BİR ŞEYTAN-İKİ HANEDAN-ÜÇ HAHAM
(ROTHSCHILD + ROCKEFELLER + GUSH EMUNiM)
Yaklaşık 10 yıl kadar önceydi. İtalya açıklarındaki Malta Adasında, Kuzey Afrikalı Müslümanların yaptırdığı bir cami külliyesinin konferans salonunda; Hocamız, Siyonist sömürü saltanatının iki anaç ailesi Rotshchild ve Rockefeller'la ilgili, bugüne kadar başka hiçbir yerde duymadığımız ve okumadığımız, çok çarpıcı ve aydınlatıcı ayrıntıları içeren bir seminer vermişti.
Bir hastalığın; önce doğru tespit ve teşhisini koymadan ve onu meydana getiren virüsleri tanımadan ve ardından en isabetli ve etkili antibiyotikleri kullanmadan, rasgele uygulanacak bütün tedavi yöntemleri; rahatsızlıkları artırmaktan ve hastalığı azdırmaktan başka işe yaramayacağı gibi;
Yeryüzündeki ve ülkemizdeki açlık ve sefaletin… Ahlaksızlık ve rezaletin… Anarşi ve savaş felaketlerinin asıl mikrobu olan Siyonistleri ve onların elebaşı konumundaki aileleri ve şahsiyetleri iyi tanımadan, onlardan ve kurdukları tuzaklardan kurtulmak için yapılan bütün çabalar, olumlu sonuç vermeyecektir.
Başta Amerika ve Avrupa ülkeleri olmak üzere, bütün insanlık âlemini kanser hücreleri gibi saran bu Siyonizm denen şeytan şebekesini ve beşeriyet bünyesini, en az zarar ve zayiatla bunlardan kurtarma çarelerini en iyi bilen… Farklı kültür ve kökenden bütün halkların huzur ve hürriyet reçetelerini öğreten; Hocamız dışında başka birisini biz görmedik, kimse de gösteremeyecektir…
Rothschild'ler Eşkenaz (Doğu Avrupa) kökenli bir Yahudi Haham ailesinden gelmektedir.
Rockefeller ise; Amerika'da, sonradan Hıristiyanlara dönmüş Protestan Yahudi dönmeleridir. Ve Rotshchild'lerin özel himayesiyle yükselmiş ve Amerika'yı ele geçirmiştir.
Batı Medeniyeti denen, sömürme ve sindirme düzenin Avrupa ayağı Rotshchild, Amerika ayağı Rockefeller denen Yahudi asıllı Protestan dönmelerin tekelindedir.
İmanımızın temeli Hayrı da, Şerri de, Allah'tan bilmektir. Şeytani güçler de, Rahmani güçler de, Allah'ın takdir ve kontrolündedir. Her şeyde, her yerde ve her halde hükmünü yürüten Allah'ın iradesidir. Allah sadece Rabbil Müminin değil, Rabbil Âlemindir.
Bu imtihan dünyasında, hikmet ve adaletinin gereği: Siyasi, iktisadi, ilmi ve askeri… Her husustaki başarıyı… Her sahadaki imkân ve iktidarı "Sünnetullah" denen tabii kanunlara uygun olarak; sabırlı, kararlı, planlı ve devamlı çalışan tarafa vermektedir.
Böylece Hak ve hoşgörü medeniyetleriyle zulüm ve sömürü düzenleri; kendi amaçları doğrultusundaki gayret, cesaret ve samimiyetleri oranında ileri geçmekte ve yeryüzünde hüküm sürmektedir.
Hocamız Rotshchild'lerin İngiltere deki gizli saltanat merkezini şöyle anlatmıştı:
Britanya açıklarında Rotshchild'lerin özel başkenti olan bir ada vardır… Bu adanın üstünden ve çevresinden İngiliz uçaklarının, gemilerinin ve denizaltılarının bile geçmesi yasaktır.
Çok hassas koruma tedbirleri ve uyarı alarm sistemleri ile donatılmıştır.
Bu adada Rotshchild'in malikânesi dışında dünyadaki bütün ülkeleri kapsayan farklı konularla ilgili 400 (dört yüz) civarında uzman danışmana ait, ayrı ayrı villalar bulunmaktadır. Bu çok özel adada uzmanların ve aile efradının sosyal ve ekonomik her türlü ihtiyacını karşılayacak bütün imkânlar hazırlanmıştır. Ancak bu villaların her birinin giriş-çıkış yolları, labirentler gibi karışıktır, şifreli kapıları sadece sahiplerine açılmaktadır. Bu danışmanlar birbirlerini tanımamaktadır ve ikili buluşmaları yasaktır.
Özel malikânesinde oturan, doksan yaşında olup, yüz türlü hap ve ilaçla ayakta duran… Rotshchild, her gün, onlarca danışmanını teke tek çağırıp rapor almadan ve gerekli talimatları onlara aktarmadan yatağına yatmamaktadır. En fazla uzman-danışman kullandığı ülkelerin başında ise Türkiye bulunmaktadır.
Filan ülkedeki, filan siyasi lider hakkında, kontrolümüzdeki medyada karalama kampanyası başlatıldı mı? Şu gazetelerde, şu yollu manşetler atıldı mı?
Bazı yüksek makamlara, bizim öngördüğümüz masonlar atandı mı?
Filan terör örgütüne, şu, şu imkânlar ve silahlar sağlandı mı?
Şu ülkede bize sorun çıkaran iktidara karşı askeri ihtilal veya isyan süreci için düğmeye basıldı mı?
Bizim adamlarımız olan, Hıristiyan, Müslüman, Moon veya Brahman filan din adamlarının etkinliğini artıracak ve reklâmı sayılacak girişimler yapıldı mı?
Şu, şu yatırımlar gerçekleşip, şu ve şu şirketler batırıldı mı?
Filan savaş ve saldırının şokunu azaltmak için şu, şu şekilde suni gündemler oluşturulup dikkatler dağıtıldı mı? Gibi sorularını tek tek soran, eksiklik ve aksaklıkların nedenlerini ve çarelerini araştırıp bulan bu ihtiyar Siyonist, bütün bunlara "Siyonizm'in dünya hâkimiyeti" gibi şeytani inançları ve amaçları için ibadet niyetiyle katlanmaktadır.
Kabalist Hahamların Şeytanla ilişkileri, bütün dünyaya hâkimiyet hedefleri ve bunun için ekonomik gücü ele geçirme ve bütün ülkeleri etkileme istekleri; asırlardır biline gelmektedir.
Yahudi toplumunun parayla olan ilişkisi, büyük ölçüde İbrani öğretisinden kaynaklanır. Bilindiği gibi Yahudilik, dünya-merkezli ve maddeye yönelik bir dindir. Bu nedenle, İslam ve Katolik dinlerinde uzak durulması söylenen "para hırsı", tam aksi bir şekilde, Yahudilikte meşru, hatta teşvik edilen bir dürtüdür. Bu nedenle de söz konusu iki dinde yasaklanan faiz, Yahudilikte serbest bırakılan, hatta tavsiye edilen bir kazanç yöntemidir. Bazı araştırmacılar, Yahudi-para ilişkisinin dini boyutunu özenle vurgulayarak, "Yahudilerin parasal işlemler konusundaki tercihlerinin dini düşüncelerinden kaynaklandığını" söylemektedir.
1- Faiz, Ortaçağ'daki Yahudi ekonomik gücünün de temelini oluşturmuştur. Kimsenin tefecilik yapmadığı bir ortamda, bunu bir dini emir olarak gören Yahudiler tefecilikle özdeşleşmişlerdir. Judaica (Yahudi Ansiklopedisi), Ortaçağ'da Yahudi tefecilerin genelde % 30 civarında faizle borç verdiklerini ancak bu oranın zaman zaman % 100'lere bile vardığını yazıyor (enflasyonsuz bir ortamda bu rakamın büyüklüğü elbette çarpıcıdır). Ortaçağ boyunca "Yahudi" ve "tefeci" kavramları o kadar özdeşleşmiştir ki, bazı dillerde aynı anlamda kullanılır olmuştur. O dönemdeki bazı Almanca kitaplarda "wucherer" (tefeci) kelimesinin "Yahudi" anlamında; "judaizare" (Yahudileşme) sözcüğünün de "faiz alma" anlamında kullanıldığına rastlanır.
Yahudi tefecilerin önemli bir özelliği de, mesleklerini sürekli olarak babadan-oğula aktarmaları ve bu şekilde sürekli katlanan bir sermaye ile büyük bir ekonomik güce ulaşmalarıdır. Bu nedenle Ortaçağ'da pek çok Kral Yahudilerden borç almışlardır. Bunun çarpıcı bir örneğini kitabın ilk başlarında incelemiştik: İspanya Kraliçesi İsabella'nın Granadalı Müslümanlara karşı girişip 1492'de kazandığı savaşı, (aynı zamanda da bir Kabalacı olan) Isaac Abrabanel adlı tefecinin finanse ettiğini görmüştük. Kolomb'un yolculuğu da Abrabanel ve diğer başka bazı Yahudilerce finanse edilmişti. Bunlar, "finansman" kavramının, en başından beri Mesih Planı'nda önemli bir yer tuttuğunun işareti olarak yorumlanabilir. Yahudilerin 16. ve 17. yüzyıllardaki ekonomik güçleri, köle ticareti, sömürgecilik gibi alanlardaki büyük rolleri bilinmektedir. Amsterdam'da kapitalizmi doğuranların da Sefarad Yahudileri olduğu da bir gerçektir.
2- 17. ve 18. yüzyıllarda doğan yeni bir sınıf ise Yahudilerin ekonomik gücünü siyasi alana da taşıdı. Bu sınıf, "Saray Yahudileri" (Court Jews) olarak adlandırılıyordu ve yeni kurulmaya başlanan merkezi mutlak devletin finansman ihtiyacından doğmuşlardı. Bu Yahudiler, özellikle Protestan reformunun ardından Papa'nın otoritesinden bağımsız olarak kurulan yeni merkezi devletlerin yardımına koşan varlıklı tefecilerdi. Özellikle Avrupa'nın Protestan ve Katolik güçleri arasındaki kanlı Otuz Yıl Savaşları, hem savaş sırasında hem de sonrasında büyük bir finansman açığı doğurmuştu ve bu açık Yahudilerce kapatıldı. Bunun yanında yeni kurulan merkezi devlet mekanizması, tüm yetkileri elinde toplamak istiyordu ve bunun için de öncelikle büyük bir finansman ihtiyacıyla karşı karşıya kalmıştı. Yeni devlet aygıtının; ordu toplayıp beslemek, bürokrasi oluşturmak, otoritesini sağlamlaştırmak için ihtiyaç duyduğu parayı karşılayan Yahudiler, doğal olarak yeni mutlak yöneticilerin yanında büyük bir güç ve saygınlığa kavuştular.
Merkezi devletlerin giriştiği savaşların finansmanı da, söz konusu "Saray Yahudileri"nden sağlanıyordu. Judaica, örneğin Osmanlı'ya karşı giriştiği savaşlar sırasında Avusturya'nın tüm bütçesinin üçte birinin Yahudilerden alınan borçlarla karşılandığını bildiriyor. Bu "savaş finansörlüğü", Saray Yahudilerinin başta gelen işlevlerinden biri haline geldi. Öyle ki, çoğu zaman karşılıkla savaşan her iki devlet de, masraflarını Yahudilere borçlanarak karşılıyordu. Bu nedenle de, savaş finanse etmek ve bu kirli işten kar yapmak, kısa sürede Yahudilerle özdeşleşen bir "meslek" halini aldı. (Bu "savaş finansörlüğü", Kuran'da bildirilen, Yahudilerin yeryüzünde "savaş amacıyla ateş alevlendirdikleri" ve "yeryüzünde bozgunculuğa çalıştıkları"[1] haberine de uygundu kuşkusuz.)
"Saray Yahudilerinin en önemli özelliği ise yüksek bir "ırk bilinci"ne sahip olmalarıydı.
Judaica, hem Protestan hem de kimi zaman Katolik kral ve prenslerin yanında büyük bir güce ulaşan bu Yahudilerin tamamına yakınının, kendi çıkarlarını değil, Yahudi toplumunun genel çıkarlarını koruduğunu anlatıyor ve bu nedenle de Yahudi toplumlarının lider ve temsilcileri (İbranice Shtadlan) haline geldiklerini bildiriyor. "Yahudi Ansiklopedisi", ayrıca Saray Yahudilerinin Yahudi politik eşitliğinin sağlanmasının öncüleri olduğunu da vurguluyor.
3- Fransız Devrimi'nin ardından Saray Yahudileri devri kapandı ve yeni bir dönem, Yahudi bankerler dönemi başladı. Bu bankerlerin gücü, eski Saray Yahudilerinden çok daha fazlaydı. Goldschmidt, Oppenheimer, Seligmann hanedanlarının kurduğu finans imparatorlukları bu dönemde, 19. yüzyılın başında doğdu. Bu finans imparatorluklarının en ünlüsü ve kuşkusuz en önemlisi ise Rothschildlar'dı.
A- Rothschild Hanedanının Öyküsü:
Judaica, (Yahudi Ansiklopedisi) "19. yüzyıldaki Yahudi bankacılığı, Rothschildlar'ın Frankfurt'taki yükselişiyle başladı" diyor. Kuşkusuz Rothschildlar'la birlikte yalnız 19. yüzyıldaki Yahudi bankacılığı değil, yeni bir devir de başlamış oluyordu. Alman tarihçi Prof. Wilhem bu konuda şöyle der: "Rothschildler Avrupa politikasına paranın hükmünü getirmiştir. Dünyayı paranın ve onun fonksiyonlarından ibaret hale getirmek için çalışmışlardır." Frederic Morton ise, The Rothschilds adlı kitabının önsözünde "son yüz elli yıldır, Rothschild hanedanının Avrupa tarihindeki perde arkası rolü şaşırtıcı boyutlardadır" diyor ve ekliyor, "yalnızca bireylere değil, uluslara da borç vermeyi başardıklarından dolayı inanılmaz karlar elde ettiler." Belki de bazılarının dediği gibi, Rothschildlar'ın zenginliği, ulusların çöküşüne bağlıydı."
Hanedan 1800'lü yılların hemen başında Almanya'da doğmuştu. Frankfurt'ta 1744'te doğan Eşkenaz Yahudisi Mayer Amschel Rothschild, hanedanın kurucusuydu. "Bir ulusun parasının denetimi elimde olsun, onun kanunlarını kimin yazdığını umursamam artık" diyordu. Önceleri Mayer Amschel, Frankfurt'ta faizle borç para veren fırsatçı bir tefeciydi. Gittikçe zenginleşen Amschel, Avrupa ekonomisinin merkezi haline gelmeye başlayan Frankfurt'taki en güçlü banker oldu ve beş oğlunu, Avrupa'nın diğer finans merkezlerine göndererek Rothschild hanedanını kurdu. Beş ok ile sembolize edilen Rothschild hanedanının varisleri, finans dünyasında izledikleri yayılmacı politika sonucunda Avrupa ekonomisini büyük ölçüde kontrol altına aldılar.
Bu beş oğuldan Amschel Mayer Frankfurt'ta kaldı. Solomon Mayer Viyana'ya, Karl Mayer Napoli'ye, James Jacob Mayer Paris'e ve Nathan Mayer de Londra'ya gitti. Bu beş Rothschild da gittikleri finans merkezlerinde büyük güce ulaştılar.
1816'da Viyana'ya giden Salomon Mayer, Habsburg hükümet bankacılığında kilit kişi oldu. Bu arada Avusturya'nın ünlü devlet adamı Metternich'le çok yakın ilişkiler kurdu (hatta 1848 devrimi sırasında Metternich'in kaçmasına yardım ettiği söylenir). Avusturya sınırları içinde Yahudilere yapılan her türlü yasal kısıtlamaların kalkmasını sağladı. Salomon Mayer'in ikinci oğlu Anselm Salomon ise Viyana'da, beş Yahudi ailesi; Arnstein, Eskeles, Geymuller, Stein ve Sina tarafından paylaşılan banka tekelini devraldı.
1821'de Napoli'de bir şube açan Karl Mayer ise İtalya'nın en önde gelen bankeri oldu. Sardunya, Sicilya, Napoli'ye hatta Papa devletine büyük miktarlarda borç verdi. Diğer dört oğlu da Rothschild ailesi üyeleriyle evlendiler.
Beşkardeşin en küçüğü olan James Jacob Mayer, 1812 yılında Paris'e gitti ve Rothschild Freres şirketini kurdu. Fransa'daki Yahudi toplumuyla yakın ilişkiler geliştirdi. Yönetimle de iyi bağlar kurarak, Fransa'yı İngiltere'yle birlikte Rothschild'lerin en önemli kalesi durumuna soktu. Öyle ki, 27 Temmuz 1844'te Mazzini şöyle diyordu: "Eğer Rothschild isterse Fransa'nın kralı olabilir." 1909 baskılı Jewish Encyclopedia'da ise Rothschild'lerin Fransa'daki gücü şöyle açıklanıyordu: "1848 yılında Paris bankacıların toplam 352 milyon frankı olduğu halde, yalnızca Rothschild, Paris'te 600 milyon franka sahipti." 6
İngiltere'ye giden Nathan Mayer ise 1806'da Hannah Barent Cohen ile evlendi. Bu ilişki onu İngiltere'nin Sefarad cemaatine de dahil etti. Judaica, Nathan Mayer'in, henüz 1810 yılında, Londra para piyasasındaki en büyük güç haline geldiğini bildiriyor. 1815'te, Nathan Mayer, Waterloo'daki İngiliz zaferini, kurduğu erken istihbarat ağı sayesinde çok önceden öğrendi ve Londra borsasına koşarak aldığı hisseleri ertesi gün çok büyük miktarla satarak bir gecede inanılmaz bir servet elde etti.
1836'da hanedanın Londra'daki temsilcisi Nathan Mayer Rothschild ölünce en büyük oğlu Lionel Nathan Rothschild başa geçti ve sadece Londra bölümünün iş bağlantılarını sağlamakla kalmadı, ayrıca İngiliz Yahudi toplumunun 30 yıl liderliğini de yaptı. Mali operasyonlarından bazıları; Kırım Savaşı'nı devam ettirecek 16 milyon poundluk borcun sağlanması ve 1875'te İngiltere'de "İngiliz asilzadesi" ünvanını kazanan ilk Yahudiydi. Bankerlik işine girmeden önce, ünlü bir haham ailesi olarak tanınan Rothschildlar, genelde "kirli" yollardan elde ettikleri dev servetle büyük bir ekonomik ve politik güce ulaştılar. Hanedanın en önemli özelliği ise bu büyük gücü, yalnızca ailevi çıkarlar için değil, tam tersine asıl olarak, bağlı oldukları ırkın çıkarlarına uygun olarak kullanmalarıydı. Bu nedenle Siyonist harekete ve İsrail Devleti'ne çok büyük yardımlar yaptılar. Ancak en büyük "icraatları, Yeni Düzen'i kontrol edecek olan politik kurumları oluşturmak" olacaktı.
Rothschildlar'ın kurdukları bu hanedan ağı, onlara büyük bir ekonomik güç getirdi. Alman tarihçi Werner Sombart, Jews and Modern Capitalism adlı kitabında şöyle der: "1820 sonrasındaki dönem 'Rothschildler'in çağı' olarak bilinir. Öyle ki yüzyılın ortasında finans çevrelerinde şu yargı genel bir inanç haline gelmişti: Avrupa'da tek güç vardır, bu da Rothschild'lerdir." John Reeves ise, The Rothschilds; The Financial Rulers of Nations adlı kitabında şöyle yazar:
Nathan Rothschild'ın İngiliz Hükümetine ilk yardımı 1819'daydı ve 60 milyon dolarlık borç verdi; 1818-1832 arasında 105.400.000 dolar miktarında sekiz adet borç daha verdi; aşağı yukarı 700 milyon dolarlık 18 adet hükümet borcu oluşturdu. Etkileri o kadar güçlüydü ki, hiçbir savaş Rothschild'lerin yardımı olmadan gerçekleşemezdi. Politika ve ticaret dünyasında öyle güçlü bir pozisyona yükseldiler ki bir anlamda Avrupa'nın diktatörleri oldular.
Ünlü Amerikalı Yahudi yazar Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism (Totaliterizmin Kökenleri) adlı kitabında Rothschildlar'ın gücüne değinirken, 19. yüzyılda pek çok devlet adamının günlüklerine, "yeni bir savaş çıkmayacağını, çünkü Rothschildlar'ın şimdilik böyle bir şey istemediklerini" yazdıklarına dikkat çekiyor. Arendt, özellikle Tarihçi J. A. Robson'ın Imperialism adlı kitabında yazdığı şu satırları da vurguluyor: "Eğer Rothschild ailesi buna karşı koyarsa, herhangi bir Avrupa ülkesinin ciddi bir savaşa girebileceğine inanan var mı gerçekten?" Arendt, Metternich'in şu tespitini de aktarıyor: "Rothschild ailesinin Fransa devleti üzerindeki etkisi, başka herhangi bir yabancı devletin etkisinden daha fazladır."
Bu, Rothschildlar'ın tek başlarına bir devlet kadar güç elde ettikleri anlamına geliyordu. İşin bir başka ilginç yanı da, Rothschildlar'ın bu kazançlarının çoğu kez başkalarının yıkımını getirmesiydi… E. C. Knuth, The Empire of the City adlı kitabında, bu konuya dikkat çekerek şöyle diyor: "Şu tartışmanın ötesinde bir gerçektir ki, Rothschildlar, servetlerini, tarihteki büyük çalkantılar ve büyük savaşlar sırasında, yani başkalarının büyük paralar yitirdiği zamanlarda oluşturmuşlardır."
Gerçekten de, Avrupa ülkelerin içinde bulunduğu savaşlar dolayısıyla meydana gelen ekonomik krizler ve her türlü kargaşa ortamı en fazla Rotshchildlar'ın işine geliyordu. Rothschildlar'ın en çok sözü edilen özelliklerinden biri de, eski Saray Yahudilerinin geleneğine uyarak, savaşan iki tarafı birden finanse etmeleriydi. Napolyon Savaşları sırasında, hanedanın Paris'teki kolu James Jacob Mayer Fransız ordularını, kardeşleri ise karşı taraftaki orduları finanse etmişlerdi. Napolyon Savaşlarının ardından Fransa'nın ödediği 120 milyon poundluk tazminatın ödenmesinde de Rothschildlar aracılık etmişti.
Bu "kirli" yöntemleri kullanan Rothschildlar, yüksek faizle borç vererek çok büyük miktarda karlar elde ettiler. Judaica'nın bildirdiğine göre, yalnızca 1815-1828 yılları arasında Rothschild serveti 3.332.000 franktan 118.400.000 Franka çıktı. Böylece tefecilik/faiz yöntemini kullanarak insanları sömüren Rothschild imparatorluğu doğdu.
Kullanılan bu yöntem, tam olarak Kuran'da dikkat çekilen yöntemdi: Kuran, Yahudilerin, "ondan (faizden) nehyedildikleri halde faiz aldıklarını ve insanların mallarını haksız yere yediklerini" bildiriyordu.[2]
Yahudi Bankerler; Mesih Planı'nın Yeni Uygulayıcıları
Tüm bunların ötesinde dikkat çekici olan bir şey daha vardı: Rothschildlar'ın elde ettikleri güç, yalnızca bir ailenin elde ettiği güç değildi. Ailenin son derece dindar ve kindar bir geleneği vardı ve elde ettikleri gücü de bu geleneğe, yani Yahudiliğin genel hedeflerine uygun olarak kullanıyorlardı. The Üniversal Jewish Encyclopedia şöyle diyor: "Ailenin 17. yüzyıl kayıtları bazı hahamların isimlerini içermektedir. Rothschildlar'ın yaşantılarında Yahudi kurallarına olan dikkat çekici bağlılıkları, her nesilde bir Rothschild'ın Yahudi faaliyetlerinin organizatörü olmasını sağlamıştır."
Zaten hanedanın kurucusu olan Mayer Amschel, güçlü bir "ırk bilinci"ne sahipti. Bu nedenle de, Tevrat'ın "kızlarınızı onların oğullarına vermeyeceksiniz ve oğullarınıza ve kendinize onların kızlarını almayacaksınız" hükmü gereği, oğullarına "ırk-dışı evlilikler" yapmamalarını vasiyet etmişti. Bu kural, hanedanın üyeleri tarafından titizlikle uygulandı. Rotshchildlar, ya başka Rothschildlar'la, ya da Warburg, Oppenheimer gibi başka Yahudi hanedanlarla evlendiler.
Rothschildlar'ın İbrani öğretisine bu denli bağlı olmaları kuşkusuz çok önemliydi. Çünkü İbrani öğretisi, Yahudilere diğer uluslar ve dinler üzerine bir egemenlik vaad ediyordu. Ve Kabalacılar da bu egemenliği gerçekleştirmek için çalışıyor, Mesih Planı uyarınca "tarihin akışını değiştirme"ye uğraşıyorlardı. Güç istiyorlardı. Rothschild gibi "ırk bilinci" yüksek bir ailenin böylesine dev bir ekonomik güce ulaşması ise kuşkusuz Mesih Planı için dev bir destek anlamına geliyordu.
Rothschildlar dev Yahudi bankerlerin belki en ünlüleriydiler, ancak tek değildiler. Onlarla aynı dönemde yani 19. yüzyılın başında yükselişe geçmiş olan Goldschmidt, Oppenheimer gibi Yahudilere, yüzyılın sonlarına doğru yeni finans imparatorlukları kuran Warburg, Schiff, Lehman, Kahn gibi yeni hanedanlar da eklenmişti. Öyle ki, 19. yüzyılın ünlü sosyalistlerinden Bruno Bauer, "Viyana'da sadece saygı gören Yahudi, sahip olduğu mali güç sayesinde bütün imparatorlukların kaderini belirliyor. Alman devletlerinin en küçüklerinde hakları olmayabilen Yahudi, Avrupa'nın kaderine karar veriyor" diyordu.
Amerikalı yazar Eustace Mullins, The World Order: "Our Secret Rulers" adlı kitabında, söz konusu Yahudi bankerler arasındaki ilişkilere de değiniyor. İlk dikkat çeken, hemen hepsi Alman kökenli olan bu Eşkenaz hanedanların, az önce de vurguladığımız gibi birbirleriyle de büyük bir dayanışma içinde olmaları, hatta bir tür kapalı toplum oluşturmalarıdır. Çünkü sürekli birbirleriyle alış-veriş eder, birbirlerini destekler ve birbirlerinden kız alıp-verirler. Yahudi yazar Nathan Ausubel de bu önemli bağlantıya değinerek, "Yahudiler Batı Avrupa'ya kapitalizmin yerleşmesini, çok geniş akrabalık bağları ve pazarları kontrolleri altında tutmaları sayesinde sağladılar" demektedir.
Böylece bu Yahudi bankerler, 20. yüzyılın başında ellerindeki ekonomik güç ve kurdukları "ırk dayanışması" sayesinde çok büyük politik sonuçlar elde edecek hale geldiler. Elbette dünyanın tüm büyük sermayedarları, Yahudilerden oluşmuyordu. Ama Yahudi sermayedarların özelliği diğer "meslektaş"larından farklı olarak politik sistemi yalnızca "daha çok kar" etme amacına uygun olarak değil, bir de "Siyon idealini gerçekleştirme" hedefine, ya da bir başka deyişle Mesih Planı'na uygun olarak yönlendirmeye çalışmalarıydı.
Rothschild hanedanı, Mesih Planı'na uygun olarak çalışan bu finansörlerin kuşkusuz en önemlisiydi. Her şeyden önce, Rothschild hanedanı, Yahudi bankerler arasındaki hiyerarşinin en tepesindeydi; yani Yahudi ekonomik gücünün lideriydi. Bu nedenle de Siyasi Siyonizm akımının lideri Theodor Herzl, ilk olarak Rothschildlar'dan destek istemeye gitmişti. Hanedan kısa süre sonra Siyasi Siyonizmin ve Filistin'e yapılan Yahudi göçünün en önemli destekçisi haline gelmişti. Daha sonra da Rothschildlar, İsrail'in en önemli ekonomik dayanaklarından biri oldular. Örneğin, Rothschildlar, İsrail'in ünlü Dimona Nükleer Santrali'ni de finanse ettiler.
Ancak burada Rothschildlar'ın Siyasi Siyonizm projesine ve daha sonra da İsrail Devleti'ne verdikleri desteği değil, daha başka "icraat"larını konu edineceğiz. Çünkü Mesih Planı, önceki bölümlerde de incelediğimiz gibi yalnızca Vaat edilmiş Topraklar'la sınırlı kalmıyordu. Sonuçta umulan bir dünya egemenliği olduğu için, Plan, tüm dünyayı dönüştürmeyi ve Mesih geldiğinde kesin olarak kurulması beklenen dünya egemenliğinin altyapısını kurmayı amaçlıyordu.
Kısacası, 20 yüzyılın başında, Yahudi önde gelenleri ki artık bu önde gelenlere ağırlıklı olarak Yahudi bankerler de dâhildi için yerine getirilmesi gereken üç büyük hedef vardı:
1- Dini otoritenin tam olarak yenilgiye uğratılması (ki artık bu dini otorite Papa değildi, o 19. yüzyılın son çeyreğinde politik yönden İttifak tarafından yok edilmişti. Bu dini otorite, Halife, yani Osmanlı'ydı.)
2- Ayakta kalan monarşilerin de yıkılması. (İttifak'ın hiçbir zaman çok güvenmediği ve "istikrarsız" bulduğu monarşilerden zaten üç tane kalmıştı: Avusturya-Macaristan, Rusya ve Osmanlı)
3- Vaat edilmiş Topraklar'ın, Yahudilerin, ya da: şimdilik, sonradan buraları Yahudilere verecek "özel iktidarların" kontrolüne bırakılması.
Ne ilginçtir ki, I. Dünya Savaşı, tam da bu hedefleri yerine getirdi… Türkiye bir Siyon Devleti olarak planlandı. Atatürk bu oyunu bozmak isteyince zehirlenip devre dışı bırakıldı.
B- Rothschild'ın Desteğiyle Doğan Rockefeller İmparatorluğu
Rockefeller'ın gerçek kimliğinin yanı sıra, bu hanedanın nasıl ABD'nin bir numaralı ekonomik gücü haline geldiğini incelediğimizde de ilginç bir tabloyla karşılaşıyoruz. Çünkü Rockefeller gücü, başta Yahudi sermayedarlar arasındaki hiyerarşinin en üstünde oturan Rothschildlar olmak üzere, büyük Yahudi sermayedarların olağanüstü desteği ile oluşturulmuş durumda.
Amerikalı yazar Eustace Mullins, The World Order: Our Secret Rulers (Dünya Düzeni: Gizli Yöneticilerimiz) adlı kitabınında Rockefellerlar'ın nasıl büyüdüğüne de değiniyor. Mullins, Rockefelerlar'ın, son iki yüzyılda Rothschildlar'la çok yakın ilişkiler içinde olduklarını ve Rockefeller servetinin oluşmasında Rothschildlar'ın büyük rolü olduğunu şöyle anlatıyor:
19. yüzyılın başlarında, House of Rothschild (Rothschild tröstü) ABD'de bazı yatırımlar yaptı ve kendisine bağlı bankalar kurdu. Rothschildlar'ın ABD'de kurduğu bu bankaların ilki, The City Bank adını taşıyordu. 1812'de New York'ta kurulan banka, daha sonra National City Bank adını aldı ve elli yıl boyunca da Moses Taylor tarafından yönetildi. Taylor 1882'de geride 70 milyon dolar bırakarak öldü ve yerine oğlu Percy geçti. Ertesi yıl, John D. Rockefeller'ın kardeşi William Rockefeller bankaya yüklü bir para yatırarak ortak oldu. 1891'de ise Rockefellerlar, Percy'i ikna ederek, onun yerine banka müdürlüğüne ortakları James Stillman'ın geçmesini sağladılar. James Stillman'ın da bir 'Londra bağlantısı' vardı; babası Don Carlos uzun yıllar Rothschildlar'a hizmet etmişti.
Kısacası, Rotshchild'ın bankası, çok kolay bir biçimde Rockefellerlar'a devredilmişti. Mullins, bu işlemin, "merkezin", yani Rothschild'ın bilgisi ve izni dahilinde yapıldığını söylüyor. Yani Rothschild, isteyerek ve bilerek ABD'deki bankasının Rockefeller egemenliğine geçmesini sağlamıştı!…
Mullins, Rothschildlar'ın ve Warburg hanedanının sahip olduğu bir diğer Yahudi şirketi olan Kuhn Loeb'in, Rockefellerlar'a verdiği büyük desteği anlatmaya devam ediyor. Bu iki büyük finans devi, petrol ticaretindeki rakiplerini ekarte ederek tröst haline gelmeye çalışan gizli soydaşları Rockefeller'a büyük destek vermişlerdi:
Rockefeller İmparatorluğunu kuran John D. Rockefeller, 1882 yılında ülkedeki son rakip petrol şirketini de iflas ettirerek, Amerika'nın tüm petrol ticaretini tekeline aldı. Sahip olduğu Standart Oil Şirketi, Rockefeller'ı Amerika'nın Beyaz Saray dışındaki en güçlü adamı" yaptı.
Ancak bu "yükseliş"in bir de perde arkası vardı. Gerçekte Sefarad kökenli bir Yahudi olan Rockefeller, aslında Rothschild ve Warburg gibi "soydaş"larının inanılmaz desteği ile bu güce ulaşmıştı…
Sonraki yıllarda, Rothschild'ın sahip olduğu The National City Bank da, Rockefellar'a büyük bir destek verdi… John D. Rockefeller'ın başarısı, National City Bank of Cleveland'ın desteğini arkasına alarak petrol işindeki rakiplerini saf dışı etmesiyle başladı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, ülkedeki demiryolu ve deniz ulaşımının büyük bölümünü elinde bulunduran Kuhn Loeb şirketi ise, John D. Rockefeller'ın petrol taşıma şirketine inanılmaz bir indirim uygulayarak, onun diğer petrol şirketlerini batırmasına destek oldu… Kısacası, bütün Rockefeller imparatorluğunun, asıl olarak Rotschildlar tarafından finanse edilip-desteklendiği söylenebilir.[3]
Yahudi "ırkdaş"larından aldığı bu büyük destek ve kayırmaların sonucunda, John D. Rockefeller, 1887 yılında ABD'deki tüm petrol ticaretini eline geçirerek, "tröst" haline geldi. Bunu engellemek için çıkarılan "anti-tröst" kanunları da işe yaramadı ve Rockefeller İmparatorluğu, 20. yüzyıla dünyanın petrol devi olarak girdi. Bugün de aynı durum devam etmekte, dünya petrol ticaretinin yarısından çoğu Rockefellerlar'ın sahip olduğu ve Standart Oil olarak bilinen beş petrol şirketince Exxon, Texaco, Socal, Gulf ve Mobil kontrol edilmektedir. (Diğer iki büyük petrol şirketinden Shell/Royal Dutch, Hollandalı Yahudi finansör William Deterding'e aittir. BP'nin hisselerinde de Yahudi finansörlerin büyük payı vardır.)
Sonuçta karşılaştığımız tablo, Rockefellerlar'ın, başta Rothschild imparatorluğu olmak üzere, Yahudi sermayedarlar tarafından çok özenli bir biçimde kayırılıp-desteklendiği ve ABD'nin ekonomik paylaşımında tam bir "ırk dayanışması" yaşanmış olduğudur.
"Açık" ırkdaşları tarafından büyütülen "gizli" Yahudi Rockefeller ailesinin CFR gibi bir kurumun denetimini üstlenmiş olması ise, az önce belirttiğimiz gibi, gerekli kamuflajı sağlamak ve Yahudi önde gelenlerinin ABD dış politikasındaki güdümünü daha az hissedilir hale getirmek içindir. CFR'yi yöneten hanedan, onu ilk kuranlar gibi sürekli sinagoglarda boy gösteren bir "açık" Yahudi olsaydı, kuşkusuz toplayacağı dikkat de çok daha fazla olurdu.
Rockefeller İmparatorluğunu kuran John D. Rockefeller, 1882 yılında ülkedeki son rakip petrol şirketini de iflas ettirerek, Amerika'nın tüm petrol ticaretini tekeline aldı. Sahip olduğu Standart Oil Şirketi, Rockefeller'ı Amerika'nın Beyaz Saray dışındaki en güçlü adamı" yaptı. Ancak bu "yükseliş"in bir de perde arkası vardı. Gerçekte Sefarad kökenli bir Yahudi olan Rockefeller, aslında Rothschild ve Warburg gibi "soydaş"larının inanılmaz desteği ile bu güce ulaşmıştı…
a- Rockefellarlar'ın Gerçek Kimliği
Bütün bu bilgilerin ardından, CFR'yi kurduran Yahudi bankerlerin, nasıl olup da kuruluşu Rockefellerlar'ın denetimine bıraktıkları, kuşkusuz üzerinde düşünülmesi gereken bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Acaba bu Yahudi bankerler, CFR üzerindeki denetimlerini kaybedip, Amerikan dış politikasını yönlendirmek için en uygun aygıt olan kurumu, Rockefeller ailesine mi "kaptırmış"lardır? Yoksa CFR üzerindeki Yahudi kontrolü hiç sona ermemiş, yalnızca bir şekil değişikliği mi yaşanmıştır?
Bunu anlamak için Rockefeller ailesinin kimliğini incelemekte yarar var.
Rockefeller ailesini incelediğimizde, resmen "Protestan" olduğunu görüyoruz. Ama bu Protestanlığın "judaizer" (Yahudici/Yahudi sempatizanı) misyonunu bolca taşıyan bir tür olduğu da açık bir gerçek. Çünkü Rockefellerlar, Yahudilerle hep son derece ilgi çekici bir ilişki içinde olmuşlar.
1878'de ünlü "judaizer" Protestan William Eugene Blackstone, "Kutsal Kitab'ın Yahudilerin 'Tanrı'nın seçilmiş halkı' olduğu şeklindeki hükmünün hala geçerli olduğunu" savunan tezini ortaya attığı zaman, en büyük desteği John D. Rockefeller'dan görmüştü…
John D. Rockefeller, bunun yanı sıra, İngiliz mandası döneminde Kudüs'te "Filistin Arkeoloji Müzesi"ni kurdurmuştu. Müze, tarih boyunca Yahudi ulusunun gelişimini konu ediniyor, Yahudi kahramanlarının heykellerini içeriyordu. Rockefeller'ın kurulması için iki milyon dolar verdiği müze, daha sonra Rockefeller Museum adıyla anıla geldi…
Rockefeller ailesinin İsrail sempatisi Washington'da da kendini gösteriyor. Batı Virginia'dan Demokrat Parti Senatörü olan John D. IV (Jay) Rockefeller, Senato'da İsrail'in en sadık dostlarından biri olarak tanınıyor. Yalnızca 1993 yılı içinde, İsrail'i ilgilendiren altı oylamanın altısına da İsrail lehinde oy veren Jay Rockefeller, "İsrail taraftarı olma yüzdesi" (% Pro-Israel) sıralamasında "% 100 İsrail yanlısı" olarak başta geliyor…
Fransız yazar Georges Virebeau, Mais Qui Gouverne L'Amerique (Amerika'yı Kim Yönetiyor) adlı kitabında David Rockefeller'ın Who's Who in the World'un yazdığına göre Chicago Üniversitesi'ndeyken İbrani tanrı bilimi (teoloji) derslerini takip ettiğini not ediyor…
Tüm bu bilgiler, ortaya ilginç bir tablo ve de önemli bir soru çıkarmaktadır: Acaba Rockefeller ailesi, neden Yahudilere karşı böyle ilginç bir sempatinin sahibidir? Bu yalnızca Amerikan Protestanlığındaki klasik "Yahudi sempatizanlığı"nın bir devamı mıdır? Yoksa Rockefellerlar'ın, daha da önemli bir bağlantısı mı vardır?
Evet, böyle bir bağlantı vardır. Rockefellerlar'ın Yahudilerle olan bu ilginç ilişkilerinin kökeninde, kendilerinin de Yahudi asıllı olmaları yatmaktadır:
Garry Allen The Rockefeller File adlı kitabının 19. sayfasına düştüğü dipnotta, Malcom Sten'in The Grandees:America's Sephardic Elite kitabından yaptığı alıntıyla bir gerçeği ortaya koymaktadır ki, Rockefellerlar Sefarad Yahudilerindendir. Aile Arap topraklarında yüzlerce petrol şirketini kontrol altında tutmaktayken, Nelson Rockefeller New York'taki organize Yahudilerin en samimi dostudur. Zaten onların desteğini almamış olsaydı, (nüfusunun % 25'ini Yahudilerin oluşturduğu kentte) dört defa üst üste vali seçilemezdi.
Kısacası, Rockefellerlar, Protestan bir görünüm altında gerçek kimliklerini koruyan bir "Yahudi dönmesi" hanedandır. Dolayısıyla, CFR'nin "yöneticisi" durumdaki Rockefellerlar, CFR'yi kurduran Yahudi bankerlerle bu tür bir "ırk bağı" ile bağlıdır.
Bu tablodan karşımıza çıkan sonuç, CFR'nin aşamalı olarak Rockefeller egemenliğine bırakılmasının, örgütün Yahudi-güdümlü olmaktan çıktığı gibi bir anlam kesinlikle taşımadığıdır. Tam tersine, örgütün "açık Yahudi" olan sermayedarlar yerine, "gizli Yahudi" olan bir başka sermayedar tarafından yönetiliyor olması, planlı ve bilinçli bir kamuflaj izlenimi vermektedir. Anlaşılan, CFR'nin, açıkça hepsi Yahudi olan sermayedarlarca finanse edilmesinin dikkat ve tepki çekeceği düşünülmüş ve örgüt, daha örtülü bir Yahudi güdümü altına alınmıştır.
b- Başkan Wilson'ın Akıl Babaları ve CFR'nin Kuruluşu
20. yüzyılın başına gelindiğinde, Amerika'daki pek çok entellektüel, yayılmacı politikayı benimsemişti. Ancak Amerikalıların bir bölümü, Püriten-Yahudi geleneğinden kaynaklanan yayılmacı politikaya karşı çıkıyor ve Amerika'nın da dünyanın hemen hemen bütün diğer ülkeleri gibi asıl olarak kendi sorunlarıyla uğraşması gerektiğini, başka toplumların içişlerine karışmak gibi bir "misyon" ya da hak sahibi olmadığını söylüyorlardı. Bu görüşü savunanlar "isolationist" (izolasyoncu), Amerikan yayılmacılığını savunanlar ise "internationalist" (uluslar arasıcı) olarak tanımlandı. "İzolasyoncu"larla, "uluslararasıcı"lar arasında onyıllarca süren tartışma, 1917 yılında ikinci grubun zaferiyle sonuçlandı. Bu tarih, Amerikan emperyalizminin resmen doğduğu tarih olarak da kabul edilebilir. O yıl, Başkan Woodrow Wilson, her ne kadar seçim öncesinde Amerika'yı savaşa sokmayacağını vaad etmiş olsa da, Amerika'nın I. Dünya Savaşı'na girmesi gerektiği ile ilgili olarak Kongre'ye çok önemli bir mesaj yolladı. Ve o tarihten sonra da Amerikan yayılmacılığı ülke dış politikasının asıl amacı haline geldi.
Bugün Amerika'da izolasyoncu görüşü savunmaya devam edenlerin çoğu, Wilson'ı, Amerika'yı normal bir devlet olmaktan çıkarıp, "dünyanın başına bela" haline getiren adam olarak görürler. Söz konusu izolasyoncu entellektüellerin arasında birisi, Dan Smoot ise konuya daha farklı bir yaklaşım getirerek, Wilson'ın bu kararı kendi başına almadığını ve onun da "arkasında" birileri olduğunu yazar. Smoot'un, CFR'yi konu edinen The Invisible Government (Görünmeyen Hükümet) adlı kitabında yazdığına göre, Amerika'yı savaş sokan ve de kesin olarak yayılmacı yapan bu güç, CFR'dir.
Smoot, CFR'nin Wilson politikaları üzerindeki büyük etkisinden söz ederken, Wilson'un özel danışmanı Albay Edward Mendell House üzerinde çokça durur. Çünkü rütbesinden çok daha büyük bir güce sahip olan House, CFR'nin önde gelen kurucularından birisidir ve Wilson üzerinde de büyük bir etkiye sahiptir. Smoot, Wilson'ın ve House'un anılarından bu gerçeğin açıkça belli olduğunu anlatıyor ve şöyle diyor: "House, Wilson'ın çoğu iç ve özellikle de dış politikalarını üretti, kabine üyelerinin seçiminde büyük rol oynadı ve Wilson'ın Dışişleri Bakanlığını büyük bir ustalıkla yönetti." House'un Başkan üzerindeki olağanüstü etkisi, Britannica'nın İngilizce baskısında da şöyle vurgulanıyor:
"House, kabinede herhangi bir görev almayı reddetmesine rağmen, Wilson'un 'sessiz partneri' konumuna geldi. Kabine ve Kongre üyeleri üzerindeki kişisel etkisi, Wilson'ın politikalarını denetlemesini sağladı. Özellikle dış politika konularında çok etkiliydi ve yakın ilişkiler kurduğu Avrupalı liderle birlikte Amerikan dış politikasını koordine etme şansı buldu.
Wilson başbakanlık için seçilmeye çalışırken, ABD'yi savaşa sokmayacağını vaad etmişti. Ancak yaptığı bunun tam tersi oldu. Amerika'yı hem savaşa, hem de 20. Yüzyılın akışını belirleyecek olan yayılmacı emperyalist çizgiye soktu. Ancak bu kararı kendi başına almamıştı. Onu, Amerika'yı yayılmacı hale getirmesi için zorlayan "birileri" vardı. CFR'nin kuruluşunu da finanse eden bu "birileri", "ırk bilinci" yüksek Yahudi bankerlerden başkası değildi. Bu bankerler, Amerika'nın açılmasını, "yayılmasını", dünya politikasına egemen olmasını istiyorlardı. Haksız da sayılmazlardı; bu ülke zaten bu iş için tasarlanmamış mıydı?
Böyle bir tablo karşısında, doğal olarak, "House'un gücü nereden geliyordu?" diye sormak gerekiyor. Bu noktada, House'ın çok yakın ilişki içinde olduğu bazı New York bankerlerini adlarını öğreniyoruz. Smoot, Albay House'un; Paul ve Felix Warburg, Otto H. Kahn, Henry Morgenthau, Jacob ve Mortimer Schiff, Herbert Lehman gibi büyük finansörlerle yakın ilişki içinde olduğunu, hatta bir anlamda onların Washington'daki temsilciliklerini yaptığını söylüyor.[4] House'un büyük gücü de arkasındaki bu sermaye desteğine dayanıyor. House'un bu "banker bağlantısı" başka kaynaklarda da vurgulanıyor. Örneğin, Amerikalı yazar George Sylvester, 1932 yılında yazdığı ve House-Wilson ilişkini konu alan (Tarihteki En İlginç Dostluk: Wilson ve House) adlı kitabında şöyle diyor: "Schiff, Warburg, Kahn, Rockefeller gibi dev finansörler, House'a çok güveniyorlardı. House, bu finansörler ile Beyaz Saray arasındaki aracıydı."
İşte bu noktada çok ilginç bir şeyle karşılaşıyoruz. Çünkü bu büyük bankerlerin çok önemli bir ortak özelliği var: İstisnasız hepsi Yahudi! Encyclopaedia Judaica, söz konusu bankerlerle ilgili önemli bazı bilgiler veriyor:
CFR ve Paul Warburg; Hamburg doğumlu bir Alman Yahudisi, sonradan ABD'ye göç ediyor, büyük bankerlerin arasına giriyor. Yahudi bankerlerin geleneksel tavrına uygun olarak, bir başka Yahudi banker ailenin kızıyla, Kuhn, Loeb şirketinin sahibi Solomon Loeb'in kızı Nina Loeb ile evleniyor. Serveti gittikçe büyüyor. "Bilinçli" bir Yahudi; sayısız Yahudi örgütüne finansal destek sağlıyor. Paul Warburg, ayrıca bir de "bir dünya hükümeti ister istemez kurulacak; tek sorun bu sonuca güzellikle mi yoksa zorla mı ulaşılacağıdır" şeklindeki ünlü sözüyle de tanınıyor.
Felix Warburg ise en az kardeşi Paul kadar "bilinçli". O da "ırk-içi" evlilik yaparak, Jacob Schiff'in kızı Frieda ile evleniyor. Pek çok Yahudi örgütüne destek veriyor. Filistin'e yapılan Yahudi göçünü ve Siyonist hareketi destekliyor. Filistin'deki Yahudi göçmenlere ve Kudüs İbrani Üniversitesine büyük destek veriyor. Siyonist lider ve ilk İsrail devlet başkanı Chaim Weizmann ile işbirliği içinde.
Jacob Schiff, belki de söz konusu Yahudi bankerler içinde en önemlisi. Almanya kökenli ünlü bir haham ailesinin soyundan geliyor. Babası Moses, Rothschildlar'ın ortağı. Diğerleri gibi o da "ırk-içi" evlilik yapıyor ve Solomon Loeb'in diğer kızıyla evleniyor. Antisemit politikaları nedeniyle düşman olduğu Çar'ın devrilmesi için elinden geleni yapıyor; 1904-1905 Rusya-Japonya savaşında Japonlara 200 milyon dolar veriyor. Rus Yahudilerini silah ve para yönünden desteklerken, Kerensky hükümetine yardım ediyor. (Ayrıca Schiff'in Bolşeviklere de büyük yardım yaptığı da biliniyor.) "Yahudi olan hiçbir şey kalbime yabancı değildir" sözüyle tanınıyor. Tüm dünyadaki Yahudi organizasyonlarına para yardımı yapıyor. Talmud ve Tevrat eğitimini finanse ediyor. Amerikan başkanlarına Yahudiler lehinde hareket etmeleri için lobi yapıyor. Özellikle de 1917 yılından sonra, Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması çabasının güçlü destekçileri arasına giriyor. Mortimer Schiff ise onun kardeşi ve her zaman ağabeyinin yolunu izliyor.
Herbert H. Lehman; Amerikalı Yahudi banker, politikacı ve devlet adamı. Kısacası, Başkan Wilson üzerinde büyük etkiye sahip olan Albay House, söz konusu Yahudi bankerlerin, ya da "Yahudi önde gelenleri"nin adamıydı. Dolayısıyla House'ın Wilson'a yaptığı telkinlerin, gerçekte bu Yahudi liderlerin amaçları doğrultusunda olduğunu anlamak pek zor değildir. Bir başka deyişle, Wilson'ın gerçek akıl hocaları, devrin önde gelen Yahudileridir. Wilson'ın da böyle bir ilişkiye uygun bir düşünce yapısına sahip olduğunu, Püriten geleneğini izleyen bir Protestan olarak Yahudilere olağanüstü bir sempati beslediğini ve "ben, bir Protestan papazın oğlu olarak, Vaat edilmiş Topraklar'ın oranın gerçek sahiplerine verilmesine destek olmalıyım" dediğini biliyoruz.
c- Wilson'ın Patronlarına Verdiği Bir Başka Hediye: FEDERAL RESERVE KANUNU
"Bu kanun yeryüzünde dev bir tröstün kurulmasına neden olacaktır… Kanun sayesinde bu tröst istediği şekilde ekonomiyi yönlendirebilecektir." Kongre üyesi Charles Lindberg'in, 22 Aralık 1913'de, Federal Reserve Kanunu Kongre'de görüşülürken yaptığı konuşmadan
Wilson'ın Yahudi önderlerine verdiği hizmetleri konu edinmişken, Amerikan ekonomik sisteminin en önemli unsurlarından olan Federal Reserve sistemine değinmeden geçmek olmaz. Yahudi sermayedarların ABD'deki kesin ekonomik egemenliğini sembolize eden Federal Reserve Kanunu, 1913 yılında Kongre'den sağlanan politik destek sonucunda yasallaştı. Bu tarihi kanunu hazırlayan (ve az önce "Siyonist" özelliklerinden söz ettiğimiz) Paul Warburg: başta ABD Başkanı Woodrow Wilson olmak üzere, güçlü politikacıları kullandı. Amerikalı yazar Eustace Mullins, kanunun kabul edilişini şöyle anlatıyor:
Federal Reserve Kanunu'nun hukuksal olarak geçerli kılmak için bankacılar 1912'de ABD Başkanı Woodrow Wilson'ı seçtiler… Federal Reserve Kanunu, Glass-Owen Beyannamesi olarak Kongre'de yasallaştı. Owen'a, Federal Reserve Kanunu'nu Kongre'den geçirmesini emreden Paul Warburg ise: Bernard Baruch ve diğer finansörlerle birlikte akşam yemeği yiyerek başarısını kutladı.
Bu şekilde, Amerika'da politik olarak serbest merkez bankaları sistemini savunan kitaplar yazan Warburg, Federal Reserve Kanunu'yla Amerikan Merkez Bankasının özelleştirilmesini sağlamıştı. Böylece federal fonların idaresi devletin denetiminden alınarak, bağımsız 'Federal Reserve Bankaları'nın kontrolüne bırakıldı. Kanun, ABD'yi Federal Reserve Bank adı verilen birer merkez bankasına sahip 12 bölgeye ayırdı. Bu 12 Reserve bankası birbirinden bağımsızdı ve o günden bu yana Washington'daki Federal Reserve Board adı verilen federal örgüt tarafından yönetildi ve denetlendi. Meydan Larousse, kanunun işlevini şöyle özetliyor: "Federal Reserve bankaları, federal hazinede bırakılmış altın mevduatı belgelerine dayanarak veya federal hazineye ait değerler karşılığında rehnedilmiş banknotlar çıkarır. Başlıca görevleri banka kredileri hacmini kontrol yoluyla ekonominin emrine verilen ödeme olanakları toplamını ayarlamaktır."
Bu kanunla birlikte Amerikan sermayesinin toplandığı 12 Federal Reserve bankasının yani ekonominin en önemli karar merkezinin denetimi, Paul Warburg'un kurucusu olduğu Federal Reserve Board örgütüne yani Siyonist Yahudilerin eline bırakılmış olundu. Kısa bir süre sonra bölgesel merkez bankalarının kontrolünü eline geçiren Warburglar, federal merkez bankalarının hisselerini bazı özel bankalar arasında paylaştırdı. Bu şekilde Amerikan merkez bankalarının yani para basma işleminin kontrolü Kongre'den alınarak özel bankaların, daha doğrusu Yahudi finansörlerin eline bırakıldı. Eustace Mullins, The Secrets of the Federal Reserve adlı kitabında, Federal Reserve sistemi sayesinde Amerika'nın da gizli bir "kontrollü ekonomi" düzenine geçtiğini ve böylece Albay House'un Yahudi patronlarından aldığı ekonomik totaliterizm hayalinin gerçekleştiğini söylüyor.
Federal Reserve Kanunu ile birlikte, bir grup ayrıcalıklı insan, para basma yetkisini ustaca kullanarak inanılmaz karlar elde etti. Federal Reserve patronları 1913'ten beri para veya kredi olarak milyonlarca dolar oluşturdular ve bunu faizle hükümete ve halka borç olarak verdiler. Böylelikle dünyanın en büyük ülkesi, aynı zamanda dünyanın en borçlu ülkesi konumuna geldi. Amerika'nın düzen-karşıtı yayın organı The Spotlight, Federal Reserve sisteminin etkilerini şöyle anlatıyor:
ç- CFR'nin 'Rockefeller Bağlantısı'
Üstteki yorumların ardından açıklık getirilmesi gereken bir nokta vardır: CFR, üstte değindiğimiz Yahudi finansörler tarafından oluşturulmuştur, ancak, CFR'nin denetimi, ilerleyen yıllarda bir başka büyük sermayedarın, Rockefeller ailesinin eline geçmiştir. Bunun nedenine az sonra değineceğiz, önce kısa bir şekilde Rockefeller ve CFR ilişkisine göz atalım.
Dan Smoot, CFR'nin güç ve etkisinin kurulduğu yıldan sonra istikrarlı bir biçimde arttığını bildiriyor. Örgütün tarihindeki dönem noktasını ise, 1927 yılı olarak belirliyor. Çünkü 1927 yılında, CFR'yi finanse eden sermayedarların arasına çok önemli bir isim daha katılıyor. Sonradan CFR'nin en büyük finansörü ve dolayısıyla arkasındaki asıl güç haline gelecek olan isim, ünlü "petrol kralı" Rockefeller ailesi.
1929 yılında CFR, Rockefeller'ın verdiği para ile, bugünkü adresine taşınıyor: The Harold Pratt House, 58 East 68th Street, New York City. 1930'lu yıllardan sonra Rockefellerlar, CFR'ye iyice hâkim oluyorlar. 1939 yılında, Konsey'in Dışişleri Bakanlığı için araştırma ve tavsiyeler yapması için bir anlaşma yapılıyor. Rockefeller Vakfı, bu çalışmaların giderlerini üstlenmeyi kararlaştırıyor. O tarihten sonra da Rockefellerlar, CFR'nin en büyük maddi destekçisi oluyorlar. 1940-1945 yılları arasında Rockefellerlar'ın Konsey'e akıttığı para 300 bin doları aşıyor. (O yıllarda Konsey'in başkanlığına getirilen Isaiah Bowman'ın Yahudi oluşu da dikkat çekici.)
1945 yılında San Francisco'da Konsey'in gücünü belgeleyen önemli bir gelişme yaşanıyor. Birleşmiş Milletler toplantısına katılan ABD delegasyonundaki 40'ın üzerindeki isim CFR üyeleri arasından seçiliyor. CFR üyelerinin en etkini ise Nelson A. Rockefeller…
d- CFR'nin Gücü
Amerikalı Yazar Eustace Mullins, "The World Order" adlı kitabının başlarında, "bu kitapta adı geçen hemen her ünlü Amerikalı CFR üyesidir, bu yüzden her seferinde bunu tekrarlamayı gereksiz görüyorum" diyor. Gerçekten de CFR üyelerinin listesi, neredeyse Amerikan politikasının "Who's Who" (Kim Kimdir)i gibidir. Henry Kissinger'dan John McCloy'a, Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski'den Eisenhower'ın Dışişleri Bakanı John Foster Dulles'a, CIA başkanı ve mason Allen Dulles'dan, Dean Acheson, George Kennan'a kadar pek çok ünlü isim, CFR üyesidir. Öyle ki, The Rockefeller Syndrome adlı kitabında Ferdinand Lundberg'in belirttiğine göre: "CFR ile bağlantısı olan insanlar Amerika pazarlarında mülkiyete sahip olanların neredeyse tümüdür."
Dan Smoot, Invisible Government (Görünmez Hükümet) adlı kitabında, kurumun ABD'nin dış politikalarının oluşumundaki büyük etkisini detaylı olarak anlatıyor. Buna göre CFR, yalnızca üst kademedeki yönetici elitleri bünyesine alıp yönlendirmekle kalmaz, dış politika ile kurumların büyük bölümünü kontrol eder. Amerika'da dış politika ile ilgili diğer pek çok dernek ve kurum da, CFR'nin denetimi altındadır. Amerikan dış politikasındaki büyük etkileri ile bilinen "think-tank"ler (politika üretme kurumları) ise gerçekte CFR'nin alt komisyonları niteliğindedir. Eustace Mullins, CFR ve think-tank'ler arasındaki ilişkiden söz ediyor:
CFR basın üzerinde de büyük etkiye sahiptir. Kurum, basındaki üyeleri sayesinde, büyük gazeteleri bir sosyal kontrol mekanizması olarak kullanabilmektedir. Denetlediği kabul edilen basın organları arasında; New York Times, Washington Post, Time, Newsweek, Life, New York Post, New York Herald Tribune, gibi dev isimler sayılabilir.
Tüm bunların yanında CFR, aynı İngiltere'deki Chatham House gibi masonlukla da çok içli-dışlıdır. Her iki örgütün de önde gelen üyeleri, aynı zamanda ülkelerindeki mason localarına üyedirler. CFR'nin; Harry Truman, George Marshall, Dwight Eisenhower, Allen Dulles, John McCloy, Henry Kissinger, Lyndon Johnson, Dean Acheson, Gerald Ford gibi ünlü isimlerin yanında daha pek çok üyesi bir taraftan da locaların müdavimidirler.
Kısacası CFR, ya da "Dış İlişkiler Konseyi", Yahudi önde gelenlerinin "dünyaya egemen olma" hedefine ve bu hedefin sistematize edilmiş hali olan Mesih Planı'na uygun bir aygıt konumundadır. CFR'nin aldığı kararlar, Amerikan çıkarlarını, dolayısıyla da ülkedeki Yahudi sermayesini korumak doğrultusundadır. Vietnam savaşından, Latin Amerika müdahalelerine kadar pek çok dış politika kararı, CFR'nin Yahudi sermayesini koruma misyonuyla yakından ilgilidir. Konsey'in Ortadoğu politikası ise, elbette tümüyle İsrail çıkarlarının savunulmasına yöneliktir.
Watergate'in Anlatılmamış Hikâyesi:
Amerikan yakın tarihindeki sansasyonel olayların başında kuşkusuz Başkan Richard Nixon'ı istifa etmeye götüren Watergate skandalı gelir. Skandal, özet olarak, 1972 seçimleri sırasında Cumhuriyetçi Parti'nin rakip Demokrat Parti'nin Watergate'teki merkezini gizlice dinlemesi ve bunun ortaya çıkmasıdır. Başkan Nixon, uzun süre kendisinin bu olaydan haberdar olmadığını öne sürmüş ama Watergate olayının patlak vermesinden 26 ay sonra istifa etmek zorunda kalmıştır.
Watergate özet olarak budur, ancak skandalın bir de anlatılmamış hikâyesi vardır. Ve bu hikâyenin merkezinde çok önemli bir güç, yani İsrail lobisi ve çok önemli isim, İsrail lobisinin kıdemli temsilcisi Henry Kissinger yer almaktadır.
Amerikalı Ortadoğu uzmanı Richard Curtiss, editörü olduğu Washington Report on Middle East Affairs dergisinde Watergate'e uzanan yolun bulanık görüntüsünü aydınlatan bir makale yazmıştı. Curtiss'e göre, olayın kökeni Nixon'ın 1968-1972 arasındaki ilk dönemine dayanıyordu. 1968 seçimlerinde Nixon Demokrat rakibi Lyndon B. Johnson'ı, yani o ana kadar Amerikan tarihindeki en İsrail-yanlısı Başkan'ı yenerek Beyaz Saray'a oturmuştu. O sıralarda dış politika konularının en önemlisi Ortadoğu idi. İsrail 1967'deki Altı Gün Savaşı'nda çok büyük bir Arap toprağı işgal etmişti ve Birleşmiş Milletlerin ünlü 242 sayılı kararına rağmen bu topraklardan çekilmeye de hiçbir şekilde yanaşmıyordu. Amerika Johnson yönetimi sırasında İsrail'in bu mütecaviz tutumunu kayıtsız şartsız desteklemiş ve Yahudi Devleti'ni, işgal ettiği topraklardan geri çekilmemesi için cesaretlendirmişti. Şimdi gözler Nixon yönetimindeydi. Yahudi oylarına rağmen Beyaz Saray'a oturan Başkan Yahudilerin büyük çoğunluğu oylarını kadim dostları Johnson'a hediye etmişlerdi acaba Yahudilere verilen haksız desteği kesecek miydi?
Nixon bu konuda kesin bir tavır koymadı. Ancak kurduğu hükümette bu konuda iki ayrı kanat oluşuverdi. Bir taraf, Nixon'ın Dışişleri Bakanlığı görevine getirdiği William D. Rogers tarafından temsil ediliyordu. Eskiden Eisenhower yönetiminde çalışmış olan Rogers, Amerika'nın Ortadoğu'da tarafsız bir politika izlemesini ve İsrail'i işgal ettiği topraklardan çekilmeye zorlamasını savunuyordu. Ancak yönetimde bir de karşı taraftan önemli bir temsilci vardı. Bu kişi, uzun süredir Nelson D. Rockefeller'ın "sağ kolu" durumunda olan bir Harvard profesörüydü: Henry A. Kissinger. Bir Alman Yahudisi olan Kissinger, bir gizli-Yahudi olan Rockefeller'ın desteği sayesinde yükselmiş, CFR'ye üye olmuş ve iyi bir siyaset bilimci olarak ün yapmıştı. Nixon, biraz da Yahudi lobisini memnun edebilmek amacıyla, Kissinger'a Ulusal Güvenlik Danışmanlığı görevini teklif etti. Richard Curtiss, bu teklifi, Ortadoğu'daki muhtemel bir barışın suya düştüğü an olarak nitelendiriyor.
Nixon'ın birinci döneminde Dışişleri Bakanı William Rogers (solda) İsrail'i rahatsız eden bir Ortadoğu palın hazırlamıştı. İsrail'in yönetimdeki temsilcisi olan Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger (sağda) ise bu planı uygulatmamak için elinden geleni yaptı. Sonuçta kazanan Kissinger oldu v Rogers tasfiye edildi. Ancak Kissinger ve diğer İsrail taraftarları, bununla kalmayacak, İsrail'i rahatsız etmeye başlayan Başbakan Nixon'ı da kara listeye aldılar. Ve sonunda Watergate skandalını hem planladılar, hem Nixon aleyhine pazarladılar ve İsrail'e tam destek vermediği için onu harcadılar.
Chatham House, Kürt Devleti ve Uyuşturucu Ticareti…
Chatham House, bugün de İngiltere dış politikasında büyük bir etkiye sahip olmasına rağmen Türkiye'de pek bilinmiyor. Ama her ne kadar Başbakan Tansu Çiller'in danışmanlarından birisi, bu bilgisizliğin bir sonucu olarak Chatham House'ın adını duyunca "whose house is that?" (kimin eviymiş o ev?) demişse de, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Chatham House'ın öneminin farkındadır. O nedenledir ki, Cumhurbaşkanı "bir Kürt Devleti olgusu geliyor, hazırlıklı olmak lazım…" dedikten sonra, "… Bayan Mitterand ve Lord Awebury, İngilizlerin think-tank kuruluşu olan Chatham House'da açıkça Kürt Devleti'ni savundular. Bunun belgeleri var. İngiltere Dışişleri Bakanı Hurd'e söyledim. Dışarıda başka, kendi aralarında başka konuşuyorlar. Irak'ta bir Kürt Devleti olayı geliyor. Buna hazır olmalıyız, bu konuda her ihtimali göz önünde bulundurmalıyız" şeklinde bir açıklama yapmıştı.[5]
Evet, Chatham House, kurulduğundan bu yana, İngiltere dış politikasında büyük bir etkiye sahiptir. Ünlü İngiliz politikacılarının büyük kısmı Chatham House'a üyedir. Kuruluşun 1934 yılı üye listesi; Başbakan Sir Austin Chamberlain, Dışişleri Bakanı Harold MacMillan, Maliye Bakanı Lord Privy Seal, Northumberland Dükü Lord Eustace Percy gibi önemli isimleri içermektedir. 1942 yılı üye listesinde ise; Reuters Başkanı Sir Roderick Jones, G. M. Gatheren-Hardy, North British Borneo Şirketi Başkanı ve Paris Konferansı'nda İngiliz maliye temsilcisi olan Sir Andrew McFadyen, Lazard Bros. adlı Yahudi şirketinin yöneticisi Lord Brand, Dışişleri eski Bakanı Lord Derby, Amerika eski büyükelçisi Phyllis Lanhorne, Bank of England'ın başkanı George Gibson, Hambros Bank'ın sahibi John Hambro ve Lord Cromer gibi isimler yer alır.
Eustace Mullins'in bildirdiğine göre, RIIA bu yıllarda da Rothschild hanedanı tarafından finanse edilmektedir. Rothschildlar, Sir Abe Bailey ve Bir Alfred Beit kanalıyla, kuruluşa yılda en az 100 bin dolar aktarmaktadır. Mullins, ilerleyen yıllarda, Rockefellerlar'ın da örgütün finansmanına büyük katkıda bulunduğunu yazıyor.
Chatham House, gücünü daha sonraki yıllarda da, günümüze kadar korumuştur. Örgüte, Arnold Toynbee gibi isimlerden, Bosna-Hersek'te sözde "arabuluculuk" yapan ve Sırp taraftarı tutumuyla tanınan Lord Carrington ve Lord Owen'a kadar pek çok önemli kişi üye olmuştur.
Örgütün önemli "faaliyet"lerinden biri de uyuşturucu ticaretiyle olan bağlantısıdır. Amerika'da Executive Intelligence Review (EIR) adlı grubun yayınladığı ve tüm dünyadaki uyuşturucu trafiğini konu edinen Dope Inc. (Uyuşturucu Şirketi) adlı kitapta, Chatham House'ın uyuşturucu ağındaki önemli rolü uzun uzun anlatılıyor. Kitapta, Chatham House'ın Uzak Doğulu afyon lordları ile kurduğu bağlantılar detaylı olarak inceleniyor. Örgütün, uyuşturucu bağlantısı bilinen Hong Kong ve Shanghai bankalarıyla ve ünlü uyuşturucu şebekesi Jardine Matheson'la ortaklaşa gerçekleştirdiği afyon satışları konu ediliyor.[6] Buna göre, Chatham House, Uzak Doğu ile ilgili kolu olan Institute for Pacific Relations (IPR) kanalıyla, uyuşturucu alım-satımı yapar ve kuruluşun yöneticileri bu yolla büyük karlar elde ederler. Kitapta, Amerikan Senatosu tarafından konuyla ilgili olarak yapılan bir araştırmanın sonucunun da Chatham House-uyuşturucu ticaretini ortaya koyduğu şöyle not ediliyor:
Institute for Pacific Relations'la (IPR) ilgili olarak yapılan Senato soruşturması, RIIA'nın (Chatham House) dolaylı yollardan uyuşturucu ağı ile ilişki içinde olduğunu ortaya koymuştu. Daha sonra toplanan McCarran Komitesi de, IPR Genel Sekreteri William Holland'ın uyuşturucu bağlantısını ortaya çıkardı. Yahudi asıllı William Holland, 1946'da IPR'nin başına geçmeden önce, Çin'de uyuşturucu mafyası ile ilişkiler kurmuştu. Bunun ardından Holland; Royal Institute yönetimi tarafından IPR'nin başına getirildi ve uyuşturucu mafyasıyla bağlantı için kuryelik yapmaya başladı.[7]
Likud ve İşçi Partileri 'İsrail'in İyi Polis-Kötü Polis Oyunu'nu oynamaktadır. Bunların arkasında, Kabalist hahamların yönettiği Gush Emunim tarikatı vardır.
Geçmiş Amerikan yönetimlerinde Ortadoğu ile ilgili birçok görev almış olan eski bürokrat Richard Curtiss, editörü olduğu dergisinde Ortadoğu'daki FKÖ İsrail barışından söz eden "Barış Sürecini Öldüren İyi Polisler ve Kötü Polisler" başlıklı bir makale yazmıştı. Curtiss'e göre İsrail ve Filistinliler arasındaki "barış süreci" İsrail'in "iyi ve kötü polisleri"nin işbirliği ile sona doğru sürükleniyordu.[8]
Richard Curtiss'e göre, İsrail politikacıları 1940'lı yıllardan bu yana tüm dünyaya bu oyunu oynadılar. İyi polis rolünü solcu ve laik İşçi Partisi, kötü polis rolünü ise sağcı, dindar ve şovenist Likud Partisi oynamaktadır.
Bu, önyargılı ve biraz da uçuk bir komplo teorisi değildir. Aksine, Curtiss'in dediği gibi, İsrail'in siyasi tarihi hakkında yapılacak dikkatli bir gözlem bizi ister istemez bu sonuca ulaştırmaktadır.
Curtiss'e göre, iyi polis-kötü polis taktiğinin ilk örnekleri, henüz İsrail Devleti'nin kurulmadığı 1940'lı yıllarda görülmüştü. İsrail'i kurabilmek için mücadele eden Siyonist hareketin içinde, iki ayrı fraksiyon vardı. David Ben-Gurion ve Chaim Weizmann'ın önderliğindeki sol eğilimli Dünya Siyonist Örgütü (WZO) Siyonist hareketin asıl temsilcisiydi. WZO'dan 1920'lerin sonunda ayrılan Vladimir Jabotinsky'nin kurduğu sağ-kanat Siyonist hareket ise Siyonist Revizyonizm olarak biliniyordu ve WZO'ya göre daha radikal, daha şiddet yanlısıydı. 1930'lı yıllarda Revizyonistler Filistin'deki Araplara ve (göstermelik olarakta) İngilizlere karşı savaşmak için askeri birlikler oluşturdular. Bunların en önemlisi Irgun'du. Bir süre sonra Irgun içinden Avraham Stern'in önderliğindeki bir fraksiyon ayrıldı ve Lehi ya da Stern adıyla bilinen bir ikinci örgüt kurdu. Stern grubunun üç liderinden biri, 1980'lerin sonunda İsrail'de Başbakan koltuğuna oturacak olan Yitzhak Şamir adlı genç bir militandı. Stern, 1941 yılında Naziler'le askeri bir ittifak yapma girişiminde de bulunmuştu.
İsrail tarafından uygulanan iyi polis-kötü polis oyununun bir örneği de "Yahuda ve Samiriye"de, yani Batı Şeria'da inşa edilen Yahudi yerleşim birimleriydi. Bu konuda Batı medyasında sık sık öne sürülen bir telkin vardır. Buna göre, yerleşim birimleri Likud Partisi'nin bir ürünüydü, buna karşılık daha "ılımlı ve barış yanlısı" olan İşçi Partisi, yerleşim birimlerine taraftar değildi. Oysa bu telkin de gerçeğin köklü bir biçimde çarpıtılmasından ibaretti. 22 yıl ABD Kongresi'nde Temsilciler Meclisi ve Senato üyeliği yapmış olan Paul Findley, bir makalesinde bu konuya değinmiş ve İşçi Partisi'nin yerleşim birimleri hakkındaki politikasının içerik olarak Likud politikalarından farklı olmadığını vurgulamıştı. Findley'e göre, iki parti arasındaki tek fark, stil ve taktik farkıydı; Likud liderleri amaçlarını dosta-düşmana duyururken, İşçi Partisi daha sessiz ve aldatıcı bir yol izlemişti.
Ancak polislerin şefleri olur. Kutsal Topraklar'ı elde etme hedefine ve dolayısıyla Mesih Planı'na sıkı sıkıya bağlı olan İşçi ve Likud partilerinin de bir şefi vardır. Mesih Planı'nın gerçek uygulayıcısı olan ve bu Plan uyarınca İşçi ve Likud partilerini yönlendiren bu şef, kuşkusuz Plan'ı 500 yıldır yürüten Kabalacılardan başkası değildi.
İsrail Devleti ve Mesih Planı
Mesih'in gelişini hazırlamak misyonunu üstlenenler, Kabalacılardır. Yahudi mistik geleneği olan ve büyüyle özdeşleşmiş bulunan Kabala, Hahamlar tarafından "tarihin akışını değiştirmek" ve Mesih'in gelişi için gerekli şartları oluşturmak için bir araç olarak kullanılmıştır. Ve Kabalacılar gerçekten de Mesih'in gelişini sağlamak için uzun bir mücadele başlatmışlardır. Bu maksatla Gush Emunim Tarikatını kurmuşlardır.
Ancak Kabalacılar, çoğu kez ortada gözükmezler ve yapılması gerekenleri, Yahudi toplumundaki sadık bağlılarına yaptırırlar. Bu nedenle Mesih Planı'nın birçok aşamasında doğrudan Kabalacılara rastlayamazsınız.
Bununla birlikte, eğer Yahudilerin gerçekleştirdiği bir eylem gerçekten Mesih Planı'nın bir aşamasıysa, mutlaka görünmez bir yerde, "perde arkası"nda Kabalacılar vardır ve hareketin genel stratejisini de onlar çizmektedirler. Siyasi Siyonizm, bunun bir örneğiydi. Kalisher ve Alkalay gibi iki Kabalacının çizdiği rota, Herzl, Weizmann, Ben Gurion gibi "laik" Siyonistlerce aynen izlenmiştir.
Gush Emunim'in İsrail'deki Görünmez İktidarı:
"İsrail'de kimse Gush Emunim'in beyanatlarını hafife alamaz." – (Noam Chomsky, Kader Üçgeni, s. 200)
Gush Emunim denen Siyonist tarikatın Kabalist hahamlarının, sadece fanatik Yahudilerle değil, aynı zamanda İsrail'in dindar olmayan kesimleriyle de çeşitli ve etkili yolları kullanarak "sessiz bir ittifak" kurmuş olması, ona aynı zamanda büyük bir politik güç de vermektedir. Gush Emunim, bu politik gücünü değişik kanallardan elde etmektedir. Öncelikle, dindar olmayanlarla çok iyi anlaşabilen Emunim'in, İsrail iki büyük partisi, yani İşçi Partisi ve Likud koalisyonu üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. İsrail'in üçüncü büyük partisi olan Tehiya ise, doğrudan Gush Emunim'in bir uzantısıdır ve Knesset'te (parlamento) Gush Emunim'in temsilciliğini yürütmektedir. Gush Emunim Tarikatını, şeytanla ilişkiye girip emir aldığını söyleyen Kabalist Haham Kâhinler yönetmektedir.
Amnon Rubinstein, The Zionist Dream Revisited adlı kitabında Gush Emunim'in, İsrail devletinin politikaları üzerinde büyük bir etkiye sahip olduğunu detaylarıyla anlatır. Ancak Rubinstein'ın belirttiğine göre, bu etkinin büyük bir bölümü, kolaylıkla gözlemlenebilecek bir etki değildir. Çünkü Gush Emunim, sahip olduğunu gücünün çoğunu, doğrudan kendine bağlı olan siyasi oluşumları kullanarak değil, İsrail'in iki büyük partisini, (Likud ve İşçi Partisi) belirli konularda yönlendirerek ortaya koymaktadır. Topluma ise, halkın çoğunluğundan destek görebilecek popüler bir resmi ideoloji üreterek ulaşır. Bu nedenle Gush Emunim'in gücü büyük ölçüde görünmezdir. Yahudi Yazar Ehud Sprinzak da aynı konuya dikkat çeker ve "Gush Emunim'in görünmez krallığı"ndan söz etmektedir.
Gerçekten de Gush Emunim, İsrail toplumunun büyük bölümünü belirli konularda yanına çekebilen bu ilginç stratejisi sayesinde, İsrail'in iki büyük partisini de etkisi altına alabilmektedir. Gush felsefesinin Likud üzerinde büyük bir etkisi olduğu zaten tartışılmaz bir gerçektir. Çünkü sağcı Likud bloku, zaten Gush Emunim'in temsil ettiği dinci-milliyetçi çizgiyi savunmaktadır. Mehanem Begin, Ariel Şaron, Yitzhak Şamir gibi Likud liderleri, Gush Emunim'e çok yakın olduklarını açıkça ortaya koymuşlardır. Gush Emunim'in "Yahuda ve Samiriye'nin Yahudileştirilmesi", yani işgal altındaki Batı Şeria'da Yahudi yerleşim bölgeleri kurulması hedefi, 1977'den 1992'ye kadar 1986'daki "Ulusal Birlik" koalisyonu hariç iktidarda kalan Likud'un en önem verdiği konuların başında gelmiştir. Gush Emunim Tarikatının kurdurduğu yerleşim bölgelerinin açılış törenlerine katılan Begin, Şaron ve Şamir gibi Likud liderleri, Gush liderleriyle kardeşlik tabloları çizmişlerdir.
Asıl ilginç olan, Gush Emunim'in yakın geçmişte İşçi Partisi üzerinde de belirli bir etki elde etmiş oluşudur. Araştırmacı Amnon Rubinstein konuya dikkat çekerek, genel propagandanın aksine, Gush Emunim'in "ılımlı ve laik" olarak bilinen İşçi Partisi üzerinde önemli bir etkisi olduğunu yazar. Rubinstein'a göre, "Gush'un İşçi Partisi üzerindeki etkisi kesinlikle küçümsenemez. Birbirini izleyen İşçi Partisi kabinelerinin hepsine kendi düşüncelerini empoze etmişler ve kritik konularda hükümeti yönlendirmişlerdir." 1974-1977 döneminde, İşçi Partisi liderlerinin hepsinin yanlarında Gush Emunim'den birer temsilci yer almıştır:
Başbakan Yitzhak Rabin, Gush Tarikatı destekçisi Ariel Şaron'u özel danışman olarak yanına almış; Savunma Bakanı Shimon Peres de Gush'a bağlı olan Tehiya Partisi'nin lideri olan Yuval Ne'eman'ı yakın adamı haline getirmişti. Dışişleri Bakanı Yigal Allon ise (Arap karşıtı fanatizmiyle ünlü olan) Haham Moşe Levinger'le çok yakındı. Bu bir tesadüf değil, Gush Emunim'in İşçi Partisi üzerindeki gücünün bir göstergesiydi.[9]
Peki, nedir Gush Emunim'in Mesih Planı'ndan kaynaklanan stratejileri?
Gush Emunim'in Kutsal Toprak Haritası: Nil'den Fırat'a
Tamamına yakını, Haham Zvi Yehuda Hacohen Kook'un Kudüs'teki Merkaz Harav adlı yeshiva'sında Kabala dersleri almış olan Gush Emunim hahamları, hemen her politik gelişmeyi kehanetler çerçevesinde yorumlarlar. Buna göre, İsrail'in BM Güvenlik Konseyi tarafından saldırganlığı nedeniyle kınanması, Kutsal Kitap'ta anlatılan Jacob ve Esau arasındaki çatışmanın yeni bir örneği, Araplarla süren savaş ise, Isaac ve Ismael arasında Yahudi kaynaklarına göre yaşanmış olan mücadelenin bir parçasıdır.
Kuşkusuz yerine getirilmesi gereken en büyük kehanetlerden biri de, Vaadedilmiş Topraklar'ın tümünün ele geçirilmesidir. Çünkü Yahudi inanışına göre, Mesih geldiğinde tüm Vaadedilmiş Topraklar, onun kuracağı Krallık altında birleşecektir. Bu, daha açık bir ifadeyle, tüm Vaadedilmiş Topraklar'ın işgal edilmesi anlamına gelir. Kabalacılar'ın politik uzantısı olan Gush Emunim'in de elbette bu yönde bir planı olmalıdır. Ve nitekim vardır.
Ama önce Vaadedilmiş Topraklar'ın neresi olduğunu belirlemekte yarar var. Bu topraklar, acaba Filistin toprakları mıdır? Yoksa daha büyük bir alanı mı kapsamaktadır?… Ehud Sprinzak, Gush Emunim'in Vaadedilmiş Topraklar'dan neyi anladığını şöyle açıklar: "Gush ideologları 'İsrail'in tam ve eksiksiz toprakları'ndan söz ederlerken, 1967 sonrası sınırları değil, (Tanrı ile yapılan) Ahit'te İsrail oğullarına verilen ve Tekvin 15 Bap'da bildirilen sınırları kastederler.."
Buna göre, Yahudilere vaat edilmiş olan topraklar, Mısır ırmağı (Nil) ile Fırat arasında uzanmaktadır. Sina yarımadası, Filistin, Lübnan, Suriye, Irak, Ürdün topraklarını ve hatta Türkiye'nin bir bölümünü (Fırat'ın güneydoğusu) içine alan, yani Ortadoğu'nun oldukça büyük bir bölümünü kaplayan bu harita, ilk bakışta oldukça çılgın gelmektedir insana. Acaba gerçekten Gush Emunim ve onun etki altına aldığı İsrail liderleri böylesine dev bir coğrafyaya yayılmacı bir gözle bakıyor olabilirler mi? Evet! Bütün hazırlık ve hırçınlıklar ve bu amaca yöneliktir.
Siyonizm'in Ve Yeni Seküler Düzen'in Sonu
İsra Suresi'nin hemen başında yer alan ayetlerde, Yahudilerin yeryüzünde iki kez büyük bir bozgunculuk çıkaracaklarını, ancak her ikisinin sonunda da Allah'ın üzerlerine göndereceği güçlü bir topluluk tarafından cezalandırılacakları haber verilmektedir. Bu iki büyük bozgunculuktan birincisinin: Yahudilerin Hz. İsa'yı öldürtmeye kalkmalarıyla doruğa vardığını ve Romalıların Kudüs'ü yerle bir edip yıkarak ve direnen Yahudilerin çoğunu "sokakların arasına girip arayarak" öldürdüklerini yazmıştık. İkinci büyük bozgunculuk ise Yahudilerin Mesih Planı'nı tasarlamaları ile başladı, tüm bu kitap boyunca incelediğimiz gibi gelişti ve içinde bulunduğumuz çağda zirveye ulaştı. Ve bu ikinci bozgunculuk da, ayetin ifadesine göre, büyük bir cezalandırma ile sonuçlanacaktır.
Ayetlerde şöyle bildirilmektedir:
"Kitapta İsrail oğullarına şu hükmü verdik: "Muhakkak siz yer(yüzün) de iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir kibirleniş-yükselişle hükümran olup azgınlaşacaksınız. Nitekim o ikiden ilk-vaad (edilen cezalandırma) geldiği zaman, oldukça zorlu olan kullarımızı üzerinize gönderdik de (sizi) evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu yerine getirilmesi gereken bir sözdü. Sonra onlara karşı size tekrar 'güç ve kuvvet verdik', size mallar ve çocuklarla yardım ettik ve topluluk olarak sizi (ekonomik, teknolojik, psikolojik ve politik yönden) sayıca çok kıldık. Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz ve eğer kötülük ederseniz o da (kendi) aleyhinizedir. (Ama siz yine bütün insanlığa ve özellikle inananlara hakaret ve hıyanete yöneleceksiniz ve hak ettiğiniz cezayı göreceksiniz.) Sonunda vaat geldiği zaman, (yine öyle kullar göndeririz ki) yüzlerinizi 'kötü duruma soksunlar', birincisinde ona girdikleri gibi yine mescid (Kudüs)e girsinler ve ele geçirdiklerini 'darmadağın edip mahvetsinler.' Umulur ki, Rabbiniz size merhamet eder, fakat siz (bozgunculuğa) dönerseniz biz de (sizi aşağılık kılmaya ve cezalandırmaya) döneriz. Biz, cehennemi kâfirler için bir kuşatma yeri kıldık. [10]
İşte görüldüğü gibi bu bozgunculuğun bir de karşılığı vardır ve bu karşılık Yahudiler açısından hiçte hayırlı değildir. Üstteki ayete göre, ikinci bozgunculuğun sonucunda, "Allah'ın zorlu kulları" Kudüs'e girecek, Tapınak'ı dağıtacak ve sokakların arasına kadar girip Yahudileri araştıracaklardır.
Bu işi ilk kez yapan "zorlu kullar" Romalılardı (Allah'ın kulu olmak için Müslüman olmaya gerek yoktur; kâfirler de, bilincinde olmamalarına karşın, Allah'ın kuludurlar). İkinci kez yapanlar ise hem bugünün siyasi tablosundan, hem de birçok hadislerden anladığımıza göre, Müslümanlar olacaktır. Mehdi ve ordusunun Kudüs'e ulaşacağını ve düşman Yahudileri köşe-bucak arayacaklarını haber veren hadislerde anlatılan olay, İsra Suresi'nin 7. ve 8. ayetlerinde haber verilen fetihle aynı olaydır. En doğrusunu Allah bilir. Aynı, ahir zaman fitnesinin Yahudilerin yeryüzünde çıkardığı büyük bozgunculuk, yani Yeni Seküler Düzen (Novus Ordo Seclorum)la aynı şey oluşu gibi…
Kuşkusuz tüm bu olayların Kuran ahlakı ile değerlendirilmesi son derece önemlidir, yaşananların hikmetleri de ancak bu şekilde kavranabilir.
Dikkat edilirse, İsra Suresi'ndeki: Yahudilerle ilgili ayetlerin başında, "Kitapta İsrail oğullarına şu hükmü verdik…" şeklinde buyrulmaktadır. Yani tüm bu olaylar, Allah'ın Yahudilere böyle bir kader tespit etmesinin bir sonucudur. Mesih Planı, Allah öyle dilediği için başlamış ve devam etmiştir. Bu Planı uygulayan Yahudiler, Allah onlara öyle bir güç verdiği için bunu yapabilmişlerdir.
Ancak bu noktada göz ardı edilmemesi gereken çok önemli bir gerçek daha vardır. Bir ayette şöyle bildirilir: "Onlardan öncekiler de hileli-düzenler kurmuşlardı; fakat düzen kuruculuğun tümü Allah'a aittir."[11]
Evet, düzen kuruculuğun tümü Allah'a aittir, Yeni Seküler Düzen'i de kuran, yine batında (gizlide) Allah'tır. Bu, Allah'ın İsrail oğullarına Kitapta verdiği bir hükmün sonucudur. Ve bununla birlikte Allah tüm bu tuzakları yerle bir edecek tuzakları da kurandır. İbrahim Suresi'nin 46. ayetinde bildirildiği gibi; "gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen vardır."[12]
Şeytani Düzen'e karşı, rahmani bir karşı-düzen; ahir zaman Deccal fitnesine karşı, ahir zaman Mehdi İslam egemenliği vardır. Allah'ın izniyle Yeni Seküler Düzen'in yıkıldığını ve yerine rahmani bir düzenin kurulduğunu birlikte göreceğimiz devrim ve değişimler yaşanacaktır. Gecenin sabaha yakın olduğu gibi zirvede olan Dinsiz Siyonist Düzen de yıkılmaya o kadar yakındır.
Kuşkusuz her şeyin en doğrusunu bilen Allah'tır.
Cenabı Hakkın bütün batıl ve barbar düzenleri; O rejimleri ve kurtuluş çarelerini en iyi bilen, seçkin bir liderin önderliğinde yıkması, yerine Adil ve Kamil bir medeniyet kurması da, değişmez bir sünnetullahtır.
İşte günümüzde, Siyonist sistemi en iyi tanıyan ve Deccalın adamlarınca hedef tahtasına koyulan, ama Allah'ın inayetiyle, bütün tuzakları boşa çıkarılan ve "onu siyaseten yasaklayıp gömdük yetmez… Üzerine beton dökmemiz lazım" diye korkulan siyasi şahsiyet de Şeytanın bu son saltanatını yıkacak olan hareket ve hazırlığın başındaki Zattır.
[1] Maide Suresi, 64
[2] Nisa Suresi, 161
[3] Ibıd sh. 108
[4] Ibid
[5] Hürriyet, 25 Ocak 1994
[6] Executive Intelligence Review, Dope, Inc.: The Book That Drove Henry Kissinger Crazy, Washington:
Executive Intelligence Review, 1992, ss. 234-248.
[7] Ibid., sh. 246
[8] Ibid., sh. 52
[9] Encyclopaedia Judaica, vol. 14, ss. 960-962.
[10] İsra Suresi, 4-8
[11] Rad Suresi, 42
[12] Bak: Harun Yahya. Yeni Masonik Düzen
TAPINAK ŞÖVALYELERİ
http://www.kumkale.net/makaleler/00254.html