüman kendisini: Hz. Peygamber Efendimizin Uhud’da diktiği nöbetçi yerinde görmeli, dünyalık heves ve hesaplarla görev yerini terk etmenin, nelere mal olacağını devamlı düşünmelidir.”
“Bir Hak davaya makam ve menfaat düşüncesiyle girenlerin veya nefsi ve dünyevi hesaplarla yan çizenlerin; cehenneme atılmak için kendilerine başka günah aramaları gereksizdir.”
“Cenab-ı Hak’kın en sevdiği insan, kendi görevlerini en iyi şekilde yerine getirmekten ve şahsi hatalarını ve noksanlarını düzeltmekten, başkalarıyla uğraşmaya vakit bulamayan mü’minlerdir.”
“Askerlikte, malum ve makbul eğitim süreci ve hizmet kademeleriyle, terfi ederek sadece Orgeneralliğe erişilir. Ancak; Mareşal olabilmek için, mutlaka birkaç meydan muharebesini kazanmış olmak gerekir!”
Bunları okuyunca aklıma geldi:
“Erbakan’ı siyaseten öldürüp gömdük. Ama yetmez, üzerine beton dökmemiz gerekir!” diyen Siyonist lobiler, acaba Hoca’nın tarihi hedeflerinin telaşı ve tedirginliği içinde mi bu sözleri sarf etmişlerdir!?
İçerisindeki çarpıcı tespitlerin kime ait olduğunu çok iyi bildiğimiz ve canu gönülden desteklediğimiz “Stratejik Hedef” kitapçığının, ciltler dolusu gerçeği özetleyen kapağındaki resim, İsrail’i göstermektedir. Ve buna O muhteşem Zâtın dışında hiç kimsenin, ne feraseti ne de cesareti yetmeyecektir!..[1] Ama maalesef, sonradan MGV tarafından yayınlanan nüshalarında, kapaktaki hedef ülke olarak, İsrail yerine Türkiye gösterilmekteydi. Acaba cahili bir gaflet miydi, yoksa bilinçli bir hıyanet miydi? Üstelik ilk baskısında, Aziz Erbakan Hocamızın özellikle yaptığı gibi “AKP” denilirken, MGV yayınında “AK Parti” şeklinde değiştirilmişti.
Bugünkü Tevrat’ın büyük kısmını yazanlar, Yahudilerin üzerinde tarih boyunca kontrollerini sürdürmüş olan hahamlardır. Beni İsrail, Tevrat’tan önce kendi ananelerini, örflerini Kabala adlı bir kitapta toplamışlardı ve bu Kabala’ya sıkı sıkıya bağlı insanlardı. Kabala’daki görüşlerini Tevrat gönderildikten sonra da korumuşlardı. Kendileri Tevrat’a uyacaklarına, Tevrat’ı eski ananelerine uydurmak yoluna sapmışlardı. Kendilerine, Kabala’nın bir hedefi olarak, kesin dünya hâkimiyeti va’ad edildiğine inanıyorlardı. Bunun için de yapılması gerekenleri şöyle özetliyorlardı:
1- Bütün Yahudiler toplanıp, Filistin (Kudüs)’e yerleşecekler.
2- Süleyman mabedini inşa edecekler. (Bunun için Mescid-i Aksa’nın yıkılması gerekir.)
3- Fırat ve Nil arasındaki topraklara (Arz-ı Mev’ud) sahip olunarak bu bölge merkezli (Büyük İsrail Projesini) gerçekleştirecekler.
Siyonist Yahudilerin, Osmanlı Topraklarına Yerleşmesi!
İspanya’daki Yahudi katliamı yapıldığı sırada Osmanlı’da, 1481’de vefat eden Sultan Fatih’in yerine geçen oğlu II. Beyazıt Padişahtı. II. Beyazıt son derece merhametli, maneviyatçı bir insandı. Osmanlı’da çok eskiden beri yaşayan Yahudiler de vardı. Onlar bu yapılan katliamı kendisine haber vererek, Padişahtan yardım istiyorlardı. Padişah da: “Gelin ben size huzurlu yaşayacak yer sağlayayım, hayatınızı kurtarayım” dedi ve o zamanki şartlara göre bunların Selanik, İzmir, Bursa, Edirne ve kısmen de İstanbul’da yerleşmelerine izin çıkardı. Ancak Yahudiler yoğun olarak Selanik’te toplanmıştı. Örneğin, 1654 yılında Selanik’te 10.000 Türk, 4.000 Yunanlı ve 22.000 Yahudi yaşamaktaydı. İspanya’dan sürgün edilen Yahudiler, Osmanlı topraklarına gelip huzura kavuşmuşlardı ve Osmanlı’dan büyük bir merhamet ve şefkate nail olmuşlardı. (Türkiye’de 1989 yılında 500. Yıl Vakfı işte bu münasebetle ortaya çıkmıştı.) Gördükleri hüsnü kabul nedeniyle, bu Yahudilerin gece gündüz Osmanlı’ya dua etmeleri beklenirken maalesef içlerinden bir kısmı, aynen İspanya’da da olduğu gibi, Büyük İsrail’in kurulması için, tam tersine bu şeytani emellerin peşinde koşmaya başlamışlardı.
Bunlarla ilgili olarak Osmanlı tarihinde yaşanan önemli bir fitne de, Sabatay Sevi’nin sebep olduğu fesatçılıktı. Sabatay Sevi, 1626 yılında İspanyol asıllı bir Yahudi ailenin çocuğu olarak İzmir’de doğmuşlardı. Haham İsac d’Alba onu Tevrat, Talmut ve Kabala’ya alıştırmıştı. 18 yaşında Kabala eğitimi verebilecek derecede Siyonist fikirlerle donatılmıştı. Kabala’dan çıkardığı işaretlere dayanarak kendisinin beklenen Mesih olduğuna inanmıştı. Mesihlik iddiasıyla ilk çıkışı 1648 yılındaydı. Önceleri pek rağbet görmese de çalışmalarına azimle devam etmekten usanmamıştı. İkinci çıkışı ise 1665 yılına rastlamaktaydı. Artık Yahudilerin büyük bir çoğunluğu kendisini Mesih olarak görmeye başlamıştı. Ancak bu gelişmelerden sonra yakalanarak Edirne’ye götürülüp, 16 Eylül 1666 yılında bir imtihana tabi tutulmuşlardı. Sultan IV. Mehmet (Avcı Mehmet; 1648–1686), imtihandan önce Yahudi, Hristiyan ve Müslüman âlimlerden Sabatay Sevi ve gerçek Mesih konusunda teferruatlı bilgi öğrenmişti. Bu her üç raporda da “Mesih’e; ok, mızrak, kılıç vs. işlemez” şeklinde not düşmüşlerdir. Sabatay Sevi bu konudan da imtihan edilmek istenince, kendi canını kurtarmak için dinini değiştirmiş, güya Müslümanlığa geçmiş ve Mehmet Aziz ismini alıvermişti. Hanımı Sera ise Ayşe ismini alıp, göstermelik olarak İslam’ı seçmişti…
Padişah IV. Mehmet; Müslüman olunca hayatını bağışladığı Sabatay Sevi’yi, daha fazla fitne ve fesatlık yapmasın diye, “sarayda mecburi ikamete” mecbur etmişti. Ancak Haham Sabatay Sevi, belli bir zaman sonra kendisine gelen adamlarına dedi ki: “Sakın ha! Ben bunları yaptım diye, sahiden Müslüman oldum zannetmeyin. Bundan sonra siz de benim gibi yapacaksınız. Müslüman adı alacaksınız, ama asıl dininizden, inançlarınızdan yani Siyonizm’e hizmet amacınızdan asla vazgeçmeyeceksiniz.”
İşte yakın geçmiş tarihimizde etkili olan “dönmeler” bu şekilde zuhur etmiştir. Bunlara Haham Sabatay Sevi’nin adına atfen “Sabataistler” de denmektedir. O günden günümüze kadar gittikçe kuvvetlenerek ve gizli örgütlenerek gelmişlerdir. Hâlâ kendilerini gizlemektedirler. Bu konuda Yalçın Küçük ve Ilgaz Zorlu gibi daha birçok araştırmacı, oldukça kapsamlı ve doyurucu bilgiler vermektedirler. Ama bunlar bile Sabataizmi ve dönmeliği gizleme gayreti gütmektedirler.
Siyasi Siyonizm’in öncüsü Theodor Herzl’in, 1897 Basel Konferansı akabinde gerçekleşen sürece ve neticelere bakıldığında, bu konferansın 3 önemli karar etrafında şekillendiği rahatlıkla ifade edilebilir:
1- Sultan II. Abdülhamid en kısa zamanda tahtından indirilecek.
2- Osmanlı Devleti yıkılıp, tarihten silinecek.
3- 100 sene içerisinde de Türkler (Müslümanlar) bütün idari ve siyasi mekanizmalardan uzaklaştırılacak, böylece yeryüzünde İslam yok edilecektir.
Bu arada bir ilginç “tevafuk”u ifade etmek yararlı olacaktır. Bu Konferansın 100. sene-i devriyesinde (1997) aynı salonda; Müslümanlar, Erbakan Hoca’nın tertibiyle “Avrupa Müslümanlar Birliği” toplantısını yapmışlardır.
İkinci Meşrutiyet ile birlikte, Padişahın geleneksel otoritesi ve yönetim dengesi yıkılırken, çok gizli çalışan mason cemiyetin mistik gücü ön plana çıkmıştı. Ama masonlar hiçbir zaman ön plana çıkıp işlerin başına oturmamışlardı. Hep perde arkasında kalarak esas yönlendirici ve tanzim edici güç olmaya çalışmışlardı. Sultan II. Abdülhamid’in ilk meclisi kapatma nedenine bakarsak, bu durum daha rahat anlaşılmaktaydı. Osmanlı Devleti’nde Rum, Ermeni ve Yahudiler azınlık olmalarına rağmen, Osmanlı Meclisi Milletvekillerinin içinde Rum, Ermeni ve Yahudi çoğunluktaydı. 96 kişilik Meclis-i Mebusan’ın 56’sı Müslümanlardan, 40’ı gayrimüslimlerden oluşmaktaydı, Müslümanların içerisinde de yine maalesef dönmeler çoğunluktaydı.
Osmanlı’nın Çöküşü ve Milli Mücadele Süreci
1908–1914 arasında, 6 yılda tam 13 tane hükümet değişmişti! Osmanlı’yı ayakta tutan, farklı ve faziletli kılan bütün kadrolar hallaç pamuğu gibi atılmış ve tasfiye edilmişti. Örneğin, İttihat ve Terakki yöneticileri Trablus’ta, Garp Cephesi’ndeki bütün yetişmiş askerleri başka yerlere tayin ettirip, oraya da Harbiye’den yeni mezun subayları “komutan” olarak göndermişlerdi. Garp Cephesi’ndeki ehil komutanlar başka yerlere tayin edilince, iki yıl içerisinde, 1911 yılında Trablus İtalyanların eline geçmişti. Her ne kadar ardından Mustafa Kemal’in de katıldığı bir savunma yapıldı ise de, daha önceden birtakım sabotajlar planlandığı için bu savaşta başarı elde edilememişti. Ardından Sevr anlaşmasını imzalaması için Osmanlı’dan birçok heyet yollanmış, ancak hiçbiri böyle bir yok oluş anlaşmasını imzalamaya yanaşmamıştı. Bu anlaşmayı sadece “iş birlikçi Başbakan” Sadrazam Damat Ferit imzalamıştı. Damat Ferit’in bu anlaşmayı imzalamasını yeterli bulmayan İtilaf Devletleri, Ferit’ten anlaşmayı Sultan Vahdettin’e de imzalatmasını istiyorlardı. Ancak Sultan Vahdettin; böyle bir anlaşmanın imzalanmasının, Osmanlı’nın yok oluşu anlamına geleceğini bildiği için, Damat Ferit’i azarlayarak karşı çıkmıştı. Akabinde de Sultan Vahdettin hemen “divan”ı toplamış ve Anadolu’da bir direniş hareketi başlatılması kararına varmıştı. Bu çerçevede gizliden gizliye İstanbul’dan Anadolu’ya intikal başlamıştı. İşte 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesi, bu Milli diriliş ve direniş projesinin bir icabıydı.
Ardından Allah’ın inayeti ve Aziz Milletimizin dirayetiyle Anadolu’daki direniş hareketleri, paşaların ve kanaat önderi zevatın irtibat ve ittifakıyla, Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde bir Kuvay-ı Milliye hareketine dönüşerek, Osmanlı’nın küllerinden yeni bir devlet kurulacaktı. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli, Milli Mücadele’ye, Milli Görüş’e yani Kuvay-ı Milliye direniş ruhuna dayanmaktaydı. Dokuz sene gibi kısa bir sürede, Osmanlı’nın yıkılmasına sebep olan İttihat ve Terakkicilerin bazıları, Kurtuluş Savaşı’na etkin bir şekilde iştirak etmek istemişlerse de Atatürk bunlara fırsat tanımamıştı. Onlar da çeşitli yan kuruluşlar/örgütler ile bu harbe bir şekilde dâhil olmaya çalışmışlardır.
İttihatçı dönme unsurların, bütün bunları yapmakla yetinmeyip, dış mihrakların da etkisiyle, yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken bu devletin Müslümanlıkla bağlarının kesilmesine, çok sinsi ve sistemli bir öncelik verdikleri ortaya çıkmıştı. Nitekim onların bu sinsi gayeleri ve şeytani gayretleri, en açık şekilde şu tarihi gerçek ile anlaşılmaktaydı. İngiliz Sömürge Bakanı, Parlamentoda Kur’an-ı Kerim’i eline alarak şu mealde bir konuşma yapmıştı: “Bu Kur’an Müslümanların elinde kaldığı müddetçe biz onlara gerçek manada hâkim olamayız… Bu Kur’an’ı da resmen yasaklamakla değil; fikren ve fiilen bunların elinden almalı, adları Müslüman kalsa da anlayışları ve yaşayışları Batılı olan bir toplum oluşturmalıyız…”
Bunu, İsmet İnönü’nün kendisi de, 24 Temmuz 1973 senesinde yaptığı bir televizyon konuşmasında, şu şekilde itiraf etmek zorunda kalmıştı: “Benim Lozan’da en büyük güçlüğüm, Batılıların bize olan itimadını bir türlü sağlayamıyorduk. Bize hiçbir zaman itimat etmiyorlardı, biz de açık konuşamıyorduk, çünkü halkın arzusuyla batılıların arzusu çatışıyordu. Bize dediler ki Lozan’a özel maddeler koyacağız. Bundan böyle kanunlarınızı kontrol edeceğiz. Biz de memnuniyetle kabul ettik. Lozan’daki bu maddeye dayanarak, Adalet Bakanlığı’nda 10 sene müddetle onların gönderdiği birkaç müşavir çalışacak ve uygunluk konusunu takip ve tetkik edeceklerdi.” (Tıpkı bugün Siyonist sermaye baronlarının, ekonomimizi kontrol için gönderdikleri heyetler gibi!!!)
Yaklaşık üç sene sonra bu heyetler, ihtiyaç kalmadığı gerekçesiyle geri çekilmişlerdir. Diğer bir ifade ile: Batılılar önce bize itimat etmediler, (Atatürk’ün gizli ve Milli hedefler gütmesinden çekindiler) ama itimatlarını kazanmak için çok uğraştık. Adalet Bakanlığı’na müşavirler gönderdiler ve bunlar üç sene boyunca gelişme ve çalışmaları tetkik ettiler.
Tüm bunlar, dış mihrakların Cumhuriyetin kurulmasında nasıl tedbirler aldıklarını ortaya koymaktadır. Bu dış mihraklar sadece siyasi sahada değil, ekonomi sahasında da yeni devletimiz kurulurken birçok entrikalara başvurmuşlardır. Bunları da yine İsmet İnönü şu itirafıyla açıklamıştır: “Lozan Anlaşması esnasında edindiğim başlıca tecrübe, Lord Curzon’un bana verdiği şu derstir; ‘…Lozan’dan memnun kalmadık. Çünkü Lozan müzakerelerinde istediğimizi yaptıramadık ve her istediğimizi alamadık. Ancak, reddettiklerinizin hepsini şimdilik cebimize atıyoruz ve bekliyoruz. Siz harap bir memleket devir alıyorsunuz, Türkiye’yi yeniden kalkındırmak için mutlaka paraya ihtiyacınız olacak. Bu parayı almak için de yine gelip bize diz çökmek zorunda kalacaksınız… O zaman, cebimize attıklarımızın (yani şimdilik ertelediğimiz Siyonist planlarımızın) hepsini çıkarıp tek tek size yaptıracağız…”
Sözde rakip partilerin bilerek veya bilmeyerek alet oldukları masonik projeler:
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonra, Cumhuriyet Halk Partisi kuruluvermişti. Cumhuriyet Halk Partisi, başlangıçta Cumhuriyeti kuran Kuvay-ı Milliye şuuruna sahip kadrolar tarafından oluşturuldu ise de zamanla İttihat ve Terakki zihniyetli ekiplerin eline geçmişti. Nitekim Cumhuriyet Halk Partisi’nin bütün illerdeki yetkilileri arasında, İttihat ve Terakki Partisi’nin eski il idare heyeti üyeleri görülmekteydi. Daha sonra; Siyonist sermaye merkezlerinin tertibiyle, ülkeleri kendi içinde kamplara ayırıp masonların güdümündeki sağcı ve solcu kadrolar eliyle birbirine karşı kullanmak üzere, Avrupa ve Amerika’da çok partili hayata geçilmişti. Dışımızdaki ülkelerde yaşanan bu gelişmeler, Türkiye’ye “çok partili hayata gireceksiniz” baskısını getirmişti. İşte, bu dayatma üzerine Türkiye’de de, 1946’da, çok partili döneme girilmişti.
Çok partili hayata geçilmişti ama, yine de kontrol İttihat ve Terakki zihniyetinin elindeydi. Yahudi okullarında yetişmiş bir İttihat ve Terakkici olan Celal Bayar’a Demokrat Parti’yi kurma görevi verilmişti. Dolayısıyla İttihat ve Terakki zihniyeti böylece, hem Halk Partisi’nde hem de Demokrat Parti’de devam ettirilmekteydi. Tezgâhlanan oyun, günümüzde ABD’deki siyasi senaryonun bir benzeriydi. ABD’de Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti sözde demokratik örgütlerdi. Ancak her iki partiyi de aynı görünmez güçler yönetmekteydi. Kısacası, ister demokratlar gelsin isterse cumhuriyetçiler, sonuçta siyasi Siyonistlerin sistemi yürümekteydi.
Bizde, zamanla Demokrat Parti’nin içerisinden çıkan Mareşal Fevzi Çakmak ve arkadaşlarının (Prof. Dr. Vasfi Raşit Seviğ, Osman Bölükbaşı, Prof. Dr. Kemal Öner, Ahmet Tahtakılıç, Sadık Aldoğan, …) kurduğu Millet Partisi (1948–1954), yine DP’den ayrılan 19 milletvekilinin Ekrem Hayri Üstündağ başkanlığında kurduğu Hürriyet Partisi (1955-1958) gibi hareketler, bu çizgiyi kabul etmeyip ayrı ve Milli duyarlı partiler teşkil etmişlerdi ama, onların içinde bile masonik zihniyetli bazı kişiler ve fikirler maalesef önemli ölçüde bugüne kadar devam edegelmiştir.
İşte şimdi tüm bu tarihi süreç ile gelişmelere baktığımızda anlaşılıyor ki, Milli Görüş’ün dışındaki bütün partilerin temel hedefleri, bu Siyonist ve masonik çizginin çeşitli varyasyonu olan zihniyetlerdir. Kendilerini solcu, sağcı, Milliyetçi veya İslamcı diye niteleyen partilerin yöneticileri ve destekçileri arasında, çok iyi niyetli, Milli ve manevi gayretli ve ülke dertlisi şahsiyetler elbette var ise de, partilerini masonik mahfillerin güdümünden kurtarmaya güçleri yetmemiştir. Maalesef bütün Batıcı partiler, tarihi gelişimini ifade ettiğimiz bu tezgâhın içinde -bilerek ya da bilmeyerek- var olmaya çalışan partilerdir. Örneğin AKP’nin iktidardaki söylemleri ve icraatları da: (Dini referans almayacağız, AB ile birlikte çalışacağız, Amerikan askerlerine dua ve destekte bulunacağız, Irak’ı işgal eden kuvvetlerle aynı saftayız!.. vb. gibi) bu tezgâh içerisinde aynı düzlemde ve aynı koordinatlarda yürüyeceğiz, anlamına gelirdi. Yani biz de onlardan bir tanesi olacağız demektir.
Milli Görüş’ün Siyasi Kurumsallaşması ve Gayreti:
Milli Görüş’ün siyasi kurumsallaşması, 1969 yılında Bağımsızlar Hareketi ile başlamıştır. Önce 1970 yılında Milli Nizam Partisi kurulmuş, ancak 1971 yılında kapatılmıştır. O günkü basında, kapatılma gerekçelerinden biri olarak: “Bu millet henüz bu partiye hazır değildir” gibi sözler kullanılmıştır. Aslında bu sözlerin ardında gizlenmeye çalışılan gerçek şudur; “Bu ülkede eğer böyle bir parti kurulmasına ihtiyaç duyarsak, biz kurarız. Gerekirse İslamcı bir partiyi biz oluşturup kullanırız. Ama biz henüz böyle bir partiye ihtiyaç duymamaktayız.”
Milli Görüş ne zaman iktidara ortak olsa hep çok büyük projeler başlatmış ve tarihi hizmetler yapmıştır. Ülkemizin, bölgemizin, İslam ve insanlık âleminin makûs talihini değiştirecek adımlar atmıştır. 1974 yılında Milli Selamet Partisi iktidar ortağı olmuş ve Ağır Sanayi Hamlesi adı altında 547 tane endüstriyel tesisin kuruluş çalışmalarını başlatmıştır. 1996–1997 yıllarında 54. Erbakan Hükümeti’nde (Refahyol Hükümeti) yapılanlar ile Milli Görüş kadroları, Cumhuriyet tarihi boyunca gelmiş geçmiş en başarılı hükümet unvanını kazanmıştır.
Türkiye gibi stratejik bir ülkede 54. Erbakan Hükümeti’nin başarılı olması, Siyonist odakları tedirgin etmiş ve “Erbakan’ın hakkından gelmek ve tarihi projelerini engellemek” için şeytani planlara yönelmişlerdir.
Hatırlayınız; Refah Partisi, Anayasa Mahkemesi tarafından antidemokratik bir şekilde kapatıldı. Milli Görüş kadroları bu sefer, hâlihazırda kurulu/örgütlü olan Fazilet Partisi’nde siyaset yapmaya mecbur bırakıldı. Bir müddet sonra, onun kapatılması için de bir mahkeme süreci başlatıldı. Bu arada birçok mahfillerde Refah Partisi’nin kapatılmasının yetmeyeceği, onların bölünmesi (ve hatta kökünün kurutulması) gerektiği ifade edilmeye başlanmıştı. Aslında bütün bunlar, bir büyük oyunun parçasıydı. O da, “Erbakan’ın hakkından gelmek”, yani Milli Görüş hareketini, Erbakan gibi müstesna bir beyin ve beceriden yoksun bırakmak amacıydı.
Daha sonra Fazilet Partisi’nin Büyük Kongresi’nde, Recai Kutan’a alternatif olarak Abdullah Gül de bir liste çıkarmıştı. Maksatları reformist bir yaklaşımla, İslami anlayış da dâhil olmak üzere Milli Görüş fikrini tamamen yozlaştırmaktı.
Ardından ülkeyi hızla 3 Kasım 2002 seçimlerine sürüklemeyi başarmışlardı. Seçimlerde dört cümlelik bir propaganda ile AKP’yi tek başına iktidara taşımışlardı. O dört cümle de şunlardı;
1- Biz de Milli Görüşçüyüz, Erbakan Hocamızı çok seviyoruz. Onu köşke çıkaracağız. Bize güvenin. (Köşk yerine cezaevine göndereceklermiş!?)
2- SP barajı geçemez, oylarınızı boşa vermeyin.
3- AKP tek başına iktidara gidiyor, sakın oyları bölmeyin.
4- Eğer AKP gelmezse, CHP gelir. Ecevit döneminden daha da kötü bir durum yaşarız. Aman dikkat edin!
Bu büyük kumpas neticesinde 3 Kasım seçimleri sonunda, AKP hemen hemen anayasayı değiştirecek çoğunlukta milletvekili ile iktidara taşınmış, ama yaptığı stratejik hatalar ile de büyük bir talan ve tahribat dönemi başlatılmıştı.
Menfi Sermaye – Menfi Medya – Menfi Siyaset Üçgeni, rantiyeci zümreyi teşkil etmekteydi ve Siyonist sömürü sermayesinin hizmetkârlığını yürütmekteydi:
Bu anlatılan süreç içerisinde, dış mihraklarla da bağlantılı olan “dönme/Sabataist” çekirdek çete; Türkiye’de büyük sermaye sahipleri oluyordu. Dünyadaki durum da aynı tabloyu yansıtıyordu. Bu rantiyeci zümre, sermayenin yanında medya ve partilerle de birlikte hareket ediyordu. Biz bunlara menfi sermaye, menfi medya ve menfi siyaset üçgeni diyoruz. Dış mihraklar çeşitli siyasi enstrümanları kullanarak, bu partileri yönlendiriyor ve yönetiyordu. Hatta konjonktürel olarak gerektiğinde de, AKP örneğinde olduğu gibi, yeni parti kurulması için her türlü çalışmayı da yapabiliyordu. Bugün, dönme azınlığın Türkiye’de, istediğini istediği gibi yapabilme kolaylığı, biraz da dış mihraklarla olan kuvvetli bağlarından ileri geliyordu. Altyapı var, mekanizmalar var, konu dış mihraklar tarafından planlanır planlanmaz, kolayca düğmeye basılıyor ve işler tıkır tıkır yürüyordu. Türkiye’de sosyal yapı dediğimiz zaman, bir büyük Müslüman halk çoğunluğu bulunuyordu. Ancak bu büyük halk çoğunluğunun içerisinde, öyle bir tam donanımlı rantiyeci azınlık var ki; bunlar çeşitli hile ve saptırmalarla halkı yanına alarak, Türkiye’ye istediği şekilde yön veriyordu. Bu rantiyeci zümre, bütün dünyada olduğu gibi, Siyonizm’in idealleri için çalışıyordu. Türkiye, dünyanın en önemli ülkesi olduğu için dünyadaki bu yapı, ülkemize özel bir plan uyguluyordu. Bugün ne ilginçtir ki Siyonizm’in ideallerine, ABD’de ve Avrupa’da bazı yaygın Hristiyan tarikatlar da destek veriyordu. İşin iç yüzü incelendiğinde, Siyonistlerin bu tarikatlara sızarak onların ahir zamana ilişkin inançlarını, kendi istekleri doğrultusunda yeniden yorumladıkları anlaşılıyordu.
Dış mihraklar, dünya hâkimiyetini kurma emellerine bir an önce ulaşmak için öncelikle Hristiyanları ürkütüp yanlarına çektikleri gibi, Türkiye’de de sömürülerine devam etmek, emellerine ulaşabilmek için, halka Milli Görüş’le ilgili korku ve kuşkular pompalıyordu. Bu dış mihraklar, siyasi sahada mertçe mücadele edemedikleri için bu uydurma korku tünellerini oluşturuyordu. Hâlbuki Milli Görüş kaç defa iktidar oldu, kimseyi çarşaf giymeye zorlamıyordu, peçe taktırmıyordu, kimseye baskıyla bir şey yaptırmıyordu. Ama sistem, kasıtlı olarak bu korkuları yayıyor, suni kuşkularla varlığını ve sömürü saltanatını devam ettirmeye çalışıyordu.
Aslında rantiyeciler Milli Görüş’ü ve Erbakan’ı:
1- Gizli saltanat ve sömürülerine engel görüyorlardı,
2- Şeytani gayelerine ve Türkiye’yi bölme girişimlerine engel görüyorlardı,
3- Ve nefislerine, heva ve heveslerine engel olarak gördükleri için istemiyorlardı. Evet, hırsız en çok ev sahibinden korkardı. Milli Görüş ev sahibi konumundaydı. Bunlar ise hırsızlardı! Erbakan Hoca şöyle buyurmuşlardı: Biz Milli Görüş olarak, Birinci Sevr Planı’nı İstiklal Harbi vererek yırtıp attık ve Türkiye Cumhuriyetimizi kurmayı başardık. Şimdi aynı süreci AKP’yi kullanarak tekrar başlatmak istiyorlardı. Bunun için de Milli Görüş’ü sindirmek ve silmek için her yola başvuruyorlardı!
Matematiksel ifadesiyle, iki noktadan sadece bir doğrunun geçme imkânı vardı. Bu tek doğru, Milli ve Manevi değerleri üstün tutan Milli Görüş çizgisi olmaktaydı. Ancak, aynı iki noktadan sonsuz sayıda eğrinin, yani temel zihniyetleri aynı olan bâtıl ve bozuk sistemin ve siyasi partilerin bulunacağı açıktı. İşte güya İslamcı (aslında din istismarcısı) AKP ile, Milliyetçilik iddiasındaki MHP’nin ittifakı ve yıllarca itiraz ettikleri derin tahribatlarına rağmen giriştikleri kader ortaklığı bu gerçeğin ispatıydı.
“Gerçekten onlar düzenlerini kurmuşlar. Hâlbuki dağları oynatacak olsa bile, bu düzenleri hep Allah’ın elindedir. Sakın Allah’ın peygamberine verdiği va’adinden cayacağını sanma. Muhakkak Allah Aziz’dir. İntikam sahibidir.”[2] ayetine kulak asılmalıydı. Evet, Erbakan’ın başlattığı kutlu kervan, yine O’nun tarihi projeleri istikametinde ve sadık talebeleri eliyle mutlu ve muhteşem hedefine ulaşacaktır. Bütün dış güçler (Siyonist ve emperyalist merkezler) de, Sabataist hainler ve masonik mahfiller de, Milli Görüş’teki İbni Sebe’ler ve fırsat fareleri de; bu tarihi ve talihli devrim ve dönüşüme asla engel olamayacaklardır! Zafer, bunları iyi bilip gereği gibi yeterince çalışanların olacaktır. Çünkü zafer, inananlarındır. Ve zafer yakındır.
Stratejik Kölelik ve Post-Modern Sömürgecilik!
ABD yönetimine yakınlığı ve muhafazakârlığı ile tanınan Heritage Foundation’ın, 1983 yılında dış politika analisti James A. Philips’e hazırlattığı ‘Koruyucu-Ilımlı İslam kuşağı’ adlı raporda, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Müslüman ülkeler topluluğunun, Sovyetleri bir duvar gibi kuşatması öneriliyordu. 1979 yılında İran İslam devriminin fiilen son verdiği CENTO’nun dağılması, Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgale kalkışılması, ABD açısından bölgede ciddi bir kriz olarak algılanıyordu!.. Daha doğrusu bu bahaneleri Siyonist odaklar üretiyordu.
Güya, Komünizm’e karşı kalkan oluşturma!
Heritage raporundan önce de Ortadoğu’da ‘İslam kartının’ kullanılması doğrultusunda yaklaşımlar sırıtıyordu. Başkan Carter’in Ulusal Güvenlik İşleri danışmanı Zbigniew Brezinski, 1977 yılından beri ‘İslam’ın Komünizm’e karşı bir kalkan’ olarak kullanılmasını savunuyordu. Ayrıca 1979 Aralık ayında Şah’a direniş hızlandığında ABD Ulusal Güvenlik Konseyi, Sovyetler’de İslami nüfusun yoğun olduğu Cumhuriyetlere yönelik radyo yayınlarının arttırılmasına karar veriyordu. Bu karara müteakip, Carter yönetimi 1980 yılı bütçesi ile ilgili olarak Senato Dış İlişkiler Komitesi’ne verdiği raporda, Ulusal Güvenlik İşleri danışmanı Brezinski’nin ‘yükselen siyasi güç olmaya başlaması nedeniyle dünya çapında İslam fundamantalizmi konusunda araştırma yapılması işini yönettiğini’ bildiriyordu. Brezinski’nin üzerinde araştırma yaptığı ‘kanun dairesinde İslam’ yani Türkiye, Suudi Arabistan, Kuveyt, Pakistan’daki; Amerikan aleyhtarı olmayan, Siyonist sistemin kontrolü altındaki İslam oluyordu. İşte Sovyetleri kuşatmaya yönelik bu ‘kanun dairesindeki, yani Siyonizm’in güdümündeki İslam’ ekseni, ‘koruyucu kuşak’ formülasyonu ve Brezinski etiketli bir strateji olarak, ABD tarafından uygulamaya konulmuştu. Brezinski; bölgede Pakistan, Suudi Arabistan ve Türkiye’yi kapsayacak bir politik iş birliği yapısını güvence altına alacak ‘Middle East Organization’ (METO) adını verdiği bir de örgütlenme öneriyordu. Brezinski’nin ‘Koruyucu-Ilımlı İslam Kuşağı Stratejisi’, ‘dost ülkelerde İslam’ı kontrol etmek ve kullanmak, düşman ülkelerde ise kışkırtmak ve karıştırmak’ prensibine dayanıyordu. Fetullah Gülen hareketi-hıyaneti de bu nedenle tezgâhlanıyordu.
Carter yönetiminde alt yapısı hazırlanan bu şeytani strateji, Reagan döneminde de geçerliliğini korumaya devam ediyordu. Wohlstetter doktrini olarak bilinen ve ABD Dışişleri Bakanı Haig ve Bakan yardımcısı Burt tarafından, Reagan yönetiminin benimsediği açıklanan strateji ‘Koruyucu İslam Kuşağı’nı içerik olarak daha da geliştiriyordu. Bu doktrine göre; Sovyetlerin Ortadoğu’da etkisinin kırılması için Pakistan, Türkiye ve Suudi Arabistan’dan oluşan İslam kuşağının birbirleriyle, Körfez Ülkeleri ve Çin’le ilişkileri teşvik ediliyordu. Hakiki İslamiyet’in yükselişi, Batı çıkarları için “tehdit ve tehlike” görülüyordu. O nedenle İslami hareketler, müttefik ülkelerde denetlenirken, düşman ülkelerde kışkırtılıyordu. Özellikle Türkiye’nin, Körfez’e ABD çıkarlarını destekleyecek tarzda müdahale kapasitesi arttırılıyordu. ABD emperyalizmi, ‘İslam Koruyucu Kuşağı’ temelinde Sovyetlerin güneyini Çin’den Türkiye’ye kadar kuşatırken, asıl hedefi Körfez’de bulunan ve dünya petrol kaynaklarının yüzde 65’ini oluşturan muazzam rezervleri denetimi altına almak yatıyordu. Aslında Sovyetlerin Körfez’e yönelik askeri bir harekâta girişmesinin mümkün olmadığını ABD kurmayları da biliyordu.
Yeşil kuşağın (Türk-İslam coğrafyasının) askeri üslerini Amerika’nın emrine sokma planları!
Ancak yaratılan tehdit senaryolarıyla Batı’nın petrol ikmalini kesebilecek bir Sovyet saldırısına karşı, ABD askeri gücünün bölgede kalıcı üsler edinmesi meşru hale getiriliyordu. Bu bağlamda 12 Eylül darbesi sonrasında Türkiye’nin; Çin, Pakistan, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Tunus ve Kuveyt ile ilişkileri ‘aniden’ ve oldukça sıcak bir biçimde gelişiyordu. NATO eski Müttefik Kuvvetleri Başkomutanı ve Reagan dönemi Dışişleri Bakanı Alexander Haig, 1985 yılında ‘Washington Basın Kulübü’nde yaptığı açıklamada; bu ilişkilerin geliştirilmesinin ‘Amerika’nın teşviki’ sayesinde gerçekleştiğini belirtiyordu. Haig’in açıklamaları aynı zamanda “Ilımlı İslam Kuşağı’nın İsrail’in varlığını güvence altına alan yönüne” de dikkat çekiyordu. Haig bu konuda şunları vurguluyordu:
“Bence Ortadoğu ve Güneybatı Asya bir bütündür. Bugün böyle söylüyorum, Bakanlığım döneminde de böyle düşünüyordum. O yıllarda Ortadoğu’da, bir ortak amaç motivasyonunu şiddetle ön plana çıkarmak ihtiyacı beliriyordu. Arap, Türk, Yahudi olduklarını bir tarafa bırakıp, bölgede ülkelerarası stratejik anlayış birliği yaratılması gerekiyordu. Bu stratejik anlayış birliği bizim için öylesine önem taşıyordu ki, Bakanlığım yıllarında özellikle Pakistan ile Türkiye arasında dayanışma oluşturmak için yoğun çaba göstermiştim.” diyen Haig’in, “Amerika’nın bundan menfaati ne olacaktı?” sorusuna cevabı ise: “Bu ülkelerin kendi aralarında ortak çıkarlarda buluşmaları bile, yeterince Amerika’nın çıkarınadır!” biçiminde oluyordu. Haig; “Stratejik anlayış birliğinin benim kafamdaki coğrafyası da Çin’den, Pakistan, Mısır, Türkiye ve İsrail’e kadar uzanıyordu” diyerek, önemli bir olguya işaret ediyordu. Bu Siyonist amaçla kurgulanan Fetullahçılık organizasyonuna dikkat çektiğimiz için, başımıza gelmeyen kalmıyordu.
‘Koruyucu-Ilımlı İslam Kuşağı’ bir yanıyla Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarlarıyla uyumlu işbirlikçi Arap rejimlerini güvence altına alırken, diğer yandan İsrail’in stratejik varlığını güçlendiriyordu. “12 Eylül Generallerinin kozmetik bir uygulama ile İsrail’le siyasi ilişkilerini düşük profilli, bir temsil esasına bağlamasının, Suudi monarşisinin kendisini Siyonizm karşıtı göstermesinde olduğu kadar değeri vardır” (iddiaları ise bize göre bir yanılgıdan ve hatta bir ön yargıdan kaynaklanıyordu. Çünkü 12 Eylül harekâtı, sözde Konya’da yapılan ve İsrail’i kınayan büyük MSP mitingini gerekçe göstermişken, İsrail’le ilişkileri en alt seviyeye indirmesi ve milli şuurun yeşerip yerleşmesine yarayacak adımlar atıvermesi sonucu asıl niyetleri geç fark edilip, Kenan Paşa’ya ve ekibine saldırmaya başlanıyordu.) İsrail’in Ortadoğu’da finansal, askeri, teknolojik varlık koşullarını yaratan ABD emperyalizminin en büyük işbirlikçisi Suudi monarşisi, ‘Koruyucu-Ilımlı İslam Kuşağı’ stratejisi ile Siyonist sömürgeciliğin dayanaklarını sağlamlaştırmada önemli bir rol oynuyordu.
12 Eylül darbesi dengeleri zorlama dönemi sayılmaktaydı!
Türkiye’de ise 12 Eylül’den sonraki Turgut Özal döneminde, ideolojik-politik omurgasını oluşturan görünürdeki Türk-İslam sentezi kadroları, söylemde anti Siyonist geçinirken, aslında her türlü milli hareket ve fikre düşmanlık temelinde, Siyonist devletin askeri politik güvencesini pekiştiren ‘Koruyucu-Ilımlı İslam Kuşağı’nın en büyük destekçileri oluyorlardı. 12 Eylül’ün dine yaklaşımı, ‘Ilımlı İslam Kuşağı’ stratejisinin bağlamı içerisinde değerlendirildiğinde anlam kazanırdı. Özallı yıllardan itibaren; Takkeli komprador kapitalizmin bu ‘hacı’lar diktatörlüğü, serbest pazar tek tanrıcılığının neoliberal uygulamalarına ilahi bir çerçeve kazandırırken, cesaretini ABD emperyalizminden alıyordu. ABD emperyalizminin küresel egemenlik stratejisinde, politik iktidarın ‘ılımlı’ İslamcılarda olması bir sakınca oluşturmuyor, hatta kolaylık sağlıyordu. Küresel neoliberal kapitalizm ile ‘ılımlı’ olarak etiketlenen İslami akımlar, birbirini tamamlayıcı unsurlara dönüşüyordu. Postmodern söylemlerle popüler hale getirilen Amerikan “hoşgörü” ideolojisinin, yozlaşmış kimlik vurguları: vicdani tutarlılık, zulme direniş çağrısı ve insani duyarlılık gibi değerlerden İslam’ı arındırırken, sermaye egemenliği stratejisine kilitlenmiş bireysel bir duruşun ibadetçi ikiyüzlülüğü, ‘ılımlı’ olma etiketiyle dayatılıyordu. İslam, hayata yön veren gerçek kimliğinden uzaklaştırılıp, mistik ve fantastik hayali bir dünyaya transfer ediliyor, vahşet derecesinde kutuplaşmış bir kapitalist genişlemenin doğal sonucu olan, küresel bir ırk ayrımcılığı sisteminin onaylayıcısı haline getirilmeye çalışılıyordu. Ama Erbakan Hoca’nın dehası ve manevrası ile, 12 Eylül’de istismar edilmeye çalışılan İslam ruhu ve Kuvay-ı Milliye şuuru, sonunda kârlı çıkıyor ve Refah’ın 1. Parti olmasına bir nevi zemin hazırlanıyordu.
Daha düne kadar Afganistan’da ABD’nin ‘koruyucu İslam kuşağı’ stratejisinin kiralık katilleri olarak çalışan Suudi Arabistan, Pakistan, Britanya destekli ‘özgürlük savaşçıları’ şimdi, maalesef Müslüman halkları ve özellikle ağabey ve şeyh takımını kompradorlaştırma dalgası ile kuşatan emperyalizme; yeni saldırı senaryolarının karanlık gerekçelerini hazırlamaktaydı. Bu arada İsrail’in ve ABD’nin Afganistan’daki ‘özgürlük savaşçıları’na ve Taliban oluşumuna yoğun desteğine ilişkin kirli sırların üzeri ise özenle kapatılmaktaydı. Siyasal İslam’ın: Hamas, Hizbullah, İslami Cihat ve Irak’takiler dışında, yabancı askeri işgale karşı savaşan örnekler çıkaramadığının nedeni iyi araştırılmalıydı. Şimdilerde yeni bir oluşum gibi sunulan ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin kökleri, ABD’nin NATO’yu da devreye sokarak, Avrasya’da küresel egemenlik kurma niyetinden kaynaklıydı. Avrasya’da ‘istikrarsızlık’ potansiyellerinin askeri denetimi adına büyük bir üsler kuşağı oluşturan ABD emperyalizmi, Türkiye başta olmak üzere, Amerikancı İslamcıların desteklediği müdahalelerle Yugoslavya’yı parçalamış ve Bosna’da küresel vahşetin en acımasız örneğini yaşatmıştı. Bağımsızlık diye, çok taraflı uluslararası bir sömürge statüsü sağlanan Bosna, diğer Müslüman ülkeler için model olarak hazırlanmıştı, ama bu kirli niyetleri inşaallah boşa çıkacaktı.
BOP’a hazırlık ve soysuzlaştırma operasyonları:
“ABD ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nden çok önceleri, geleceğin askeri denetim ağını oluşturmak için, Balkanlar’dan başlayıp, Ortadoğu ve Kafkasları kapsayıp, Orta Asya’yı da kuşatacak bir Siyonist sömürüye bağımlı ve ılımlı Müslüman devletler zinciri kurma planını uygulamaya başlamıştır. Bosna ve Kosova bu zincirin Balkanlardaki halkalarıdır. Irak’ta, kalıcı ABD üsleri yapılmıştır. Kafkasya ve Orta Asya’da Amerikan askeri varlığı önemli boyutlardadır. İsrail, Türkiye, Mısır, Ürdün ekseni ise; sadece kamuoyunu yatıştırmaya yönelik ve göstermelik İsrail ‘terörü’ kınamaları dışında, güdümlü iktidarlar ve NATO gözlüklü sivil ve asker bürokratlar tamamen ABD taşeronluğu yapmakta ve Bush-Şaron yönetimlerinin değiştirilmesi temelinde daha rahat geliştirilecek programlar ise şimdilik askıya alınmaktadır. NATO’nun Ortadoğu’da kazanacağı işlevleri ABD’nin Avrasya zemininde değerlendirilirse, gerçek yüzü ortaya çıkacaktır. Irak’ta İslam’ın kutsal mabetlerine yakın insanlara, ABD’li generallerin emirleriyle ve sapık conilerce tüm namus kavramlarını ve onurlarını yok etmek için kadın-erkek tecavüz edilip, böylece Müslümanlık açısından bir moral yıkımına yol açması bu maksatlıdır. Daha önce Haçlı Orduları tarafından uygulanan Lut’laştırma dayatılırken, emperyalizmin şahsi makam ve menfaat güvencesi, bugün Türkiye’nin mutedil İslamcıları başta olmak üzere, tüm İslam dünyasında paylaşılan ve arkasına sığınılan “Barış ve Hoşgörü” safsatası olmaktadır.”[3] Ve o vahşet sürecinde, Sn. Erdoğan’ın: “Amerikan conilerinin görevlerini sağ-salim tamamlayıp, büyük bir başarıyla ülkelerine dönmeleri için dua ettikleri” de unutulmamalıydı.
Tarihin değil, adalet ve asaletin sonunu hazırlama çabaları!
Her şey Siyonistlerin ve ırkçı emperyalist merkezlerin planladığı gibi gidiyordu. Dizleri üzerine çökmüş Sırbistan, bir avuç dolar için Miloseviç’i Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne satıyordu. NATO, güçsüz Rusya’ya karşı, doğuya doğru genişliyordu. Saddam Hüseyin, can sıkıntısından bile bombalanabiliyordu. UKO işgalindeki Makedonya, onu silahlandıranların sunduğu sözde silahsızlanmayı kabul etmeye mecbur kalıyordu!.. Filistin sıkı denetim altında eziliyordu, Filistinli liderler ise akıllı bombalar tarafından yok ediliyordu. Birkaç yıldır, hisse senedi sahipleri rekor kârlar yapıyordu ve küresel sömürü sistemine destek veriyordu. Sosyal adaletçi sol solmuştu, İslami hareketler “layt” olmuştu, tüm partiler neoliberalizmin ve sözde “insani” müdahaleciliğin ardında toplanıyordu. Kısacası, bazı yorumcuların deyimiyle, bölgemiz huzur içinde yaşayıp gidiyordu!?..
Ama, sonra birden şok, şaşkınlık ve dehşet yaşanıyordu: Tüm zamanların en büyük gücü, tek gerçek evrensel imparatorluk sanılan ABD, 11 Eylül’de tam kalbinden, zenginlik ve iktidarının merkezinden vuruluyordu. Eşsiz bir elektronik casusluk şebekeleri, benzersiz güvenlik önlemleri, afallatıcı askeri bütçeleri, bunların hiçbiri felaketi önlemeye yetmiyordu!.. Eski ABD Dışişleri Bakanı Siyonist Bayan Madeleine Albright, ölen yarım milyon Iraklı çocuğun, ambargoya değip değmediği sorulduğunda, “Bu çok zor bir tercih, ama sanırım değer” yanıtını veriyordu. Oysa masumların katledilmesi asla kabul edilemez bir durumdu. Ama bu demek değil ki, saldırının altında yatan nedenleri anlamaya çalışmayacağız, bu kendimizi aldatmak olurdu… Amerikalı savaş karşıtı A. J. Muste, her savaşın kaybedenden çok kazanan tarafın başına sorun olduğunu söylüyordu. Çünkü zaferi kazanan, şiddetin işe yaradığını öğreniyordu ve daha da azgınlaşıyordu. Savaş sonrası tarihin tümü, bu gözlemin doğruluğunu gösteriyordu. ABD’de, ülkeyi tehdit eden hiçbir doğrudan tehlike yokken, Savaş Bakanlığı’nın adı Savunma Bakanlığı’na çevrildi ve hükümetler, birbiri ardına ve komünizmi bastırmak adına, askeri müdahale ve siyasi istikrarsızlaştırma kampanyalarını yürürlüğe koydu. Bugüne döndüğümüzde, Batı ve özellikle Amerikan politikasıyla ilgili birkaç soruna göz atmamız gerekiyordu:
1- Kyoto Protokolü: Amerika’nın bu protokole muhalefetinin temelinde bilimsel bir neden yoktu. Gerekçe, “ekonomi için kötü” olduğuydu. “Günde 12 saat, kölelik ücretleriyle çalışan insanlar, bu tutuma nasıl bir tepki koyacak?” sorusu hesaba katılmıyordu!..
2- Durban Konferansı: Maalesef Batı, kölelik ve sömürgecilik nedeniyle tazminat ödeme fikrini bile kabul etmiyordu. Oysa İsrail devletinin, anti-semitik zulüm nedeniyle kurulup kazandığı bir tür tazminat olduğu niye saklanıyordu? Gerçi ne gariptir ki; Avrupalılar tarafından işlenmiş suçların bedelini Filistinliler ödüyordu. Yani; katliamı Avrupalı Naziler işliyor, ama Filistinli sahipsizlerin vatanı ellerinden alınıyordu. Böylesi bir tutumun, sömürgecilik kurbanları tarafından bir tür ırkçılık olarak değerlendirileceği niçin unutuluyordu?
3- Makedonya: Batı, Sırbistan’ı zayıflatmak için bu ülkeyi bağımsızlığa kışkırtıyordu ve onlar da daima, Batı’nın emirlerini yerine getiriyordu. Sonuçta, NATO tarafından silahlandırılan çetelerin, NATO denetimi altındaki topraklarından yöneltilen saldırılarına maruz bırakılıyordu. Acaba Slav-Ortodoks halklar bu konuda ne düşünüyor? diye kimse hesaba katmıyordu!..
4- Afganistan: Usame Bin Laden’in, SSCB’yi istikrarsızlaştırmak için Afganistan’ı kullanan Amerikalılar tarafından eğitilip silahlandırıldığı çok çabuk unutuldu. Eski Başkan Carter’ın danışmanı Zbigniew Brezinski’nin “büyük satranç tahtası” olarak adlandırdığı bölgedeki oyunda kaç insan öldü? Asya, Orta Amerika, Balkanlar veya Ortadoğu’da, Siyonist ve emperyalist merkezler tarafından kullanılıp sonra kendi hallerine bırakılan kaç terörist var? Niye konuşulup tartışılmıyordu?
5- Irak: On yıl boyunca Irak halkı, yüzbinlerce ölüme yol açan bir ambargoya tabi tutuldu. Sebebi, Irak halkının malı olan petrol kuyularını geri almak olduğunu herkes biliyordu. Ama kışkırtılıp Kuveyt’e saldıran Saddam’ın despotluğu bahane yapılıyordu. Bunu, 1967’den bu yana yasadışı işgalini sürdüren İsrail’e yönelik tutumla karşılaştıralım. Acaba Batı’nın “Her şeyin sorumlusu Saddam Hüseyin’dir” tutumu, Arap-İslam dünyasında bir anlam ifade ediyor muydu?
Bu sadece bir tesadüf olamazdı!
Ne tesadüf ki, 11 Eylül saldırıları, Salvador Allende’nin devrilmesi ve ilk neoliberal hükümet olan General Pinochet rejiminin iktidara gelmesinin yıldönümüne denk geliyordu. Bu aynı zamanda; Üçüncü Dünya’daki ulusal ve bağımsızlıkçı hareketlere karşı yürütülecek geniş bir kampanyanın da başlangıcı oluyordu. Ama o ülkelere, daha sonra Siyonist sermaye buyruklarına boyun eğdiriliyordu. İşte bu yüzden; Latin Amerika, Endonezya, İran, aşağılanmış Rusya, Çin ve İslam dünyasında, 11 Eylül trajedisinin, “timsah gözyaşları” dışında Amerika’ya acımaya ve bu bahaneyle başlattığı saldırıları haklı bulmaya yol açacağını sanmıyoruz.
Akıllı analizler yapmanın ve bir özeleştiride bulunmanın tam zamanıdır.
Elbette mazlumların kızgın haykırışları ve dayanışma mesajları olacaktır. Ama Siyonist ve emperyalist odaklarca bunlara “sert yanıtlar” verildiğinde alkışlayan alçaklar da çıkacaktır. Acaba şimdi nereyi bombalayacaklardı? Sudan’da bir ilaç fabrikasını mı, yoksa masum ve Müslüman sivil Arap’ları mı? Yoksa çeşitli ve etkili bahanelerle yanı başımızdaki Suriye topraklarını mı? Çok sayıda entelektüel enayi; bu saldırıları, o ülkelerde karşı oldukları yöneticilere bağlayan sözde akıllı analizler yapmışlar ve sahte benzerlikler kurmuşlardı. Saddam’ı, Kaddafi’yi, Batı karşıtı grupları, antiemperyalist İslami oluşumları, Filistin Kurtuluş Hareketini, hatta Çin’i, Rusya’yı ve Kuzey Kore’yi suçlamışlardı. Böylesi bir barbarlığın Amerikalılara tamamen yabancı olduğunu söyleyenler de çıkmıştı. Öyle ya, ne de olsa Amerika, yüksek irtifadan bombalamayı veya ambargolarla yavaş yavaş ölüme hazırlamayı, daha insani bulan bir anlayışa yatkındı! Ama bunlardan hiçbiri asıl sorunu çözmeyecek ve huzuru sağlamayacaktı. İsyanın kendisine saldırmak işe yaramazdı. Asıl saldırılması gereken, isyanı yaratan acılardı, barbar Batılıların insafsızlığıydı!
Bu saldırıların en az iki siyasi olumsuz sonucu olacaktı: Birincisi, zaten rahatsız edici ölçüde ırkçı emperyalist olan Amerika’nın şuursuz ve sorumsuz halkı, dedikleri gibi “48 yıldızlı bayrağın etrafında toplanacak” ve devleti; ne kadar barbarca bir politika izlerse izlesin, destekleyip alkışlayacaklardı. Amerikalılar, gezegenin geri kalanının nasıl bir bedel ödediğine bakmadan “Amerikan yaşam tarzı”nı korumakta daha da kararlı davranacaktı. Seattle’dan bu yana oluşan zayıf muhalif hareketler; marjinalize edilecek, hatta suçlanacaklardı! Öte yandan; ABD ve onun egemen olduğu dünya tarafından bozguna uğratılan, aşağılanan ve ezilen insanlar ve özellikle Müslümanlar, bu barbar imparatorluğu vurmak ve yıkmak için tek silahın terör olduğunu düşünmeye mecbur bırakılacak ve düşmanlıkları artacaktı.
“İşte tam da bu nedenle; küçük bir azınlığın yani Siyonist sermaye diktasının insanlığın çoğunluğu üzerinde kurdukları kültürel, ekonomik ve askeri egemenliğine karşı, artık gerçek bir siyasi mücadele, her zamankinden daha gerekli, daha önemli ve anlamlıdır.”[4] Ve Erbakan’ın başlattığı kutlu inkılap, O’nun sadık talebeleri ve takipçileri eliyle, şimdi mutlu sona yaklaşmaktadır.
Bu makaleyi sesli olarak dinleyebilirsiniz:
{mp3}erbakan_orjinal_kavramlar{/mp3}
[1] Bak. Keşif yayınları / Ocak 2005 / Ankara
[2] İbrahim: 46-47
[3] Suat Parlar
[4] Jean Bricmont
Onun en sadık talebesi Muhterem Ahmet Hocamız eliyle Yeni Bir Dünyada en yakın zamanda kuracak inşallah.
“İNSANLIĞIN GELECEĞİ TERBİYE OLMAMIŞ BATI AYGIRININ ELİNE BIRAKILAMAZ!” diyerek Yaşana Bilir Bir Türkiye, Yeniden Büyük Türkiye ve YENİ BİR DÜNYA’yı kurmak için; kollarını sıvayarak işe başladı Erbakan Hocamız. İktidar veya muhalefette iken devletin tüm imkânlarını kullanarak aynı zamanda, belediyecilik hizmetleriyle, Ülkemizi yaşana bilir hatta dünya standartlarının üzerine çıkarttı. Ağır sanayi hamleleri, özel sanayinin geliştirilmesi, D8’in kurulması, savunma sanayisindeki atılımlar, şahsiyetli dış politikasıyla; dünya ülkeleri, dış politikada artık Türkiye’yi göz ardı edemez hale geldi. Dünya’yı zalimce yöneten Siyonist batı aygırını, icat ettiği ileri derece teknolojik silahlarla durdurmaya başladı. Adil Düzen projelerini en iyi anlayan ve Onun en sadık talebesi Muhterem Ahmet Hocamız eliyle Yeni Bir Dünyayı da en yakın zamanda kuracak inşallah.
ERBAKAN
Bileği bükülmez, zalimin korkulu rüyası
Mazlumlara kurtuluş sunar, Haktır davası
Her bahar bir çiçekle başlar, parolası
Tek ölçü edinmiştir, Kur’an ve Resûlullahı
İç ve dış mihrakların hep hücumunda
Satılık kalemlerin, hedeftir sayfalarında
Züppeli, Müslüm ve Haydoların kirli ağızlarında
İftiralar düzülür, şeytanın uşaklarınca
Perinçek finosu salyasını akıtır
Oğuzhan Durduyan iftirayla saldırır
Yahudi bunlar eliyle algı yaptırır
Saadetin zavallıları bu oyuna kapılır
O hep kazandı, kaybeden Siyon şeytan
Gönüllerin sultanı, olaylara Ercebakan
Bize hakikati gösterip, ufkumuzu açan
Gerçek lider ve komutan, Necmettin Erbakan
Siyoniz mi Anlamak
Gerçek İslamla yozlaştırılmış islamın çarpışması ve DNA aıyla oynanmış islamın Siyonist projelere alet edilmesi son yüz yılın Siyonizim tarafından en büyük projesiydi. Yani siyonizim zıtlıkları jelatinleyip dünya hakimiyetine alet ediyor ve bu durum Aziz Erbakan Hocanın dışında farkesen bir islami yapıda çıkmıyordu.
Teşhis doğru koyulamayınca bazı islami hareketler Zulme direnme adına yola çıksalar bile Siyonizme uşak olup kullanılmaktan kurtulamıyorlardı.
Sonuçta batıl sömürü düzenini devam ettirmek için gücü bir hak sebebi sayıp insanlığı bu günkü felaketler eşiğine getiriyorlardı.
Öyleyse Ya ADİL DÜZEN kurulacak. Ya da bu felaketlerin sonuçlarına razı olunacaktı.