YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
662ddead28be0
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 5 1
Bugün : 3675
Dün : 26226
Bu ay : 658997
Geçen ay : 453014
Toplam : 23437961
IP'niz : 3.144.27.199

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

Sabancı Holdingin Patroniçesi Güler Sabancı'nın parmağındaki, Osmanlı kavuğu şeklindeki yüzükte;

1 – Yahudilerin bayrağındaki Davut – Siyon yıldızı

2 – Hıristiyanların Haçı

3 – Ve Arapça "Allah" yazısı olduğunu okuyunca, Hatay da gerçekleştirilen ve İslamiyeti dejenere etmeyi hedefleyen Dinler arası Diyalog toplantılarının mahiyeti ve himayecileri daha bir netleşti. 

Bir yandan Amerikan temsilciler Meclisi Ermeni soykırım tasarısını onaylayıp Türkiye'yi sıkıştırırken..

Papa‘nın Ayasofya'yı kilise gibi kullanmak üzere Türkiye'ye ziyareti yaklaşırken Prof Dr. Anıl Çeçen'in "Anadolu da 16 eyaletli Bizans federe devleti oluşturulmaya çalışılıyor" diye feryat ederken, Acaba AKP'li Diyanetin delaletiyle (veya dalaletiyle) Hatay'daki bu diyalog dalaveresi kime yarıyordu.?!

 

"Medeniyetler Buluşması" Neyi Hatırlatıyor?

"Medeniyetler Buluşması" ilk kez 1095 yılında Papa İkinci Urban'ın çağrısı üstüne başladı. Papanın çağrısına uyan Hıristiyan askerleri, önlerinde haç deseni olan kıyafetler giyerek Doğu'ya yöneldiler. Medeniyetler Buluşması için Müslümanlara giden ilk Batılılar, henüz demokrasiyi ve seyreltilmiş uranyum içeren bombaları icat etmedikleri için ABD Başkanı Bush kadar etkili bir buluşma gerçekleştiremediler elbette. Ancak onlar da Medeniyetler Buluşması tarihinin ilk adımlarını attıkları için tarihteki yerlerini aldılar.

Nitekim tarih, Batılıların Doğu'nun zenginliklerine sahip olmak için gerçekleştirdiği Medeniyetler Buluşması girişimleri ile dolu. Ancak Müslümanların Medeniyetler Buluşması anlayışı her nedense biraz farklı. Mesela İkinci Abdülhamit'in kurucusu olduğu Darülaceze'de ihtiyaç sahibi insanlara dinlerine göre ayrım yapılmadığı için cami, kilise ve havra kurma gereği hissedilmiş. Buna karşılık Avrupa'nın Medeniyetler Buluşması anlayışı farklı olmalı ki Vatikan uzmanı Doç. Dr. Ali Murat Yel, Aksiyon Dergisi'ne yaptığı açıklamalarda Katolik dünyasının yeni ruhani lideri 16. Benedict'in yeni bir Haçlı Seferi başlatmaya hazırlandığını öne sürüyor. Yeni seferin amacının Avrupa'yı yeniden Hıristiyanlaştırmak olduğunu belirterek, "Bu yeni dönemde Vatikan'ın Avrupa'da silahlı olmayan yeni bir fetih süreci başlatacağını söyleyebiliriz" diyor.

İki farklı Medeniyetler Buluşması anlayışı arasında buluşturulması makul olmayan bir uçurumun varlığı böylesine barizken; Batılıların kılıç kınlarında gizledikleri hoşgörünün bizde olmamasından dolayı rahatsızlık hisseden kimi çevrelerin olmasını, bilmem nasıl açıklamalıyız?

Mesela "Medeniyetler İttifakı" projesinde Türkiye'nin partneri olan İspanya'nın tarihine bir bakalım: Yarımadadaki son Müslüman devleti olan Gırnata sultanlığının yıkılmasıyla ve bölgede Medeniyetler Buluşmasının kelimenin tam anlamıyla gerçekleşmesiyle beraber, İspanya'da Hıristiyan hâkimiyetinde çok sayıda Müslüman kalmıştı. 1497 senesinde Katolik Kral Ferdinand ve Kraliçe İzabella, yaptıkları anlaşmayı hiçe sayarak kalan Müslümanların zorla Hıristiyanlaştırılmasına ve böylece Medeniyetleri Buluşturmaya karar verdiler. Müslümanları kapalı mekânlara koyarak üzerlerine vaftiz suyu serpip artık Hıristiyan oldukları ilan edildi. Kur'an-ı Kerim ve diğer Arapça eserler toplatıldı, kütüphaneler boşaltıldı, geleneksel kıyafetleri ve çocuklara Arapça öğretilmesi yasaklandı. Camiler kiliseye çevrildi. Aksi davrananlar Engizisyon'a sevkedildi. Kimi İspanyol kaynaklarına göre Engizisyon, Müslümanlar için üç binin üzerinde ağır ölüm kararı vererek, ya kazığa oturtmuşlar veya yakmışlardır.

Dolayısıyla, tarihinde Darülaceze gibi Medeniyetler Buluşması kavramı çerçevesinde örneklere sahip olan Türkiye'nin, Medeniyetler Buluşması konusunda İspanya'dan öğreneceği çok şey vardır(!)

Bakın Mümtaz'er Türköne de anlamamış Medeniyetler Buluşması'nın anlam ve önemini. Ne diyor? "Bugün Kudüs kan ağlıyor. Bütün dinlerin, bütün mezheplerin mekânı olan bu kutsal şehir, tarih boyunca sadece Müslümanların yönetiminde kaldığı dönemlerde barış içinde yaşadı. Modern çağlara girildiği dönemde de Osmanlı yönetimi altında, rengârenk bir toplum barışı sürdürmeyi ve adil bir yönetim altında yaşamayı başardı. Aynı Kudüs, Haçlı seferlerinde Hıristiyan yönetimi altında katliamlara sahne oldu. "Medeniyetler İttifakı"nda partnerimiz olan İspanya'nın kovduğu Yahudiler, bizim topraklarımızda selamet buldular. Yine aynı topraklarda tam sekiz asır, o günün dünyasının en gelişmiş ve incelmiş kültürünü, bilimini ve felsefesini geliştirmiş olan Müslümanların bugün izlerine bile rastlanmıyor. Bizim beş asra yakın, fasılasız yönettiğimiz Balkanlar'da, başlangıçta hangi dil, din, kültür var ise bugün aynısı yaşamaya devam ediyor. Ve bugün, İslam dünyasından gelen terörü sona erdirmek için, "medeniyetler uzlaşması" veya "medeniyetler ittifakı"ndan, yani Müslümanların şiddetten arındırılmasından bahsediyoruz. Böyle bir muhakeme mantıklı geliyor mu?"

Medeniyetler Buluşması'nın ne menem bir şey olduğunu bir gün hepimiz anlayacağız.[1]

Bizi Diyalogla oyalarken ABD'de Ermeni tasarısını onaylıyor!

ABD Temsilciler Meclisi Uluslararası İlişkiler Komitesi 'Ermeni soykırımı'nı tanıyan iki tasarıyı kabul ediyor.

Komite, Bush yönetiminin karşı çıkmasına rağmen dün görüştüğü iki ayrı tasarıyı kabul ediyor. Tasarılardan biri Bush'un konuyu ülkenin dış politikasına yansıtmasını, diğeri ise Türkiye'nin soykırımı tanımasını içeriyor.

'İlişkilere Zarar Verir' Sızlanması!..

ABD Dışişleri Bakanlığı, oylama öncesi tasarıların reddiyle ilgili komiteye bir mektup gönderiyor. Mektupta tasarıların kabul edilmesinin Türkiye ile ilişkilere zarar vereceği belirtilip, dil suyu dökülüyor..

1 Mart'ın intikamı alınıyor!..

Tasarıları sunanlar arasında yer alan Demokrat Partili milletvekili Adam Schiff, TBMM'nin 1 Mart tezkeresine rağmen, Türkiye ile ilişkilerin bozulmadığını ve tasarıların kabul edilmesiyle de Türk-Amerikan ilişkilerinin zarar görmeyeceğini söylüyor. Schiff, "Türkiye ile ilişkilerimiz devam edecek ama bu karşılıklı saygı ve tarihi gerçeklerin kabulü ile olmalı'' diyor. Cumhuriyetçi Parti Kaliforniya milletvekili Dana Rohrabacher ise "Dostlarımızla gerçekler temelinde ilişki kurmalıyız'' şeklinde konuşuyor!..

Batı Orhan Pamuk'a niye sahip çıkıyor?

BAY Orhan PAMUK kalkıp 'Türkiye'de 1 milyon Ermeni ve 30 bin Kürt katledildi, bunu benden başka kimse söylemeye cesaret edemez' dedi. Evet, elbette, O konuşma özgürlüğüne sahip, bizler de yasalarımız gereği bu provokatif BAY'ın yargılanmasını isteme hakkına sahibiz öyle değil mi?  Hiç kimse benim ülkemi, Türkiye'mi, uluslararası arenada suçlu göstermek -zor durumda bırakmak isteyen birileriyle el ele 'YALANCI ŞAHİTLİK' yapamaz- yaparsa bunun kanun önünde hesabını vermek zorundadır.

Türk medyasından bir yazarın yorumuna bakalım: 'Washington Post ve New York Times başyazı yazdılar. New York Times'daki makale şöyle başlıyor: 'Başbakan Erdoğan önümüzdeki hafta Birleşmiş Milletler'de Türkiye'nin AB üyeliğini yavaşlatmaya aday konulardan birini ele alacak: Kıbrıs'ın tanınması. Ama asıl Erdoğan, Türk kimliğini 'aşağıladığı' gerekçesiyle hakkında dava açılan ünlü Türk yazar Orhan Pamuk'un durumunu ele almalı.' 

Hemen hemen tüm makaleler, Pamuk'la ilgili açılan davanın Avrupa Birliği sürecinde bir Türkiye için hayal kırıklığı olduğunu vurguluyor. Yazıların hışmı ve aktarmaya çalıştığı 'aciliyet' duygusu şaşırtıcı. Çünkü Pamuk'un hapse girmesi gibi bir ihtimal gerçek anlamda yok ve 'hakkında soruşturma açılması' Türkiye'de kamuoyunun ön saflarındaki insanlar için 'kanıksanan' bir durum.

Tam aralarda, üst düzey bir siyasetçi sohbet esnasında 'Siz Amerika'yı tanıyorsunuz. Neden Orhan Pamuk'a bu kadar destek var? Arkasında ne var?' diye soruyor. Dilimin döndüğünce Pamuk'un şu anda yurtdışında en tanınan Türk yazar olduğunu; edebiyatta Nobel alabileceğini; kitaplarının çok sattığını ve Pamuk'a dava açan Savcı Turgay Evsen'e gerekçe oluşturan 'Türklüğü alenen aşağılamak' gibi bir suçun Batı kamuoyunda 'algılanmasının' neredeyse imkânsız olduğunu anlatmaya çalışıyorum.'

Evet, Türk medyasının bazı kalemlerine göre 'Türklüğü aşağılamak gibi bir suç' Batı kamuoyunda anlaşılmaz bir durum-MUŞ.

BAY Pamuk'un asla yargılanmaması gerekiyor-MUŞ. Şimdi ey değerli okur, size tam bu noktada, ABD-New York'tan bir okurumun geçenlerde gönderdiği notu aktaracağım;

New Orleans kasırgasından 3-5 gün sonra, ABD'deki önemli TV kanallarından birinde açık oturum var, Fransız şarkıcı Celin DİON konuşuyor, Bush'un beceriksizliğini, sözde güçlü Amerikan yönetiminin aslında ne kadar beceriksiz olduğunun ortaya çıktığını anlatıyor derken O'nun ardından bir zenci uzman söz alıyor ve 'BUSH HÜKÜMETİ IRKÇIDIR, BUSH HÜKÜMETİ ZENCİ DÜŞMANIDIR, HİSPANİK DÜŞMANIDIR (Güney Amerika'dan-Meksika'dan gelen Latin göçmenlere hispanik diye hitap ediliyor) ' diyor ve bilin bakalım ne oluyor? Pat, TV ekranı karartılıyor, bir-iki dakika sonra programın yöneticisi ekrana çıkıp 'bu beyin provoke-kışkırtıcı edici sözlerinden ötürü özür dileriz, bu aleni Cumhuriyetçileri-Bush'u, Amerikalıları aşağılamaktır, bu suçtur, devamına izin vermeyeceğiz' deyip, adamcağıza sansür uyguluyor, ekrandan anında uzaklaştırıyorlar.'

Yani, SAM Amcam kendine provokatif davrananı 'yargısız-sualsiz susturur' ama benim vatanıma birileri küfür edince ben yargılanmasını isteyemem. Öyle mi?

Yanılıyorlar… İSTERİM, haksız ve provokatif Orhan PAMUK'un – yargılanmasını- İSTİYORUM.[2]

Yeni Şafak gazetesi Boğaziçi Üniversitesinin Ermeni Konferansına tepki gösteren subaylarla dalga geçiyor:

"Paşa paşa eylem yapacaklar"

Emekli Subaylar Derneği, 23-25 Eylül'de yapılması planlanan Ermeni Konferansı için eylem planı hazırladı. TESUD Başkanı Küçükoğlu, 'ayaklarımız dayanıncaya kadar oradayız' mesajı verdi.

Türkiye Emekli Subaylar Derneği (TESUD) Başkanı Emekli Tümgeneral Rıza Küçükoğlu, 23-25 Eylül'de Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılması planlanan 'İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri' başlıklı konferansı için yapacakları eylem planlarını açıkladı. 500'ye yakın kişiyle katılacaklarını belirten Küçükoğlu, şayet içeri alınmazlarsa kapıda 'alternatif toplantı' adında bir etkinlik yapacaklarını söyledi. Üyelerinin yaş sınırını da göze alarak eylem planlarını hazırladıklarını belirten Küçükoğlu, "Ayaklarımız dayanıncaya kadar orada toplantıyı sürdüreceğiz" diye konuştu.

İslam'ı Protestanlaştırmayı amaçlayan Hatay randevusu gerçekleşiyor!

Türkiye 3 Ekim öncesi Hatay'daki Medeniyetler Buluşması dinlerin temsilcilerini bir araya getirdi. Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu'nun ev sahipliğini yaptığı buluşmayı Dışişleri Bakanlığı da aktif olarak destekliyor.

DÜNYANIN gözü 25-30 Eylül tarihleri arasında Hatay'a çevrildi. Medeniyetler Buluşması'nda 5 gün çeşitli dinlerin liderleri bir araya geldi. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın açılışını yaptığı toplantıda ‘Global teröre karşı uluslararası bir platform oluşturalım' çağrısı yinelendi.

Dışişleri Bakanlığı tarafından buluşmaya davet edilen Papa 16. Benedikt, Vatikan'ın 4 üst düzey yöneticisini Hatay'a gönderdi. Toplantıyı Papa adına Vatikan Dinlerarası Diyaloglardan Sorumlu Kardinal Yardımcısı ve Papa'nın sözcüsü Büyükelçi Pier Luigi Celata, Birleşmiş Milletler Vatikan Daimi Gözlemcisi Francesco Brugnaro, Roma Cemaati Başkanı Büyükelçi Mario Sciabja ile Vatikan Ekonomik İşler Saymanı Franco Craci izledi.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu'nun ev sahibi sıfatıyla katıldığı toplantıya Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan, Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos, Türkiye Yahudileri Hahambaşı İsak Haleva, Suriye Antakya Süryani Ortodoks Patriği Ignatius Zekka 1. Ayvaz, Türkiye Musevi Cemiyeti Başkanı Silvio Ovadyo ile çeşitli dinlere mensup yüksek din görevlileri geldi. Toplantıları Türkiye'de temsilciliği bulunan 37 ülkenin büyükelçisi de izledi.

El Cezire Yayınladı

3 Ekim öncesinde dini liderleri Türkiye'de buluşturacak, dünyaya toplu mesaj vermelerini sağlayacak bir toplantının AB sürecini olumlu etkileyeceğini savunan Dışişleri Bakanlığı, Medeniyetler Buluşması'nı aktif olarak destekledi. Toplantıyı çok sayıda uluslararası medya mensubu ilgi gösterdi. El Cezire Televizyonu toplantı sırasında Hatay'dan canlı yayın gerçekleştirdi. Bu amaçla El Cezire Genel Müdürü Vaddah Khanfer, ekibiyle Hatay'a geliyor. İnanç turizmi yapan tur operatörleri de davet edildi.

Önce Ayin Sonra Açılış

Toplantının programını, Hatay Valisi Abdülkadir Sarı'nın girişimiyle kurulan Hatay Evrensel Değerleri Koruma Derneği hazırladı. Mustafa Kemal Üniversitesi Tayfur Sökmen Kampusu'ndaki toplantılara Türk akademisyenlerin yanı sıra Amerika, Fransa, İngiltere, Almanya, Bosna Hersek, Rusya, Kanada, İsviçre, Pakistan, Belçika, İran, Yunanistan, Mısır ve Fas'taki çeşitli üniversitelerden gelen bilim adamları 45 tebliğ sundular. Hatay'da buluşacak dini liderler, pazar sabahı kendi cemaatlerine ait ibadethanelerdeki ayinleri yönetecek. Açılışta Ermeni Korosu, Kültür Bakanlığı Tasavvuf Müziği Korosu, Türkiye Hahambaşılığı Korosu konser verdi.

Trilyonluk bütçe!

Vali Abdülkadir Sarı, Medeniyetler Buluşması'nın kültürel ve sosyal etkinliklerle desteklendiğini söyledi. Vali, 600 milyar liralık bütçenin 400 milyarının Tanıtma Fonu'ndan, kalanının da Hataylı işadamlarının bağışlarıyla karşılandığını söyledi.

Logoya hilal eklendi

ETKİNLİĞİN ilk logosunda Hatay ismi, üç dinin simgesiyle yazılmıştı. A harfi yerine altı köşeli Davut Yıldızı, T harfi yerine haç, Y harfi yerine yeşil hilal kullanılmıştı. Ancak logoya tepkiler de geldi. AKP Hatay Milletvekili Fuat Geçen, şu açıklamayı yaptı:

‘Hatay Vatikanlaştırılmak isteniyor. Sırayla bazı şeyler yapılmaya başlandı. Önce Kürt sorunu söylemi, arkasından Ermeni oyunu, şimdi de din değiştirme olayları. Çan, Hazan ve Ezan bir arada olacakmış. Barış, diyalog diyorlar ama bunlar bize zarar veriyor. Olan Kel Mahmut'a oluyor, gören yok.'

Bunun üzerine Hatay Evrensel Değerleri Koruma Derneği Başkanı Hatay Müftüsü Mustafa Varlı ile Hatay Valisi Abdülkadir Sarı, logonun başına kırmızı hilal eklenmesine karar verdi. Davetiyeler yeni logoyla basıldı. Ama niye Hatay, niye Diyalog? diye soranların sesi duyulmadı.

Papa'yla Pazarlık Yapılıyor!

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Papa 16. Benedikt'in bu yıl içinde Fener Rum Patriği Bartholomeos'un girişimi üzerine Türkiye'ye ‘resmi ziyaret' yapmasının önünü kesti.

Çankaya Köşkü ile Dışişleri Bakanlığı arasında yapılan istişareler sonunda, ‘Papa Bartholomeos'un daveti üzerine Türkiye'ye geldi' anlayışını ortadan kaldırmak için 16. Benedikt'in 2006 yılında Türkiye'ye ‘resmi ziyaret' yapması için davet edilmesi kararlaştırıldı. Bunun üzerine Sezer, Papa'yı 2006 yılında Türkiye'ye davet etti.

Cumhurbaşkanı Sezer'in Papa 16. Benedikt'e ‘resmi ziyaret' daveti önceki gün Türkiye'nin Vatikan Büyükelçiği tarafından Vatikan'a iletildi.

Sezer'in 2006 davetini Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan, konuyla ilgili bir soruya verdiği yanıtta açıkladı. Kaynaklar, Bartholomeos'tan 30 Kasım'daki Aziz Andreas Yortusu ayinine katılmak için davet alan Papa'nın resmi ziyaret için 2006'da davet alması nedeniyle Bartholomeos'un bu yıl kasım ayındaki davetine icap etmesinin beklenmediğini söylediler. Papa, yine de 30 Kasım'daki Aziz Andreas Yortusu'na katılmak için Türkiye'ye gelmek isterse bu ziyaret ‘özel' statüde olacak.

Bu davet Türkiye'nin diyaloğa verdiği önemi ortaya koyuyor

Papa 16. Benedikt'in Ahmet Necdet Sezer tarafından Türkiye'ye davet edilmesine ilk olumlu tepki İtalya Parlamentosu Dışişleri Komisyonu Başkanı Giovanna Melandri'den geldi. Demokratik Sol Parti'li kadın milletvekili Melandri'nin yaptığı yazılı açıklama özetle şöyle: ‘Bu resmi davetle dinler ve kültürler arası ilişkilere Türkiye'nin ne denli önem verdiğini ve kilit rol oynadığını bir kez daha görmüş olduk. Türkiye, Hıristiyan ve İslam dinleri arasında diyalog kurarak önemli görevler üstlenmektedir. Her geçen gün emin adımlarla AB yolunda yürüyen Türkiye'ye gereken destek verilmelidir. Şimdi temennimiz Türkiye'nin 3 Ekim'de hak ettiği müzakerelerin başlamasını görmektir.'  

Hizbuttahrir, Niye Tahrik ediliyor?!

Ben Hizbut Tahrir'in çalışmalarını, son yıllarda Orta Asya'da, özellikle de Özbekistan'daki güçlü konumlarıyla izliyorum. Türkiye'de son bir yılda yeniden kendilerinden söz ettirmeye başladılar. Sovyetler'in dağılmasından, özellikle de 1995'lerden sonra Orta Asya'da ciddi bir nüfuz edindiler, bazı ülkelerde rejimler tarafından "birinci tehdit" olarak tanımlandılar. Özbekistan'da çok sayıda örgüt mensubu İslam Kerimov tarafından hapse atıldı. Ancak şiddete, silahlı mücadeleye başvurmamaları hareket alanlarını genişletti. ABD ve İngiltere, Kerimov'un Hizbut Tahrir'e yönelik acımasız uygulamalarını yer yer eleştirdi.

Öncelikle şunu belirtelim: Fatih Camii ve Hacıbayram'daki gösteriden sonra gözaltına alınanların hangi suçlamayla yargılanacağı tartışılıyor. Dünyanın hiçbir ülkesi, bu örgütü terör listesine almadı, dolayısıyla, terör suçundan yargılanmaları imkânsız.

Peki, Hizbut Tahrir bu dönemde, özellikle PKK sorunu yeniden tırmanırken, Anadolu kentlerinde etnik çatışma senaryoları uygulanırken, neden Türkiye'nin gündemine yeniden girdi? Kanaatlerimin yanlış olabileceğinden duyduğum endişeyle, son çıkışı bu çevreleri yakından tanıyan/izleyen bazı kişilerle konuştum: Özellikle Hamza Türkmen'in özet ve net değerlendirmesinden çok yararlandım. Paylaşayım:

1- Hizbut Tahrir'in tüm söylemi 1950-60 yıllarının söylemidir. Oysa elli yılda dünya çok değişti. Hizbut Tahrir bu söylemiyle bir nevi mezhepleşti. Tarih-toplum değerlendirmesi çok zayıf. Sorun da burada.

2- Elli yıl önce ya sosyalist olacaktınız ya kapitalist. Onlar Hilafet yolunu tercih ettiler. Müslümanları bu yolla birleştirebileceklerine inandılar. Söylemleri, 1960-70'lerin sağcı/milliyetçi yaklaşımına benziyor.

3- Bir bölgede bin kişiye ulaştıklarında orayı vilayet olarak kabul edip vali atıyorlar. Açık faaliyete o zaman başlıyorlar.

4- Merhum Ercüment Özkan onların Türkiye'deki lideriydi. Hapiste onlardan ayrıldı. Onları Arapçılıkla suçladı. Ancak 1980'lere kadar yine onların kavramlarıyla konuştu. 80'lerde bunu da terk etti.

5- Şimdiye kadar silahlı mücadeleye başvurmadılar.

6- Ancak bunun bir istisnası var: 1955'lerde Ürdün'de belirgin bir güce eriştiler. Bürokraside, askeriyede ve eğitimde ciddi taraftar edindiler. Kral Hüseyin bunların etkisini kırmak için, o dönemde Mısır'ın tasfiye etmeye çalıştığı İhvan-ı Müslimin'i Ürdün'de serbest bıraktı. Bu nedenle Hizbut Tahrir İhvan'ı uzlaşmacılıkla suçladı.

7- Suriye-Ürdün-Filistin'i içine alan Büyük Suriye'de Hilafet'i tesis etmek için harekete geçtiler. Ürdün ordusundan bir tankçı albayı öne çıkarıp aşiretlerin desteğini almaya çalıştılar. Amaç, bu destekle Ürdün yönetimini devirmekti. Ancak albay bunları sattı. Ağır darbe yediler. Birçoğu ülkeden kaçtı. Hareketin öncüsü Takyüddin Nabhani de kaçanlar arasındaydı.

8- Bir ara Libya lideri Muammer Kaddafi ile mücadele ettiler. Kaddafi Hizbut Tahrir mensubu birçok askeri idam etti. Yine Mısır yönetimi de örgüte bağlı birçok kişiyi idam etti.

9- İlginç bir not daha: Yeniden Milli Mücadele Hareketi, Arap dünyasından gelen 'yıkıcı İslami söylem'i yumuşatmak için ortaya çıktı. Yani İslami söylem millileştirildi. Bir anlamda Hilafetçi Hizbut Tahrir'in etkisini kırdı. (Şimdi tersi mi olacak?)

Görüştüklerimin ortalama kanaatleri şöyle: Örgüt mensupları samimi. Harekete geçtikleri konjonktür çok kötü. Birileri önlerini açıyor olabilir…

1995'te Londra'da Hilafet Konferansı yapıldı. On bin kişi katıldı. Bu olaydan sonra Hizbut Tahrir Orta Asya'ya yöneldi ve çok güçlendi.

Geçen yıl Türkiye'de "Hizbut Tahrir terör örgütü mü değil mi" konulu bir toplantı yapıldı. ABD ve İngiltere'nin desteğiyle. Bu toplantıdan sonra da Türkiye'deki çalışmalar yoğunlaştı!..

Bilecik'ten Trabzon'a kadar yaymaya çalışılan etnik çatışma tezlerinin geri plana itilip Türkiye'de sadece Hizbut Tahrir sorunu varmış gibi gösterilmesinin tek sebebi, örgütün bizzat kendisidir. Birkaç camide slogan atarak, Türkiye'nin gerçek gündemini unutturabildiler. Bu ülkenin dikkatini başka yöne çevirebildiler. Anadolu için en büyük riski oluşturan ve birilerinin alabildiğine provoke ettiği çözülme stratejisinin daha rahat uygulanabilmesi için elverişli bir zemin oluşturmayı başardılar. Tebrikler doğrusu!..[3]

Evet, ABD ve İngiltere'yi güdümüne alan Siyonist ve emperyalist merkezler, İslam dünyasındaki geri kalmışlık ve kargaşayı bahane ederek, kendi kontrollerin de, "Halife kılıfı bir dini meşruiyet misyonu" oluşturmak, bunu da "Yeni bir ümit ışığı gibi" sunarak, asırlardır ezilen ve sömürülen Müslümanların diriliş ve öze dönüş hareketlerini boğmak ve bozmak istemektedir. Ilımlı İslam saptırmaları ve Dinler arası Diyalog safsataları da bu sinsi hesapların bir ifadesidir.

Şehit cenazelerindeki "siyasi" simgeye niye dikkat edilmiyor?

Şehit askerlerin anneleri ve işlerine dikkat etiniz mi bilmem! Hepsi başörtülüydü! Davul zurna ile gönderdiği biricik evladını kaybeden anne, karşısına çıkan ilk yetkilinin yakasına yapıştı!.. Sözleri, anlayan için "kurşun" gibiydi: "Hep bizim çocuklarımız ölüyor!.. Sizin çocuklarınız neden doğuya gitmiyor?.."

Şehit uzman çavuş Suat Ocak için Adana'nın Kozan ilçesinde yapılan cenaze töreninde, biricik eşi Bahar Ocak, bayrağa sarılı tabutun üzerine kapanmış, bırakmıyordu!.. Dikkat ettiniz mi bilmem!.. Bahar Ocak, başörtülüydü!.. Şehit jandarma komando er İbrahim Ceylan için İstanbul Şişli"deki Levent Camii'nde düzenlenen cenaze töreninde, oğlunun tabutuna sarılan Ayşe Ceylan'ın hali yürekler acısıydı!.. Davul zurna ile gönderdiği biricik evladını kaybeden anne, karşısına çıkan ilk yetkilinin yakasına yapıştı!.. Sözleri, anlayan için "kurşun" gibiydi: "Hep bizim çocuklarımız ölüyor!.. Sizin çocuklarınız neden doğuya gitmiyor?..".

Dikkat ettiniz mi bilmem!.. Ayşe Ceylan, başörtülüydü!.. Yine aynı törende kendini yerlere atıp, "Kürtçe ağıtlar" yakan Diyarbakırlı piyade onbaşı Yüksel Kutlu'nun annesi Zülfüye Kutlu  da başörtülüydü!..

Evet!.. Onlar, bu memleketin "asli sahipleri" olduklarını biliyorlar!.. Onun için "yokluklar arasında" büyüttükleri evlatlarını davul zurna eşliğinde gözlerini kırmadan, "güle oynaya" ölüme gönderiyorlar!..

Peki ya onların "inançları gereği" başlarına taktıkları örtüyü "irticanın simgesi" olarak ilan edip, onlara "parya" muamelesi yapmaya kalkışan "kutsal laiklik bekçileri" ne yapıyorlar?.. Siz "kaymak tabakasına" mensup bu zat-ı muhteremlerin oturdukları lüks semtlerden, köşklerden, yalılardan, şimdiye kadar "şehit cenazesi" kalktığına tanık oldunuz mu hiç?..

Hayır!.. Neden?.. Çünkü onlar, "doğuştan şanslı olan" kendi çocuklarını, bırakın cepheye, askere göndermemek için dahi "kılı kırk" yarıyorlar, "bin dereden" su getiriyorlar!..

Onların çocukları, ya "yurtdışında" çalışıyorlar, ya "bir yerlerde" mastır yapıyorlar, ya "çürük" raporu alıyorlar, ya da "kaytarmanın"  bir yolunu bulunuyorlar!.. Kaytaramayanlar ise "adalarda", "yalılarda", "beş yıldızlı otellerde" komandoluk yapıyorlar!.. Ama "memleketin kaymağını" da yine onlar yiyorlar!.. Öz vatanlarında "garip" duruma düşüp öz vatanlarında "parya" muamelesi görenler, "eğitim özgürlükleri" ellerinden alınanlar, "devlet dairelerine" sokulmayanlar, "haksızlıkların" ortadan kaldırılması için seçim meydanlarında "Başörtüsü bizim namus meselemizdir!.." diye esip gürleyen Tayyip Erdoğan ve partisine oy verdiler!..

Ancak, Erdoğan, şimdi "başörtüsü" meselesine kayıtsız kalıyor, "manevi işkenceye" tabi tutulan kitlelerin feryatlarına kulaklarını tıkıyor!.. Bir fırsatını bulup kendisine ulaşabilenleri, "Acele etmeyin, toplumsal mutakabatın oluşmasını bekleyin!.." diye başından savıyor!..

O kendisini iktidara taşıyan "başörtüsü" meselesi ile değil, "kürt meselesi" ile ilgileniyor!..

Başörtüsü takan anneler, "çocuklarının mezuniyet törenlerine" sokulmuyor!..  Başörtüsü takan kadınlar, "ehliyet sınavlarına" alınmıyor!..  Başörtüsü takan öğrenciler bırakın "üniversiteleri", artık "özel dershanelere" bile giremiyorlar!..

"Türk milletinden" aldığı gücü, "karanlık odakların" emrine veren iktidar sayesinde, yakında memleketin bütün caddeleri ve  sokakları "kamusal alan" ilan edilip, başörtülü kadınlar evlerinin içinde "hapis kalmaya" mahkûm edilirse hiç şaşırmayın!..  Çünkü "zulmün" ibresi, orayı işaret ediyor!..[4]

Ülkelerin rahat sömürülmesi için dini ve milli duygularının körleştirilmesi ve toplumun köleleştirilmesi gerekiyor. Şimdi Diyalog işte bu amaca hizmet ediyor.

İşte Tarihi Belge:

Nelson A. Rockefeller'den ABD Başkanı Eisenhower'e 1956'da yazılan gizli mektup

"Sevgili Başkanım,

Az gelişmiş ülkeler için daha akıllı ve cesur bir yardım programı hakkında yapmış olduğum teklifler dolayısıyla Camp David'de cereyan eden uzun ve yorucu tartışmalara tekrar dönmeyi gereksiz bulurum. Bununla beraber, gereksiz siyasi olaylar, tartışmalarımızın verimsiz olmadığını göstermiştir. Bu bakımdan herhangi bir orjinallik iddiası taşımayan ve fakat dış politikamızın önemli sorunlarından birini teşkil eden mesele hakkında, yararlı olacağına inandığım görüşlerimi bildirmenin zamanı gelmiştir.

Dış politikamızın genel çizgisi hakkında, hükümetle temelde hiçbir fikir ayrılığım yoktur ve hiçbir zaman da olmadı. En azından herhangi bir insan kadar askeri paktların önemini ben de kabul ediyorum. Fakat bunların, şimdiye kadar Dışişleri Bakanlığı'nın yapageldiğinden daha başka bir biçimde ele alınması gerektiği kanısındayım. Tam da şu sırada Rusların izlediği aktif dış politika sonucu, askeri paktların, gittikçe halkların gözünden düşmekte olduğu gerçeğini de görmek zorundayız. SEATO Paktı bunun en belirgin örneğidir. En önemli Asya ülkeleri bu pakta girmeyi reddettiler.

En son askeri projelerimizin kaderi, evvelkilerden daha da kötü oldu. Örneğin Bağdat Paktı. Oysa bu paktı, Dujlas, Amerikan diplomasisinin önemli bir başarısı, İngilizler de kendi başarıları olarak ilan ettiler. Bağdat Paktı'nın, kâğıt ve harita üzerinde iyi bir görünüş arzettiği doğrudur. Zira bu pakt, Ortadoğu'nun dört ülkesini, bizim çıkarlarımıza uygun düşen tek bir pakt içinde toplamaktadır. Bu ülkeler, Komünist dünyanın güney sınır çizgisi üzerinde bulunmaktadırlar. Ayrıca, kıymetli stratejik hammadde rezervlerine ve kalabalık insan gücüne sahiptirler. Bağdat Paktı üyesi olan Türkiye, aynı zamanda NATO yoluyla bizim savunma sistemimize bağlanmıştır. Pakistan ise, aynı zamanda SEATO üyesidir. Ortadoğu'daki birçok Arap ülkesi, Bağdat Paktı'nın kendi ulusal çıkarlarına karşı olduğunu ileri sürerek bu pakta girmemişlerdir. Gerçekten de yarattığımız bu askeri paktlar, ne Güneydoğu Asya'da, ne de Ortadoğu'da arzuladığımız hedeflere ulaşmamıştır. Çünkü bu paktlar başarıya ulaşmaları için hayati önem taşıyan bazı ülkeleri içlerine almaya muvaffak olamamışlardır. Bütün bunlarla, bu askeri organizasyonların bizim için bir değeri olmadığını, kurulmamaları gerektiğini söylemek istemiyorum. Ben bu paktları değil, onların kurulmasında kullanılan yol ve metodları eleştiriyorum. Şu meşhur Standart Oil tröstü için iyi olan ABD için de iyidir tekerlemesini burada tekrarlamak istemiyorum. Fakat yine de gerek Bağdat Paktı'nın, gerekse SEATO ülkelerinin çok değerli kaynaklarından bizim yeterince yararlanamadığımız gerçeğini gözden uzak tutmam. Ayrıca, bu paktlar, bizim için hayati önem taşıyan köprübaşlarının güvenliğini dahi garanti altına alamamışlardır.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki Asya politikamızın başarısızlığı; Rus yöneticilerinin, Hindistan, Burma ve Afganistan'a yaptıkları ziyaretlerin ve Sovyetlerin bu bölgede büyük yatırımları kapsayan ekonomik işbirliğine gösterdikleri büyük arzu ve teşebbüslerin ışığı altında incelenecek olursa, çok daha açıklık kazanır. Bu güne dek maalesef etkili bir şekilde karşı koymayı başaramadığımız bu Rus adımları, bütün Asya ülkelerinin geleceği bakımından geniş ölçüde ekonomik ve politik sonuçlar doğurabilir. Bu yüzden biz mevcut askeri pakt ve anlaşmaları sağlamlaştırmak yanında, yenilerini de kurmak istersek -bu cins paktların çeşitli ülkelerle olan ilişkilerimizde zorunlu ve uygun biçim olduğunu kabul etmek şartıyla- karşımıza çıkan yeni duruma uygun davranış göstermekle işe başlamalıyız.

Bizim politikamız hem global, yani dünyanın bütün kara parçalarını kapsayan, hem de total olmalıdır. Yani politik, askeri, ekonomik, psikolojik tedbirleri ve özel metodları bir bütün içinde bir araya getirmelidir. Başka bir deyişle, yapılacak şey, atlarımızın hepsini bir tek arabaya koşmaktır.

Görüşümü daha iyi ortaya koyabilmek için -yüzeysel de olsa dış politikamıza ait birkaç ilkenin, Avrupa ve Asya'da nasıl uygulandığını tahlil etmeye çalışacağım.

Bilindiği gibi, Avrupa'da ekonomik yardımla işe başladık. Marshall planı olmasaydı, NATO'nun kurulması mümkün olamazdı. Marshall planıyla gerçekleştirilen şey, baskının her çeşidinin kullanıldığı, koordine bir dış politika sağlamak oldu. Bu politika ise, umduğumuz ve planladığımız gibi sağlam bir askeri paktın kurulmasına götürdü.

Asya'daki çabalarımız daha az başarılı sonuçlar verdi. Kanaatimce, bunun esas nedeni, tek şeyle açıklanabilir. Kurulmasını arzu ettiğimiz ittifaklar için gerekli ekonomik hazırlıkların önemini küçümsediğimiz bir dönemde, şiddet ve baskı anlayışı fazlasıyla göze batacak şekilde ortaya kondu. İttifakların askeri yönü çok sivriltildi.

Hayati önem taşıyan ekonomik görüşün, Dışişleri Bakanlığı'nca küçümsenmesi, SEATO ve Bağdat Paktı'nın kum üstüne inşaa edilmesine yol açtı. Bence bu kum, çimento ile pekiştirilmelidir. Bayrağın ticareti takip etmesi bir Amerikan geleneğidir.

Bu akıllı geleneğe rağmen, biz bütün enerjimizi SEATO'nun askeri yönüne harcadık. ABD'nin Çan-Kay-Şek ile birlikte Komünist Çin'e karşı açacağı bir savaşa, SEATO üyelerinin katılacağını tasavvur etmek, hemen hemen imkânsızdır. Bununla birlikte, Dışişleri Bakanlığımız böyle bir tasavvurun hesabı içindeydi.

Kaçınılmazlığını sizin de şimdi bizzat kabul ettiğiniz ekonomik tedbirlerin, düşüncesizce atılan askeri adımlar yüzünden neticesiz kaldığı bir gerçektir. Bu gerçeğin, hükümet adamlarımız tarafından gittikçe görülmesi beni memnun etmektedir. Eğer askeri paktların ve kuruluşların yolları, önceden ekonomik tedbirlerle döşenmemişse atılacak askeri adımlara itiraz edilmemesi gerekir.

Sayın Başkanım, biliyoruz ki; dünyanın geniş bölgelerini kapsayan az gelişmiş ülkelerde, sermaye, teçhizat, idari personel ve teknik uzman eksikliği en önemli meseledir. Bütün planlamalarımızda, bu gerçeği daima hesaba katmak zorundayız. Askeri pakt ve tedbirlerin gerekliliğine inanıyorsak, bunların faturasını da ödemeye hazır olmak gerekir.

Düşüncelerimin pratikteki en somut örneği, hatırlayacağınız gibi, bizzat meşgul olduğum İran tecrübesidir. Ekonomik yardımı harekete geçirerek İran petrolüne el koymayı başardık ve bu ülkenin ekonomisine yerleştik. İran'da ekonomik pozisyonumuzun kuvvetlenmesi, bu ülkenin dış politikasının kontrolümüz altına girmesi ve özellikle Bağdat Paktı'na üye olmasını sağladı. Hâlihazırda, İran Şahı, elçimize danışmadan hükümetinde herhangi bir değişiklik yapmaya bile cesaret edememektedir.

Kısaca söylemek gerekirse: Burada ileri sürülen düşünceler beni ve arkadaşlarımı, politik programımızın aşağıdaki temel ilkelere oturtulması zorunluluğuna götürdü:

1- Biz, askeri paktlarımızı kurmaya ve sağlamlaştırmayı hedef alan tedbirlere devam etmekteyiz. Çünkü bu paktlar, herhangi bir komünist saldırısını ve ulusal hareketleri önlemekte faydalı olacaktır. Bundan başka Asya'da ve Ortadoğu'daki pozisyonlarımızı her yönden sağlamlaştıracaktır.

Şu önemli geçeği gözden uzak tutamayız: magnezyum, krom, kalay, çinko ve tabii kauçuğumuzun tamamı, bakır ve petrolümüzün önemli bir kısmı, kurşun ve alüminyumun üçte biri, denizaşırı ülkelerden gelmektedir. En önemlisi, ABD tarafından kurulmuş askeri paktlardan, herhangi birinin etki alanında bulunan Asya ve Afrika'nın az gelişmiş bölgelerinden gelmektedir. Süper stratejik maddelerin, bu arada uranyumun durumu da yukarıdakiler gibidir.

2- Bu askeri paktları sağlamlaştırmak ve genişletmek için Marshall Planı'nın Avrupa'da bize sağladığı kadar, ya da ondan daha büyük ölçüde, politik ve askeri nüfuz garantileyecek genişlikte bir ekonomik yayılma planını Asya, Afrika ve diğer azgelişmiş bölgelerde uygulamak zorundayız. Bunun için, az gelişmiş ülkelere yaptığımız ekonomik yardımların büyük kısmı, askeri paktlarımıza hizmet etmek üzere kurulmuş olan kanallardan akmalıdır. Bu ise bizi, askeri paktların biçimlerinde belirli değişiklikler düşünülmelidir. Başka bir deyişle, askeri paktların ekonomik yanını mümkün olduğu kadar belirgin hale getirmeliyiz. Bizim askeri paktlarımıza çekmek istediğimiz ülkelere geniş ölçüde ve akıllıca ekonomik yardımlar yapmalıyız. Fakat bunu şimdiye kadar yaptığımızdan daha dikkatli ve elastiki bir biçimde yapmak gerekmektedir.

Çok özel durumlarda herhangi bir şart ile koşmamalıyız. İkinci dönemde, hem politik hem de askeri şart ve taleplerimizi kabul ettirme yolu açılmış olacaktır.

3- Bu ilkelerden hareketle, Amerikan iktisadi yardımının yapılacağı ilkeleri üç grupla toplamayı teklif ediyorum. Ekonomik işbirliğinin çeşitli biçim ve metodları, bu her üç grupta da kullanılmalıdır.

Birinci gruba bizimle dost olan ve bize uzun süreli, sağlam askeri paktlarla bağlanmış olan antikomünist hükümetlerin iktidarda olduğu ülkeler girer. Bu ülkelerde yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur. Bu noktada Dışişleri Bakanlığı ile aynı fikirdeyim, genişletilmiş iktisadi yardım, örneğin Türkiye'ye, bazı hallerde düşünülenin tersi sonuçlar verebilir. Yani, bağımsızlık eğilimini artırıp, mevcut askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere -Türkiye gibi- doğrudan doğruya iktisadi yardım da yapılabilir, ama bu ancak bize uygun ve bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda olmalıdır.

Bunlarla bağlantılı olarak özel sermaye yatırımlarını da ayarlamak gereklidir. Hükümet, özel sermaye yatırımlarını cesaretlendirmeli ve onlardan akıllıca yararlanmasını bilmelidir. Bu yatırımlar yardımıyla birçok politik amaca ulaşılabilir. Bu tip özel sermaye yatırımları, zamanla bütün gayrimeşru muhalefeti ve politikalarımıza karşı mukavemeti ortadan kaldırabilmeli veya nötralize edebilmelidir. Ayrıca bizi desteklemekte kararsız ve sallantılı olan bütün şahsi teşebbüs ve menfaat çevrelerini etkilemelidir. Aynı zamanda ABD ile işbirliğine hazır yerli işadamlarına yardım artırılmalı ve böylece bu işadamlarının, ilgili ülkenin ekonomisinde kilit noktalarını ele geçirmeleri, buna dayanak politik etkilerinin artması sağlanmalıdır.

İkinci grup, tarafsız bir politika güden veya o eğilimi gösteren ülkeleri kapsamaktadır. Bu durumda, devlet yardımları ve kredilerin ağırlığı bu ülkeleri kapsamaktadır. Bu durumda, devlet yardımları ve kredilerin ağırlığı bu ilkelerde bizim için gerekli ekonomik koşulların yaratılmasına kaydırılmalıdır. Bu koşullar, zamanla bizim için çalışmalı ve bu ülkelerin, bize bağlı askeri pakt ve birliklere kendiliklerinden girmeleri sağlanmalıdır. Bu politikanın temel hedefi, bu ülkelerde ekonomik ilişkilerimizin arttırılması sonucunda yerli ekonominin kilit noktalarını ele geçirmektir.

Bu ülkelerdeki, özel yabancı sermaye yatırımlarını teşvik etmeyen hükümetlere karşı olan grup ve kişiler desteklenmelidir. Böylece bu ülkelerdeki yeni politikamızın temelini sağlam bir şekilde atabiliriz. Bu gruba giren ülkelerin en önemlisi Hindistan'dır.

Üçüncü grup, daha sömürge halinde olan ülkeleri kapsamaktadır. Bu ülkelere yapılan özel sermaye yatırımlarının artırılması için gerekli işlemler süratle tamamlanmalı, özel bir program dâhilinde bu ülkelere daha fazla iktisadi yardım verilmelidir. Ayrıca bu ülkelerdeki sömürge idaresine karşı savaşan yerli işadamları desteklenmelidir. Bu gruptaki ülkeler için uygulayacağımız politikanın birinci aşamasında iktisadi yardım, yerli ortaklarla karma tesisler kurmak şeklinde olabilir.

Bu tip ülkeleri desteklememiz halinde, onları yumuşatıcı etkimizin tümünü kaybedebileceğimizi bilmeliyiz. Eğer bunlar yapılmazsa bu ülkelerde bağımsızlık isteğinden öyle kuvvetli bir milliyetçilik doğabilir ki, bu sömürge ülke yalnız eski sömürücü ülkenin kontrolünden çıkmakla kalmaz, bizim de kontrolümüzden çıkabilir.

Bu grubun en önemli ülkesi Belçika Kongosu'dur.

Her üç ülke grubuna da yapılacak geniş iktisadi yardımlarda ABD'nin karşılık beklemeden yardım ettiği ve işbirliği yapmak isteğinde samimi olduğu intibaı yaratılmalıdır. Elimizdeki bütün propaganda olanaklarıyla durmaksızın, az gelişmiş ülkelere yapılan Amerikan yardımının karşılıksız olduğunu, ard niyet taşımadığını bütün kafalara sokmalı, bu konuda hiçbir masraftan çekinmemeliyiz. Bu ülkelere yatırım yapan kapitalistlerimiz, teknik eksperlerimiz ve diğer uzmanlarımız az gelişmiş ülkelerin milli ekonomilerinin bütün dallarına girmeli, onları bizim çıkarlarımıza göre geliştirmelidir.

Bu ülkelerdeki politik bakımdan güvenilir yerli işadamlarının ulusal çabaları da teşvik edilmelidir.

Bütün bu tavsiyelerin hepsi uygulandığı takdirde; ABD'nin uluslar arası prestijinin bütünüyle artacağına, ayrıca gelecekte karşılaşacağımız her türlü askeri görevlerin yerine getirilmesinin kolaylaşacağına şüphe yoktur. Çünkü böylece mevcut askeri paktlar sağlamlaştırılmış ve yeni bir ruhla doldurulmuş olacaktır.

Aramızdaki yakın dostluk ve sempatiden emin olmasaydım ve bu fikirlerin, genel politikamızı sağlam ve doğru bir temele oturtacağı ümidini taşımasaydım, size bu tafsilatlı mektubu yazmazdım.

Dış politikamızın ağırlık noktasının, bir başka düzeye aktarılmasıyla ilgili düşüncelerimin hepsini, kabul etmek lazım ki, bu mektup çerçevesinde anlatma imkânı bulamadım. Yeni politikanın yürütülmesinden sorumlu olan sizin ve çalışma arkadaşlarınızın, Asya'da ve özellikle Ortadoğu'daki pozisyonlarımızı kuvvetlendirici tedbirlerin alınması zorunluluğuna inanmış olmanız ve üzerinde durduğum ana meselelerin, öncelik tanınması gereken çeşitli yönlerini tekrar ele almaya karar vermeniz, en büyük arzumdur. Geleceğin tarihçilerinin, ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki ikinci on yıl içinde izlediği pasif dış politika yüzünden, hür dünyanın karanlığa boğulduğunu yazmalarına imkân vermemeliyiz.[5]


[1] Suavi Kemal, 23 Eylül 2005, Milli Gazete

[2] Güler Kömürcü, Akşam

[3] İbrahim Karagül – Y.Şafak

[4]  İsrafil Kumbasar / Yeniçağ

[5] Oltadaki Balık Türkiye, M.Emin Değer, Çınar yayınları

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Mehmet DENİZ

Mehmet DENİZ

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx