En Tehlikeli Yalan Kişinin Kendini Kandırması:
İNSANLAR HANGİ YALANLARLA KENDİLERİNİ KANDIRIYORLAR?
"Yol ikidir: Ya sükut etmektir (susmaktır). Çünkü söylenilen her sözün doğru olması lazımdır. Veya sıdktır (doğruluk). Çünkü İslamiyet'in esası, sıdktır (doğruluktur).
İmanın Hassası (temel özelliği) sıdktır (doğruluktur). Bütün kemalata isal edici (iyiliklere, olgun ve onurlu derecelere ulaştırıcı), sıdktır.
Ahlak-ı aliyenin (yüksek ahlakın esası ve) hayatı, sıdktır (doğruluktur). Terakkiyatın mihveri (maddi ve manevi ilerlemenin merkezi) sıdktır (doğruluktur). Alem-i İslam'ın nizamı (İsam aleminin düzeni (huzur ve felahı) sıdktır (doğruluktur). Nev-i beşeri kabe-i kemalata isal eden, (insanlığı ahlak ve terbiye ufkuna ulaştıran sıdktır (doğruluktur). Ashab-ı Kiram'ı (sahabeleri) bütün insanlara tefevvuk ettiren (üstün kılan) sıdktır (doğruluktur). Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselam'ı meratib-i beşeriyenin (insanlık derecesinin ve nübüvvet mertebesinin) en yükseğine çıkaran, sıdktır (doğruluktur).[1]
Şeytan insanları çeşitli mazeretlerle, telkinlerle, aldatıcı davetlerle kendi yoluna çekmeye çalışır. İnsanlara yaratılış amaçlarını unutturarak, onları dünyevi çıkarlara, geçici ideallere yöneltir. Eğer bir insan şeytanın bu çağrısına uyar ve herşeyi yaratmış olan Rabbimiz'in çağrısından yüz çevirirse, işte o zaman doğruyu görebilmesi mümkün olmaz. Allah Kuran'da böyle insanların durumunu haber vermiştir. Zuhruf Suresi'ndeki konuyla ilgili ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Kim Rahman (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz bir şeytana onun 'üzerini kabukla bağlattırırız'; artık bu, onun bir yakın dostudur. Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. Sonunda Bize geldiği zaman, der ki: "Keşke benimle senin aranda iki doğu (doğu ile batı) uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın-dost(muşsun sen)." (Bu söylenmeleriniz,) Bugün size kesin olarak bir yarar sağlamaz. Çünkü zulmettiniz. Şüphesiz azapta da ortaksınız. Öyleyse sağır olanlara sen mi dinleteceksin veya kör olan ve açıkça bir sapıklık içinde bulunanı hidayete erdireceksin?[2]
Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah bu insanları sağır ve kör olarak nitelendirmiştir. Kuşkusuz burada söz konusu olan, fiziksel anlamda bir sağırlık ve körlük değildir. Allah bu insanların manevi açıdan kör ve sağır olduklarını, doğru yola yapılan daveti duymazlıktan, gerçekleri görmezlikten geldiklerini bildirmiştir. Kısacası bu insanlar akıl ve vicdanlarına uymayarak Allah'ın emirlerini ve hesap gününü göz ardı etmekte ve bu şekilde kurtulabileceklerini zannetmektedirler. Oysa bu insanlar yalnızca kendilerini kandırmaktadırlar.
Şunu öncelikle belirtmeliyiz: Kendilerini kandıran insanlar dünya üzerinde az sayıda bulunan, istisna kişiler değildir. Kuran'da bildirildiği gibi "…Hayır, onların çoğu hakkı bilmiyorlar, bundan dolayı yüz çeviriyorlar."[3] Ve yine "…insanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı inkar ediyorlar."[4]
Burada söz edilen kişilerden olmamak için herkesin kendisi adına bir kez daha düşünmesi ve kendini kandıranlardan olmamak için çaba göstermesi gerekmektedir. Çünkü dünyadayken doğrulara gözlerini kapatarak kendini kandırmak, ahirette insana yarar değil büyük bir zarar verecektir.
Düşünmeyince "Aklıma gelmedi, bilmiyordum" diyebileceğini zannederek kendini aldatanlar:
İnsanın hayatı boyunca yaşadığı her anı bir filmin karelerine benzetecek olursak, bir yaşamın trilyonlarca kareden oluştuğunu düşünebiliriz. Bu trilyonlarca kareden her biri insan için tanınmış bir fırsat demektir. İnsanın hayatındaki her an, gerçekleri düşünmesi, doğruları görebilmesi için hesap gününden önce kendisine verilmiş bir nimettir. Bu nimeti hayra kullananlar, düşünerek dünya hayatının gerçek yönünü kavrayabilen insanlardır. Düşünmeyenler ve yaşamlarını gaflet içinde sürdürenler ise, bu fırsatı değerlendiremezler.
Kuşkusuz düşünmek kavramından herkes farklı bir anlam çıkarabilir. Kiminin "düşünmek"ten anladığı, geleceği düşünmektir. Geleceğe dair planlar yapmak, yatırımlarda bulunmak düşünmenin bir göstergesidir onlar için… Kimi ise düşünmeyi geçmişin muhasebesini yapmak olarak görür. Durmaksızın geçmişte yaptıklarını, kazandıklarını veya kaybettiklerini düşünür durur. Kimi ise "yalnızca bugünü düşünmenin, yarını hiç düşünmemenin" faydalı olduğuna inanır. Bu, onun hayat görüşüdür. Günü gününe yaşar; belli bir amacı ve izlediği yolu da yoktur. Sabah kalktığında kahvaltıda ne yiyeceğini düşünür, işe giderken hangi vasıtaya bineceğini düşünür, öğlen yemeğine kimlerle çıkacağını düşünür, akşam gelecek misafire ne yemek yapacağını düşünür, hangi şirketin hisse senetlerini almasının karlı olacağını düşünür, ertesi günkü futbol maçına bilet bulup bulamayacağını düşünür, okul partisine kiminle gideceğini düşünür… Kısacası çoğu insanın zihni sürekli günlük, sıradan ve sathi düşüncelerle doludur.
İşte yeryüzündeki yüz milyonlarca insan bu ve benzeri düşüncelerle ömrünü geçirir. Ve görülen odur ki, insanlar bu tarz konular dışındaki derin konular üzerinde düşünmeye pek yanaşmazlar. Ancak burada "düşünmek"ten kastedilen insanın yaşamının amacını, çevresindeki yaratılış delillerini, Allah'ın kainatta tecelli eden muhteşem sanatını, ölümü, ahireti, hesap gününü düşünmektir. İşte insanların çoğunluğunun eksik olduğu yön budur.
İnsanlar düşünün; senelerce eğitim görüp, biyolog, mühendis, tıp doktoru, profesör olur, ama hayatında bir kez bile hiç yokken nasıl var olduğunu, bunun da mutlaka bir amaç üzerine olduğunu düşünmezler. Tez hazırlar, doktora yapar, asistan olur, öğretim üyesi olur, insanlara şifa dağıtan bir doktor olur, avukat olurlar, ama niçin ve nasıl yaratıldıklarını, yaratılışlarını Allah'a borçlu olduklarını hiç düşünmezler. Kitaplar yazar, televizyonlarda açık oturumlara katılır, her konuda düşünüp fikir beyan ederler, ama bir kere olsun ölümü ve sonrasında Allah'a verecekleri hesabı akıllarına getirmezler. İşte böyle insanlar büyük bir ziyan içindedirler. Çünkü her insan, er ya da geç ölümle karşılaşacak ve Allah'a olan kulluğundan sorguya çekilecektir. "Düşünmemiş" olmak hiç kimseye bir yarar sağlamayacaktır.
Ahirete gittiğinde ise kaçtığı gerçekleri yaşayarak görür ve Allah'ın huzurunda hesap verirken "bilmiyordum, aklıma gelmedi, düşünemedim" gibi samimiyetsiz mazeretlerin geçerli olmadığını açıkça anlar.
Allah bir ayetinde insanları, hesap gününün "zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün…" olduğuna dair uyarmıştır.[5] Başka ayetlerde de bu gerçek haber verilmiştir:
Artık o gün, zulmedenlerin ne mazeretleri bir yarar sağlayacak, ne (Allah'tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecektir.[6]
"Biliyordum, ama zaman ve şartlar müsaade etmedi" diyerek kendini kandıranlar:
Allah Kuran'ı tüm insanlara yol gösterici bir kitap olarak göndermiştir. Kıyamete kadar tüm insanlar Kuran'da bildirilen emirleri yerine getirmekle, ibadetleri uygulamakla yükümlü tutulmuşlardır. Allah'ın Kuran'da istisna olarak bildirdiği durumlar dışında her insan ibadetleri yerine getirip getirmediği konusunda din günü hesap verecektir.
İşte bu yüzden Allah'ın bildirdiği durumlar dışında kendi kendine birtakım mazeretler uydurarak, Allah'a kulluk görevini yerine getirmeyen kişi, kendisini aldatmış olur. Bu açık gerçeğe rağmen insanlar sürekli olarak içinde bulundukları şartları bahane eder ve Allah'a karşı olan sorumluluklarını göz ardı ederler. Okul yıllarında ayrı, iş hayatına atılınca ayrı, evlenince, çocukları olunca ayrı bahaneler ileri sürerler. Din ahlakını yaşamaya samimi niyetleri olmadığı için çeşitli konuları ibadetlerini yerine getirmelerine engel olarak görürler. Öne sürdükleri engellerden en başta gelenleri de müsait zamanlarının olmaması ve şartların uygun olmaması iddiasıdır.
Günlük yaşamları içinde insanlar pek çok işe rahatlıkla zaman ayırırlar. Özellikle bir çıkarları söz konusu olduğunda, gerekirse başka isteklerinden fedakarlık eder, ama yine de o iş için gereken zamanı ayarlarlar. Ayrıca bulundukları şartlar o işi yapmalarını engelliyorsa, bu engelleri kaldıracak çözümleri de çok çabuk düşünüp bulurlar. Ancak insanların geneline bakıldığında ibadetler konusunda aynı kararlılığı göstermedikleri görülür.
"Namaz kılmak istiyorum, ama hiç zaman bulamıyorum", "çalışıyorum, nasıl oruç tutabilirim", "okula gidiyorum, ders çalışmam lazım, ibadete vakit ayıramam", "burası yazlık, burada oruç tutamam" gibi mazeretler öne süren insanlara çevrenizde sık sık rastlamışsınızdır. Aynı şekilde "sabırlı bir insan olmak istiyorum, ama olaylar çok üst üste geliyor", "öfkelenmek istemiyorum, ama ortam çok stresli" benzeri bahanelerle çirkin bir ahlak gösteren insanları çokça görmüşsünüzdür. Bu insanlar aslında Kuran ahlakını yaşama konusunda samimiyetsiz bir yaklaşım içindedirler. Çünkü biraz önce de belirttiğimiz gibi, insanlar dünyaya yönelik bir çıkar umduklarında, zamanı ve şartları göz ardı ederek, gerektiğinde her türlü çözümü bularak istedikleri şeyi yaparlar. Ama konu kendilerini yaratan ve yaşatan Allah'a karşı yerine getirilmesi gereken bir sorumluluk olduğu zaman, hemen imkansızlıklardan şikayet etmeye başlarlar.
Bu konunun daha somut bir şekilde anlaşılabilmesi için şöyle bir örnek verelim. Bir insana, günde 1 saatini ayırarak bir iş yapması karşılığında çok yüklü bir miktarda para teklif edilse (örneğin, aylık kazandığı maaşın 10 mislinin ödeneceği söylense), bu kişi içinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun, hemen teklifi kabul eder. Üstelik bu insan bir yandan üniversite sınavına hazırlanıyor olabilir veya aynı zamanda bir işte çalışması gerekebilir. Her ne olursa olsun, gerekirse uykusundan fedakarlık yapar, gerekirse kendine ayırdığı vakitten kısar, ama zaman gibi bir konuyu problem olarak öne sürmez. Aynı şekilde tüm şartlarını da hemen bu işe uygun hale getirir. Bu, dünya üzerindeki insanların çoğu için geçerli olan, inkar edilemez bir gerçektir.
İnsana o gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri şeylerle haber verilir. Hayır; insan, kendi nefsine karşı bir basirettir. Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile.[7]
İşte bu yüzden siz de dikkat edin, sakın bu insanlar gibi ahirette geçerli olmayacak mazeretleri dünyada öne sürerek kendinizi kandırmayın. Ayette bildirildiği gibi, her ne mazeret ortaya atarsanız atın, siz aslında bunun geçerli olmadığını kavrayabilecek bir "basirete" sahipsiniz. Eğer nefsinize uyarsanız, bunun hesabını Rabbimiz olan Allah'a veremezsiniz. Sizin zaten şu an dünya üzerinde varoluş amacınız Allah'a kulluk etmektir. Yapmanız gereken diğer işlerin hiçbiri bundan daha öncelikli ve önemli değildir. Çünkü ebedi kurtuluşunuz, ancak Allah'ın rahmetini kazanmakla mümkündür.
"Yorgunum, hastayım" diyerek Allah'a ibadet etmeyenler ve mazeret uyduranlar:
İnsanların din ahlakını yaşamama konusunda öne sürdükleri mazeretlerden biri de fiziki rahatsızlıklardır. Örneğin, Allah'a ibadette isteksiz olan bir kişi gerçekte hasta olmadığı halde, "hastayım, yorgunum" gibi bahanelerle kendisini ve çevresindekileri kandırma yoluna gider ve sorumluluklarını yerine getirmez. Oysa bu kişi unutmamalıdır ki, Allah herşeyi bilir. İnsanın hiçbir hareketi, hiçbir düşüncesi Allah'tan gizli kalmaz. Aklından geçen her düşünce, kalbinde hissettikleri ve bilinçaltında gizli olanları Allah bilir. Kuran'da haber verildiği gibi "…Şüphesiz Allah sinelerin özünde saklı duranı bilendir."[8]
Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister: (Çünkü) insan zayıf olarak yaratılmıştır.[9]
Hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz; elimizde hakkı söylemekte olan bir kitap vardır ve onlar hiçbir haksızlığa uğratılmazlar.[10]
İnsanların çoğu ise Allah'ın merhametine ve lütfuna karşılık son derece nankörce bir ahlak sergilerler. Dünyaya olan hırs ve bağlılıklarından ötürü, ibadetlerini yerine getirmeme konusunda sürekli olarak başka şartları bahane olarak öne sürerler. Elbette bunu yapmakla yalnızca kendilerini kandırır ve zarara sokarlar.
"Nasıl olsa Allah beni affeder" diyerek şeytana aldananlar:
İnsanların çoğu Allah'ın varlığını bilir ve kabul ederler ama O'nun kudretini gereği gibi takdir edemezler. Yanılgıya düştükleri konu Allah'ın varlığı değil, Allah'ın sıfatlarıdır. Örneğin, Allah'ın kullarına karşı çok lütufkar, bağışlayıcı ve merhametli olduğunu düşünürler de, inkarcılardan intikam alan, onlara azap eden, kahreden sıfatlarını düşünmeye pek yanaşmazlar.
Allah'ı gereği gibi takdir edemeyen bu insanların Allah korkuları ya hiç yoktur veya çok sınırlıdır. Bu da insanın ahireti açısından çok tehlikeli bir durumdur. Çünkü Allah korkusu olmayan, yaptıklarının karşılığında ceza göreceğine inanmayan bir insan her türlü kötülüğü, zulmü rahatlıkla yapabilir. Allah'ın yasakladığı, haram kıldığı her türlü suçu işleyip, sonra da "nasıl olsa Allah affeder" gibi gerçeklerden uzak sapkın bir düşünceye kapılabilir. İşte bu yüzden şeytan insanlara hep bu yönden yaklaşır ve insanların kendilerini "nasıl olsa affedilirim" düşüncesiyle kandırmalarına neden olur.
Yoksa kötülüklere batıp-yara alanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar. Allah, gökleri ve yeri hak olarak yarattı; öyle ki, her nefis kazandıklarıyla karşılık görsün. Onlara zulmedilmez.[11]
Allah'a döneceğiniz günden sakının. Sonra herkese kazandığı eksiksizce ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacaktır.[12]
Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, elbette her insan yaşadığı müddetçe hata yapabilir ve işlediği suçlardan, yaptığı hatalardan dolayı pişmanlık da duyabilir. Çünkü insan hata yapmaya yatkın bir varlıktır; hiçbir insanın hatasızlık veya kusursuzluk iddiası olamaz. İşte bu yüzden insan dünyada bulunduğu sürece bağışlanmak için Allah'a tevbe edebilir. Allah, her insana ölene kadar tevbe etme imkanı vermiştir. Ama Kuran'da hangi tevbenin samimi tevbe olduğu ve kabul göreceği de haber verilmiştir.
"Nasıl olsa ben cennete giderim" düşüncesiyle kendini avutanlar:
Dini yaşamayan toplumlarda insanların kendilerini kandırdıkları konulardan biri de, kendilerinin cennete girmeye hak sahibi olduklarını düşünmeleridir. Bu insanların büyük çoğunluğunun ölümden sonra hayat olduğunu kabul etmelerine rağmen din ahlakını yaşamamalarının nedeni, kendilerinin mutlaka cennete gideceklerine dair olan zanlarıdır. Bu gibi kişilerin nereden böyle bir kanaate vardıkları bilinmez. Ama büyük çoğunluğu kendisini diğer insanlarla kıyaslayarak sadece iyi yönlerini görür ve bu yüzden de genele göre iyi bir insan olduğu ve bu durumda cennete girmeye hak sahibi olduğu kanaatine varır. En şaşırtıcı olanı da, bu insanlar "iyilik" kavramını, Kuran'a göre değil cahiliye kıstaslarına göre değerlendirirler. Allah'ın hoşnut olacağı bir yaşamı ve ahlakı değil, bulundukları toplumun hoşnut olacağı bir yaşamı ve ahlakı seçerler. Ve cahiliye kıstasları ile yaptıkları değerlendirme sonucunda, kendilerini kandırarak cennete gireceklerini düşünürler.
Hiç kuşkusuz Allah'tan cennetini ümit etmek ve istemek güzel bir beklentidir. Ama bu temenninin samimi olduğunun en önemli göstergelerinden birisi, kişinin hayatının her anında cennete yakışacak bir ahlak sergilemesi ve Allah'tan korkup sakınarak hareket etmesi olacaktır. Aksi takdirde, yani Allah'ın razı olmayacağı bir yaşam tarzı içindeyken, kulluk görevlerini yerine getirmeden cennete gideceğini ileri sürmek son derece samimiyetsiz bir yaklaşım olacağı gibi, bu düşünce kişinin kendisini kandırmasından başka bir şey değildir.
Bir insan Kuran'da tarif edilen cehennem ortamını öğrenip tefekkür ettiğinde, tek bir an dahi cehennemde bulunmayı göze alamaz. Hatta cehennemde bulunmak bir yana, cehenneme yaklaşmaktan bile şiddetle kaçınır. Çünkü cehennem, bir insanın dünyada tahayyül dahi edemeyeceği zorluklarla, acılarla, sıkıntılarla, azaplarla, çirkinliklerle dolu bir mekandır. Allah Kuran'da cehennem azabının, insanların yok olmak isteyecekleri kadar şiddetli bir azap olduğunu bildirmiştir:
Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip-çağırırlar.[13]
(Cehennem bekçisine:) "Ey Malik (bekçi), Rabbin bizim işimizi bitirsin" diye haykırdılar. O: "Gerçek şu ki siz, (burda) kalacak kimselersiniz" dedi.[14]
(Hz.Yusuf)… Ey göklerin ve yerin Yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat.[15]
Bu durumda kimse kendisini kandırmasın; Allah'a boyun eğip teslim olmadığı ve Rabbimiz'i razı etmediği sürece hiç kimse cennetin kapılarından içeri giremeyecektir. Allah bir ayetinde bunun imkansız olduğunu insanlara çok açık bir örnekle bildirmiştir:
Şüphesiz ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, onlar için göğün kapıları açılmaz ve halat (ya da deve) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete girmezler. Biz suçlu-günahkarları işte böyle cezalandırırız.[16]
"Herkes öyle düşünüyordu, ben de onlara uymaya mecbur kaldım" diyerek yalan atanlar:
İnsanların yanılgıya düştükleri pek çok konuda topluluk psikolojisinin etkisi büyüktür. Özellikle din ahlakından uzak yaşayan toplumlarda yanlış ya da kötü de olsa çoğunluğun benimsediği düşünce ya da tavırlar kişi tarafından da benimsenmeye başlanır. Kişi aslında vicdanen doğruyu bilmesine rağmen sırf kalabalığın etkisiyle "bu kadar kişinin bir bildiği vardır" gibi hatalı bir fikirle vicdanını susturur ve çoğunluğa uyar. Halbuki çoğunluk hiçbir konuda ölçü olamaz. İnsanlara doğruyu yanlıştan ayırt etmeleri için indirilmiş olan ölçü yalnızca Kuran'dır. Kuran dışında birtakım kıstasları kabul edenler ve uyanlar çok büyük hatalara düşerler. Nitekim Allah Kuran'da insanları çoğunluğa uymamaları konusunda açıkça uyarmıştır:
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.'[17]
Çoğunluğa uymanın temelinde "herkes öyle düşünüyordu, ben de onlara uymaya mecbur olduğumu düşündüm" gibi aciz bir mantık yatar. Yani kişi doğru bildiğinden vazgeçip çoğunluğa uymadığı takdirde insanların tepkisini çekmekten, onlar tarafından kınanmaktan ya da dışlanmaktan çekinir. Bu, genç yaşlı tüm insanlar arasında son derece yaygın bir mantıktır. Sırf bu yüzden ibadetlerini yerine getirmeyen, bir ömür boyu Allah'ın rızasını unutup çoğunluğun rızası için yaşayan insanlar vardır. Oysa insan yüzlerce, binlerce insanın değil yalnızca Allah'ın rızasını aramakla sorumludur. Aynı şekilde insan kimin ne düşüneceğini hesaplamak ve buna göre hareket etmek durumunda da değildir. Allah Kuran'la insanları her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturmuştur. İnsan yalnızca Allah'a hesap verecek ve Kuran'a uyup uymadığından sorulacaktır.
"Bilim adamları dini inkar ediyordu, onlara inandım" diyerek kurtulacağını sananlar:
İnsanların dini inkar etmek için öne sürdükleri mazeretlerden biri de, Allah'ı ve ahiret gününü inkar etme yanılgısına düşen bilim adamlarının varlığıdır.
Özellikle içinde yaşadığımız dönem, bilimin ciddi şekilde ilerlediği, bilimsel açıdan tarih boyunca yaşanmamış pek çok tecrübenin ve gelişmenin yaşandığı bir yüzyıldır. Bilim ve teknolojinin sağladığı imkanlarla evrendeki düzen ve tasarım görülmekte, Allah'ın yarattığı sistemlerin kusursuzluğu anlaşılmakta, canlıların sahip olduğu pek çok yaratılış gerçeği daha yakından tanınmakta, Kuran'ın mucizeleri teker teker keşfedilmektedir.
Ancak bir de bilimi kendi dünyevi çıkarları için kullanan, inkarcı zihniyetlerini onunla desteklemeye çalışan kişiler vardır. Bu kişiler "bilim adamı" sıfatıyla ortaya çıkmakta, ancak bilimi gerçekleri araştırıp bulmak için değil, kendi ideolojilerini beslemek için kullanmaktadırlar. Bu kişiler evrendeki ve canlılardaki kusursuz yaratılışı ve mucizevi özellikleri görmezden gelerek, herşeyin tesadüfler sonucu kendiliğinden var olduğu gibi gerçek dışı bir iddia ile ortaya çıkmaktadırlar. Bu çevrelerin amacı, Allah'ın varlığını inkar etmek ve toplumlara da inkar ettirmektir. Bu yolla hiç kimseye karşı sorumluluk hissetmeyen, başıboş bireylerden oluşan, her türlü ahlaksızlığın yaygın olarak yaşandığı toplumlar oluşturmak istemektedirler.
İnkar edenler, iman edenlere dedi ki: "Siz bizim yolumuzu izleyin, hatalarınızı biz yüklenelim." Oysa kendileri, onların hatalarından hiçbir şeyi yüklenecek değildir. Gerçekten onlar, elbette yalancıdırlar. Şüphesiz onlar, hem kendi yüklerini, hem kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yüklenecekler ve kıyamet günü, düzüp uydurduklarına karşı sorguya çekileceklerdir.[18]
Küfrün ve Kötülüğün Tohumu: Yalan
Dünyevîleşen insan, var oluşunu ebedî âleme göre değil de, gelip geçici dünya hayatına göre mânâlandırdığından ciddi bir aldanma süreci yaşamaktadır. Günümüzde insanoğlu, modernite rüzgârlarıyla aslına ve ruhuna yabancılaşmaya başlamıştır. Moderniteyi takip eden süreçte ise, maddî-mânevî her şeyi paramparça ederek anlamlandırmaya çalışan yıkıcı postmodern felsefelerle insanlık iyiden iyiye sersemletilmiş durumdadır. İnsanların, "Neciyim, nereden geldim, nereye gidiyorum?" sorularını kendi kendilerine ve birbirlerine sormamaları için neredeyse her şey yapılmaktadır. Kitle iletişim vasıtalarında ve Holywood'un başını çektiği filmlerde sürekli işlenen: hayatı hızlı yaşama felsefesi, insanları âdeta hızlı yaşamaya şartlandırmaktadır. Var olmanın esas gâyesi olarak dünyadan keyif alma; tüketim çılgınlığıyla birlikte empoze edilmektedir. Âdeta insanlar, varlığını ve birliğini kâinatın her zerresinde hadsiz mühürlerle bildiren Yüce Yaratıcı, haşa ‘sanki yokmuş' gibi bir hayat sürmeye mahkum edilmektedir. Ve bu akıl almaz oyunda başrol ise; hakikatin hilâfından başka bir şey olmayan ‘yalan'a verilmiştir. Evet bugün yalan, (onu yasaklayan dinlere ve öğretilere rağmen) belki de hiçbir dönemde olmadığı kadar revaçtadır.
Tim Rayment'in 20 Kasım 2005 tarihli The Sunday Times gazetesinde yazdığı "Hakikat Elle Tutulamayacak Kadar Yakıcı Mı?" başlıklı makalesinde ve araştırmacı Brian Martin'in Social Anarchism dergisinin 35. sayısında kaleme aldığı "Daha İyi Bir Dünya İçin Yalan Söylemek" başlığını taşıyan ilmî makalesinde, yalana karşı takınılan genel tutum ve mülâhazalar açıkça gözler önüne serilmektedir. Rayment'ın ifadelerine göre Batı'da yalan söyleme, delilik sınırında bir ömür süren ve sonunda da deliren nihilist felsefeci Nietzsche'nin: "Yaşamak için yalanlara ihtiyacımız var." hezeyanıyla paralellik arz eder. Batı'da ‘yalan', en az ‘hakikat' kadar hayatın bir parçası hâline gelmiş durumdadır. Öyle ki eskiden beri, bir şekilde insanın kendi çıkarlarını korumak, bir kâr veya fayda sağlamak için söylediğine inanılan yalanı, bugün herhangi bir psikolojik hastalığı olmayan ve toplumda çok başarılı kabul edilen insanlar bile rahatlıkla sebep olmadığı hâlde söyler duruma gelmiştir. Toplumda hemen herkesin her fırsatta yalan söylemeye meyilli olması, insanlarda ‘doğruyu söylese de nasıl olsa inanılmayacağı' düşüncesini oluşturduğundan, hakikati söylemek sanki lüzumsuz ve kıymetsiz bir hâl almaktadır. Bu menfî durum da, yeni yalanlardan oluşan fasit daireler doğurmaktadır.
New Scientist dergisinin 253 ayrı araştırmaya dayanarak ilân ettiği bir rapora göre, insanlar inandırıcı yalan söyleme konusunda o derece ustalaşmışlar ki, ortaya çıkarılan yalan nispeti, yaklaşık % 53'tür. Bu nispete, yalanları ortaya çıkarma hakkında uzmanlaşmış polislerin, psikologların, terapistlerin ve hakimlerin söz ve fiilleri de dâhildir.
Dr. Sean Spence, British Research dergisinde, insanlar yalan söylemeye karar verdiğinde beyinde ne gibi değişiklikler olduğunu ortaya koyan bir makale yayımladı. Bu araştırma, yalan söylemek için yapılan her teşebbüste prefrontal korteksin hep aynı bölgesinde yoğun bir uyarılma faaliyeti oluştuğunu ortaya çıkardı. Öfke ve saldırganlık dâhil otomatik olarak amigdala bölgesinde oluşan dürtülerin iradî olarak kontrol edilmesinde vazifeli prefrontal korteks bölgesiyle, yalan söyleme anında yoğun şekilde uyarılan bölgenin aynı olması dikkat çekiciydi. Buradan çıkan neticeye göre, yalan söyleme durumu oluştuğunda, hem doğru hem de yalan söylemeye müsait yapıdaki insan fıtratında mündemiç olan hakikati söyleme eğilimi, beyindeki bu bölgenin otomatik olarak artan uyarılma faaliyetleriyle bastırılmaya çalışılır. Spence'in tespitlerine göre, yalan söyleme durumunda beynin sergilediği bastırma ve direnç gösterme faaliyetinin yoğunluğu, diğer dürtüleri kontrol etmede gösterilen aktivite derecesinden oldukça yüksek seyretmektedir. Bu araştırmanın ortaya koyduğu önemli hakikat şudur ki, aslında yalan söylemek, gayrifıtrîdir ve bozulmamış insan için hakikati söylemekten çok ama çok daha zordur.
Kant, Augustine ve Aquinas'ın temellerini attığı Hristiyan ahlâkına göre yalan çok hususi hâller hâricinde bu dine inanmış toplumlarda yasaklanmasına rağmen, günümüzde hâlâ revaçtadır. Martin'in mülâhazaları tahlil edildiğinde de manzara çok farklı değildir. Martin, hakikat teoride öne çıkarılmasına rağmen, Batı'da yalanın her yerde olduğunu, çünkü çocuklara nasıl yalan söyleyeceklerini ailelerin bizzat öğrettiğini iddia etmektedir. Postmodernite, haz duygusunun her türlü yolla tatminini hoş görme ve her fikre saygılı olma anlayışıyla, yalan söylemeyi kolaylaştırmış, hattâ imaj kültürüyle daha da teşvik etmiştir. Martin'e göre, bu teşvik, kahredici yalan anlayışının temellerinden birini teşkil etmektedir. Makaledeki referanslardan biri olarak sunulan Ford'a göre ise toplum öyle bir hâl sergilemektedir ki, insanlar bozulmamış gerçeğe ve doğruya tahammül etmekte zorlanır hâle gelmişlerdir. İnsanlar duymak istedikleri şeyler söylendiğinde, bunları yalan olarak görmeme eğilimindedirler. İnsanların büyük bir kısmı tabiatta ve sosyal hayatta kendi rollerinin ehemmiyetsizliğini kabul etmeme eğilimi göstermekte, başkalarının kendi konumlarıyla alâkalı yalanlarını doğru saymaya hevesli görünmektedirler. Hattâ ne acıdır ki, bu konularda kendi kendilerini dahi aldatmaktan kaçınmamaktadırlar. Belli ki, insanlar kâinattaki yerlerini konumlandırırken, nihilist ve ateist felsefelerin de tesiriyle şişirilmiş egoları sebebiyle, Cenab-ı Rabbü'l-A'lemin'le aralarında Hâlık-mahluk münasebetini kuramadıklarından, kendi hiç hükmündeki varlık seviyelerini kabullenmekte zorlanmakta ve kendi kendilerine yalan söyleme küçüklüğüne düşmektedirler.
Batılı psikologların ifadeleri de modern Batı toplumlarında yalan karşısında düşülen acziyetin itirafının izlerini taşır. Çocuklarda yalanın gelişmesini incelemiş olan Maria Vasek, yalan için gerekli olan maharetler(!) olmadan insanın var olamayacağını savunurken, benzer hatadan kendini alıkoyamayan Nyberg ise, yalanı; "dünyayı düzene sokmak için başvurulan, birbirinden farklı fertlerin aralarındaki problemleri çözmelerini sağlayan, acıyla başa çıkabilmeye yardımcı olan, ferdiyetçiliği yakalayabilmeye destek veren ve insanı hayata bağlayan bir mekanizma olarak " görmektedir.
Beyaz yalan aldatmacası
D. Kuhn'un 22 Nisan 2004 tarihli "Bir Yalan Öbür Yalana Götürür" başlıklı makalesinde etraflıca ele aldığına göre, Batı dünyasında söylenildiğinde kimseye zarar vermediği varsayılarak hoş görülen ve sosyal olarak kabul gören yalanlar, masumluğu ve temizliği tedai ettiren beyaz sıfatı ile taltif edilmiş ve beyaz yalanlar olarak adlandırılmıştır. Bu durum, Batı toplumunun yalan konusunda düştüğü vartayı bir defa daha açıkça göz önüne sermektedir. İnsan karakterinin çocukken şekillendiği hakikatinden yola çıkılacak olunursa, beyaz olarak tarif edilen yalanların, zamanla alışkanlığa dönüşerek, yerlerini bir gün kömür karası yalanlara bırakacağını tahmin etmek herhalde güç olmayacaktır. Belki beyaz yalanların hiçbir zararı olmadığı iddia edilebilir. Ancak beyaz yalanın "hakikati kısmen gizlemenin veya çarpıtmanın başka bir yolu veya tarzı olduğu" düşüncesini îmâ etmesi, yalana kapı aralaması açısından önemlidir. İçinde yaşadığı âleme göre hayli zıt ve müspet bir duruşu olan meşhur İngiliz yazar Jonathan Swift, kendi ülkesinde revaç bulmuş olan aldatma ve yalanı eleştirme adına Gülliver'in misafir olduğu atlar ülkesinin sözlüğünde yalanı karşılayan tek bir kelimenin yer almadığını tasavvur eder. Zîrâ yalan öyle bir kezzaptır ki, damlası dahi hayatı ve insanı eritmeye yetmektedir. Bu sebeple onun beyazı siyahı olmaz; radyasyon gibidir, zararda şahıs, zaman ve mekân ayırt etmez; sadece bugünü harap etmez, geleceği de ipotek altına alır.
Âlemşümul doğruluk modeli: El Emîn ve kendisi emîn herkes kendisinden emin
Doğruluk dendiğinde aklımıza gelen ilk isim, yüreklerimizi ferahlatan, İnsanlığın İftihar Tablosu, El-Emîn, Muhammedü'l-Arabî (sav) Hazretleri'dir. O'nun (sav) yalan karşısındaki tavizsiz duruşu, hem tarih ilmiyle kayıt altına alınmış, hem sosyal bilimin kriterlerince doğrulanmış bir hakikattir. Şanı yüce Peygamberimiz (sav), ferdî ve sosyal açıdan asla yalana tevessül etmemesiyle ve ona karşı duruşuyla insanlık için değişmez, eskimez ve erişilmez insan modelidir. İslâm'ın iki pınarı olan kitap ve sünnetçe Efendiler Efendisi'nin (sav) bu orijinal hâli, her kültürün insanınca kolayca anlaşılabilecek derecede açık olarak ortaya konmuştur. Kur'ân-ı Kerîm Efendiler Efendisi'nin (sav), bu milim şaşmaz doğruluğunu "Sen büyük bir ahlâk üzeresin."[19] diye tarif ve takdir ederken, O'na yâr olanlara da "Andolsun ki, Allah'ın peygamberinde Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır."[20] kuvvetli işaretiyle, ve "Peygamber size ne verdi ise, onu alın ve size neyi yasakladı ise ondan sakının."[21] emriyle, bir bağlılık ve modeli takip etme çerçevesi çizmektedir.
Sahih hadîs geleneği ise, Kur'ân'ın mu'ciznuma âyât-ı beyyinâtına paralel olarak Efendiler Efendisi'nin (sas), doğru söz esasına dayalı eşsiz ahlâkını şerh ve tefsir eden sayısız vakayı ortaya koymaktadır. Öyle ki esas prensip -emrolunduğu gibi dosdoğru olma- hiç değişmediğinden, birkaç misâl meseleyi aydınlatmaya yetmektedir:
i) "Ey Allah'ın Resûlü! dedik, mü'min korkak olur mu?" "Evet!" buyurdular. "Peki cimri olur mu?" dedik, yine: "Evet!" buyurdular. Biz yine: "Peki yalancı olur mu?" diye sorduk. Bu sefer: "Hayır!" buyurdular."[22]
ii) "Hz. Ömer radıyallahu anh bize Câbiye'de hitap etti ve dedi ki: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, tıpkı benim sizin aranızdaki şu kalkmam gibi bizim aramızda hitap için ayağa kalktı ve dedi ki: "Ashabım, bunları takip edenler (tabiîn) ve onları da takip edenler (etbauttabiîn) hakkında bana riayetkâr olun (benim hatırım için onlara da saygılı olun). Onlardan (etbauttâbiînden) sonra yalan yaygınlaşacak, öyle ki, kişi kendisinden şahitlik istenmediği hâlde şehadette bulunacak, yemin talep edilmediği hâlde yemin edecek."[23]
iii) "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm: "Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?" buyurmuş ve bunu üç kere tekrar etmişlerdi. Biz: "Evet!" deyince: "Allah'a şirk koşmak, anne ve baba haklarına riayetsizlik, cana kıymak!" buyurdular. Bu sırada dayanmış durumda idi, yere oturup: "Haberiniz olsun! Yalan söz, yalan şahidlik!" dedi ve bunu o kadar tekrar etti ki, "Keşke kesse artık!" temennisinde bulunduk."[24]
Hâlık'ın nâmütenahî adı var, en başı Hakk
Çetin bir ‘ruh tufanı'nın yaşandığı bugünün dünyasında, kötülüğü ve gayrifıtrîliği bütün insanlarca kabul edilen yalanın, nasıl olup da bu kadar yaygın olduğu hususunda, ferdî ve içtimaî tesirleri üzerinde düşünülmelidir. Hakk'ın ve dolayısıyla hakikatin hatırının her şeyden âli olduğu hususu, her türlü ilmî vasıtalar kullanılarak ortaya konmalıdır. Günümüzün insanını hakiki medeniyete ulaştırma ve yalandan korumanın yolu, temsil keyfiyetiyle (konuşurken-yazarken-çizerken, hepsinden önemlisi yaşarken) hakikati ifade etmektir. [25]
[1] (İşarat-ül İcaz, s. 82)
[2] Zuhruf: 36-40
[3] Enbiya: 24
[4] Rum: 8
[5] Mümin: 52
[6] Rum: 57
[7] Kıyamet: 13-15
[8] Al-i İmran: 119
[9] Nisa: 28
[10] Mü'minun: 62
[11] Casiye: 21-22
[12] Bakara: 281
[13] Furkan: 13
[14] Zuhruf: 77
[15] Yusuf: 101
[16] Araf: 40
[17] Enam: 116
[18] Ankebut: 12-13
[19] Kalem: 4
[20] Ahzab: 21
[21] Haşr:10
[22] (Safvân İbnu Süleym (r.a.) – Muvatta, Kelâm 19, (2, 990).)
[23] (Cabir İbnu Semüre (r.a.) Kütüb-ü Sitte 6683)
[24] (Ebu Bekir (r.a.) – Buhâri, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti'zân 35, İstitâbe 1; Müslim, İmân 143, (87); Tirmizi, Şehâdât 3, (2302).)
[25] Kasım 2006 Dr. Numan Sariyazi Sızıntı

CÜBBELİ AHMET “BEL’AM”CIK’I VE MAHMUT EFENDİ YAKINLARINA UYARI!
FETULLAH GÜLEN DOSYASI
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
Dünyanın Fikri Değişimi Türkiye’den, FİİLİ DEĞİŞİMİ İSE FİLİSTİN’DEN BAŞLAMIŞTIR!
FİLİSTİN’DE; BÜYÜK BAYRAMIN BÜYÜLÜ BAŞLANGICI VE ZEKİ GEÇKİL’İN ŞARLATANLIĞI
OĞUZHAN ASİLTÜRK’ÜN ERBAKAN’A İFTİRALARI
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
DİKKAT!? Soysuzların Soytarılığı!
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
KUR’AN’A TERCÜMAN, OLDUM KOVULDUM! (ŞİİR)
Tarihten günümüze hak davaya katılmış belli mevkilerde görev almış,farklı teşkilatlarda cemaatlerde bulunmuş olduklarını anlarken Hakkın…
YA RAAAB! Zalim i*rail in yıkılışını neolur nasip eyle... Zalimlerin sonunu nasip eyle... Müslümanım diyenler…
MİLLİ ÇÖZÜM' Ü TAKİP EDENLER OKUYANLAR ÇOK ÖNCESİNDEN OLABİLECEKLERİ OKUYUP ÖĞRENDİKLERİ İÇİN ŞAŞKINLIK İÇİNE DÜŞMÜYORLAR!..…
YAKINDA AĞLAYACAK; ERBAKAN'IN TEKNOLOJİ HARİKALARIYLA KENDİ SOYSUZ SAHİPLERİNİ HAŞLAYACAK VE SALTANATININ YIKILIŞINA BÜYÜK ŞEYTAN İSRAİL!..…
Yazının ana konusunda bahsedilen kesimlerinTürkiyedeki tanım karşılığı, genelde "Kent - Soylu" kavramları üzerine dönmektedir..Bu kesimlerin…
"...Ey hâlâ Hamas’ı suçlayan Ve şanlı vatan savunmasına sataşan Sütü bozuk takımı!.. Özünüz karardığı gibi…
Hamas'ın ve Adil Düzen'e inanan tüm müslümanların zaferini müjdeleyen marş olacak nitelikte bu şiir için…
Ne yazık ki bazı çevreler hala bu pakradunilerin varlığını ve tehlikeli faaliyetlerini küçümseyici yazılar yazarak…
AKP-MHP İYİ POLİS KÖTÜ POLİS ORTAKLIĞI KİME HİZMET ETMEKTEDİR..! İş başına geldiği yıldan beri Filistin…
ÖZELLİKLE MİLLİ GÖRÜŞÇÜYÜM DİYENLERİN BU PAKRODİNLERİ İYİ TANIMASI GEREKİR Kİ, NEREDE DURACAKLARINI BİLSİNLER. BU KİŞİLERİ…