Beyin+Birikim+Bilek…
Beyin: Bizi; ekonomik , psikolojik ve politik bakımdan çok yönlü körleştiren ve köleleştiren “düşman”ın güç ve gelir kaynaklarını.. Resmi veya sinsi dayanaklarını… Ve bunları etkisiz bırakacak her türlü hazırlıkları bilmek, bulmak ve belirlemek için, elbette “beyinlerimizi, hem de son hücresine kadar” kullanmak… Derinlemesine düşünmek, değerlendirmek ve bunları önem ve öncelik sırasına göre derecelendirmek üzere yorulmak ve yoğrulmak gerekir.
Hadis’te “Bir saat tefekkür (ve tezekkür)ün bin saat ibadetten daha hayırlı sayılması” bunun içindir. Sadece kendimizin ve ailemizin değil, milletimizin ve insanlık âleminin bu zulüm ve zilletten kurtulması ve bu Siyonist sistemin yıkılması için fikir üretmek, çare düşünmek ve bilgi edinmek, haliyle en gerekli ve şerefli bir görevdir. Hz. Peygamber Efendimizin “Harb, hiledir” hadisi ile, psikolojik ve stratejik üstünlüğü elde etmek, gerekli ve gizli orijinal projeler hazırlayıp bunları taktik manevralarla pratiğe dönüştürmek için “Beynimizi” kullanmayı bir nevi emretmektedir.
Birikim: Farklı sahalarda görev yapacak ekip ve elemanlardan, işimizi kolaylaştıracak kamuoyu ve ortam hazırlamaya… Gerekli ve yeterli teknolojik donanımdan, her türlü maddi imkân bulundurmaya yönelik girişim ve birikimi olmayanlara herhalde “projelerini pratiğe dönüştürme” fırsatı verilmeyecektir. “Onlara karşı gücünüzün sonuna kadar (her türlü) kuvvet hazırlayın” (Enfal: 60) ayeti de bu gerçeği emretmektedir.
Bilek: Hain ve hakim rakiplerin, kendi saltanatlarını sürdürmek için, mutlaka sindirme faaliyetlerine başvuracağı ve silah kullanacağı kesindir. İşte bunlara karşı, nokta vuruşlarından nizami savaşlara kadar, her türlü askeri mücadele alt yapısının da hazırlanması ve “Güçlü ve cesur bilek”lerin bulunması gerekir.
Bu yüzden kurtuluş formülümüzü:
“Tezekkür+Teknoloji+Tetik”
Veya:
“Strateji+Sermaye+Silah”
Şeklinde ifade etmek te mümkün ve münasiptir.
Ne var ki; beyninden önce bileğine başvuranlar… Aklını kullanmadan kanını akıtanlar, kendilerini “israf etmiştir” , birikimlerini boşa tüketmiştir ve sonunda yenilmiştir.
İsraf: İmkan, eleman ve zaman yönünden, her türlü fırsat ve birikimlerimizi, sadece ölçüsüz ve dengesiz biçimde saçıp savurmayı değil, aynı zamanda “birikim ve becerilerimizi, bedenimizi ve bileğimizi, düşüncesiz ve projesiz olarak; getirisi ve götürüsü çok iyi hesaplanmadan harcamayı ve rasgele ortaya atılmayı da ifade etmektedir.
Çağımız, bilgi çağıdır. Savaş ve barışta akıl, artık atomdan öne çıkmıştır. Silahtan ziyade, siyaset ve stratejilerle sonuca ulaşılmaktadır. Çünkü küçük bir teknolojik üstünlük farkı, çok büyük klasik silah yığınaklarını boşa çıkarmaktadır.
Türkiye gibi; düşman unsurların ve “habis ur” ların, bünyesinin her organına ve sistemin her kurumuna sirayet ettiği bir durumda, oldukça sabırlı ve dikkatli bir tedavi uygulamak, ameliyat bıçağını ise elbette son çare olarak, hem de yerine ve usulüne göre kullanmak lazımdır.
Böylesine kuşatılmış ve yıkıma yaklaşmış bir ortamda, Milli kurtuluş ve karşı koyuş hareketlerinin acemi, aceleci ve sadece yüreklere su serpici girişimlerden, yani güçlerini ve gayretlerini israf etmekten uzak durmaları… Akılcı tedbirlerle kalıcı neticelere ulaşmaları, hayati önem taşımaktadır.
Çünkü bir ülkeyi çok yönlü kuşatıp, kontrol altına alan dış güçler ve içerideki işbirlikçiler, muhtemel ve Milli direniş ve direnişleri kontrol etmek için de gerekli hazırlık ve altyapıyı önceden hesaplamaktadır.
Bugün Türkiye’mizin, son bir iki asırdır, sistemli biçimde sürüklendiği çözülme sürecini, artık hali hazırdaki kanserleşmiş kurum ve kavramlarla önlemenin maalesef mümkün olmadığı… Bu nedenle vatanseverlerin ve vicdan ehlinin yeni bir Milli Mücadele ortamını ve organlarını hazırlamaktan ve harekete başlamaktan başka çareleri kalmadığı açıktır. Ancak bütün bu hizmet ve hareketler geçici hissiyat ve heyecanlardan uzak, akıllı ve sağlıklı olarak yürütülen, hem topluma hem dünyaya karşı haklı mazeret ve meşruiyetini de üretebilen bir çizgiye oturtulmalıdır.
Artık dünyanın “Hak” tan ziyade “güç” ten anladığı, gerçekten ziyade görünüşe aldandığı ve kendi insanımızın da, vicdanından çok cüzdanıyla düşünmeye başladığı da unutulmamalıdır.
Bu nedenle, muarazadan (saldırıdan) önce “mantık”, silahtan önce strateji sanatını kullanmak…
- a- Bilgi, birikim ve üretimi
- b- Ekonomik gelir ve sermaye edinimi
- c- Teknolojik araştırma ve sanayi gelişimi
- d- Kamuoyu oluşturma, sosyal ve siyasal ilişkileri yoğunlaştırma girişimi alanında gerekli ve yeterli birim ve ekipleri, eski tabirle farklı sahalardaki “Kuvay-i milliye milislerini” oluşturduktan sonra; icab ettiğinde devreye sokulacak ve silah ta kullanacak “operasyonel” ve özel kuvvetlere sahip olmak, kaçınılmazdır. Düzenli, disiplinli ve Milli ordular ise, haysiyetli, cesaretli ve tecrübeli komutanlar emrinde, bütün bunlardan sonra işe yarayacaktır.
Kısaca, Sesar’ın tesbitiyle: Artık vatanımızı ve kutsallarımızı, sadece “kanımızın son damlasına kadar” değil, ondan önce “beynimizin son hücresine” kadar savunma ve sahip çıkma gereği bulunmaktadır.
Mantık ve mantalite, akıl ve realite: Ülkemizi bu kötü gidişattan ve düştüğü girdaptan kurtarmak için, sadece toplumu bilinçlendirmenin… Gizli ve kirli ilişkilere ve hıyanet merkezlerine dikkat çekmenin… Resmi etiketleri “Milli” olsa da, aslında dış güçlerce ele geçirilmiş ve işgal edilmiş “kurum” lara güvenip beklemenin yeterli ve tutarlı olmayacağını… Bunların yanında, farklı alanlarda Milli diriliş ve direnişi örgütleyecek güçlü ve güvenilir, bilgili ve becerikli bir “milis” leşmeye… yani görünürde sivil, gerçekte disiplinli oluşumları, yarı askeri ve gayrı resmi yapılanmaları kurup geliştirmeye gitmenin kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır.
Bu “Vatanı kurtarma ve yeni bir dünya kurma” şuuru ve sorumluluğuyla yola çıkan milislerin yani Milli güçlerin de, klasik yöntemleri terk edip, orijinal ve organizeli sistemler uygulamadıkça, mevcut ve malum güçlerin maşası olmaktan kurtulamayacakları, ülkenin yıkılışına engel olayım derken, hızlandırıcı etken olacakları da hesaba katılmalıdır.
Çünkü, siyonizmin sömürü saltanatına ve küresel çaptaki şeytanlıklarına, değişik bölge ve boyutlardaki, kararlı ve proğramlı “Karşı çıkış” ları takip ve tespit etmek “yılanın başını küçükken ezmek”, bu fırsat kaçırılmışsa bu sefer hareketin beynine sızıp hedef değiştirmek, hatta kendi hesabına kullanıp kontrol etmek; emperyalizmin vazgeçilmez kuralıdır.
Öyle ise, tehlikenin büyüklüğünü ve yakınlığını aklımızdan çıkarmadan, ama asla telaş ve panik havasına da kapılmadan… “Bu ülkeyi mutlaka kurtaracağız!” inancı ve kararlılığı olmalıdır.
“Ülke elden gidiyor!” havası ve hezeyanı artık bırakılmalıdır. Çünkü zaten gitmiştir ve kaybedilecek bir kalemiz kalmamıştır. Türkiye maalesef Atatürk’ün Samsuna çıktığı ve Amasya tamimini yayınladığı şartlarla aynı konumdadır. Gençliğe hitabesinde öngördüğü ve haber verdiği tam bir kuşatılmışlık hali yaşanmaktadır.
Bu nedenle “Ülkeyi elden kaçıracağız!” diye değil “Ülkemizi nasıl geri alacağız? diye çırpınmalıdır. Yeni ve milli bir kurtuluş heyecanı başlatılmalıdır.
Evet, Türkiye çoktan kaybedilmiş ve kuşatılmıştır. Ama artık işgaller, ülkelerin sınırlarından, kıyılarından değil, bürokratlarından, bankalarından çıkarma yapılmaktadır. İşgal karakolları; medyadır, mason localarıdır. Ve artık, halkların bedenleri değil, beyinleri esir alınmaktadır. Bizden sandığımız diktatörler veya demokrasi demogojileriyle başımıza getirilen hükümetler, işgalcilerin sömürge valileri ve hatta IMF tahsildarları konumundadır.
Gizli işgal rejimlerinin ve dinsiz eğitim sistemlerinin tahribatları sonucu; inanç ve ahlak yozlaşmış, toplum Milli kimlik ve kültürüne yabancılaşmıştır. Öyle ki, sonunda aklı ve vicdanı ile değil, midesi ve maddesi ile düşünen, en basit menfaatleri için bile maneviyatını rüşvet veren, dünyalık kazanımları için kutsallarını feda eden idealsiz, iddiasız ve insafsız kalabalıklar ortaya çıkmıştır.
İşte Erbakan Hoca, Siyonist güçlerin böylesine her şeye hakim bulunduğu ve insanların bu denli bozulduğu bir dönemde ortaya atıldı… Uzun yollu ve zorlu bir alt yapı hazırlama gayretine başladı. Fabrika hatası olarak, sistemin çarkları arasından sağlam çıkabilmiş elemanların belirlenmesi, yetiştirilmesi, pişirilmesi, çeşitli imtihanlardan geçirilip elenmesi sürecinden sonra, elde kalan çekirdek kadroları kendi karakter ve kabiliyetlerine uygun alanlara kaydırdı.
Sadece Türkiye’mizde ve İslam ülkelerinde değil, tüm yeryüzünde zulme ve sömürüye karşı direnen, gizli ve açık örgütlenen, yerel, bölgesel ve evrensel oluşumlar meydana çıktı.
Erbakan Hoca, klasik ve hantal “Güç birliği” kurma yerine, stratejik ve pratik “güç ağı” oluşturma yolunu seçti ve başardı…
Çünkü düşmanın önüne;
- Kolaylıkla fark edilip hedef haline gelecek
- İçine rahatlıkla sızılıp, manipüle edilecek ve yanlış yönlendirilecek
- Yasal veya illegal yöntemlerle etkisiz hale getirilecek
- Münafıklık müessesesiyle ele geçirilecek cinsten hantal bir “Güç birliği” koymanın, ne kadar hatalı olacağının farkındaydı… Böylesine “Düşman çatlatan ve dostları rahatlatan” gösterişli oluşumların, kısa vadede yapacağı “geçici bir coşku” etkisine karşılık, bütün birikim ve kazanımları ve hatta potansiyel imkânları tehlikeye atma riski de vardı…
Rakipleri oyalamak, bazı amaçlar için araç olarak kullanmak, dikkatleri bunların üstüne yoğunlaştırıp başka hazırlıkları rahatlandırmak, düşman güçlerinin önüne yem olarak atıp, onların kötü niyetlerini ve hıyanetlerini topluma tanıtmak gibi hedef ve hikmetlerle kurulan resmi ve sivil teşkilatlar ise, bunların dışındaydı…
Evet, Klasik “Güç Birliği” yerine stratejik “Güç ağı” oluşturmak daha sağlıklıydı. Bunun için:
- 1- Çeşitli birimlerin gerekli alt yapısı ve çoğu dikkat dağıtmaya yarayan kapı tabelası olsa da, hainlere hedef, medyaya malzeme olmayacak, hücum edilip karalanmayacak şekilde İSİMSİZ ve CÜSSESİZ (Belirsiz ve belgesiz) bulunan…
- 2- Bağlı birimlerinin, tüzel kişilikleri ve fiziki varlıkları bulunsa da, beyin merkezinin kimliği, resmiyeti ve adresi belli olmayan… Dolayısıyla sızılması, satın alınması, saptırılması veya imhası çok zor olan…
- 3- Birimleri ve özel ekipleri arasındaki inzibat ve irtibatı, genel hedefler doğrultusunda, ama özel iletişim ve hareket protokolleriyle sağlayan…
- 4- Bir ekip veya birimin deşifre veya dejenere olması durumunda; onu bütün teşkilata zarar vermeyecek şekilde enterne ve asimile edip eritmeyi başaran ve gereğinde çoğalma ve savunma mekanizmalarını kendi içinde barındıran…
- 5- Gizlilik prensibini: Klasik anlamdaki “Yeraltına saklanma, çeşitli perde ve kılıflar arkasında çalışma” şeklinde değil, “Kendilerini takip ve taciz edebileceklerin kafasını karıştıracak, onların imkân, eleman ve zamanlarını boşa harcatacak… Çok önemli ve stratejik belgeleri; kasalarda, dosyalarda, bilgisayarlarda depolayarak değil, bunları formüle edip, şifreleyip parçalarını dağıtacak ve sahte kopyalarıyla rakipleri oyalayacak” yeni ve etkili bir yapılanmaya ihtiyaç vardı. Çünkü gizlediğin belge ve bilgi, haliyle ilgi odağıdır. Ve günümüzdeki teknolojik cihazlar ve analiz imkânlarıyla bunu yapmak çok ta kolaydır.
Saddam döneminde, Irak merkez bankasında ve çok özel güvenlik korumaları altında 47 milyar doların, CIA ve MOSSAD ajanlarının bir operasyonuyla nasıl çalındığı hatırlanmalıdır. Öyle ise; Artık kanımızın son damlasına kadar çarpışma sloganından önce “Beynimizin son hücresine kadar araştırma, anlama, akılcı ve kalıcı yöntemlerle çalışma” zamanıydı…
Çünkü: “Attığın taş, ürküttüğün kurbağaya değmedi” cinsinden gerekli ve yeterli şartlar oluşmadan ve olgunlaşmadan vaktinden önce sıkılan kurşun, kurbanı “Mazlum”, tetiği çeken kahramanı ise, “Katil” durumuna taşıyacak ve davamıza hizmet yerine hezimet sayılacaktır.
Ve hele toplumu yönlendiren medyanın ve diğer mekanizmaların, işgal güçlerinin ve hain işbirlikçilerin elinde olduğu bir ortamda, kurbanları mazlum ve kahraman konumuna çıkarmadan saf dışı bırakmanın yollarını bilmek ve bulmak lazımdır.
İşte aziz milletimizi ve tüm ezilenleri kurtuluşa ulaştıracak bu kutlu ve kutsal mücadelede; “Örgütlenme, strateji üretme, manevra yeteneğini geliştirme, davamıza zarar vermeden düşmanı etkisiz hale getirme, en az kaynakla rakiplerine en büyük kayıp verdirme” konusunda çalışıp yorulacak her beyin hücresi, akıtılacak her damla kandan daha değerli ve etkili olacaktır.
Ve unutmayalım ki: Ülkemiz dahil bütün yeryüzünde hakimiyet kuran ve Gizli Dünya Devletini oluşturan Siyonist merkezlerde aynı şekilde yapılanmıştır.
Kemiyet (Sayı ve silah çoğunluğu) bakımından değil, ama keyfiyet (stratejik ve pratik üstünlük) bakımından, Siyonistlerden daha orijinal ve marjinal bir yapılanma kaçınılmazdır…
Bu anlamda “Marjinalliğin” bir avantaj üstünlüğü olduğunu kavramaktan mahrum başbakanlar, yakında ne kadar “Boşbakan” olduklarını anladıklarında iş işten geçmiş olacaktır.
İşte Milli Görüşün başlattığı ve artık başarıya yaklaştığı, bu yeni diriliş ve direniş organizasyonları ve bunların dinamik ve disiplinli alt ve yan odakları şu özellikleri taşımalıydı:
- a- Kendinden emin ve rahat hareket eden, arkasındaki Milli Güce güvenen ve asla şaşkınlığa ve taşkınlığa kapılmayan…
- b- ” Tuzak bozma, tuzak kurma, taktik manevralar hazırlama” becerilerini birlikte ayarlayıp uygulayan…
- c- Düşmandan sakınan, ama saklanmayan, onların yanında, etrafında dolaşıp gözünün içine bakan ve gönlünden geçeni okuyan…
- d- Piyonları değil, patronları hedef alan… Artistleri değil, senaristleri kollayan… Kuklaları değil, kuklacıyı kovalayan…
- e- Alt ve yan birim ve bireylerin bazıları etkisiz ve çaresiz kaldıklarında; hemen yedek ekip ve elamanları devreye sokarak, cesaret ve metanetle yoluna devam edecek şekilde esneklik ve enerjisini kendi özünde barındıran…
- f- Ekonomik, politik, sosyolojik, teknolojik ve psikolojik yönden; her safhada ve her sahada, toplum hayatının içinde bulunan, değişen ve gelişen bütün şartları kendi davası yararına kullanan…
- g- “Bir atımlık barut, üç beş adımlık yolculuk” değil, uzun mesafeli, geniş ve derin perspektifli, yılmaz ve yorulmaz nefesli olan bir yapılanma ve teşkilatlanmaya ihtiyaç vardı…
Bu yapı, özellikle vurguladığımız gibi; “Güç birliği” kurma yerine “Güç ağı” oluşturma ve bunu vatanın (Ve tabi dünyanın) ayrı yerlerine dağıtıp, ama aynı hedefe koşturma esasına dayandığından, bu hareketin “Liderlik makamı ve mekanizması” da kendine özgün ve çağın gereklerine uygun olmalıydı. Bu nedenle, siyonist Zulüm ve sömürü saltanatını devirmek ve mevcut bozuk ve barbar dünya dengelerini değiştirip düzeltmek amacıyla yola çıkan bu yapılanma:
Klasik, rütbe ve yetki disiplinine ve alt-üst, emir-komuta zincirine göre ayarlanmış, HİYERARŞİK bir komuta merkezine değil; her şeyin, tek beyin merkezinin dolaylı kontrolünde bulunduğu, ama dağınık birim ve ekiplerin bu beynin kendisini ve adresini bilmediği, vücudun diğer organları bilinse de gövde üzerinde başın görülmediği bir HETERARŞİK liderlik mekanizmasına dayanmalıydı.
Önemine binaen tekrar ve özellikle belirtelim ki “vatanımızın ve temel insan haklarımızın korunması yolunda, kurşun atanların da, Vücuduna kurşun batanların da, kutsal ve kahraman sayılması ne kadar doğru ise… Bugün vatanımızın, kutsallarımızın ve tüm insanlığın hayrına olacak “Çok derin ve diriltici bilgi ve belgeleri” araştırıp bulanların da… Bunların gerektiği kadarını ve kolayca hazmedilecek “hap” lar halinde topluma sunanların da… Bu bilgi ve belgelerin gizli tutulması gereken kısmını, vatani ve vicdani bir sorumlulukla saklayıp, hiçbir makam ve menfaat karşılığı satmayanların da, en az onlar kadar kutsal ve kahraman olduğu unutulmamalıdır.
İşte Türkiye‘yi ve tüm mazlum milletleri, sürükledikleri bu Siyonist ve emperyalist girdaptan kurtaracak… Her yönden güçlenmiş ve gelişmiş… Ekonomik, siyasi, dini ve etnik sorunlarını halletmiş… Tabii ve tarihi şartların yüklediği liderlik potansiyelini harekete geçirmiş… Gerçekten özgür, üniter ve kendi teknoloji ve stratejisini üreten bir dünya devleti konumuna taşıyacak bu çağdaş Kuvay-ı Milliyecileri ve bu “stratejik Milis” güçlerini oluşturacak bir “beyin ve birikim” ülkemizin, hatta insanlık aleminin en büyük şansıdır…
Çünkü Ülkemiz, bölgemiz ve bütün yeryüzü; Siyonist ahtapotun sinsi ve kan emici kolları arasında kıvranıp durmaktadır…
İşte, AKP’nin ve emrine girdiği Siyonist sömürü sisteminin bozuk karnesine bakıldığında bu durum daha iyi anlaşılacaktır:
Yeryüzündeki yaklaşık 6 milyar insanın 2,5 milyarı yani % 40 kadarı; 31 trilyon dolarlık yıllık dünya gelirinin sadece 1 trilyon dolarını alabiliyor!..
950 milyon olan gelişmiş ülkelerdeki sadece % 5’i oluşturan yüksek gelirli bir kesim de, bu 30 trilyon doların % 45 ini yani 13 trilyon dolarını alıyor, geri kalan % 95 lik kesim ise geri kalanı paylaşıyor… Hatta bu gelişmiş ülkelerde bile, alt kesimle üst kesim arasındaki gelir dağılımı farkı 400 katına çıkıyor!..
Ve son 25 yıldır, yatırım ve üretim kapitalizmi, yani reel ekonomi, yerini giderek finans kapitalizmine yani faiz ve rantiye ekonomisine bırakmış bulunuyor!..
Türkiye’nin durumuna gelince:
1983 yılında 30 milyar dolar olan iç ve dış borç toplamı bugün 320 milyar’a ulaşmıştır.
AKP’nin bu 18 ay da (1,5 yıl) aldığı yeni borç miktarı; 80 milyar dolardır.
Geçmişte, kendisinden önceki DYP-CHP-ANAP iktidarı 17 milyar dolar olan faiz ödeme oranı, Refah-Yol döneminde 15 milyar dolara çekilmiş ve Erbakan hükümetinin de kalkınma hızı % 9’a yaklaşmıştır.
Ama 28 Şubat’ın ardından ANAP hükümetinde faiz ödemesi birden 112 milyar dolara fırlamış, AKP’nin ilk bir yılında ise, 60 milyar dolar olduğu açıklanmıştır.
Bunu bir günlük karşılığı 120 milyon dolardır.
Elazığ Ferro-Krom fabrikasının, 2004 yılında 58 milyon dolara dikkate alınırsa, Türkiye, IMF hortumuyla Siyonistlerin kasasına her gün 2 fabrika faiz ödediği anlaşılmaktadır.
30 bin talebesi ve 7 bin öğretim üyesi bulunan ODTÜ Üniversitesi’nin bir yıllık bütçesi ise 80 milyon dolardır.
AKP iktidarı 2004 bütçesini 150 katrilyon olarak bağlamıştır. Bunun 50 katrilyonu zaten açıktır… Geri kalan 100 katrilyonun 65 katrilyonu faize yatırılmıştır. Son dört ayda, 20 katrilyon, O da işçi, memur ve dar gelirli esnaftan vergi toplanmış, ama hepsi yani 20 katrilyon’un tamamı faize aktarılmıştır.
Refah-Yol döneminde, işçi, memur ve esnaf’a ve yatırıma bütçenin % 60’ı ayrılırken, şimdi AKP hükümetinde bu oran sadece % 14 kadardır.
Türkiye, bu taklitçi ve işbirlikçi zihniyetler elinde, hızla iflasa ve uçuruma yuvarlanmaktadır.
Tayland gibi bazı ülkeler bu uçurumdan, ancak uçkurunu çözerek… Yani ülkesini ucuz fuhuş pazarına çevirerek kurtulmaya çalışmışlardır.
Peygamber efendimizin “Ahir zamanda, ümmetim için en çok korktuğum, fakirliğin kafirliğe dönüşmesidir.” Mealindeki hadisinin tecelli ve tezahürleri yaşamaktadır.
Evet, artık akılcı, kalıcı ve köklü bir devrim ve değişim kaçınılmazdır.
Yarın, belki çok geç olacaktır!..
Bugünkü tek kutuplu şeytanlığın, genel olarak insanlığın önüne getirdiği proje Yeni Dünya Düzeni hilesidir. Özelde ise, içinde bulunduğumuz bölgeye önerilen proje Büyük Ortadoğu Projesi ya da Genişletilmiş Ortadoğu Projesidir.
Bu projeyi ortaya atanlar, bölge insanlarının daha müreffeh, özgür ve huzur içinde yaşayabilecekleri bir ortam önerdiklerini iddia etmektedir.
Ancak Siyonist liderlerin bu konuda samimi olmadıkları kesindir. Bugün dünyamızda yaklaşık 6.3 milyar insan yaşıyor. Bu insanların hepsi eşit yaratılmasına rağmen, nimetlerin bölüşümüne gelince, hiç de adil davranılmadığı çok açık bir şekilde gözler önündedir. Bu konuda birkaç örnek, bu zulüm ve dengesizliği çok net bir şekilde ortaya koymaya yeterlidir.
Bugün dünya nüfusunun neredeyse üçte biri, 2 milyar insan açlık, hastalıklar, kötü beslenme ve sefalet içerisinde sürünmektedir.
Yaklaşık 800 milyon insan her gün yatağına aç girmektedir ve yaklaşık 500 milyon insan kronik olarak kötü beslenmeden dolayı hastalık çekmektedir. Ancak diğer yandan, 1.7 milyar insan, fazla beslenmeden dolayı kilo vermek için tepinmektedir.
Endüstriyel ülkelerde bile 100 milyondan daha fazla insan yoksulluk sınırının çok çok altında bir yaşam sürmektedir.
Diğer yandan bugünkü Siyonist aileler bu fakirliği çok kısa bir zamanda yok edebilecek kadar zengindir.
Dünya toplam üretimi yaklaşık 31.5 trilyon dolardır. Fakirliğin ortadan kaldırılması için gereken kaynak dünya üretiminin sadece yüzde 1’i. Yani 315 milyar dolardır.
Bugün sadece ABD, yılda 10 Trilyon dolar mal ve hizmet tüketiyor. Bu miktarın yüzde 3’ü bile, dünyadaki bu fakirliği ortadan kaldırabilecek kadar yüksektir.
Bugün dünyaya nizam vermek isteyenlerin ilk önce yapması gereken şey, mevcut bu sefaleti ortadan kaldıracak adımları bir an evvel atarak insanlıklarını göstermelidir. Bunu yaptıkları takdirde, ortaya koyacakları BOP/GOP, BİP gibi diğer projelere karşı insanlar daha sıcak yaklaşabileceklerdir. Ancak bu kadar “himmet”i bile göstermeyen dış mihrakların, adil temellere dayalı bir dünya düzeni kurmaları mümkün değildir.
Ancak bu böyle gitmeyecektir. Cenab-ı Allah bütün insanları eşit yaratmış ve insanoğlunu dünyanın halifesi olarak tanımlamıştır.
Bu dünya adil temeller üzerine yeniden yapılandırılmalıdır. Dünya doğal kaynaklarının yüzde 85’i yoksul olarak tanımlanan bölgelerde yaşayan insanların elindedir. Bu insanların cari global sistemden onurlu bir pay almaları gerekirken, mevcut finans kapitalizmi (WB, IMF vb. gibi) sayesinde onlar global elitlere muhtaç hale getirilmişlerdir.
İşte anlatılan bu sebeplerle dünyamızın adil temeller üzerine yeniden yapılandırılması gerekir. Bu yeniden yapılandırma ise, temel ilkelerine ve müktesebatına baktığımızda ancak D-8 projesi ile mümkün olabilecektir. Bizler buna, Savaş değil Barış, Çatışma değil Diyalog, Sömürü değil İşbirliği, Tekebbür değil Eşitlik, Çifte Standart değil Adalet, Baskı- İşgal değil İnsan Hakları ilkelerine dayalı Yeni Bir Dünya projesi diyoruz.
15 Haziran 1997 tarihinde D-8 hareketini başlatanlar Çırağan Sarayı’nda bir araya gelerek bu konunun önemine bir daha en kuvvetli tonda işaret ettiler. Sn. Erbakan başta olmak üzere, Sn. Mahathir, Sn. Sheikh Hasina ve diğer delegelerin ifadeleri hem gelişen olayları açıklayıcı hem de önümüzdeki en az 20 yılı aydınlatıcı nitelikteydi.[1]
Özetleyecek Olursak;
Hürriyet, huzur ve güvenliğimiz: Geçmişi bilmeğe, günümüzü görmeye ve geleceğimizi düşünmemize bağlıdır.
1897 yılında İsviçre‘nin Basel kentinde toplanan 1. Siyonizm Kongresi‘nde alınan kararlara göre:
1- 1. Dünya Savaşı çıkarılacak ve Osmanlı, Rus ve Macar İmparatorlukları yıkılacaktır. 2- 1947 yılına kadar İsrail’de hazırlık yapılıp, 2. Dünya Savaşı çıkarılacak ve dünyadaki Yahudilerin oraya göç etmeleri zorlanarak sağlanacaktır. 3- 1997’de Büyük İsrail İmparatorluğu kurulacaktır. 4- Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise Osmanlının devamı görünümünde ama Büyük İsrail’in payandası rolüyle kurulup yaşatılacak ve 2. Dünya Savaşına sokulmayacak… Böylece 1997’de İsrail İmparatorluğu Türkiye’yi yıkarken Hıristiyanlardan arındırılacak. Böylece 1997’de İsrail İmparatorluğu Türkiye’yi yıkarken Hıristiyanlar ve Batı zorluk çıkarmayacaklardır. 5- Türkiye’nin kolay yıkılabilmesi için de halk ismen ve resmen değil ama fikren ve filen İslam’dan uzaklaştırılıp dinsizleştirilecek ve yozlaştırılacaktır.
İşte, kısaca özetlediğimiz bu planın uygulanması gereği olarak, Türkiye’de 28 Şubat müdahaleleri ortaya çıktı. İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı, Türkiye’de 28 Şubat krizi, başörtüsü krizleri, YÖK ve meslek liseleri krizleri… vs., bunları hepsi, hep 1897 Siyonizm Kongresi planının bir asır sonra uygulamalarıdır.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. İslami diriliş ve Milli Görüş sayesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılamadı… İsrail imparatorluğu kurulamadı… Ortadoğu’nun Baas Partileri ile dinsizleştirilmesi gayretleri amacına ulaşmadı. Türkiye’deki din düşmanlığı anlamında uygulanan lâiklik bir işe yaramadı…
Irak Savaşı’nda Fransa ve Almaya’ nın ABD’ye karşı çıkması, Rusya ve Çin’inde bunların yanında yer alması. Türkiye’de tezkerenin meclise takılması ve Euro’nun doları geride bırakması, ABD’yi süper güç sandalyesinden fiilen indirmiştir. Ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri’nde de Clinton’un Müslümanlarla işbirliği ve Siyonizm’e rağmen seçimdeki galibiyeti, sermayeyi şaşkına çevirmiştir. 1970’lerde önce Erbakan’ın başlattığı Milli Görüş hareketi sayesinde, daha sonra 1990’ların başında da Gorbaçov’ın etkisiyle bozulan sağ-sol dengesi, sermayeyi yeni taktikler aramaya yöneltmiştir.
İşte “BOP” isimli (veya her gün BİP, GOKAP, OSEGİT, gibi yeni versiyonları ortaya çıkıp başka şekilde isimlendirilen) proje, Ortadoğu’da Siyonizm’in bu mağlubiyetine karşı zaman kazanmak ve toparlanmak amacıyla ortaya atılan bir proje (ler) dir. Aslında, dünyayı iki bloka ayırıp yetmiş sürdürülen danışıklı düğüşün devamı için şimdi “komünizm“in yerini “İslâmizm“e verme gayretidir. Ne var ki, sosyalizmi kurarken sömürücü sermaye zorluk çekmedi. Çıkardığı savaşlarda dünyayı koyun sürüsü gibi çatıştırdı. Belki 100 milyona varan insanın kanlarını acımasızca akıttı. Sömürü sermayesi hâlâ o kanları akıtıyor. Ama artık binlerce, milyonlarca değil, sadece onlarca civarında akıtabiliyor. Artık insanlık dersini almıştır ve Siyonizm’in zaferi için insanlar kanlarını oluk oluk akıtmayacaklardır.
Tam bu sırada Türkiye’de özellikle İstanbul’da da yapılan toplantılar ve zirveler, “şaşkın sermaye”nin zaman kazanıp “tongaya düşürecek devletleri aramasından” ibarettir. “Sömürü sermayesi“nin tek istediği şey İran ile Türkiye’nin kapışmasıdır. Çünkü bu iki devletin savaşı İslâm dünyasını bitirecek; Türkiye’yi yok edecektir…
Milletimizin; mertlikten ve dürüstlükten kaynaklanan bir saflığı vardır. Kolay kandırılır. Ama kandırıldığını anladığı zaman, çok keskin bir tavır takınır. İntikamları çok acı ve ani olmaktadır. Türkler çok kolay kolay savaşa da girmezler. Ama bir gün savaş kararı alınırsa, artık ölmeye hazırdır ve hiçbir engel tanımamaktadır. Kimse mertlikle bizi yenemeyecektir. Çünkü “Ya istiklal, ya ölüm!” Türklerin temel prensibidir. Ve maalesef Osmanlılardan beri hep masada kaybediyoruz. Sanki İstiklâl Savaşı’nı biz değil de, Yunanlılar kazandı, İngilizler kazandı, Avrupalılar kazandı! Bu gafletten ve aşağılık kompleksinden dolayı da bugünlerde AKP Hükümeti yönetiminde Avrupa kapılarında sürünüyoruz!..
Ama batılılar yanılıyorlar. Müslüman Türkler yenilmediler, oyuna getirildiler. Bazı hükümetleri ve hainleri makam ve menfaatle kandırabilirler. Ama bu millet, hile ve hıyanetlerin farkına vardığı zaman iş tamamen değişecektir.
Peki, bu durumda biz şimdi ne yapacağız? Davamıza sahip çıkacak ve sadık kalacağız.
Allah ne diyorsa onu yapacağız:
“Sizinle barış isteyenle siz de barış isteyin. Korkmayın, Ben sizin yanınızdayım.”
Yine Kur’an ne diyor?
“İyilikte yardımlaşın, kötülükte yardımlaşmayın. ‘Barış’ diyene ‘Sen inanmış değilsin’ demeyin”
Hangi din ve düşünceden olursa olsun, iyi niyetli ve barışa istekli her milletle iş birliğine… Zalim ve saldırgan Siyonist sisteme karşı ise direnmeye devam edin.[2]
[1]
Milli Gazete / 04 07 2004 / M. Gündoğan
[2]
Milli Gazete/ 04 07 2004 / R. Nuri Erol
CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Makaleden de anlaşılacağı üzere ilk fitneyi şeytan'ın ırkçı bir düşünceyle başlattığı görülmektedir. Bu düşünce bugün…
Milli Çözüm, Milli sorumluluk ve vicdan ehli herkese sesleniyordu! "İran’a saldıran İsrail, aynı uyduruk bahane…
AHİR ZAMANDA MEHDİYET VE MESİHİYET HAREKETİNİN KUTLU ŞAHSİYETLERİNE DE DOLAYISIYLA ALLAH C.C.'NÜN DE ŞANINA ;…
MEHDİ-MESİH ÇOKTAN BULUŞTU!.. Kendini çok güçlü, sanan gafiller Aciz kıvranıyor, süper mahfiller İnançsız ahlâksız,…
SEVGİLİ MEHMET SEZAİ AYDINGÖZ, Ümit; Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretine, kullarına va’adine ve Hz. Resulüllah’ın müjde…
Bazen bir cümle çok şey anlatır; Bel'am bile ihtiyaç bırakmayan izansız,vicdansızlar !!!
İnsan kılığında, nice Şeytanlar Özgürlük savunur, bak şarlatanlar Kendi kalesine, hep şut atanlar Ey Şeytan…
Asıl Hedef Türkiye dir İsrail in asıl hedefi Türkiye dir. Bunun için BOP uygulanmaktadır. Irak,…
SONUN GELDİ İSRAİL Dünyanın vampiri, zulüm ocağı Piyonların amiri, şeytanın karargâhı Domuz postlu, hayvandan da…
Eğerki bir işi yapmak istemiyorsan Olaylara keramet uydurmak kolay,Bahane bulmak çok kolayda,hiçmi yaşadığın dönemdeki tarihten…