YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
66338cd3ea00c
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 6 1
Bugün : 12147
Dün : 24601
Bu ay : 36748
Geçen ay : 737322
Toplam : 23553034
IP'niz : 3.128.79.88

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

Zorunlu Askerlik kaldırılacak mı?

AB ilerleme raporlarının hiç öne çıkarılmayan ve dikkatlerden saklanan bir noktasının da: "Türk ordusunun zayıflatılması için asker sayısının azaltılması, vicdani ret hakkının tanınması gibi." Sinsi ve gizli olduğu anlaşılıyor.

Türk ordusu baskı altına alınıyor!

Konuyu değerlendiren Saadet Partisi GİK Üyesi Doç. Dr. Oya Akgönenç ise AB ilerleme raporlarının hiç öne çıkarmadığı bir noktasının da Türk ordusuna yapılan baskılar olduğunun altını çizerek "Mesela asker sayısının azaltılması, vicdani ret hakkının tanınması gibi. Böyle bir dönemde bunu kabul ettirirlerse muhakkak ki bir zayıflık olacaktır" dedi.

 

AB'ye paralı asker olmamızı istiyorlar

AB'nin hedefinin çok daha küçük ve kontrol altında olabilecek bir ordu oluşturmak olduğunu söyleyen Akgönenç, sözlerine şöyle devam etti: "Bunu sistemli olarak söylüyorlar zaten. ‘Sayınız çok, bu kadarına ihtiyacınız yok…' diyorlar. Bunu derken bir taraftan da ‘komşularınızla barış yapacaksınız' diyorlar. Bunun içinde Yunanistan ve Ermenistan var. Yani hareketsiz kalmamızı, her dediklerini kabul etmemizi istiyorlar. Bu, Türkiye'yi çaresiz ve etkisiz bırakma çalışmasıdır. Türkiye'nin bunu yapması doğru değil. Biz 8 tane sınır komşusu olan ve son derece kritik noktada olan bir ülkeyiz. İlerde AB'nin koruyucusu, lejyoneri olmamızı istiyorlar. Doğudan ve güneyden gelecek bütün tehlikelere karşı onları koruyalım istiyorlar. Hem zayıflatmaya çalışıyorlar hem de bir kısmımızın paralı asker olmamızı istiyorlar. Böylesine küçültücü bir tutum ve hesap içindeler. Olaylar Raporu'nda da zaten bunlar geçiyor. Kendi kendilerine de ifade ediyorlar, yani saklamıyorlar. Dolayısıyla tehlike büyük. Bir çok manipülasyon ve oyun var. AB, anlaşmalarla ve parayla Türkiye'yi terbiye ediyor."

29 Ekim 2005 tarihinde yapılan değişiklik tepki görmüştü

Kara Kuvvetleri Birlik Sembolü tekrar değişiyor

Genelkurmay Başkanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın taslak birlik sembolünü resmi internet sitesinde yayımladı.

Genelkurmay Başkanlığı'nın resmi internet sitesinde yer alan açıklamada, Türk Silahlı Kuvvetleri Birlik Sembollerinin standardizasyonuna yönelik çalışmalar kapsamında, 29 Ekim 2005 tarihinden itibaren kullanılmaya başlanan Kara Kuvvetleri Komutanlığı Birlik Sembolü hakkında halkın göstermiş olduğu hassasiyet dikkate alınarak, 23 Kasım 2005 tarihli açıklamada ifade edildiği gibi yeni bir çalışma yapıldığı anımsatıldı.

Açıklamada, "Yüce Ulusumuzun Büyük Atatürk'e yönelik sevgi ve saygı duygularının ifadesi olarak değerlendirilen dilek, temenni ve beklentileri dikkate alınarak hazırlanan 'Kara Kuvvetleri Komutanlığı Taslak Birlik Sembolü' kamuoyunun bilgisine sunulmaktadır" ifadesi yer aldı.

Taslak birlik sembolünde bir öncekinden farklı olarak miğferin yerinde Atatürk'ü Kocatepe sırtlarında resmeden figür yer alıyor. (A.A.)

Demek ki, bütün mesele, Osmanlıyı hatırlatan figürün K.K.K. ambleminden çıkartılmasıymış.

Niye acaba? Atatürk bir Osmanlı Paşası değil miydi? Çanakkale kahramanları Osmanlı değil miydi?

Şimdi hala, batılı barbarları tedirgin eden bu Osmanlı ruhunun yeniden dirilmesi değil midir?

Yoksa Türk ordusunun ve Kara Kuvvetlerimizin, Osmanlı ile manevi ve tarihi bağlarını kopardığı imajı ve izlenimi verilmek mi istenmektedir?

Türk ordusunun şanlı mazisi üzerine…

"Osmanlı Ordusu, dört yıllık savaş boyunca düşmanlarını şaşkınlığa ve yenilgiye uğratan, bir büyük savaşçı orduydu. Savaşarak ölen, büyük zorluk ve felaketlere dayanan bir orduydu. Rusya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Sırbistan ve Romanya orduları pes ettikten çok sonraları bile hâlâ ayaklarının üzerinde durarak inat ve kararlılıkla savaşmayı sürdüren bir orduydu. Her ne kadar Osmanlı devleti hukuki olarak varlığını sürdürmekte ve ayrıca Araplar ve Kürtler gibi bağlı halklar orduda hizmet etmekteyseler de, ordunun özü Türk'tü ve siperlerde ölmek gerektiğinde, ölenler genellikle Türkler oluyordu.

Türkler, Birinci Dünya Savaşı'nın acı sonuna kadar savaşçı statülerini korudular. Müttefiklerin şiddetli hücumlarına maruz kalan Türkiye, büyük kayıplara uğradı. Buna rağmen Türkiye'nin orduları asla isyan etmedi ve düşmana büyük kayıplar verdirdi. Mehmetçik diye adlandırılan Türk askeri, çoğu zaman savaştığı yerde öldü.

Türkiye, savaşın büyük bölümünde aynı anda dört, zaman zaman da beş cephede büyük muharip güçleri savaşa sokmayı ve bunların varlıklarını sürdürmeyi başardı. Böyle bir performans, Büyük Britanya hariç, savaşan tarafların hiç biri tarafından erişilmeyen bir başarıydı. Genel olarak bakıldığı zaman, Birinci Dünya Savaşı'nda Türkiye'nin durumu inanılmaz bir metanet ve dayanıklılık destanıdır. Çünkü Türk ordusu, düşmanlarının çok korktuğu güçlü bir savaş makinesiydi."

Edward J. Erickson, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordusu'nu anlatan Size Ölmeyi Emrediyorum isimli kitabına bu satırlarla başlıyor. Genelkurmay Başkanlığı'nın arşivinden de yararlanılarak hazırlanan bu çok önemli kitap, Türk ordusunun Birinci Dünya Savaşı'ndaki performansını anlatıyor.

Yıkılmadım, ayaktayım…

İşte 1917 yılına ait bir kaç cümle: "Müttefikler, Türkleri siperlerinden sökmek için çok üstün kuvvet ve malzeme gerektiğini görüyorlardı. Mezopotamya ve Filistin'de Türkler, asker sayısı, ateş gücü ve kaynaklar açısından hasımlarının çok gerisinde kalmışlardı. Buna rağmen başarılı oyalama muharebeleri yaparak geri çekildiler ve Bağdat ile Kudüs gibi önemli kentleri yitirmiş olmalarına rağmen, sahadaki ordularını ayakta tuttular. Fransa ve Rusya gibi diğer ülkelerde, sahra orduları savaş yorgunluğu, içten çürüme ve isyanlarla stratejik açıdan duraksama belirtileri gösteriyorlardı. Türkler ise her zaman oldukları kadar atik ve kendilerine güvenliydiler."[1]

"31 Ekim'den başlayarak 31 Aralık tarihine kadar süren İngiliz saldırısında, Yıldırım Orduları Grubu'nun ölü, yaralı, esir ve kayıp olarak zayiatı 25.337 kişiydi. Her ne kadar bu rakam yüksek görünse de, İngilizler yaklaşık 18 bin asker yitirmişti. İngilizlerin piyadede bire ikiden fazla, süvaride ise bire sekizlik bir üstünlüğe sahip olduğu düşünülürse, başarının pek o kadar büyük olmadığı anlaşılır. Sonuçta, Türklerin çok yoğun İngiliz baskısı altında savaşarak çekilmeleri, büyük bir başarı olarak görülebilir."[2]

Ve 1918…

"O kadar uzun süre sonra ve o kadar büyük bir bedel ödendikten sonra savaşın sonunun aniden gelmiş olması, Türk ordusunun moralini bozmuş gibi görünmedi. Kitlesel firarlar olmadığı gibi, birlikler silahlarını atıp dağılmadı."[3]

"Türk ordusu her ne kadar ağır darbeler almış ve aşırı yıpranmışsa da, 31 Ekim 1918 günü mütareke imzalandığında, garnizonlarında değil, hâlâ sahadaydı. 25 piyade tümeni, 4 kale komutanlığı ve 3 geçici piyade tümenine sahipti. Türk ordusunun komuta kontrol yapısı ayaktaydı ve yaklaşık 1 milyon asker ile muharebe operasyonları yapma yeteneği vardı. Her ne kadar ağır kayıplar vermişse de, anavatanı Anadolu'yu ve Rusların Kafkas vilayetlerinin çoğunu ayakta tutuyorlardı. İngilizler, Türk ordusunun çöküntünün eşiğinde olduğunu düşünüyor, ama sonuna kadar savaşacağından da kuşku duymuyorlardı."[4]

Seçkin Türk tümenleri

Edward J. Erickson, kitabının son bölümünde, Türk ordusunun dört yıllık performansını şöyle değerlendirir: "Türk ordusu, savaşın sonunda, Mondros Mütarekesi günlerinde bile garnizonlarında değil, yetenekli komutanlarının yönetimi altında sahrada bulunuyordu. Dehşetengiz kayıplara rağmen hâlâ savaşan bir orduydu. O halde, dört yıllık performansı konusunda neler söylenebilir? Bilânçonun artı hanesinde şunlar yer almaktadır.

Öncelikle Türk ordusunun muharebeye girdiği her harekât alanında ve seferde, sayısal bir dezavantajla savaştığından hiç kuşku yoktur. Bu dezavantaj genellikle asker sayısı, topçu, cephane ve lojistik destekteydi. Türkler buna rağmen çoğu zaman muharebeleri kazandılar.

İkincisi, esas olarak Türklerden oluşan muharebe birlikleri üstün savaşçı ruhları, yüksek moralleri ve taktik yetenekleri açısından çok dikkat çekici özelliklere sahipti. Anadolu'dan gelen piyade tümenleri, düşmanları tarafından "elit" veya "mükemmel" olarak nitelendiriliyordu. Bununla birlikte, Türk olmayan birliklerde sık sık görülen disiplinsizlik ve zayıflık, bir dezavantaj haline gelmekteydi. Savaş sürdükçe Türkler, Anadolu'dan gelen Türk piyade tümenlerine giderek daha fazla bel bağlamaya başladılar. En iyi Türk piyade tümenleri arasında 1, 3, 5, 7, 8, 9, 10, 19, 51 ve 52. tümenler öne çıkmaktaydı.

Üçüncü olarak, Türk ordusu, son derece olumsuz koşullar altında kendisini idame ettirme kabiliyetini gösterdi. Daha ötesi, bu ordunun askerleri büyük bir kararlılık ve dayanıklılığın örneklerini gösterdiler. Siper kazdıkları ve tahkimat yaptıkları zaman, onları hatlarından çıkarmak neredeyse imkânsızdı. Canla başla savaşan bu askerler, Batılı orduların kesin askeri gereksinim olarak gördükleri hizmet desteğinin çok azıyla yetinebiliyordu. Ordu, çok az destekle taarruz operasyonları yapabiliyordu ve Türk piyadesinin yürüyüş kapasitesi şaşırtıcı ölçüde yüksekti. Sarıkamış, Romanya ve Azerbaycan seferleri, bu açıdan dikkat çekmektedir."[5]

Ve kitabın son cümleleri: "Birinci Dünya Savaşı'nda Türk ordusunun hikâyesi, bütününe bakıldığında kayda değer bir destandır. 1913 yılındaki tükenmişliği, kaynak yokluğu, zayıf ulaşım hatları ve birçok cephede güçlü düşmanlarla karşı karşıya olduğu göz önüne alındığında, bu, Büyük Güçler karşısında elde edilmiş bir başarı hikâyesidir. Türkler, savaşın sonunda, inanılması zor bir şekilde hâlâ dimdik ayaktaydılar."

Size Ölmeyi Emrediyorum'u bitirdikten sonra, Paul R. Krause'nin kaleme aldığı Türkiye 1915 isimli kitaptan da bir paragraf alalım: "Kısa süre önce [Balkan Savaşı'nı kastediyor.] ağır yenilgilere uğramış ve tümüyle yeniden yapılanma aşamasındaki ordusuyla Türkiye'nin bütün hızıyla devam etmekte olan dünya savaşında başardıkları, yalnızca müttefiki olan Almanlarda değil, bütün dünyada şaşkınlık ve hayranlık uyandırmış, yakın geçmişin ağır sınavlarına rağmen, eski Osmanlı ruhunun hâlâ yaşadığını göstermiştir."[6]

Bütün bunları okuyan biri, "madem Türk ordusu bu kadar başarılı savaşlar çıkardı, o halde Osmanlı Devleti niçin yıkıldı" sorusunu sorabilir. Bu, yanlış bir sorudur. Sorulması gereken, Osmanlı Devleti'nin niçin yıkıldığı değil; onlarca büyük saldırıya ve uluslararası kumpasa rağmen, altı yüz yıl boyunca nasıl ayakta kaldığıdır.

Türk ordusunun özellikleri

*Peki, Türk ordusunun bu yüksek ruhunu ve üstün özelliğini neye bağlıyoruz? Birincisi, subaylar dindar, vatansever ve inatçı kimselerden seçiliyordu.

Subaylar, genellikle en önde savaşıyorlardı ve bu yüzden, subay zayiatı çok yüksek oluyordu. Genelkurmay Başkanı Enver Paşa'nın, Sarıkamış Harekâtı sırasında, bütün ısrarlara rağmen en ön saflarda bulunması, avcı hattına kadar gelmesi, bunun göstergesidir. Koskoca genelkurmay başkanı avcı hatlarına kadar gelirse, teğmenler, yüzbaşılar ne yapmaz?

Her taburda, "tabur imamları" bulunuyordu. Bu imamlar, askerin maneviyatını yükselten konuşmalar yapıyor ve savaşta, özellikle taarruz sırasında, en önde oluyorlardı. Çanakkale Savaşı sırasında, tabur imamlarının büyük bir kısmı şehit düşmüştür.

Osmanlı döneminde inşa edilen ve günümüze kadar ulaşan kışlalara baktığımızda, her kışlada bir camii vardı. Askerlerin dinine bağlı olmasına özen gösterilirdi.

Emre itaat etmek, kutsal bir vazife olarak görülürdü. Sözgelimi, Sarıkamış Harekâtı, bir dram değil, bir kahramanlık destanıdır. Orada, savaş tarihinde benzeri görülmemiş bir emre itaat yaşanmıştır.

Bütün bunlar bir araya gelince de, ortaya, yenilse bile yok edilemeyen, en kısa sürede tekrar toparlanan bir ordu çıkıyordu. Mesela, Nablus Ovası Muharebesi'nde, İngilizler, 8 bin tüfek ve 120 topu olan Türk tarafına; 35 bin tüfek, 9 bin süvari ve 400 topla saldırmıştır. Bu muazzam farka rağmen, Türk tarafını yok edememişlerdir. Çanakkale muharebelerinde, bir bölük seviyesindeki Türk askerleri, bir düşman tugayını, yerinden kımıldayamaz hale getirmiştir.

Cumhuriyet'e kalan büyük miras

*Sayısı 1 milyonu geçen ve hâlâ ayakta olan böyle büyük bir ordu, bir anda buharlaşıp yok olmadığına göre; Kurtuluş Savaşı'nın sıfırdan başladığını söyleyemeyiz. Çanakkale'de, Kafkaslarda veya Filistin cephesinde sadece bir günde 10 bin, 20 bin askerin şehit olduğunu düşünürsek; Kurtuluş Savaşı boyunca 5 bin şehit vermemiz; gerçek Kurtuluş Savaşı'nın Birinci Dünya Savaşı ile başladığını gözler önüne serer. Zaten, birçok tarihçiye göre, Kurtuluş Savaşı, Birinci Dünya Savaşı'nın devamıdır.

Osmanlı Genelkurmayı ve Enver Paşa, Birinci Dünya Savaşı'nın ikinci bir raundunun daha olacağını tahmin ediyordu. Bunun için, Anadolu'nun derinlerindeki depolara 4 bin makineli tüfek ve 945 top saklanmıştı. Ayrıca, depolarda, askerlerin elindekiler hariç, 791 bin tüfek daha bulunuyordu.

Yani, Kurtuluş Savaşı kazma ve kürekle, külüstür silahlarla yapılmadı.

Yine, Size Ölmeyi Emrediyorum'un 278. sayfasında, şu gerçeğin altı çiziliyor: "Birinci Dünya Savaşı sırasında çelikleşmiş olan komuta kademesi, tekrar gerek olacağı zamana kadar orduyu dağılmadan ayakta tutmayı başardı."

 

 

 

 

 

 


[1] Sayfa: 221

[2] Sayfa: 241

[3] Sayfa: 244

[4] Sayfa: 276

[5] Sayfa: 282-283

[6] Sayfa: 83

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Necati AKGÜL

Necati AKGÜL

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx