YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
6649404d7b5db
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 9 8
Bugün : 3589
Dün : 23538
Bu ay : 389026
Geçen ay : 737322
Toplam : 23905312
IP'niz : 3.147.86.154

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

Türkiye, barışı ve bekasını sağlamak istiyorsa, savaşa hazır olmalıdır!

Atatürk'ün

"Yurtta sulh, cihanda sulh!" sözünün anlamı ve açılımı:

Sadece ülkemizin ve bölgemizin değil, bütün insanlık aleminin barış ve huzurunu temin etmek, asil milletimizin görevi ve hedefidir. Bu tarihi sorumluluğu yerine getirebilmek, yani; adil bir barış düzenini kurup koruyabilmek için de, her türlü savaş araç gereç ve teknolojilerine ve üstün caydırıcılık özelliğine sahip bir Türkiye gerçeğidir. Çünkü güçsüz, yetersiz ve yeteneksiz bir orduyla, bırakın dünyada barışı, kendi yurdumuzun bağımsızlık ve bekasını bile sağlamamız mümkün değildir. Genç, yetenekli ve Milli bilinçli stratejistlerimizden Aydın Çetiner'in "İstihbarat Savaşları" isimli kitapçığında dile getirdiği önemli gerçeklerin bir kısmını özetleyerek ve bazı düzeltmelerle okurlarımızın ifadesine sunmak istiyorum.

Türkiye için savaş kaçınılmaz mı?

Recep T. Erdoğan'ın Danışmanı Ahmet Davutoğlu'nun geliştirdiği ve göreve geldiği andan itibaren takip ettiği "sıfır çatışma politikası" tam bir teslimiyetçiliktir. Dünya, savaşsız bir dünya olsun isteniyor, son derece güzel bir ütopya. Bu elbette istenen, özlenen bir şey, ama siz PKK'nın Kuzey Irak'tan Türkiye'ye yönelttiği tehdidi bitirmeye çalışıyorsunuz, bitmiyor. Keza, Kıbrıs Rumlarının ve Yunanistan'ın takip ettiği bir politika var; bu kontrollü gerginlik politikasının Yunanistan'ı büyüttüğünü görüyoruz. Şimdi Türkiye'nin Avrupa Birliği içerisindeki varlığını destekleyen bir yaklaşım ortaya koyuyor. Bu, Yunan milli menfaatlerine, yani Greklerin milli menfaatlerine uyduğu için AB'ye girmemiz öğütleniyor!

Evet, gerektiğinde her savaş yerindedir ve kaçınılmazdır. Sıfır çatışma açısından değerlendirecek olursak, bizim böyle bir lüksümüz bulunmamaktadır.  Çünkü bizimle meselesi olanların tamamı çatışmacı bir yaklaşımla bizden istediklerini elde etme sevdasındadır. Bizim etrafımızdaki irili ufaklı bütün güçler kontrollü gerginlik politikasını bize karşı uygulamakta ve başarılı da olmaktadır.

Ege'de it dalaşları devam ediyor mu, ediyor. İşte son dönemde AB içindeki varlığımızı fiilî olarak desteklemelerinin sebebi, yine Grek millî menfaatlerine uyuyor olmasıdır. Yoksa Türkiye, Cumhuriyeti gelsin, onunla da kardeş olalım diye düşünülmüyor. Venizelos döneminden beri de yoktur. Türkiye büyük bir güç ve imparatorluk kültürüne sahip olduğu için, Apo'nun Şam'da ikamet etmesi gibi şeylere karşı aşın tahammüllü davranıyor. Yani milli Türkiye aynı zamanda uluslararası konjonktürün kıymetlerine de enteresan bir bağlılık gösterdiği için, bunlar karşısında dengeleri koruyan ve ama fırsat kollayan bir politika izliyor.

Çünkü bugünden yarın başımıza nelerin gelebileceğine dair bir fikir sahibi olmak durumundayız. Eğer bugünden üretilmiş bir fikriniz yoksa, o olaylar gerçekleştiğinde ya seyirci olursunuz ya da zarara uğrayan taraf..

"Çernişev isimli eski bir Sovyet büyükelçisinin Türkiye'ye yönelttiği çok ciddi bir ihtar var, Türkiye'nin Kafkaslardaki faaliyetlerine dair bir söz söylüyor, diyor ki, "Evi camdan olan, komşusuna taş atmaz." Bizim evimizin camdan olduğunu görüyor adam. Yani, sen Kafkasya'da hoplar zıplarsan, ben de gelir senin içini karıştırırım, demek istiyor. Hatta Barzani bile demedi mi, "Sen Kerkük'le ilgilenirsen, ben de Diyarbakır'la ilgilenirim." Uluslararası ilişkiler bu temel üzerinden yürür.

Teknolojik yeterlilik, caydırıcılığın şartıdır!

Geçmişte Bosna'da yaşanan soykırımdan sonra, Türkiye'nin F 16'ları ile ilgili söylenen bir söz vardı. Sırplar diyorlardı ki, "Türklerin F 16'ları var ama, buraya kadar uçtuklarında havada bir dakika dahi kalamazlar." Yani onlar bize zarar veremez demek istiyorlardı. Sonra Türkiye Amerika'dan KC-135-R tanker uçakları aldı. O günden sonra bir Sırp aynı ifadeyi kullanabildi mi? Eğer tanker uçağınız varsa, eliniz oralara kadar uzanır ve her operasyonu yaparsınız. Bizim için söylenen başka bir söz daha var: "Biz Türkiye'nin Bosna'daki kardeşlerine destek olma çabalarını haydi anlayalım. Ama bunlar Voyvodina'da ne arıyorlar?" diyorlar. Yani Türkiye'nin büyük oynadığını görüyorlar.

İşte bütün bunlar, ekonomik, psikolojik ve teknolojik güçle oluyor.

Osmanlı İmparatorluğu, 15 ve 16. yüzyıllarda, dünyanın en büyük ve en güçlü imparatorluğuydu. Osmanlı, İmparatorluğu hüviyetini uzunca bir süre de korudu. Ancak Osmanlı İmparatorluğu büyüklük ve güce dayanıyordu.

Mesela, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethetmesinin arka planında yatan en önemli argümanlardan bir tanesi, Osmanlı İmparatorluğunun başından beri Sırp topçu ustalarını devşirmesi, top döküm atölyelerini geliştirmesi ve bu konuda yeni ve modem bir teknolojiye başvuruyor olmasıydı. Bu topların balistik hesaplarını ve Anadolu Hisarının mimari ve stratejik planlarını bizzat kendisi yapmıştı.

Fatih Sultan Mehmet'in güherçile atölyelerine dayanan, Urbana kadar götürülen, bugün hâlâ sakladığımız devasa topların üretimi, dökümü gibi teknolojik yenileşmeler son derece önemliydi, Bu sizin bundan sonraki yıllarda da başarılı olup olamayacağınızın en önemli göstergelerinden bir tanesiydi. Bunu bir gösterge olarak ele alacak olursak, 10, 15 ve 16. yüzyıllarda, dünyanın bilinen en büyük ve güçlü imparatorluğu olan Osmanlı İmparatorluğunun yaklaşık 6 bin top döktürdüğünü görüyoruz. Oysa, Osmanlı imparatorluğunun dünya çapındaki tek rakibi durumunda olan ve 15 ve 16. yüzyıllarda giriştiği her savaşı ve mücadeleyi Osmanlı İmparatorluğu karşısında kaybeden Habsburg Hanedanlığı var Avrupa'da. Habsburg Hanedanlığı 16. yüzyılda 17 bin top döktürmüştü. Aynı alanda daha modern ve daha tekâmül etmiş bir savaş teknolojisini işler hâle getirmiş olduğunu görüyoruz. Peki, anlamı neydi bunun? Türkler ne kadar cesur ve kahraman olurlarsa olsunlar, bir sonraki yüzyılda kaybetmeye başlayacakları şimdiden gözükmüştü. Bu önemli bir örnektir." Teknolojik üstünlüğü kaybeden, psikolojik ve askeri üstünlüğü de kaybetmektedir.

Hatta 1. Dünya Savaşı sırasında İngilizlere, parasını ödediğimiz zırhlılar teslim edilmedi. Alman tersanelerinde zırhlılar yaptırdı. Dönemin devasa savaş gemilerinden edindi. Daha da önemlisi, Osmanlı, hava unsurunun önemini erken görmüş bir yapıya sahipti ve tayyare dediğimiz uçaklardan üretip veya satın alıp, ordusunu bunlarla güçlendirmişti. Osmanlı pilotlarının dönem için son derece ilerici, modern ve yeni teknolojileri temsil eden yaklaşımları vardı. Birçok yerde hava savaşlarına giriştiler. Bir ülkenin uçağını düşürme gibi, ilk güçlü hava unsuru kullanma geleneğini Osmanlı İmparatorluğu pilotları göstermişti.

Yani Osmanlı imparatorluğunun bir altyapısı vardı, Osmanlı İmparatorluğunun savaş altyapısının en önemli kaynaklarından bir tanesi de, bugün de bildiğimiz Kırıkkale'deki Makine Kimya Endüstrisi Kurumunun altyapısıydı. Bugün hâlâ Kırıkkale tüfekleri meşhurdur. Uzun menzilli, güvenilir, sağlam tüfeklerdir. Dolayısıyla böyle bir altyapımız var, ancak, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarına baktığımızda, dünyanın 2. büyük hava kuvvetine sahip olduğunu görüyoruz. Kayseri tayyare üretim fabrikası, Nuri Demirağ'ın faaliyetleri, Polonya'dan Türkiye'ye kaçmış birtakım mühendislerin yardım ve desteğiyle burada yerli ve millî bir sanayi altyapısının oluşturularak, birtakım modern savaş araç ve gereçlerinin üretilmeye çalışıldığı görülmektedir. Ancak Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında ortaya konulan bu gayretler, ilerleyen yıllarda giderek başkalaştı. Dünya çapında ileri endüstriye sahip ülkelerin ürettikleri, teknolojisi yüksek birtakım savaş araç-gerecinin Türkiye'ye satılması, Türkiye'nin de bunları hevesli bir şekilde kabul etmesi söz konusu olunca, yerli ve millî imkânlarla yürütülmeye çalışılan birtakım fabrikalarımız, maalesef tava tencere fabrikasına dönüştü. Bir altyapı üretmekte yetersiz kaldık" veya kasıtlı olarak geri bırakıldık.

Sert Suriye'yi güç yumuşatmıştı!.

Atilla Ateş Paşanın bilinen tarihte yaptığı konuşmayla, Suriye birdenbire çark edip Apo'yu teslime hazır hale gelmesi, gücün etkisini göstermesidir.

Suriye'nin iki tane millî hedefi vardı düne kadar. Türkiye'ye karşı hasmane politikalar takip etmesinin asıl sebebi de buydu. Bunlardan bir tanesi Şama 20 km mesafedeki Golan tepelerini İsrail'den geri alma hevesi, ikincisi Hatay meselesi.

Buna bir diğer argüman daha ilave edebiliriz, o da su meselesi. Onlar kafalarına göre Asi nehrini kullanacaklar, kurutacaklar, biz onlara istedikleri kadar su vereceğiz, onlar Rusya'ya yaptırdıkları plansız barajların sıkıntısını çekecekler ama bizden de hesabını soracaklar. Neden plansız? Tuz oranı yüksek topraklara yapılmış iki barajları var; su tutmuyor ve buharlaşıp gidiyor. Hâlbuki planlı işler yapmış olsalar, Türkiye taahhüt ettiği kadar, yani saniyede 5 metreküp su verdiği zaman ihtiyaçları görülecekti. Ama asla kabul edemeyecekler, millî bir hedef haline getirmişler çünkü bunu.

Ama Atilla Ateş Paşanın konuşması, Suriye'nin iki cepheden mücadele edemeyeceğini anladı ve Türkiye'ye yanaşmak zorunda kaldı.

Kuzey Irak operasyonları psikolojik ve teknolojik güçle yapılmaktaydı

Türkiye'nin ABD ve İsrail'e rağmen başlattığı ve başardığı Kuzey Irak operasyonları da, yine haklılığı kadar, güçlü olmasındandır.

İsrail daha 1950'li yıllarda Kürtlerin özel konumunun kendi çıkarları için önemli olabileceğini keşfetmişti. Molla Mustafa Barzani ile gizli görüşmeler yaptılar. Molla Mustafa Barzani 1967 ve 1973 savaşlarının sonrasında gizlice İsrail'i ziyaret etti, İsrail bu savaşlarda ele geçirdiği önemli miktardaki silah ve mühimmatı Molla Barzani'ye yardım, olarak verdi. Amerikan yanlısı Şahlık rejimi İran'ı dönemi içerisinde bu yardımların koordinasyon merkezi olarak faaliyet gösterdi. Tahran üzerinden devam eden para ve silah yardımları Humeyni devrimi ile kesintiye uğradı. Zaten İsrail, Humeyni devrimi ile değişen İran'ı öncelikli tehdit olarak algılamaya başlamıştı. İsrail, Kürtler üzerindeki etkinliğini sürdürmeyi birçok bakımdan önemsiyordu. Hem İran'a yönelik istihbarat faaliyetleri hem de Arap dünyasına karşı bölgedeki aktivitelerini arttırdıklarının göstergesi Birinci Körfez Harbi sırasında ortaya çıkan ClA'nın Kürt peşmergeleridir. Sayıları 5000'i bulan bu özel birimlerin oluşturulması önemli oranda Moss'ad çabaları ile gerçekleştirilmiştir; sonrasında Amerika Kürt'leri Saddam Hüseyin'in insafına terk etti. Bölgede istihbarat açısından etkili olan İsrail engellenebilecek bu katliamı izlemekle yetindi. Zira bölgede ayrılıkların derinleşmesi her ne sebeple olursa olsun onların işine gelmektedir, Kürtler bütün bu olup bitenlerden sonra yeniden ikna edildiler. Kürt liderliği para ve sermaye desteği ile bölge dışı iki önemli ilişkisine yöneldi.

Özellikle İsrail, Kuzey Irak'ta askeri eğitim ve peşmerge birliklerinin düzenlenmesi keşif ve istihbarat faaliyetlerinin peşmerge timleri ile birlikte bütün Kuzey Irak'ta, daha çok da İran sınırına yakın bölgelerde gerçekleştirilmesi sınırlarda koruma faaliyetlerinin koordinasyonu gibi önemli etkinlik kazandı,

İkinci Körfez Harbi, Saddam Hüseyin'in devrilmesi Irak'ın Amerika tarafından işgal edilmesi ile sonuçlandı. Bugün yaşanan iç savaş ve direnişin şiddeti içerisinde Amerika, İsrail ve İngiltere kendi Irak siyasetleri içerisinde Kürtleri bir denge unsuru olarak kullanıp Irak'ı yönetmektedirler. Oluşan durumdan en fazla yararlanan ise İsrail olmuştur. Mossad, faaliyetlerini bütün Irak içinde yoğunlaştırmış, Bağdat'ta güvenli bölgede faaliyet gösteren bürolarını her alanda aktif biçimde kullanmaktadır.

Yapılan yorumların aksine hem Amerika hem de İsrail açısından bir Kürt devleti oluşumunu gerçekleştirmek pek de faydalı gözükmemektedir. Irak'ta batağa saplanmış Amerika bir Kürt devletinin oluşumuna izin vererek daha fazla taahhüt altına girmek istememektedir, Zira kendi başına ayakta duramayacak, bölgede hiçbir destekçisi bulunmayan böylesi bir yapının sonsuza kadar korunması gerekeceği gibi bir Arap devletinin bölünmesi pahasına ortaya çıkartılacak olması ikinci Filistin meselesi haline gelme potansiyelini taşımaktadır.

Irak'ta topyekun etkinlik kazandırılmış Kürtler ise böyle bir durumda kuzeye çekilmek zorunda kalacaklardır, Mevcut durum hem Amerika hem de İsrail için bölgede direkt ya da dolaylı birçok stratejik imkân sunmaktadır. Üzerindeki uluslararası baskılara rağmen her geçen gün İran bölgede etkinliğini arttırmaktadır.

Ama Türkiye, her yönden kalkınmış kendi halkıyla ve inancıyla barışık milli bir yapıyı sağlaması halinde, bölgenin ve tüm ezilen milletlerin cazibe merkezini oluşturacaktır

Eğer siz ülkenizi bir cazibe merkezi haline getirirseniz, ununu, bulgurunu, teknolojik ekipmanını gelip sizden alacak ve sizi kendi hayatının merkezi olarak görecektir ki, bu durumda hederlerinize ulaştınız demektir. Sizin havaalanlarından kalkan, (ister kargo uçağı, istet yolcu uçağı olsun), bütün bir Güney Batı Asya coğrafyasından, Fas'tan Afganistan'a, Kazakistan'dan Yemen'e ve Somali'ye kadar insan ve kargo taşıyan uçaklar, (sizin hava yollarınıza ait olsun demiyorum), içinde, sizinle ilgili insanların yarısını getirip götürüyorsa, siz zaten sözünü ettiğimiz bu hedefe ulaşmışsınız demektir. Eğer Türkiye uzun vadeli bir stratejik öngörüye sahip olup böyle bir gelecek arayışına şimdiden girişirse inanın bu hedef çok kolaylıkla gerçekleşir.

Bakınız İngiliz üsleri varken Fransızlar geldi, Kıbrıs Rum Kesiminden bir üs elde etmek istedi. Bunun anlamı nedir? Ortadoğu'daki, yani Güney Batı Asya coğrafyasındaki bütün siyasî gelişmelere müdahil olma isteğidir. Sizin de buna karşı birtakım caydırıcı tedbirlerinizin olması zorunlu. Eğer siz bölgede etkili olmak istiyorsanız, bunları görerek, bunların tedbirini arayarak hareket etmeniz gerekmektedir. Evet, barışı aramak iyidir, Ama barışı sağlayacak güce sahip olmanız gerekli. Bu gereklilik dünyanın bize gösterdiği ciddi bir gerçek. Aynı zamanda, Türkiye acısından, bu caydırıcı stratejinin genişletilmiş bir tarifinin de olması gerekir. Bu genişletilmiş tarifin içerisine siyasal ve ekonomik ilişkilerden tutun da, silahlandırıcı güç potansiyelini şimdiden belirlemek gibi ciddi işleri de koymanız şart. Bütün bunları yapmadan, sıfır çatışmayla oluşacak ideal şartları gerçekleştirmek mümkün değildir.

Türkiye Atatürk'ten sonra, maalesef bölgede kendi iradesiyle, bölge ülkelerinin iradesiyle, milli ve adil ortak yapı oluşturamadı. Geçmişten beri Amerika, NATO, Cento, bilmem ne gibi Siyonist güdümlü oluşumlar içinde oyalandı. Ama Erbakan Hoca'nın tarihi D-8 girişimiyle pısırıklık duvarı yıkıldı.

Zaten Şanlı Kıbrıs Barış Harekâtı da özellikle Hoca'nın gayret ve dirayetiyle başlatılmıştı ve bize uygulanan askeri ambargo üzerine Erbakan Hoca Milli Harp sanayimizin temellerini atmıştı. Çünkü teknolojik üstünlüğü kazanmadan, bağımsızlığımızı korumamız imkânsızdı.

Sovyetler nasıl yıkıldı?

Hatırlarsanız Mathias Rust adlı genç, Almanya'dan uçağına bindi, bir alçak uçuş yaptı, Moskova üzerine kadar gitti, Moskova'da Kızıl Meydan üzerinde birkaç tur attı ve sonra Kızıl Meydan'a indi. Böylece Sovyetler Birliğinin ABD karşısındaki, silah, araç-gereç ve teknolojisine dayalı mücadelesi de bitmiş oldu.

Şimdi Sovyetler Birliğinin dünya çapında ABD'ye karşı koyabilmesinin temel sebebi, karada konuşlandırılan radarlarının bütün dünyayı takip etmesidir. Bu radarlar, bir radar elektronik "pulse"mı (pakını) bir noktaya gönderirler. Pulse bir noktaya gider de bir cisme çarparsa, yani orada bir cisim varsa bu bir uçak ya da başka bir cisim' olabilir ona çarpar ve geriye gelir. Ve bu da radar ekranına bir nokta olarak yansır. Böylece siz hangi mesafede, nasıl bir yapı var, bunu görürsünüz, bunu tespit etmiş olursunuz ona göre tedbir alır kendinizi savunursunuz. Böyle bir teknolojiniz yoksa, ABD'ye mahkum ve mecbur olursunuz.

Örneğin Ege üzerinde bizimkilerle Yunan Jetlerinin it dalaşı haberlerini sıkça duyuyoruz.

Peki, bu it dalaşı esnasında neyle karşılaşıyorsunuz? Yunanlılar da ABD'den satın almışlar savaş uçaklarını. îki uçak birbirini düşman diye tanımlamıyor, çünkü, NATO konsepti içerisinde, Amerikan ürünü olduğu için, bunların donanımları ne olursa olsun, savaşacak olan aklı böyle bir akıl. Biz işte bu konuda çok büyük bir mücadele verdik. Öncelikle elektronik alanında yaptığımız yatırımlarla bu uçakların görev bilgisayarlarına kendi savaş aklımızı yerleştirelim dedik. Bununla ilgili Türkiye'de çok vahim hadiseler de yaşandı. Dönemin Hava Kuvvetleri Komutanının kızı ve damadının böyle bir elektronik firmasında çalışması söz konusu oldu ve bunların ABD'ye casusluk yaptıklarına dair birtakım tartışmalar çıktı.

Artık her şey radar güdümlü, teknolojik altyapı ve modern muharebe sistemleri önem kazandı. Yani şimdi böyle riskler yok ama buna rağmen, bir tatbikat esnasında. Amerikan savaş gemisinden yerden havaya kullanılan füzelerle bizim muharebe aracımızın vurulduğunu unutmamamız şart. Bu hâlâ açıklanmış bir şey değildir.

1996 yılında Ege'de, Yunan hava kuvvetleriyle Türk hava kuvvetleri arasında çok sık it dalaşları yaşanıyordu, 1996 yılında, Yunanistan'ın Tanagra hava üssünden havalanan bir Mirage 2000 uçağı, Türkiye'den havalanan bir F-16'yı, Matra MICA füzesiyle vurdu ve düşürdü. Bu uçak Fransız yapımı ve Yunan hava kuvvetleri tarafından kullanılıyor. Bu uçağın bir Yunan hava kuvvetleri uçağı olduğu ve bir Türk savaş uçağına ateş açtığı belli. Bu olay örtüldü, kaldı, bunun üstüne konuşmuyoruz, Yunanistan sürekli Türkiye'ye karşı aşırı gergin bir politika takip ediyor. Türkiye'yi tahrik ediyor. Yani biz bir pilotumuzu Yunan füzesi ile kaybettik. Onların da uçakları it dalaşı esnasında defalarca denize çakıldı. Ama bize füze attı Yunanlılar, Bu örneği unutmamamız gerekiyor."

Baş olamayan, kuyruk olacaktı!

Türkiye Cumhuriyeti, bu devasa dünya mücadelesi içerisinde, Sovyetler Birliğinin Stalin döneminde Boğazlar'dan serbest geçiş hakkı ile Kars ve Ardahan'ın kendilerine terk edilmesi gibi ağır istekleri karşısında direnemeyeceğini anlamış, siyasal ve savaş alanıyla ilgili bir değerlendirme yapmış ve Batı ile beraber olması gerektiğine bir kez daha karar vermiştir. Ve yüzü Batı'ya dönük genç cumhuriyet, NATO içerisinde yer almak suretiyle kendi ordusunu ve siyaset sistemini yeniden yorumlamıştır. Ortaya konulan bu siyasal tercih, aynı zamanda savaş araç ve gereçlerinin edinilmesi alanına da ciddi bir şekilde yansımış, Türkiye'nin zaten son derece kısıtlı silah endüstrisi gayretleri, NATO çerçevesinde Türkiye'ye yapılan askerî yardımlarla, Batı tipi silah-araç-gerecinin Türkiye ordusunun envanterine alınmasıyla devam ettirilmiştir. Türkiye, bu alanlara fazla para. fazla pay ayırabileceği bir duruma imkân vermemektedir. Buna rağmen, kara gücü çok büyük olan ordusunun teknik imkânlarını geliştirmek için birtakım yeni arayışlara girişti.

Bu yeni arayışlardan bir tanesi özellikle Kıbrıs savaşından sonra gündeme geldi. Erbakan Hoca'nın gündeme getirip girişilen ve ardından mecburen devam ettirilen yerli üretimlerde bugün çok önemli ve ümit verici aşamalara gelinmiştir.

Gerçek Demokrasi, ancak; ekonomik, teknolojik ve psikolojik bağımsızlıkla sağlanırdı

Bir ülkede gerçek bir demokrasinin uygulanabilmesi de önce ekonomik ve teknolojik bağımsızlığını kazanmayı gerektirmektedir.

Bakınız dünya çapındaki demokrasi uygulamasının iki örneği sergilendi. Bir tanesi, SSCB adı altında toplanmış olan Marksizm, Leninizm ideolojisiyle organize olmuş olan bir dünya görüşüydü. Bu bir demokrasi denemesiydi.

Demokrasi kavramını şöyle ele alıyorlardı: Demokrasinin iki temel altyapısı vardır; özgürlük ve eşitlik. SSCB, bu ilkelerden eşitlik prensibini benimsemişti. Bu eşitlik prensibi çerçevesinde uygulanan Marksizm. Leninizm ideolojisi tam anlamıyla bu dünya görüşüne hâkimdi. Bu bir demokrasi uygulamasıydı kendilerine göre ve dünyayı bu hâle getirmek için bir güç ve etkinlik mücadelesi yürütüyorlardı, Bu mücadele esnasında SSCB, devasa orduları ve son derece ileri endüstriyel teknoloji kapasitesiyle kendi-savaş araç-gereç ve silahlarını üretirdi. Bütün bunlar Amerika'yla mücadele için kurgulanmıştı, buna göre konuşlandırılmıştı ve bu mücadele bütün hızıyla devam ediyordu. Bu mücadelenin neticesi; ABD karşısında yürütülen mücadelenin kaybedilmesi ve açlıkta eşitlik diye değerlendirebileceğimiz, bir demokrasi uygulamasına dönüştü. Yani devlet son derece güçlüydü ama herkes açtı. Son derece kısıtlı imkânlarla yaşıyorlardı, rejimin sahipleri tarafından çok sıkı kontrol ediliyor, hatta zulme maruz bırakılıyorlardı. Dolayısıyla dünya çapındaki güç ve etkinlik mücadelesini kaybettiler. Bugün manzaraları daha farklı elbette.

Demokrasi denemesinin iki temel prensibi olan eşitlik ve özgürlükten, "özgürlük" ilkesini temel alan diğer örnek ise ABD'nin "özgürlük" ilkesini temel alarak giriştiği demokrasi denemesiydi. Bu deneme ABD'nin dünya çapında yürüttüğü güç ve etkinlik mücadelesinin siyasî bir tanımlaması gibiydi. ABD'nin bu demokrasi denemesi, her iki dünya savaşında da kendi ana karasına hiçbir saldırı olmaksızın, aynı zamanda Avrupa'da ve dünyanın her yerinde devam eden dünya savaşı mücadelesi sürecinde, son derece güçlü endüstriyel yapısını oluşturmuş, ekonomik potansiyelini artırmış olarak çıkmasını sağlayacak bir avantaj elde etmesi anlamına geldi. ABD'nin bugün dünya çapında temsil etmeye çalıştığı demokrasi kavramı, özgürlük ilkesini temel alan bu yaklaşımı güçsüzleri ezen, acımasız bir vahşi kapitalizm ortamına yol açtı. Güçsüzleri ezen bu vahşi bir kapitalizminde sonu gelmiş görünmektedir.

Türkiye'nin yerli ve millî, bağımsız bir savunma sanayi geliştirmesi, böylece ekonomisini dünya çapında bir ekonomiye dönüştürmesi ve yeni bir medeniyete öncülük etmesi ancak siyasal duruşunu önceden belirleyip kendi tespit ettiği doğrultuda isteklerini gerçekleştirmesiyle mümkün görünmektedir. Bu da gerçek bir demokrasiyi ve kendi milleti ve öz değerleriyle barışık hareket etmeyi gerektirmektedir. Dünya çapında kendi isteklerinizi gerçekleştirme yoluna çıktığınızda en temel ihtiyacınızın bunlar olduğu fark edilecektir.

Ortadoğu'daki Müslüman Arap ülkeleri bakımından bu pek mümkün değildir. Bu ülkelerin hemen tamamına yakınının petrol zengini olduğunu ama halklarının fakirlik ve bir nevi kölelik içinde boğuştuğunu herkes bilmektedir. Bunda bir çelişki yok mu? Evet, bu kesindir.

Ben kendi ülkemizden bahsederken de, "Türkiye kendi tarih ve coğrafyasının yükü altında ezilmektedir" şeklinde önemli bir hüküm kullanmam boşuna değildir. Türkiye dünya çapında önemli bir imparatorluk kültürüne sahiptir. Bu imparatorluk kültürü, sözünü ettiğimiz ülkelerin yer aldığı devasa bir coğrafyayı yönetirken, hem olup biten en ufak bir ayrıntıdan bile haberdar olmuş, hem de buralara derinlemesine nüfuz edebilecek bir siyaseti takip edebilmiş köklü bir devlet yapısından gelmektedir. Evet çok şükür ki bu işleyen devlet aklı giderek dirilmekte ve devreye girmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Mehmet DENİZ

Mehmet DENİZ

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx