YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
664969129816c
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 9 8
Bugün : 4536
Dün : 23538
Bu ay : 389973
Geçen ay : 737322
Toplam : 23906259
IP'niz : 3.139.80.15

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Büyük İsrail Projesi ve İstanbul'a, Bizans muamelesi

2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilen İstanbul'u denetlemeye gelen UNESCO heyeti, gazetemizin sık sık gündeme getirdiği ‘Bizans eserleri ihya ediliyor' haberlerini adeta resmileştirmişti. Heyetin Osmanlı eserlerinden sadece Süleymaniye'yi gezerken geri kalan zamanının tümünü Bizans eserlerinin son durumunu incelemek ve yapılan çalışmaları denetlemek için ayırması dikkat çekmişti.

 

2010 Avrupa Kültür Başkenti (AKB) seçilen İstanbul'u ‘denetlemeye' gelen UNESCO heyeti Bizans eserlerine özel bir ilgi gösterdi. Ofer'e verilen ancak iptal edilen Galataport ve Haydarpaşaport projeleri hakkında da bilgi verilen heyetin Sulukule'ye olan merakı da dikkatlerden kaçmadı. İslam ve Osmanlı eserlerinden sadece Süleymaniye'yi gezen heyet, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın kendi çizdiği Haliç Metro Geçiş Projesi'ni de beğenmemişti.

UNESCO tam kadro İstanbul'a niye gelmişti?

2010 AKB İstanbul'un 'Dünya Mirası' listesinde kalıp kalmayacağının belirleneceği kritik sınav için ülkemize gelen UNESCO Dünya Mirası Merkezi Başkanı Francesco Bandarin ve UNESCO Dünya Mirası Koruma Merkezi'nden Avrupa ve Kuzey Amerika Bölümü Başkanı Mechtıld Rossler başkanlığındaki bir heyet çalışmalarını tamamlayarak, çeşitli sunum ve brifingler verilen heyet üyeleri ülkemizde bulundukları süre içerisinde Sulukule, Tekfur Sarayı, Kara Surları, Anemas Zindanları, Yedikule Zindanları, Ayvansaray, Fener-Balat Evleri, Zeyrek Evleri, Yenikapı metro istasyonu kazı alanı, Four Seasons Otel inşaatı ve bitişiğindeki kazı alanı, Haliç-Yenikapı metro geçiş alanı (Azapkapı), Ceneviz Kara Surları ve Bucoleon Sarayı'nı ziyaret etmişti.

Sulukule, Galataport ve Haydarpaşaport'a özel ilgi

Süleymaniye evleri dışında hiçbir İslam ve Osmanlı eserini incelemeyen heyetin Sulukule'ye olan ilgisi gizlenmemişti. Öte yandan Kültür Bakanlığı Planlama Şube Müdürü Mehmet Gürkan, Galataport ve Haydarpaşa projeleri ile gelinen son nokta hakkında heyet üyelerine bilgi vermişti. Fener-Balat Rehabilitasyon Programı Eş-Müdürü Luis Mezzano E. de, Fener ve Balat Semtlerinde Avrupa Birliği Komisyonu desteğiyle gerçekleşen restorasyon çalışmaları hakkında sunum gerçekleştirmişti.

"Yavaş çalışıyorsunuz" uyarısı kimeydi?

Nisan 2006 tarihinde İstanbul'a yine aynı türde bir inceleme ziyaretinde bulunan heyet ziyareti sonunda yayınladığı raporda İstanbul'daki bazı kurumlara bir ilerleme raporu sunmaları ve Kara Surlarındaki restorasyon çalışmaları ile istenen düzeyde ilerleme kaydetmeleri için Şubat 2008'e kadar bir süre tanımış ve rapor Şubat 2008'de UNESCO'ya verilmişti. Heyet, bu raporun sonuçlarını yerinde görmek ve 2 yıl içerisindeki değişiklikleri izlemek üzere İstanbul'a gelmişti. Ziyaret boyunca çeşitli sunumlar, brifingler ve Miras Alanlarına yapılan alan gezileri ile heyete detaylı bilgi verilmişti.

Avrupa Kültür Başkenti nedir?

Avrupa Kültür Başkenti fikri ilk kez 1985 yılında dönemin Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri tarafından ortaya atıldı. Aynı yıl Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi projenin kapsamını belirledi ve uygulamaya koydu. 1985'ten 2000 yılına kadar Avrupa Birliği'ne üye olan ülkelerin kentlerinden biri Avrupa Kültür Başkenti olarak seçildi. 2000 yılına gelindiğinde, yeni binyıl nedeniyle Avrupa Kültür Başkenti unvanı hem birden fazla kente, hem de AB Adayı olan ülkelerin kentlerine verilmeye başlandı.

İstanbul, BOP'un finans ve kültür merkezi mi?

Türkiye'ye asıl göz diken ve sinsice işgal etmek isteyen sömürü sermayesidir. Siyonist sermaye, beş yüz senelik emeli olan "tek dünya ekonomisi ve tek dünya devleti"ni İstanbul'dan yönetmeyi planlamakta… Türkiye özellikle dış borçlarla boğulmakta… Türk halkı tarlalarını ekmemekte, fabrikalarını kapatmakta… Türkiye'de medya tekeli oluşturulmakta… Türk yargısı Türkiye'yi yıkacak şekilde kullanılmakta… Sömürü sermayesi Türk halkını dinsizleştirmek, ahlâksızlaştırmak (aile yapısını bozmak), yoksullaştırmak, birbirine düşürmek suretiyle kendisine uşak yapabilmek ve Türklerden oluşturacağı paralı askerlerle dünyayı yönetmek sevdasındadır… Bu plan sermayenin birinci planıdır. Sömürü sermayesinin ikinci planı ise; İran ile Türkiye'yi kapıştırmak, savaştırmak ve ikisi de mecalsiz hâle geldikten sonra Ermeni, Gürcü, Bulgar, Yunan halklarını saldırtarak Anadolu'da Türkleri imha etmek ve karma halkları yerleştirip onları paralı asker olarak kullanmak istemekte, bunun için çalışmaktadır…

Bu durum karşısında sorulması gereken ve cevabı aranan soru şudur: ‘Türkiye ne yapmalı ve bu saldırılara karşı kendisini nasıl savunmalıdır?'

IMF ve Dünya Bankası gibi küresel sömürü sermayesinin güdümündeki kuruluşların ekonomi politikalarını uygulayan iktidarlarla bu iş olmaz; nitekim bugüne kadar olmadığı apaçık görüldü. ‘Özelleştirme' adı altında her şeyimizi sattık ama ‘dış borçlarımız' azalacağına, katlanarak daha da arttı; bu nasıl iş?!. Ayrıca, artık patlama noktasına gelen ülke ekonomisinin hâlen içine girmiş bulunduğu süreç, bu söylediğimizin en önemli kanıtıdır.

TÜSİAD gibi kuruluşlar da ülke ekonomisinin çöküntüden kurtarılması için yapılması gerekenleri yapmaz, yapamaz; çünkü onlar sermaye tarafından direkt veya endirekt bir şekilde işgal edilmiştir. Bugüne kadar yap(a)madılarsa, bundan sonra da yap(a)mazlar.

Millî olmayan dışa bağımlı basın-yayın yani medya da yapılması gerekenleri yapamamakta; tam tersine, her fırsatta ve özellikle de kritik dönemlerde dışarıdan üflenen senaryolara göre harekete geçerek bilinen malum şeyleri yapmaktadır.

Bunlardan herhangi biri Türkiye ve Türk halkı lehine küçük bir hareket yapsa; iftira kampanyası hazırdır, millî olmayan dışa bağımlı medya, bu sömürü sermayesi lehine çalışmak için nöbet başındadır, derhal harekete geçer ve bilinen karalamaları başlar.

Öyleyse, Türkiye'nin nasıl savunulması gerekir?

Yapılacak iş; İstiklâl Savaşı döneminde olduğu gibi Türk halkı yani herkes harekete geçecek, hayatın her alanında faaliyet gösteren bütün kesimler tam bir işbirliği içine girecek, özellikle "halk ekonomisi" güçlendirilecek, halk ekonomisi kuruluşlarına ilmî ve siyasî destek sağlanacak, ülke bir bütün olarak savunulacaktır.

İnsanlık tarihine baktığımızda ve müspet ilme sorduğumuzda; aldığımız cevaptan anlaşıldığına göre sonunda zafer halkın olacaktır. Bunun böyle olacağına dair birkaç gerekçeyi bu vesileyle bir kere daha hatırlatalım. 1) Sömürü sermayesi yeteri kadar büyümüştür. Sermaye sahiplerinin kendi içlerinde çatışma vardır. Sömürü sermayesi artık gücünü yitirmeye başlamıştır. 2) Sermayenin temel dayanağı olan ABD'de halk sömürü sermayesine karşı cephe almıştır. Adım adım onu kenara itmekte ve devre dışı bırakmaktadır. 3) Avrupa Birliği, Rusya, Çin ve diğer büyük devletler sömürü sermayesinin yaptıklarının farkına varmışlardır. Çıkış yollarını aramaktadırlar. 4) En önemlisi, gelişen dünya ve ülkemiz artık merkezi tekel sömürü sermayesine gerek kalmadan da yaşayacak seviyeye ulaşmıştır. Millî Görüş'ün "Adil Düzen"i ve "Adil Ekonomik Düzen"i tüm insanlık tarafından yavaş yavaş anlaşılmaya başlanmıştır.

İşte bu gerekçelerden dolayı asla ümitsizliğe düşme yoktur. Sömürü sermayesi ömrünü tamamlamak üzeredir. Herkes elinden geleni yapmalı ve sömürü sermayesinin alternatifi olan "Adil Düzen"e ve "Adil Ekonomik Düzen"e katkıda bulunmalı, ülke bir bütün olarak böyle savunulmalıdır.[1]

Yabancı sermayede deniz bitti

Türkiye'nin AB ile müzakerelere başladığı 2005 yılından itibaren hızlanan ve başlıca özelleştirmeler kapsamındaki satın almalar ve şirket evlilikleri yoluyla son iki yılda rekor kıran doğrudan yabancı sermaye girişleri, bu yılın ilk çeyreğinde belirgin biçimde hız kesti.

Merkez Bankası verilerine göre geçen yılın Ocak-Mart döneminde 8 milyar 229 milyon dolar olan, yılın tümünde ise 19 milyar 270 milyon dolara ulaşan doğrudan yabancı sermaye fiili giriş tutarı, bu yılın aynı döneminde 3 milyar 484 milyon dolar düzeyinde gerçekleşti. Üç aylık giriş tutarı geçen yılın aynı dönemindekinin yaklaşık yüzde 58 altında kaldı. Bu yıl Ocak ayında 922 milyon, Şubat'ta 390 milyon, Mart ayında ise 2 milyar 172 milyon dolarlık fiili giriş yaşandı. 2002 yılının tümünde sadece 622 milyon, 2003 yılında 745 milyon dolar olan doğrudan yabancı sermaye girişi, 2004 yılında 1 milyar 190 milyon, müzakerelerin başladığı 2005 yılında ise 8 milyar 535 milyon dolara çıkmıştı. Girişler, 2006 yılında 17 milyar 639 milyon, 2007 yılında da 19 milyar 270 milyon dolarla rekor kırmıştı.

Gelen para banka alım taksiti

Bu yılın ilk üç ayındaki fiili girişlerde 2 milyar 979 milyon dolarla en büyük payı hizmetler sektörü aldı. Söz konusu tutar geçen yıla göre yüzde 55 azaldı. Üç ayda hizmetler sektöründe gerçekleşen fiili girişlerin da 2 milyar 443 milyon dolarının mali aracı kuruluş faaliyetleri oluşturdu. Buna göre önceki yıllardaki yüksek tutarlı fiili girişlerin büyük bölümünü oluşturan yabancıların banka alımlarına ait ödemeler, bu yıl ilk çeyrekte de girişlerin büyük bölümünü oluştururken, diğer alanlara yönelik girişler son derece düşük kaldı. Üç ayda hizmetler sektörüne gelen yabancı sermayenin 338 milyon dolarlık bir bölümü de gayrimenkul kiralama ve iş faaliyetleri alanına yönelik olurken, diğer hizmetler alt sektörlerine de toplam 198 milyon dolarlık yabancı sermaye girişi yaşandı. Ocak-Mart döneminde imalat sanayine yönelik girişler yüzde 71 düşerek 1 milyar 568 milyon dolardan 453 milyon dolara geriledi. Girişlerde sembolik paya sahip olan madencilik sektöründe gerçekleşen tutar 6 milyon dolardan 10 milyon dolara, elektrik, gaz ve su sektöründe yaşanan giriş de 3 milyon dolardan 28 milyon dolara çıktı. Böylece sınai sektörlere yönelik toplam giriş yüzde 69 düşüşle 1 milyar 577 milyon dolardan 491 milyon dolara inmiş oldu. Tarım sektöründe de üç ayda 14 milyon dolarlık bir yabancı sermaye girişi yaşandı.[2]

Çöken IMF'ye köle teslimiyetçiliği

Uluslararası Para Fonu (IMF) ile 19'uncu standby anlaşması 9 Mayıs'ta resmen sona erdi ama ekonomik çevrelerde tartışmalar sürüp gidiyor.

Hükümetin yeni dönemde IMF ile ilişkileri hangi zemine oturtacağı konusunda henüz karar vermemiş olmasının da kızıştırdığı bu tartışmalar iki soruda yoğunlaştı: 1-"IMF ile yola nasıl devam etmeli?" 2-"Türkiye, IMF'siz devam edebilir mi?"

Biz ikinci soru üstünde duracağız. Hemen cevabımızı verelim: "Evet, Türkiye, IMF'siz devam edebilir." Etmeli de. Birden fazla gerekçemiz var:

1-         Türkiye, 9 Mayıs'a kadar IMF gözetimi altında olan tek gelişmiş ekonomiydi. Bu kurumla standby anlaşması yapan şu ülkelerle birlikte sayılıyordu: Gabon, Irak, Paraguay, Peru, Makedonya. Dünyanın 17'nci büyük ekonomisine yakışmayan bir tablo. Hem performans, hem de saygınlık açısından. Çünkü milli geliri, o 5 ülkenin toplamının üstünde. Çektiği yabancı yatırım 5 ülkenin toplamının en az 3 katı. Büyüme hızı, enflasyon, kredi notu öyle. Döviz rezervleri öyle.

2-       IMF artık güven ve kredibilite açısından eski konumunda değil.

Varlığı ve misyonu sorgulanıyor. Hatırlatalım; IMF kuruluşundan (1945) 1970'lerin başına kadar dünyada "Kur istikrarı"nı sağlamakla görevliydi…

1990'lardan itibaren de (Rusya, Asya, Arjantin ve Türkiye krizlerinin etkisiyle), kamu finansmanında disipline dayalı politikalara öncelik verdi. Amaç krize giren ülkeye kemer sıktırarak, dış borçlarını ödemeleri için döviz üretmelerini sağlamaktı. Brezilya, Arjantin ve Endonezya gibi büyük borçluların IMF ile hesaplarını kapatmalarından sonra, kurumun bu konuda da yaptırım gücü bir hayli zayıfladı.

Şimdi IMF'ye iki rol biçiliyor: Az gelişmiş ülkelere danışmanlık yapmak ve küresel krizlere karşı erken uyarı sistemi işlevini üstlenmek. Türkiye yeni dönemde ilişkilerini ihtiyatı standby veya program sonrası izleme seçeneklerinden biri üstüne kurarak, IMF'nin bu yeni görevlerine yönelimini kolaylaştırabilir.

Bir ayrıntı daha: IMF'den umudu IMF'nin çalışanları bile kesti. Borç isteyen kalmadığı için faiz geliri düşen, o nedenle de çarkı çevirmekte zorlanan kurum, tasarruf tedbiri olarak personel sayısını azaltmaya karar verdi. 2700 kişiden 300'üyle ilişki kesilecek. Tazminat karşılığı gönüllü ayrılma yöntemi benimsendi. 800 kişi dilekçe verdi! Her üç çalışandan biri ayrılmak istiyor. Üstelik finans sektöründe istihdam imkanlarının epeyce daraldığı bir dönemde.

3-    Türkiye'deki tartışmaların benzeri 3 yıl önce Brezilya'da yaşandı. Devlet Başkanı Luiz Inacio Lula da Silva'nın 2005 Mart'ının sonunda IMF ile standby anlaşmasını yenilememeye karar vermesi sonrası. "IMF'siz yapamayız" eleştirilerine Lula şu yanıtı vermişti: "Brezilya'nın iki ayağı üstünde yürümeye hakkı var."

Yürüdü de. Hem de koşar adımlarla. Lula'nın 5 yıllık iktidarında ihracat üçe katlandı. Borsa endeksi yüzde 500 yükseldi. Yıllık yabancı sermaye girişi üç misli artışla 36.6 milyar dolara çıktı. Büyüme hızı yüzde 5'in üstünde. Enflasyon yüzde 4'ün altında. Döviz rezervleri 5 yılda 10 kat artarak 200 milyar dolara dayandı…"[3]

Eski Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fıscher'in The Guardion'daki sözleri oldukça önemliydi:

Yeni Ortadoğu korku saçıyor!

"Ortadoğu'da Sovyetler'in çöküşü ve devlet dışı aktörlerin yükselişiyle başlayan değişim, Irak savaşının İran'ı güçlendirip Suudi Arabistan'ı varlığından endişe eder hale getirmesiyle yeni bir görüntü aldı. İşbirliğini ön plana koyan bir düzen kurulmazsa bölge eskisinden de tehlikeli olacak

ABD Başkanı George W. Bush'un Ortadoğu siyaseti bir şeyi reddedilemez bir biçimde başardı; Bölgeyi baştan aşağı istikrarsızlaştırdı. Bunun dışında, sonuçların ABD'nin başarmayı umduğu şeyle yakından uzaktan alâkası bulunmamaktadır. Demokratik, Batı yanlısı bir Ortadoğu ihtimaller arasında bile sayılmamaktadır.

Fakat, işler Amerikalı yeni muhafazakârların niyet ettiği gibi olmasa da gelişiyor. Irak savaşı adlı tarihi başarısızlık, laik Arap milliyetçiliğinin yıkılışı ve hızla yükselen petrol ve doğalgaz fiyatları bölgede derin değişiklikler yaratmıştır. Şam'dan Dubai'ye, Tel Aviv'den Tahran'a kadar yeni bir Ortadoğu ortaya çıkmaktadır.

Eski Ortadoğu, Osmanlı İmparatorluğu'nun 1918'deki çöküşünden sonra Avrupalı güçler tarafından yaratılan sınırlar ve siyasi kimlikler üzerinde kurgulanmıştı. İtici ideolojik gücü de, hükümetin tepeden attığı adımlarla siyasi ve sosyal modernleşme çabasında olan Avrupa esinli laik milliyetçilik akımlarıydı. Böylesi bir milliyetçilik, veya ‘Arap sosyalizmi', sırtını Sovyetler'in askeri, siyasi ve ekonomik desteğine dayayabildiği Soğuk Savaş'ta zirveye ulaşmıştı." Evet Fıscher'in bu cesur çıkışları oldukça anlamlıydı.

Siyasi İslam laikliğin yerini alıyor

Bu projenin sonu da, Sovyetler Birliği'nin sonuyla aynı anda geldi. Sovyetler Birliği'nin sonu aynı zamanda pek çok Arap devletinde derin askeri krizleri tetikledi. Kendi askeri kapasitelerinin dış garantisi olan Sovyet desteğinin yokluğunda, milliyetçi rejimler artık askeri modernleşmeye ayak uyduramaz hale gelmişti.

Dolayısıyla milliyetçi rejimler yavaş yavaş halkın gözündeki meşruiyetlerini kaybettiler; bu durum da şu an devlet dışı aktörlerin büyük ölçüde doldurduğu bir boşluk ortaya çıktı. İdeolojik güçler ve gücün birimi de değişti; siyasi İslam laikliğin yerini alırken, sosyal meselelerde devrimci, Batı karşıtı milliyetçiliği de başarılı bir biçimde entegre etti.

Bugün eski Ortadoğu hâlâ Suriye, Mısır, Yemen, Tunus, Cezayir ve Fetih'in kontrolündeki Filistin'de bulunabilir. Yeni Ortadoğu'ysa, Dubai, Körfez Emirlikleri ve İsrail'in yanı sıra Hizbullah, Hamas ve cihatçı terörizmi, kısmen de İran ve Suudi Arabistan'ı içeriyor. Ürdün ve Fas da kendilerini yeni Ortadoğu'yla ilişkilendirmeye çalışıyor.

Bu örneklerin açıkça gösterdiği gibi, ‘yeni' ‘daha iyi' anlamına gelmek zorunda değil; basit bir deyişle ‘farklı ve daha modern' denilebilir. Gerçekten de, modernleşme bölgede iltihaplanmaya devam eden ihtilaflara hiçbir şekilde bir çözüm ima etmiyor. Bunun yerine, bu ihtilafların bizzat kendileri ‘modernleşti' ki, bu onları geçmiştekinden daha daha tehlikeli hale getirebilir.

Bu tür modernleşmenin bir veçhesi, tanklarla savaşmanın roket ve Katyuşa'lar tarafından modası geçmiş kılındığı 2006 Lübnan savaşında görülebilir. Aynı zamanda, Hizbullah, Hamas ve Kaide gibi devlet dışı aktörler geleneksel orduların, yol kenarı bombaları, araba bombaları veya patlayıcı kemerlere sahip intihar bombacıları da Kalaşnikof'lu gerilla savaşçılarının yerini aldı.

En önemli değişiklik belki de, bölgenin siyasi ve askeri yerçekimi merkezinde yaşanan kayma. Eski Ortadoğu'daki en önemli sıcak noktaları İsrail, Filistin ve Lübnan belirlerken, Irak savaşı öncesinde bölgesel güç ve siyaset merkezi Körfez'de yoğunlaştı. Hâkim ihtilafı artık İsrail-Filistin mücadelesinden ziyade, İran'la Suudi Arabistan arasında üstünlük, yine İran'la ABD arasında da bölgesel hâkimiyet için bir karşılaşma yaşanması tehdidi oluşturuyor. Gerçekten de, İran ve Hizbullah'la Hamas gibi yerel müttefiklerinin yokluğunda, İsrail-Filistin ihtilafına herhangi bir çözüm bulunması artık neredeyse imkânsız.

O zaman, Irak'taki savaş bir şekilde eski ve yeni Ortadoğu arasındaki stratejik ve askeri köprüyü oluşturuyor. ABD'nin müdahalesi bölgede pekçok tarafı etkileyen dört değişikliğe yol açtı:

İran'ın hâkimiyet hırsları serbest bırakıldı ve ülkenin, kendi kendine hiçbir zaman ulaşamayacağı bir stratejik konuma gelmesine yol açılmıştır.

Irak'ın demokratikleşmesi Şii çoğunluğu güçlendirdi, bu durum da İran'ın nüfuzunu büyük ölçüde güçlendirdi. Gerçekten de, Irak'taki savaş yüzlerce yıllık Şii-Sünni ihtilafını, jeopolitik önem aşılayarak ve tüm bölgeye yayarak güç kazandırmıştır.

İran'ın yükselişi Suudi Arabistan'ın varlığını tehdit ediyor çünkü ülkenin petrol zengini kuzeydoğusunda nüfusunun çoğunluğunu Şiiler oluşturuyor. Bağdat'ta İran hâkimiyetindeki bir Şii hükümeti, orta vadede Suudi Arabistan'ın toprak bütünlüğünü tehdit edeceği açıktır.

Bu, Suudilerin kabul edemeyeceği bir olasılıktır.

İran nükleer güç olmayı başarırsa, Suudilerin varoluşsal korkuları dramatik bir biçimde tırmanır. Daha genel düşünürsek de, Ortadoğu'daki geleneksel askeri güç birimi değerini büyük ölçüde kaybeder, bu durum da kaçınılmaz olarak bölgesel bir nükleer savaş yarışıyla sonuçlanır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


[1] 16.05.2008 / Reşat Nuri Erol / Milli Gazete

[2] ANKA

[3] Erdal Şafak / Sabah

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Hakan EKMEKÇİ

Hakan EKMEKÇİ

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx