YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
662ae9d7c4d6d
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 4 6
Bugün : 1774
Dün : 19362
Bu ay : 608588
Geçen ay : 453014
Toplam : 23387552
IP'niz : 18.191.44.23

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

Bir acayip hilafet istismarcısı: Hizb-ut Tahrir

Fatih Camii'nde yapılan eylem ülke gündemine gelen Hizb-ut Tahrir'in Türkiye macerası 1960'ta başlladı. Örgüt Ercüment Özkan'la en parlak dönemini yaşadı. Özkan'ın kopmasından sonra dağılma süreci hızlanan Hizb-ut Tahrir, 2 Eylül'de Yılmaz Çelik'le yeniden ülke gündemine taşındı.

Hizb-ut Tahrir'ül İslam (İslam Kurtuluş Partisi) mensuplarının 2 Eylül günü Cuma namazından sonra İstanbul Fatih Camii'nde bildiri okuması, bütün dikkatleri uzun zamandır unutulmaya yüz tutmuş bu yapının üzerine topladı.

 

Ercüment Özkan, İktibas dergisini yayınlarken en yakınında bulunan kişilerden Musa Çağıl, Süleyman Arslantaş ve oğlu Talip Özkan'la Hizb-ut Tahrir üzerine ilginç şeyler anlattı. Ayrıca güvenlik birimlerinin çeşitli çalışmalarına yansımış Tahrir ve Yılmaz Çelik'le ilgili dosyalara ulaşıldı. Özkan'ın iki arkadaşı, Tahrir'in bazı gizli servislerin kontrolü altında bulunduğu, en azından yönlendirildiği kanaatindeydi. Kamuoyunun önüne ilk kez Fatih Camii'nde örgütün sözcü lideri görüntüsüyle çıkan Yılmaz Çelik, Emniyet birimleri tarafından tüm Türkiye'de aranmaktaydı. Adamlarına cami avlusunda örgütün sloganı olan "Dünya Hilafet, Türkiye Vilayet"i attıran Çelik, Ankaralı, evli ve lise mezunu sıradan bir insandı. 33 yaşındaki Çelik, birkaç yıl içinde iki kez Ankara'da Emniyet birimlerince gözaltına alındı ve sorgulandı. Kendisi Ankara'da yaşamaktaydı. Zaten örgüt de Türkiye'de merkez olarak Ankara'yı esas almaktaydı. Sorgusunda ilginç bilgiler veren Çelik, Tahrir'in Türkiye kolunu Lübnan'daki merkezden gönderilen Filistinli bir gençle beraber yönettiğini, Filistinli gencin, Türkiye'ye geldikten sonra Ankara'da doktor bir Türk bayanla evlendiğini açıklamıştı.

‘Yılmaz Çelik, yönlendirilmeye müsait'miş!..

Emniyet birimlerince Çelik'le ilgili yapılan değerlendirmede; onun sınırlı kapasiteye sahip, çok çabuk dolduruşa gelebilen, yönlendirilmeye müsait, hiperaktif bir kişiliği olduğu saplanmıştı. Örgütün yaklaşık 15 kişilik, çoğunluğu oldukça genç bir beyin takımı, bütün Türkiye'de yaklaşık 300 taraftarı bulunmaktaydı. Evlerin kapı önlerine, posta kutularına ve e-mail yoluyla bildiriler dağıtmak şeklinde bir faaliyet biçimi vardı. Mensuplarının büyük çoğunluğu ilk gençlik çağlarını yaşayan heyecanlı tiplerden oluşmaktaydı. Örgüt Ankara'dan başka Kayseri gibi İç Anadolu kentlerinede el atmıştı.

Süleyman Arslantaş: Tahrir'i İngilizler kullanıyor

Örgütün uluslararası çapta kendinden söz ettirdiği en önemli olay 1993'te Londra'da düzenlenen ‘Hilafet Konferansı'ydı. İngilizler Lozan Konferansı'ndaki baskılarıyla Türkiye'de halifeliğin kaldırılmasında birinci derecede rol oynamalarına rağmen, yıllar sonra illegal bir şeriatçı örgüte bu yönde bir toplantı düzenleterek, bir anlamda hilafetin yeniden ihyasına örtülü destek oluyordu. Süleyman Arslantaş toplantıyı şöyle yorumluyor: "İran'da devrim olmuştu. Yayılma istidadı gösteriyordu. Tahrir'in Şia karşıtı tutumu biliniyor. İslam dünyasını en iyi İngilizler bilir. İngilizler Tahrir argümanını kullanarak, Birinci Körfez Harbi'nde Saddam'a destek veren Ürdün, Filistin ve Mısır'a uygun bir mesaj vermiştir. Konferans, İngilizler İslam ülkelerindeki yandaşları ve karşıtlarına bir tavır geliştirmesi, rekabet içinde olduğu güçlere karşı da bir şeyler ortaya koyma eylemidir."

Ercüment Özkan: Hapis sonrası teröre karışmadı

Ercüment Özkan, Yeryüzü dergisinin Haziran 1992'deki sayısına verdiği röportajda Tahrir konusunda şu bilgileri veriyor: "Tahrir'le temasımda ikna oldum ve 3 buçuk yıl sonra Türkiye sorumlusu oldum. 4 aylık firari çalışmamızın ardından 4 Ağustos 1967'de ele geçtikten sonra hapse girdim ve girdikten bir ay sonra Tahrir'le bütün ilişkilerimi kopardım, bunu kendilerine de tebliğ ettim. Fakat içeride bir teşkilatın hazırlığı ile meşgul oldum. 1960'tan beri Müslüman'ın örgütsüz kalmasını namazsız kalması kadar önemli gören bir insanım. Tahrir gerek çalışma yöntemi, gerekse bazı görüşler itibarıyla benimle temelden çatışma halinde idi. İslam devletinin ilk olarak Peygamber zamanında Arapça konuşulan bir ülkede kurulduğunu, şimdi de orada olması gerektiğini söylüyorlar. Benim Türk olmaktan bir şikâyetim olmadığı için aramızda hiç yakınlık olmadı."

Tarık Özkan: Babam Tahrir'i 9 talakla boşadı

Ercüment Özkan'ın oğlu Tarık Özkan şu bilgileri veriyor: 1974 doğumluyum. Babamın Hizb-ut Tahrir'in Türkiye lideri olduğu zamanları yaşamadım. Ancak babamın anlattığı kadarıyla biliyorum. Babam, ‘Ben Hizb-ut Tahrir'i üç değil dokuz talakla boşadım.' Derdi. Fikri uyuşmazlıkları vardı. Bir defasında sormuştum babama niye ayrıldığını. Şunu söylemişti: ‘Birisi hadis diye bir söz söylese hemen şapkayı çıkarıp düğmeyi iliklerlerdi, bunun aslı var mıdır, yanlış mıdır asla sormaz, araştırmazlardı'. Hapisten çıktıktan sonra örgütle ilgisini tamamen kesti ancak daha sonraki yıllarda da ismi örgütle birlikte anıldı. Dünyaya çok dar bir çerçeveden baktıklarını biliyorum. İran'a, Şiiliğe bakışları nesnellikten uzak, oradaki devrimi Amerika'nın yaptırdığını iddia ediyorlar. Babamdan sonraki süreçte örgüt ne durumda, istihbarat ilişkileri var mı bilemiyorum.

Musa Çağıl: İstihbarat bağlantısı var

Fatih Camii'nde görünmelerinin ardından, Tahrir hakkındaki temel sorulardan biri, örgütün neden PKK, Kıbrıs, AB gündemli kritik bir vakitte ortaya çıktığı ve dolayısıyla bir istihbarat bağlantısı olup olmadığı, varsa hangi servisle ilişkili olduğuydu. Ercüment Özkan'la gerek Tahrir içinde ve gerekse dışında uzun bir dostluk dönemi yaşayan Musa Çağıl bu konuda şunları söylüyor: "Bir yerde topluluk, cemaat varsa devlet oraya istihbaratını sokar. Bu, devletin görevidir. İcap ederse yönlendirir, kullanır. Ladin'i bazı devletler kullanıyor mesela. Onun gibi. Her örgütün devletle ve istihbarat servisleriyle bağlantısı vardır, Hizb-ut Tahrir'in de var. Fakat Ercüment Özkan liderken Tahrir'in kesinlikle bir istihbari ilişkisi söz konusu değildi. Biz Özkan'la ailecek görüşüyorduk. Onun döneminde örgüt hiçbir istihbari örgütle bağlantı kurmadı, kursaydı en iyi ben bilirdim."

Ürdünlü Nebhani tarafından 1952'de kuruldu

Hizb-ut Tahrir'in kuruluş yılı 1952. Hayfa Şeriat Mahkemesi'nde kadılık yapan Ürdünlü Takiyüddin en-Nebhani, Hasan El Benna'nın 1927'de kurduğu İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) partisinde bulunuyor. ‘Daha radikal bir İslam anlayışına sahip olan' Nebhani, toplumsal olguları da dikkate alarak davayı gütme taraftarı olan Benna'dan, Mısır'daki Nasır ihtilalini de gerekçe göstererek ayrılıyor. 1952'de Ürdün'de kendi partisi Hizb-ut Tahrir'ül-İslam'ı kuruyor. Fakat bu parti/örgüt, şiddeti ve terörü kesinlikle reddetmesine rağmen İhvan gibi legal zeminde çalışmak yerine illegal zeminde duruyor. Temel amacı ise insanların İslam'a uygun bir hayat yaşamasını sağlamak, İslam devletini kurup hilafeti yeniden canlandırmak. Bu çerçevede Mısır, Lübnan, Filistin, Libya, Suriye gibi birçok Arap ülkesinde hızla örgütleniyor.[1]

Hizb-ut Tahrir Nedir?

"Bırakın onları, bir gün İhvan'ın başladığı noktaya geleceklerdir." Bu söz, tartışma ve ikna çalışmalardan sonra, kendi başına hareket etmeye karar veren Hizb-ut Tahrir'in üyeleri hakkında rahmetli Seyyid Kutub'un söylediği sözdür. Aradan 53 sene geçti, 1952'de Takiyuddin Nebhani'nin kurduğu Hizb-ut Tahrir (Özgürlük Partisi) hâlâ aynı noktada bulunuyor.

Başlangıçta Müslüman Kardeşler'le bir arada bulunan, sonraları ayrılan Filistin asıllı (doğum yeri Hayfa-İzcim köyü) En Nebhani (1909-1979), Ezher ve Daru'l-Ulum okudu. Filistin'de uzun seneler öğretmenlik ve hâkimlik yaptı. 1948'den sonra Beyrut'a geçti. Kudüs İstinaf Mahkemesi üyeliği ve Amman İslam Akademisi'nde hocalık yaptı. 1952'de Hizb-ut Tahrir'i kurmak üzere görevlerinden istifa etti; Ürdün, Suriye ve Lübnan'da yaşadı, Beyrut'ta vefat etti. Parti, bugün Arap alemi başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde faaliyet göstermektedir. 1990'lardan sonra Eski Sovyetler Birliği ülkelerinde, özellikle Orta Asya cumhuriyetlerinde faaliyetleriyle öne çıkmış bulunmaktadır ki, konuyla ilgili Zaman'daki dört dörtlük haberinde Ercan Gün'ün de belirttiği üzere Rus yetkililerin ifadesine göre, "El Kaide ABD için ne ise Hizb-ut Tahrir de Rusya için öyledir." Bu biraz abartılmış bir söz, uygunsuz bir analojidir; çünkü iki örgüt arasında illet benzerliği yoktur.

Örgüt, yeraltında faaliyetlerini sürdürmektedir, ancak örgütün bugüne kadar teröre karıştığı tespit edilmiş değildir. Genellikle üyeleri "faaliyet gösterdikleri ülkelerin rejimlerini değiştirmek amacıyla gizli örgüt kurmak"tan gözaltına alınır, tutuklanır; ama "terör" suçuyla gözaltına alındıkları veya hüküm giydikleri görülmemiştir. Hizb-ut Tahrir, demokrasiye hem teori hem siyasal rejim olarak karşıdır. İtirazının gerekçesi, yasamanın hiçbir insana verilmeyeceği noktasında toplanmaktadır. Bu özelliğiyle ihtilalci bir yapı arz eder. Tasavvufa olumlu bakmayan örgütün fikri çalışması kavramsal düzeyde modern dünyanın tanınmasına ve aktüel olayların yorumlanmasına dayanır. Bu açıdan kavramlara aşırı vurgu yapar, terimlerin ıstılah anlamları ve bunların fikri-politik dile tercümesi eğitim, tebliğ ve tanıtım amaçlı çalışmalarının merkezi önemini teşkil eder. Bunun yanında iç ve dış aktüel olayların bilinmesi, analiz edilmesi, örgütün doktrinini, stratejisini ve hedeflerini doğrulayıcı mahiyette yorumlanması da önemli çalışma konularından biridir…

Örgütün hedefi küresel hakimiyet amaçları olan bir İslam devleti kurmak ve Hilafet'i yeniden ikame etmektir. Anahtar iki teriminin "İslam devleti" ve "Hilafet" olduğunu söylemek mümkün. En Nebhani, politik doktrinini 1953'te kaleme aldığı "İslam Nizamı" adlı kitabında detaylı olarak anlatır. Uygulamaya hazır bir "İslam Anayasası" metni vardır, bu metin 30 Ağustos 1979'da İran'da uygulanmak üzere Ayetullah Humeyni'ye sunulmuştur.

Takiyuddin En Nebhani, Filistin asıllı olmakla beraber, -muhtemelen Ürdün şubesinin sorumlusu Şeyh Ahmed ed Daur'un etkin çalışmaları sonucunda- Ürdün, Hizb-ut Tahrir'in merkezi, bir tür "başkent"i konumundadır. Eğer bütün İslam dünyasını içine alacak yekpare bir siyasi organizasyondan, yani bir devletten söz etmek gerekirse, bu devletin başkenti Ürdün, diğer bütün ülkeler "vilayet" hükmündedir. Hedeflenen siyasi başarının öncelikle Arap ülkelerinde, sonra diğer İslam ülkelerinde kurulması gerektiği düşünülür. İlk yıllarda Parti'nin iktidara gelme süresi 13 yıl (Mekke dönemi) olarak belirlenmişken, sonraları bu, 30 yıla ve daha uzun bir zamana uzatılmıştır.

Öteden beri İngiliz istihbaratıyla ilişkili oldukları iddia edilir. Elbette bu tür iddialar belgelenemez. Bilerek provokatif eylemler içinde yer alırlar mı? Bilmiyorum. Ben metinlerinde yerini bulamadım, ama "Milletlerarası İslam Gençlik Konseyi"nin (WAMY) hazırladığı "Günümüz Din ve Fikir Hareketleri Ansiklopedisi"nde parti ile ilgili bölümde (s. 110) eleştirilip reddedilen 13 fıkhi görüşünden birinin (h fıkrası) şu olduğu kaydedilir: "Kâfirlere karşı savaşta, kâfir bir devletin planı gereğince ajan bir kumandanın emri altında savaşmakta sakınca yoktur." Sözcüleri bunu reddediyor.[2]

Hizb-ut Tahrirden Milli Mücadeleye

1952'de kurulan Hizb-ut Tahrir'in birkaç sene sonra Türkiye'de de örgütlenip faaliyete geçmesi ilginç bir noktadır. Parti'nin öncelikli hedefi Hilafet'in ve bunun somut siyasi rejimi olarak İslam devletinin Arap âleminde kurulması belirlenmişken, Türkiye'nin ilk sıralarda belli başlı faaliyet bölgeleri arasına katılmasının anlaşılır bir anlamı olmalı. Muhtemelen bunun doğrudan Hilafet'le ilişkisi vardı.

Hilafet tarihsel bir kurum olarak Peygamber Efendimiz (sav)'in irtihalinden sonra ilk nesil Müslümanlar tarafından geliştirilen bir siyasi modeldi. Hilafet'in ilham kaynağı yönetim ve siyasetle ilgili Kur'an ve Sünnet'in genel hükümleri ile kadim Arap geleneğinin devam ettirdiği siyasi kültürdür. Sahabeler, ne Sasani ve Bizans monarşilerini ne çevrelerindeki mutlakiyetçi idareleri örnek aldılar. Özgün bir model tasarlayıp hilafetle yeni bir yönetim modeli geliştirdiler. Hilafet, Emevi ve Abbasi dönemlerinde genelde Arap kökenli hanedanların elinde kaldı. Araplar "Halife Kureyş'tendir" ilkesinden hareketle hep kendilerini hak sahibi gördüler.

1517'de Osmanlı'ya geçti ve 3 Mart 1924'te bu topraklarda "mülga" oldu. Mülga olmakla beraber TBMM'nin şahsı maneviyesinde mündemiç olarak ifade edildi. Bu, eğer günün birinde birileri Hilafet'i aktüel hale getirecekse, Türklerin en azından refleksif tepkilerini hesaba katması lazım. Yani Türkiye bu açıdan önemli bir ülkedir. Hilafet'in iki sorunu var:

a- Hilafet olmazsa olmaz siyasi bir model mi, yoksa biraz da sembolik, ama birleştirici bir üst kimlik mi?

b- Araplar ile Türkler arasında var olan görüş ayrılığı nasıl giderilecek ve geniş kapsamlı bir siyasi birlik öngörülecekse, tarihsel bakımdan ‘İmamet'i temel almış İran bu sürece nasıl dahil edilecek?

O dönemde Müslümanlar bu sorulara kelam, fıkıh, tarih ve aktüel açılardan cevaplar verebilecek durumda değildi. Ama bu, Hilafet'e ilişkin Türklerin özel hassasiyetlerini görmezlikten gelmeyi gerektirmezdi. Biz şimdilik bunu bir kenara bırakıp bir başka ilginç noktaya geçelim: Hizb-ut Tahrir'in Türkiye'de faaliyete geçmesiyle Yeniden Milli Mücadele Birliği'nin de kurulup faaliyete geçtiğini ve kısa zamanda Türkiye ölçeğinde yayılmaya başladığını görüyoruz. Bu iki örgütün kuruluşu ve eşzamanlı faaliyete geçmesi arasında bir ilişki var mıdır? Ben olabileceğini sanıyorum.

Yeniden Milli Mücadele, örgütlenme yapısı ve örgütlenme modeli bakımından neredeyse Hizb-ut Tahrir'in bir izdüşümü, bir kopyası gibiydi. Fikri beslenme kaynakları, özellikle akaide ilişkin yaklaşımları; kavramsal çerçeve, hiyerarşi ve politik retorik biri diğerini çağrıştırıyordu. İkisi de ‘gizli'liği esas alıyor ve son derece dinamik gençleri içlerine katıp muazzam bir enerjiyi harekete geçirebiliyordu. En çarpıcı nokta, Yeniden Milli Mücadele'nin aktif hale gelişiyle Hizb-ut Tahrir'in faaliyetlerinde kaydedilen gerilemedir. Yeniden Milli Mücadele gelişme kaydettikçe Hizb-ut Tahrir kan kaybediyordu. Ercüment Özkan'ın da gayretleri olmasaydı -ki o 70'lerden itibaren Ürdün'deki merkezden ayrılmış ve kendi başına çalışmaya başlamıştı- neredeyse esamisi bile okunmayacaktı.

Bence Müslüman Kardeşler, Cemaat-i İslam, Selefilik vb. akımların Türkiye'de geniş taraftar kitlesi bulmasına karşılık Hizb-ut Tahrir'in marjinal kalmasının anlaşılabilir sebepleri var. Yeniden Milli Mücadele, Hizb-ut Tahrir'i model aldı, bu işten Hizb-ut Tahrir zararlı çıktı.

Sonraları Yeniden Milli Mücadele'nin kuruluşunda istihbaratın etkili olduğu, devletin içindeki bazı güçlerin faaliyetlerini yönlendirdiği, komünizme karşı mücadelede önleyici bir enstrüman olarak kullanıldığı yazıldı çizildi.

Benim ikna olamadığım nokta şudur: Komünist tehlike YMM veya silaha ve teröre başvuran milliyetçi-sağla mı önlendi? İşçisi "proleterya bilinci"nden yoksun olan, materyalizm nedir bilmeyen bir NATO ülkesinde komünist tehlike olur muydu? Tehlikeye bakın ki, bir düdükle sona erdi.

Ben her türden "gizli örgüt"ü zararlı görürüm. Çünkü manipülasyona çok açık. Son günlerdeki gelişmeler bana 1960-80 arasını hatırlattı. Ders almak gerekir. Ama dinleyen yok! [3]

Ve işte hem radikal İslamcı, hem AKP taraftarı hem de Amerikan harçlıklı Abdurrahman DİLİPAK'ın hastalık yaklaşımı:

Kullanılmaya Doymuyoruz!

Derin devlet işte budur? Kontrgerilla budur.. Apo ya da Yeşil, Susurluk ya da 1 Mayıs hiç farketmez. Bugünkü roller farklı bir şekilde de dağıtılmış olabilirdi. Olan bu..

Sisi gerektiğinde ülkücü olur, gerektiğinde 28 Şubat'ta tarikat operasyonunda rol alır.. Gerektiğinde gökten âyet yağdırırlar, ya da Fetih mitingleri düzenlenir, gümbür gümbür, mehteran eşliğinde.. Maksat vatan kurtulsun. Her şey vatan için emrederler, Cumhuriyet gazetesi Fethin 500. yılı anısına tarikat bülteni yayınlar.

Saf'lar derler ki, "Ne vardı şimdi böyle bir zamanda cami önünde bu gösteriye. Bu sergi, bu protesto.." Hayır öyle değil, bu olaylar olduğu için 28 Şubat'lar olmaz. Konya'daki Kudüs Mitingi değil, ya da Sincan'daki konferans değil asıl mesele, ya da Mersin'de bir çocuğun elindeki bayrağı yerde sürüklemesi değil asıl mesele, asıl mesele, verilen bir karardır.. Minareyi çalan kılıfını hazırlamıştır.. Saldıran da saldırılan da kullanılan, denk gelen ya da görevlendirilen biri olabilir. Hiç önemli değil.. Bulunur efendim o şeyler. Siz cami önünde gösteri yapan adamlara kızarsınız, ya da Taksim'de cebinde yumurta taşıyan gençlere.. Onlar ya da bir başkası, Taksim, Fatih ya da Şişli farketmez ki, İstanbul ya da İzmir.. Bulunur, yapılır.. Hani Hizb-ut Tahrir'ciler Hilafet istemişler de, Atatürk'e ve rejime hakaret etmişler de! Silahlı mı bu adamlar? Saldırıyorlar mı, trafiği aksatıyorlar mı? Tamam, bağırsın, çağırsın. Hakaret mi yapmışlar, savcılığa götürürsün olay yeri zabtını, adamı evinden ya da yoldan alır götürür sorgularsın?. Hani 40-50 kişi kadın erkek, çoluk çocuk, yaşlı genç toplanıp slogan attı diye rejim tehdit ve tehlike altında ise, bitmiştir bu iş. "Olabilirlik karinesi" diye bir şey var. Hizb-ut Tahrir'in bu fikirleri yeni değil ki? İstihbarat bilmiyor mu, yayınları okumuyorlar mı? Peki o zaman neden dün değil de bugün.. İsterse ev basar yine olay çıkartırlardı. O zaman bunu bahane ederek, Türkiye'de işleri çıkmaza sokmak isteyen asıl derin güçleri görmek ve onun üzerine gitmek varken, niye kendi önünüze böyle sanal tehditler icad ediyorsunuz ki?

İyi kınayın Hizb-ut Tahrir'i, kınayın ülkücü gençleri.. Bitti mi, yetti mi? Polisi salın üzerine. Oldu mu, yapılması gereken bu mu? Bakanından yazarına bu işin sorumluluğu, 40-50 kişiye ve bu olaya müdahale etmeyen İstanbul polisine çıkartıldı, iyi mi? Polis doğru yaptı.. Yanlış yapan, derin gerçeklerle yüzleşmeye cesaret edemeyen politikacılar ve yazar-çizerlerdir. Mesele Hizb-ut Tahrir meselesi değil. Bu talepler, örgütler bahane edilecekse, her zaman elde çok sayıda bu tür talep ve örgüt var..

Gerçekleri görmeyecekseniz, yenilgileri zafer diye kutlamaya devam.. İstanbul'un fethinin 550. yılı şimdiden kutlu olsun. Kudüs'ün fethini mi kutlayacağız ya da Filistin'in, Bağdat'ın, Çeçenistan'ın işgalin yasını mı tutacağız, bilmiyorum?. Olmayan savaşların kahramanlık destanlarının hikayeleri ile büyütmeye devam edin çocuklarınızı.. Neyi hak ediyorsanız, onu bulacaksınız.. Cellatlarınızı alkışlamaya devam edin.. Ve korkun zâlimlerden, Allah'tan korktuğunuzdan daha fazla, umun yardımını zâlimlerin, Allah'ın yardımını umduğunuzdan daha fazla.. Okumayacak, düşünmeyecek, saflarınızı sıklaştırmayacak, dolduruşa gelmeye devam edecek, fasıkların haberleri ile amel etmeye devam edecek, zalimlerle mücadele etmeyecekseniz, o zaman görürsünüz gününüzü!

Efendiler, bu adamlar ortalığı bulandırdığı için derin güçler harekete geçmiyor, derin güçler harekete geçmek için, bu olayları bahane ediyor ya da kendisi yönlendiriyor.. Bu; dün de böyle idi, bugün de böyle.. Bu ayak sesleri hayra alâmet değil.. Bu birilerinin siyaset yapma biçimidir ve o adres de gizli değil.. Aynı vatanın evlatlarının kanları ve gözyaşları üzerine kendilerine servet ve silah üretmeye kalkan, sureti haktan gözüküp, siyasi emellerini müstevlilerin siyasi emelleri ile tevhid edenlerin oyununa gelmeyelim.. Yarın çok geç olabilir. 6-7 Mart'ta, 6-7 Mart olayları tekrarlanıyor.[4]


[1] 11.09.2005 / Zaman / Ahmet Dinç

[2] 10.09.2005 / Zaman / Ali Bulaç

[3] 12 09 2005 / Zaman / Ali BULAÇ,

[4] 10 09 2005 / Vakit / Abdurrahman Dilipak

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Oğuzhan ÇILDIR

Oğuzhan ÇILDIR

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx