YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
66329f56cfa49
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 5 9
Bugün : 23210
Dün : 23368
Bu ay : 23210
Geçen ay : 737322
Toplam : 23539496
IP'niz : 3.149.251.154

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Geçen ay Konya'da, çok değerli ve ülke dertlisi aydınımız Porf. Dr. Hasan Ünal Bey'le birlikte bir Panel'e katılan Ahmet Akgül Hocamızın soru-cevap bölümünde dile getirdiği:

"Kimsenin dini inancını ve yaşantısını sorgulayıp yargılayacak ve hele insanları dindarlıklarına göre sınıflandıracak konumda değiliz.. Biz, milli çıkarlarımızı, ülkemizin bağımsızlık ve bekasını, insanımızın hürriyet ve haklarını savunan ve sahip çıkan, ama şahsi ve ailevi hayatında bazılarınca günahkâr görünenleri; Haçlı-Emperyalist AB'ye sığınan ve ABD Siyonizmine umut bağlayan sözde dindar kesimlere tercih ederiz.

Ermeni soykırımı dayatmasına karşı çıkan, AB hatırına Kıbrıs'ın rüşvet verilmesini kınayan, BOP eşbaşkanlığını İsrail taşeronluğu sayan, Ilımlı İslam safsatasıyla hem Yüce Dinimizi hem laiklik ilkesini laçkalaştırmaya çalışanların oyunlarını bozan… Patrikhanenin Ekümenleşmesine ve İstanbul'un Vatikanlaşmasına tepki koyan ulusalcıların, dün olduğu gibi bugün de, yarın da; bu yararlı ve yapıcı girişimlerine destek veririz.

Ama ulusalcılık adına yapılan yanlışlıklara ve haksızlıklara da elbette rıza göstermeyiz ve gerekeni söyleriz"

Şeklindeki açıklamalarından rahatsız olduğunu belirten bir dostumuza ve kafalarında oluşan kuşkulardan kurtulmaya çalışan okurlarımıza yardımcı olmak için, bu konudaki kanaatlerimizi ve beklentilerimizi sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Millicilikle, Ulusalcılık Farkı

Birçok kimse, "canım ne farkı var, biri Arapça'sı, diğeri Türkçe'si.." deyip, belki bu başlığa karşı çıkacaktır. Doğru, sözlük anlamı ve ansiklopedik tanımları, ulusalcılığın milliciliğin aynısı olduğunu yazmaktadır. Ama içerik olarak bu iki kelime çok ayrı kavramlardır. Bu arada: "Efendim, bu ne Arapça hayranlığıdır. Öz Türkçe'sini kullanmak niye rahatsızlık doğurmaktadır?." Gibi demagojik yaklaşımlara ise, sadece: "Maden derdiniz öz Türkçecilikse, şu laiklik ve demokrasi gibi gavurca kelimelerin yerine, anayasamıza öz Türkçe karşılığını yazalım, ki herkes ne olduğunu anlasın ve istismar yolları kapansın!" denildiğinde, niye hoplanıp hırçınlaşıyorsunuz? diye sorulmalıdır.

Bizdeki ulusalcılık, millicilikten ziyade, Batıdaki Nasyonalizmin karşılığıdır. Nasyonal sosyalizm ise, Nazizmin yani Hitler'in ırkçı yaklaşımının adıdır.

Ulusalcılığın, Avrupa'da; toplumları Hıristiyanlık Dini hakimiyetinden, ahlaki ve ailevi değerlerden koparıp, Siyonist Yahudi sermayesinin köleleri haline getirmenin bir jelatinli aracı olarak kullanılması meşhur Mason tezgahı olan Fransız Devrimiyle başlamıştır.

Hatta ulus kavramı, Türklerde ve Moğollarda, lehçeleri ve gelenekleri farklı oymakların birleşip oluşturduğu büyük topluluklar için kullanılmıştır.

Moğolların Müslümanlaşıp Türkleştikten sonra kurdukları devlet düzenlerinde, değişik bölgelerin genel valilerine "ulus umerası" dendiği tarihi bir hakikattir.[1]

Millicilikte, İslam'la Türklük, Dinle millet, fiziki ve zoraki değil, kimyevi ve samimi bir şekilde kaynaşmıştır, ayrışması imansızdır. Bu durum, tabii, tarihi ve sosyolojik bir vakıadır.

Ama ulusalcılıkta ise, İslam, Türklerin başına musallat edilen ve mutlaka kurtulunması gereken bir bela gibi algılanır. Bu yüzden genellikle, İslam öncesi atalarımızın dönemine vurgu yapılır. Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri sanki yok sayılır ve gıcık alınır. İslam'la tanışıp kaynaştıktan sonraki bu bin yıla, hakaret için fırsat kollanır. Ve bu yüzdendir ki toplumda taban tutamamıştır. Cumhuriyete ise, İslam'dan kopulduğu zannıyla sahip çıkılır. Halka hoş görünmek için ara sıra dillendirilen "İslam'a yakınlık, Dine saygınlık" ifadelerindeki samimiyetsizlik ise, herkesin fark edeceği şekilde sırıtmaktadır.

Ulusalcı kesimlerin; AKP'nin Avrupa ve Amerikan uşaklığına, milli ekonomimizin tahribatına, ülkemizi parçalama senaryolarına taşeronluklarına karşı duyarlı tavırlarına elbette saygı duyulmalı ve destek çıkılmalıdır. Ancak bu karşı çıkışlar, sadece Amerika mandacılığı ve AB macerası içinse, neden mandacılığın piri ve Amerikacılığın önderi olan İsmet İnönü ile CHP'ye sevgi ve sempatiyle bakılmaktadır. Bu çelişki ve tutarsızlık, yoksa birilerini İslam'a yakın veya uzak görmelerinden mi kaynaklanıyor? soruları hala yanıt aramaktadır.

Halkımızdan gelecek tepkileri törpülemek ve takiyye yürütmek için, doğrudan İslam'a değil de; İmam Hatip okullarına, Kur'an kurslarına, türbana, İslam konferansına… Velhasıl İslam kaynaklı saydıkları ve İslam kokusu aldıkları her şeye hınçla saldırmaları, bu ulusalcı kesime karşı bir güven sorunu oluşturmakta ve onların aslında gerekli ve gerçekçi olan milli tavırlarına karşı bile çeşitli kuşkular uyandırmaktadır. Bu kesim Milletimizin inancıyla savaşmayı bırakıp saygı duymayı, temel insan hakları ve evrensel hukuk kuralları çerçevesinde Müslüman halkımızla barışmayı mutlaka başarmalıdır.

Yanlış anlaşılmasın, biz hiç kimsenin ille de Müslüman olmasını, dindar bir hayat yaşamasını ve İslam'ı savunmasını öneriyor ve bekliyor değiliz. Ama bu ülkede yaşayan Ateist de olsa, Hıristiyan ve Yahudi de olsa, bunlardan; büyük çoğunluğu Müslüman olan halkımızın inançlarına ve İslam'a samimi bir saygı beklemek, herhalde hakkımızdır. Bu zaten asgari insanlık gereği ve vatandaşlık görevi sayılır.

İşte bu şuur ve sorumluluktaki, samimi ve seviyeli insanlarımızla; bürokratından yazarına, bilim adamından farklı siyaset erbabına, emekli paşamızdan sendikacıya, emekçi ve emekli dostlardan, ilahiyat hocalarımıza, yani milli tavırlı herkesle omuz omuza olmak; dış güçlerin ve işbirlikçilerin tahribatına birlikte karşı koymak ve "cephede, düşman şarapnelleri altında, ayağa batan dikenle meşgul olurken, alnından vurulup Niyazi olmamak" bizim şiarımızdır… "Arkadaş, millici misin, işbirlikçi misin?" sorusuyla safımızı ve sorumluluklarımızı hatırlatmak, acizane ama asil bir çabamızdır. 

Ve tabi elbette, ülkemizde, ulusalcılıkla milliciliği aynı anlamda ve aynı amaçla kullanan ve  emperyalizmin işbirlikçilerine karşı, aynen Atatürk'ün önderliğinde başarılan Kurtuluş Savaşındaki Kuvayı Milliye haysiyet ve heyecanıyla ortak ve onurlu bir cephe oluşturan şerefli  ve milli hedefli, özgür ağırlığı yüksek saygın bir kesim de vardır.

Komünizm veya kapitalizm; büyük bir sapıklık ve safsatayla,insanı ruhsuz bir robot ve makine sanıyor.. Maneviyatı ve yaratılış hakikatini inkar ediyor. Sadece surete ve dış görünüşe bakarak, Hz. Muhammet'le Müseyleme'leri, Hz Musa ile Firavun'ları, Hz. Harun ile Karun'ları, Hz. Ebubekir ile Ebu Cehil'leri aynı sayıyor.

Şu Kur'an hakikatine bile dikkatle bakmıyor!.

Bir ilahi kitap ve insanlığa son hitap ki: Misyonerlik cinsinden hiçbir siyasi teşkilatı, örgütlü, destekli ve resmi bir taraftarı olmadığı halde, 1425 senedir, kendi haklılığını haykırıyor, yüksek ahlaki ve hukuki kurallarını uygulatıyor; çok farklı görüş, ve kökenlerden ilim ve irfan ehlini hayran bırakıyor!..

Öyle bir Kur'an ki; asırlar geçse de, hiç eskimiyor, değerinden düşmüyor, doğruları değişmiyor, asla yanlışı ve yanılgısı gösterilemiyor; güzelliğini, özelliğini ve tazeliğini hiç yitirmiyor!..

Böylesine üstün bir kitabı ve Ona inandığı için güçlü bir halkı bırakıp, Marx'ların, Bush'ların peşinde koşanlara akıl ermiyor..

Unutmayınız ki; insanlar kalıplarından değil, kalbinden ve kafalarından idare olunuyor. Kalplerin ve kafaların hakikat haritası ve saadet anahtarını da Kur'an sunuyor!

Komünist Marksist Pol Pot'un, Kamboçya'nın 6 Milyon Nüfusunun 2 Milyonunu Öldürttüğü niye unutuluyor?

Yakın tarihte (belki de bütün dünya tarihinde), en kanlı ve en korkunç diktatörlük Marksist bir rejim olan Pol Pot iktidarı idi. Pol Pot adındaki canavar, silahlı mücadele sonunda Kamboçya'yı ele geçirmiş; kısa zamanda toplam nüfusu 6 milyon olan halkın en az iki milyonunu feci şekilde katl ettirmişti. Yani ahalinin üçte birini öldürtmüştü.

Güya demokrasiyi ve insan haklarını savunan bir kısım Marksistler burnu kanayan bir yoldaşlarının hesabını cesaretle sorarlar, hak ararlar, ama Kamboçya'daki Pol Pot soykırımını görmezlikten gelir, üzerinde fazla durmazlar.

Ülkemiz de yakın tarihte böyle tehlikeler atlatmıştır. Mao'yu sevmeyeni sevgili bile seçmeyen Deniz Gezmiş'in mahkûmiyetini isteyen savcı Baki Tuğ, Aksiyon dergisinde yayınlanan bir röportajda, o tarihte silahlı terör yapan çetelerin, gerekirse 3 milyon halkı öldürmek hususunda niyetli ve kararlı olduklarına dair belgeler ele geçirildiğini söylemişti. Birileri ise hala bu teröristleri "ağzı süt kokan masum fidancıklar" olarak göstermeye çalışıyor… Ama o çocukları aldatan, beyinlerini yıkayan ve yabani fikirlerle dolduran dış odakları hiç konuşmuyor..

Üstelik Hayrunnisa Gül Hanım da bunları "masum ve mazlum kahraman" gösteren "Hatırla Sevgili" dizisini sürekli izleyip ağlıyormuş.. Ve bu dizinin sponsoru, ılımlı İslamcı Kayserili bir patronmuş!?

Yavuz Donat bu bilgiyi 'Hatırla Sevgili'nin Kayserili sponsoru Casati Boya'nın sahibi Zafer Bağkale'den almış. Bağkale, Donat'a "First Lady'nin gözyaşları"nı şöyle anlatmış:

"Bir gece "patron" Zafer Bağkale'nin telefonu çalmış:

– Zafer uyuyor muydun?

– Sayın Cumhurbaşkanım, siz misiniz?

– Evet benim… Uyandırdım mı?

– Hayır Sayın Cumhurbaşkanım.

– Zafer… Yengenle birlikte Hatırla Sevgili' yi izliyorduk… Sponsoru senmişsin.

– Evet efendim.

– Aferin, tebrik ederim… İyi iş yapmışsın… Güzel bir dizi… Bazen yengen çok duygulanıyor, ağlıyor.

Zafer Bağkale telaşlanmış:

– Hayrünnisa yengem neden ağlıyor sayın Cumhurbaşkanım?.. Bir şey mi var?

– Hayır, hayır… Hatırla Sevgili'yi sürekli izliyor da ondan…" diyor!..

Ama "İslamiyet dört karıyla yaşanır" diye başlık atan (4 Mayıs 2008 Aydınlık) ve Yüce Dinimizi alay konusu yapmaya kalkışan Doğu Perinçek'e sormak gerekiyor:

1- Dört karı almak Kur'an'ın emri midir? Hayır. Çünkü Kur'an tek evliliği esas alıyor.

2- Dört karı Peygamberimizin bir emri midir? Hayır.

3- Peki nedir? Sadece çok özel şartlar ve zaruri ihtiyaçlar (savaşlar, büyük felaketler sonucu erkek nüfusun azalıp kadınların çoğalması veya tıbben bazılarının kadınlık görevlerini yapamaz olması gibi) durumlarda müsaade edilen bir ruhsattır ki, bu medeni kanunlar da bile böylesi özel durumlara izin verilmektedir.

Üstelik, Deniz Baykal'ın "İslam'ı yaşayalım, ama devlet hayatını dine uydurmayalım" şeklindeki özlerine de saldıran Perinçek:

"Devlet de İslamiyet'i yaşayamaz, toplum da İslamiyet'i yaşayamaz. Birey de, toplumsal ilişkiler düzleminde İslamiyet'i yaşayamaz!" diye haykırıyor…

Çünkü "Yaşam bireysel değil toplumsal"mış..  "İnsanlar birey olarak yaşayamazmış." Öyleyse "bireylerde, ailede,  iş hayatında, ticarette ve toplum hayatının diğer cephelerinde İslam'ı yaşıyorum" diyemezmiş buyuruyor. Yani kökten yasaklansın ve ortadan kaldırılsın istiyor.. Çünkü Marx ta, Mao da böyle öğütlüyor!

Hatta, birileri kalkıp bu safsatalara karşı "Ya hu Mustafa Kemal bu iddiaların aksine şöyle buyurmuş, Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuş, Kur'an ve hadis kitaplarını Türkçe'ye çevirtip okutmuş… Ki milletimiz bu ilahi emir ve yasakları anlayıp uygulasın" sorabilir diye, Doğu Perinçek:

"Hz. Muhammed'in önderlik ettiği İslam, kabile toplumundan ticaret uygarlığına geçişin büyük devrimiydi. Her devrimin yarattığı toplum tarihseldir, devrini tamamlayınca…" işi bitmiştir, demeye getiriyor.

Ve devam ediyor:

"Bu, çağdaş devrimler içinde geçerlidir… İslamiyet dahil, bütün devrimleri, Kemalist Devrim ve sosyalist devrimleri de, farzlara göre değil, tarihselliğe göre tartışmak…" gerekiyor.

Yani Doğu Perinçek; İslamiyet'i Hz. Muhammed'in kendi kafası ve kapasitesiyle planlayıp uyguladığını ve Kur'an'ı da kendisinin hazırladığını, öyle Allah tarafından kıyamete kadar geçerli olmak üzere vahiyle yollanmadığını ve her beşeri devrimci gibi İslam Devriminin de miadını çoktan tamamladığını ve artık hükmünün kalmadığını ima ve ifade ediyor.

Ve tabi Kemalist ve sosyalist devrimlerin de bilimsel metotlarla tartışılacağını, yani Atatürk bile İslam'a hürmetkâr ve Müslümanlara tavizkar davranmış; fert ve toplum hayatında İslam'ın uygulanmasına fırsat tanımış ise, biz bunları da bağlayıcı saymayız" mesajı veriyor..

Ama ne hikmetse, 500 (beş yüz) sene önceki Fransız Devriminin kanunlarına ve Marx, Mao, Lenin gibi çağdaş Firavunların kuramlarına ve şeytani kavramlarına "kutsal kurallar" gibi tartışmasız tabi oluyor.

Ve yardımcısı Mehmet Bedri Gültekin hala: 200 sene evvel doğmuş, Atatürk'ün doğduğu seneler ölmüş ve 5000 (beş bin) sene önceki Firavun dönemi Kabala Kâhinlerinin şeytani öğretilerini kendisine rehber tutmuş olan Karl Marx'ın komünist ve anarşist fikirlerinin tüm insanlığın son kurtuluş çaresi olduğunu savunabiliyor…

Ama bütün bunlar iyi oluyor beyler; çünkü herkes ayarını ve amacını deşifre etmeye mecbur kalıyor!.. Ama büyük bir mucize ki: 1425 senedir Kur'an hala hükmünü yürütüyor ve 1.5 milyar Müslüman'ın hayat programı ve huzur kaynağı olmaya devam ediyor.

Ve Kur'an'ın: "Kafirler ve müşrikler istemese ve hoşlarına gitmese de, Allah mutlaka nurunu tamamlayacak "Kur'an kıyamete kadar barış ve bereket kuralları olarak uygulanacaktır" müjdesi, bilinçsiz başlara tokat gibi iniyor!.

Aydınlanma Safsatası ve İnkârcılığın Ambalajı

Lütfü Özşahin'in bilimsel tespitleriyle:

"Özellikle İslam karşıtı çevrelerin en çok kullandığı kilişe kavramlardan birisi de aydınlanmacılıktır. Örneğin İlhan Selçuk, İlhan Arsel gibi bireyler tanıtılırken aydınlanma öncüleri gibi lanse edilir.

Halbuki bir felsefeci olarak söyleyeyim, aydınlanma dönemi ve aydınlanmacı filozoflar olarak adlandırılan tarihsel kesit bir efsaneden, bir mistifikasyondan başka bir şey değildir. Aydınlanma denilen ne idiğü belirsiz felsefenin en önemli iki uzmanı olan Norman Hampson ve Ernest Cassier bu dönemin ne zaman başladığı ve hangi filozofların aydınlanmacı olduğu konusunda bile ayrılığa düşmüşlerdir.

Aslında aydınlanma yüzyılı olarak adlandırılan 18. yüzyıl ne "aydınlanma çağıdır" ne de aydınlanma diye bir felsefe vardır. Bu sadece Avrupa'da sonradan İslam dünyasında Din ve maneviyat karşıtlarının kullandığı içeriği boş ve yaldızlı bir slogandan ibarettir.

Şimdi gelelim işin esasına. Aydınlanma nedir.? Sorusuna şu cevaplar verilir:

1- "Akılcılıktır. Yani her şeyi akıl ile açıklamak ve vahiyden bağımsız düşünmektir."

Peki aydınlanma döneminden önce akılcı filozoflar ve düşünce adamları yok muydu? Mesela ta ilk çağda Herakleitos Aristo, Platon, vahiy yoluyla mı düşünüyordu? Orta çağda Kilise Pagan filozof Aristoto'yu baştacı etmedi mi? Aziz Thomas, Da Vinci, Machevelli aklını kullanmıyor muydu? Hatta yeni çağ başlangıcında Fransisco Becon, Spinoza akılcı değil miydi? Yoksa aydınlanmadan önce dünya karanlıktı da siz mi aydınlattınız? 18. yüzyıl aydınlanma dönemi bittiğine göre şimdi tekrar karanlıkta mıyız.? Veya şimdi dünya karanlığa duçar oldu da onu aydınlatacak yeni bir güneş mi var ettiniz?.

2- "Efendim aydınlanma din ve vahiy kaynaklı dünya görüşüne karşıtlığı ifade etmektedir."

Peki, aydınlanma döneminden önce din karşıtlığı yok muydu? Örneğin Demokritos, Epikür, Romalı Şair Lucretius, Erasmus, Petrarca İslam dünyasında İbn Erravendi, Ebu Bekr Zekeriyya Errazi, gibi adamları nereye koyacaksınız onlar din karşıtı değil miydi? Bu adamların hepsi aydınlanma döneminden yani 18. yüzyıldan önce yaşamadılar mı?

3- "Bazılarınca, aydınlanma, deneyciliğe dayanan kritik aklı öne çıkaran bilimselliği temsil etmektedir."

O zaman soralım: Aydınlanmadan önce dünyada deney yapan yok muydu. Örneğin aydınlanma döneminden en az iki bin sene önce yaşayan  pagan Aristo bile tavuk embriyosu üzerine deney yapmıyor muydu? Uluğ beyler, İbn Nefis'ler Ali Kuşçular, Galileolar, Jordano Bronolar, Kepler, bilimsel ve emprik bilgiyi temsil etmiyorlar mıydı? Deneyden habersiz mi idiler? Aydınlanma döneminden önce Harezmi ve İbni sinadan tutun F. Becon'a kadar onlarca bilim adamı ve eleştiri metodunu kullanan yüzlerce düşünür aydınlanma döneminin mi eseridirler?.

4- "Aydınlanma, Kant'ın fevkalede cahilce söylediği gibi: İnsanlığın reşit olmama durumundan reşit olma dönemine geçmesini ifadesidir."

Bre zavallılar! Şimdi tüm felsefe tarihinin en büyük dehaları olan Platon ve Asrsito reşit değil mi? Hakeza Farabi, İbni Sina, İbni Rüşt,  henüz çocuk muydular, ya da tüm kadim peygamberler aydınlanma döneminden önce yaşadığına göre cahil mi oluyor? Örneğin Hz. Musa, Hz. İsa ve nihayet Hz. Muhammed haşa cahil ve henüz reşit değiller miydi? Tüm kadim Sümer, Babil, Çin, Hint medeniyetleri reşit değiller miydi? Yani bu medeniyetlerde iyiyi, doğruyu, kötüyü, güzeli, çirkini, vs ayrıt edebilen insanlar ve düşünürler yok muydu? Aydınlanmadan önceki tüm medeniyetler ve düşünce geleneğinin temsilcileri çocuk yahut deli miydi?

5- "Aydınlanma; analitik düşünce ve çözümlemedir, tenkitçiliktir."

Peki, Aydınlanma çağından önce Robert Grosseteste, Roger Becon Duns Scotus William Of Ockham ve daha niceleri, bilim felsefesi ile ilgilenenlerin hepsinin de bileceği gibi analiz ve çözümleme yapmıyorlar mıydı? Efendim aydınlanma tenkitçilikmiş. Yahu Tenkit ta düşünce tarihinden itibaren bilinen ve yapılagelen bir şey. Daha orta Çağda Erasmus dogmatik aklı tenkit etti, Monteigne Petrarka, Rebelais her şeyi tenkit edip kuşku duymadılar mı; Aristo hocası Platon'u, Sokrates ve sofiistler Atina'nın yerleşik dinsel ve siyasal anlayışlarını tenkit edip analiz yapmadılar mı? Hatta Sokrates bu tenkitçiliği yüzünden canından olmadı mı?

Sonra biz hangi filozofun görüşlerini aydınlanmacı olarak ele alacağız Örneğin John Lock'ın deneyciliğini mi, Leibniz'in sürrealist monadcı akılcılığını mı, david Hume'nin deizmini mi, yoksa Diderot'un ateizmini mi?

Ozaman demek ki aydınlanmacılık bir yalandan ve mistifikasyondan başka bir şey değildir. Eğer bir adam ben aynı anda hem deist, hem teist, hem ateist, hem rasyonalist'im diyorsa böyle bir adama aydınlanmacı diyebilirsiniz. Ama böyle bir yaklaşım gerçekte mantıksal yani aklın ilkeleri çerçevesinde düşünürsek sapkınlık ve zırvadan başka bir şey değildir.[2]

Üstelik ulusalcıların şiddetle karşı çıktıkları, şu barbar Batı emperyalizminin, şu İsrail siyonizminin ve şu vahşi Amerikan kapitalizminin hem üreticileri hem de yürütücüleri, hepsi de aydınlanmacı ve akılcı değil miydi? Çünkü Avrupa'da ve Amerika'da, dini ve manevi hayat fikren ve fiilen, bu aydınlanma akımıyla zaten bitirilmişti. Din sadece basit bir simge ve kültür geleneğine indirgenmişti. Yani Avrupa'ya ve Amerika'ya saldırıp sömürmeyi, parçalayıp işgal etmeyi hep bu aydınlanmacı kafaları  ve maneviyattan arınmış akılları emretmekteydi.. İşte acı ve çarpıcı gerçek: Bu imansız akıl; ulusalcıların da, globalcıların da ortak tanrısı yerindeydi!?.

Hatta bu kafadaki ulusalcılara göre laiklik; yalnız dinle devlet işlerinin ayrılması değil, dinin toplum hayatından ve eğitim kurumlarından tamamen dışlanıp atılması ve sadece vicdanlara hapsedilmesidir.

Çünkü Lenin, Stalin ve Mao böyle hareket etmiştir. Hatta İsmet Paşa bile laikliği sulandırmakla itham edilmiştir:

"Ama ne acıdır ki CHP, hızla mandası olduğumuz Amerikan emperyalizminin yönlendirmesiyle yaptığının bile bilincine varamadan, daha 1947 yılında "devletçilik" ilkesini tüzüğünden çıkarıp, "din ve vicdan özgürlüğü" laflarıyla sulandırdığı "laiklik"i de siyasal tartışma gündeminin tepesine oturtmuştur."

Asıl amaç din propagandası yaparak oy toplamak olduğu için "dinin devlet işlerine karışmaması" şeklindeki tanım değiştirilip "devletin de din işlerine karışmaması" diye bir önerme eklenerek, laiklik kavramının anlamı iyice bulanıklaştırılmıştır.

Oysa laisizm, din veya din karşıtlığıyla ilgili bir ideolojik kavram olmayıp, üstelik devletin yönetimi ile de değil, yapısıyla ilgili bir idari terimdir. Bu nedenle bir devleti laikleştirmekten amaç yönetimini ele geçirmek değil, bütün kurumlarını dinsellikten arındırıp yeniden biçimlendirmek, yanı Batlıların constitution goverment dedikleri, bizim anayasal düzen dediğimiz türde, yasama, yürütme ve yargı egemenliğinin halkta olduğu, halkın eğitimini ana görev bilip bütün eğitim kurumlarını dinlerin elinden alan, tek bir ana-dilli yeni bir yapıya kavuşturmaktır."

Oysa Mustafa Kemal laik sözcüğünü Nutuk'ta sadece bir kez kullanmıştır. 1927 yılındaki CHP Kurultayı'nda da laiklik, bu sözcük kullanılmadan, "devlet ve millet işlerinde din ve dünyanın birbirinden ayrılacağı" şeklinde tanımlanarak programa alınmıştır. İlk kez de, 10 Mayıs 1931 günü partinin simgesi yapılan Altıok'tan birine ad olarak kullanılmıştır. Aynı yıl lise son sınıflar için hazırlanan "Türkiye Cumhuriyeti Tarihi" adlı ders kitabında da ilk kez laiklik ile dünya, din ile devlet işlerinin ayrılmasını anlatan bir tabirdir. Bunu dinsizlik anlamına almak çok yanlıştır." diye tanımlanmış, Parti Genel Sekreteri Recep Peker de "Partimiz, inkılâpçı tedbirler arasında din ve dünya işlerinin ayrılmasına büyük değer verir, laiklik asla dinsizlik değildir" diyerek bu tanımı tekrarlamıştır.

Bilindiği gibi Mustafa Kemal, kanlı bıçaklı olduğumuz komşularımızla bile yeniden dostluk kurabilmek için daha Kurtuluş Savaşı'nın yaraları kabuk bağlamamışken 1925 yılında Atina'ya Büyükelçi göndermiş, 1927'de Ruslarla, 1930'da Yunanlılarla dostluk antlaşmaları yapıp 1934'te Balkan Paktı'nı, 1937'de İran, Irak, Afganistan'la Sadabat Paktı'nı imzalamış, Yunanistan Başbakanı Venizelos'u davet ederek görkemli törenlerle ağırlamış, "Yurtta barış, dünyada barış" diyerek de sanki ders kitaplarında bile Rum, Ermeni, Arap kavgalarından söz edilmesini yasaklamıştır. Aynı süreçte laiklik kavramının daha fazla dillendirilmesine de, Hilafetin kaldırılması yüzünden din ile devlet arasında doğan kırgınlığı dermek amacıyla mı izin vermemiştir acaba, kim bilir?.."[3] diye soruyor.

Ama, Atatürk'ün, Lozan'ın sinsi ve gizli dayatmalarından olan ve Türk Milletini İslam'dan uzaklaştırmayı amaçlayan laiklik konusunun, "Dini dışlamak ve Müslüman düşmanlığı yapmak" şeklinde yozlaştırılacağı endişesiyle böyle davrandığını ve kendisinden sonraki olayların Onu haklı çıkardığını bir türlü hesaba katmıyor…

Atatürk'ün Diyanet İşleri Başkanlığını, hem de Genel Kurmay Başkanlığıyla aynı gün kurduğunu, Kur'an ve hadis kitaplarını en ehil ve emin alimlere tercüme ettirip okuduğunu ve okuttuğunu ve Elmalı Kur'an tercümesinin kabul edilip bir nevi bizlere tavsiye olunduğunu unutuyor veya işlerine gelmiyor. Çünkü bizim ulusalcıların bir çoğunun Marx, Lenin ve Maoculuğunun, Atatürk'ten önemli ve öncelikli olduğunu bilen biliyor.

Ve yeri gelmişken bunlara sormak gerekiyor:

Mustafa Kemal, her türlü imkân ve iktidara sahip olmasına ve kader Ona büyük fırsatlar sunmasına rağmen, niye Türkiye'ye komünist veya sosyalist bir düzen getirmemiştir?

Yoksa Atatürk de mi, diktatör bir faşisttir?

Marx'ı, Engels'i ve Lenin'i, takip ve taklit etmediği, Ezan'a, Kur'an'a ve İslam'a yasak getirmediği, ne kapitalist ne komünist değil, milli ve yerli hedefler gözetip, ilmi ve insani projeler ürettiği için, Atatürk de mi büyük bir gericidir?

Bütün bu çiğlik ve çelişkilerden ve çirkin masonik ilişkilerden vazgeçip, milletimizin özüne ve Mustafa Kemal'in izine dönmedikçe, belki ulusalcı geçinebilirsiniz, ama "milli"ci olamazsınız!…

Mason Ulusalcı-Neocon İttifakı mı?

Kimileri, Türkiye'de AKP odaklı son çekişmelerin altında, aslında Fethullah Gülen hareketinin yattığını ileri sürüyor. ABD Yahudi Lobileri eliyle oluşan ‘AKP-Gülen ittifakı'na karşı, acaba ufukta bir başka ittifak daha mı yer alıyor? Mason Ulusalcılarla Neocon ittifakı! Aslında hem Mason ulusalcılar, hem de neoconlar yozlaşıp değişime uğramış ve başkalaşmışlardır. Batı tipi ulusalcılık milliyetçilerden ayrılmış ve özüne yabancılaşmış bir anlayıştır. İkisinin de bir ucunda dönmelik vardır. Veya bulundukları zeminin dominat kültür ve dinî algılamalarına yabancıdır. Her ikisinde de Yahudilik bulaşıklığı ve masonluk ağırlığı göze çarpmaktadır.

Neoconların fikir babası Leo Strausse Yahudi kökenli olmasına mukabil dine yabancı idi; hatta ate olduğu bile ifade edilmektedir. Yahudi olmalarına rağmen dindar değillerdir. Özellikle de Hıristiyanlık değerlerine yabancı ve karşı kimselerdi.

Yahudilikte dinî anlayış daha ziyade ırkî olduğundan dolayı hakkaniyete değil, asabiyete bağlıdır.  Bu ırkçı görüş ise onu diğer milletlere ve dinlere karşı yabancılaştırmaktadır. Yahudiliğin en temel vasfı veya hastalığı hakkaniyetin yerine asabiyeti yani faşist milliyetçiliği koymalarıdır.

Türkiye'deki İslam karşıtı Mason Ulusalcılarla Amerika'daki Neoconlar birbirlerine çok yakındır. Cumhuriyet gazetesinin AKP'ye İslamofaşist diyen Michael Rubin'i ve sözlerini kılavuz olarak alması ve manşetlere taşıması bu dayanışmanın tabiî belirtilerinden birisi şeklinde okunmalıdır. Michael Rubin de, Dünya Bankası'ndan kovulduktan sonra Wolfowitz'in de son sığınak olarak dönüş dolaşıp kürkçü dükkânı gibi geri döndüğü Yeni Muhafazakârların kalesi mesabesindeki AEI'de çalışmaktadır!?

Cumhuriyet gazetesi bu çizgiye oldukça yatkındır. Hatta İlhan Selçuk Irak üzerinden Neocon ekiple bir ittifak ve pazarlık arayışına heveslenip işgal üzerinden kendi zeminlerini güçlendirme hesapları yapmıştır. Türkiye'nin Irak'ta işgale yardım etmesine ve model ihraç etmesine mukabil, onların da Türkiye'deki masonik kurulu düzeni desteklemelerini istemiş veya en azından bu yönde fikirler ortaya atmıştır. Aslında bu hususta Rubin'in kimi Ulusalcılarla paslaştığı anlaşılmaktadır.

Michael Rubin 1 Mart tezkeresinin ardından Türkiye'de yapmadık hakaret bırakmamasına rağmen yine de Harp Akademilerinde konferans vermeye bile çağrılmıştır. Nedense Türkiye'de birileri sürekli Michael Rubin'i kollayıp ve bağrına basmaktadır." diyen Mustafa Özcan haksız mıydı?

 

 

 


[1] Bak: Büyük Larousse, Ulus Maddesi

[2] 19.04.2008 / Milli Gazete

[3] Demirtaş Ceyhun / 9 Mart 2008 Aydınlık

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Ufuk EFE

Ufuk EFE

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx