YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
674f8fc906ff7
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 8 1 5 6
Bugün : 1866
Dün : 30630
Bu ay : 116681
Geçen ay : 890827
Toplam : 29861247
IP'niz : 18.97.9.175

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

YENİ ANAYASA HAZIRLIKLARI

VE

GERÇEK DEĞİŞİMİN TEMEL KURALLARI

      

Anayasalar; bir ülkedeki toplumla devlet arasında ortak konsensüsle oluşan ve her kesimi bağlayıcılık özelliği taşıyan hukuki metinlerdir. Anayasaların; adil, milli, gerçekçi ve yeterli olması beklenir. Elbette bir ülkede hukukun ve huzurun hâkim olması için sadece anayasaların doğru ve doyurucu olması yetmeyecektir, ilgili kanunların ve bunları uygulayanların da vicdani dürüstlüğe ulaşması gerekir. Yani sadece metrenin ve terazinin düzgün olması yetmez, onu kullanan elin de sahtekârlık yapmaması lazım gelir.

Hazırlanan yeni anayasa şu özellikleri taşımayacaksa, ondan hayırlı sonuçlar beklemek yersizdir:

1- Bu anayasa, temel insan haklarına, evrensel hukuk kurallarına ve çağdaş yaşam standartlarına uygun hazırlanmalıdır.

2- Ancak; “Küreselleşme, dünya ile bütünleşme, demokratik ve laik çıtaları yükseltme” gibi jelatinli kılıfların arkasına sığınarak, ülkemizi Emperyalist ve Siyonist Gizli Dünya Devletinin güdümüne sokacak, Milli hâkimiyet ve hürriyet düşüncesinden koparacak “tuzak kavramlardan” mutlaka sakınılmalıdır.

3- Yeni anayasa her türlü peşin önyargılardan ve ideolojik saplantılardan uzak, ilmi ve insani değerlere uygun yazılmalıdır.

4- Toplumun; farklı din ve düşünceden her kesimin özgürlük ve beklentilerini karşılamak, herkesin özgüvenini ve onurlu yaşam garantisini sağlayacak olmakla birlikte, Milletimizin kâhir ekseriyetini oluşturan insanlarımızın inancına, ihtiyacına ve ortak amacına uygun bir anayasa olması esastır; aksi halde Milli bünyeye uyum sağlayamadığından, eğreti bir elbise gibi kalacaktır.

5- Anayasa mutlaka “Milli” olmalıdır. Yani toplumun dini ve ahlâki yapısına, tarihi ve tabii dokusuna ve Lider Ülke olma arzusuna olumlu yanıt verecek, yani doğal ve sosyal kanunlara münasip düşecek bir içerikte tasarlanmalıdır.

6- Ülkemiz ve Milletimiz üzerindeki sinsi emelleri öteden beri bilinen Haçlı zihniyetiyle şekillenen; “AB’ye uyum sürecine” ve Siyonist sömürü sermayesinin dünyayı ele geçirme projesi olan; “Küreselleşme serüvenine” kolaylık sağlamak ve meşruiyet kazandırmak niyetiyle yapılacak bir anayasa, peşinen bir “ana-tasa” yani huzursuzluk kaynağı olacaktır.

7- Hazırlanacak yeni anayasa, hassas dengeleri ve Cumhuriyet değerlerini gözetip kollayacak bir duyarlılık ve tutarlılık taşımalıdır.

8- Anayasa metninde çok farklı ve aykırı biçimlerde yorumlanmaya müsait, güç ve iktidar çevrelerince kendilerine göre yozlaştırmaya münasip bulunan kapalı ve karmaşık ifadelerden uzak durulmalı; açık ve anlaşılır bir dil kullanılmalıdır.

9- Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası tapusu konumundaki Lozan Anlaşması’nın kazanımlarını geri alacak, ertelenmiş Sevr’in dayatmalarını hortlatacak ve Lozan’ın gizli maddelerine resmiyet kazandıracak terim ve tavizlere yanaşmamalıdır.

Değişim Anayasası ve Genel Esasları

Adil ve çağdaş bir anayasanın en önemli özelliği: Temel hak ve hürriyetleri değil, özel görevleri ve genel sorumlulukları saymasıdır. Çünkü hak ve hürriyetler sınırsızdır ve doğaldır, yani doğuştan kazanılmıştır. Bu nedenle ayrıca ve kanunla sayılmaları anlamsızdır. Yasalar sadece vatandaşların görev taksimatını, yükümlülük ve sorumluluk şartlarını ortaya koymalı, çok açık ve net ifadeler kullanılmalıdır.

Milli Görüş ve Milli Çözüm istikametinde Akevler ekibince hazırlanan “Yeni Anayasa Tasarılarının Temel Esaslarıyla” ilgili öneri ve örnekleri; Ciddi ve cesaretli, İlmi ve asri, İnsani ve İslami olmakla beraber; yanlış anlaşılmalara, haksız hücumlara ve kasıtlı çarpıtılmalara müsait ifadeler içermekte, hatta bazen yersiz ve gereksiz teklifler getirmektedir. Bunları tek tek ele alıp tenkit ve tahlil etmek çok zaman alacağından ve uzun yer kaplayacağından, biz sadece önemli gördüğümüz bazı düzeltme ve eklemelerle ve özet halinde bir düzenlemeyi okurlarımıza, ilgili kurum ve şahıslara aktarmakla yetineceğiz.

A- Türk Ulusu Tanımlanmalıdır.

Ulussuz devlet olmaz. Türkiye devleti Türk ulusunundur. Bu da tartışılamaz. Yapacağımız tek şey Türk ulusunun kimlerden oluştuğunu belirtmektir. Mustafa Kemal bunu dört umdeye bağlamıştır.

a- Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak.

b- Resmiyette ve genelde Türkçe konuşmak ve yazmak.

c- Ülkeyi düşman taarruz ve tasallutundan koruyucu ve devletimizi kurucu en önemli unsur olan halkımızın iman ve maneviyat esaslarına; farklı köken ve kültürleri aynı potada kaynaştırıp millet vasfını oluşturmakta en büyük rolü oynayan Müslümanlığa sahip çıkmak ve tabii bütün inançlara saygı duymak ve özgürlük sağlamak.

d- Türkiye Cumhuriyetine mensubiyet olarak “Ben Türküm” diyerek; ülkesine, devletine ve milletine bağlı kalmak…

Biz bunların biraz değiştirilmesini ve şunların eklenmesini uygun buluyoruz.

a- Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, başka ülkenin vatandaşı olmamak.

b- Resmi dil olarak Türkçe’yi bilmek ve konuşmak, genel eğitimi Türkçe yapmak, merkezi ve yerel bütün kurumlarda resmi yazışma, konuşma, soruşturma ve yargılamada Türkçe’yi kullanmak kaydıyla; ama başka dilleri de bilip konuşma, yerel ve özel ortamlarda kullanma hakkına sahip bulunmak.

c- Normal vatandaşlara da azınlık haklarından yararlanma imkânı tanımak. (Azınlıklar özel statülü vatandaştır.)

d- Genel aidiyet ve mensubiyet olarak, Türküm demekten onur duymak. Ama bu durum özelde, örneğin “ben Kürdüm” demeye engel sayılmamak. Çünkü ırkın değil, ulusun alt kimlikleri olabilir; olacaktır da.

B- Laiklik tanımlanmalı ve herkesin anlayacağı bir Türkçe ile yazılmalıdır.

Anayasamızın 24. maddesi laikliğin temel esaslarını ortaya koymaktadır. Ama “muğlâk-kapalı”dır ve istismara müsait durumdadır. Oysa Anayasa hükümlerinin, okuyan herkesin aynı şeyleri anlayacağı biçimde; açık, net ve kesin bir dille ve Türkçe yazılması esastır. Bu nedenle “Laiklik”in 24. maddedeki temel esaslara uygun olarak yeniden ve Türkçe yazılması, farklı kesim ve görüşlerden uzmanların ortak bir konsensüsle ortaya koyacağı bir tanımın hazırlanması, artık zorunlu bir ihtiyaçtır.

a- Çünkü 24. Madde; kamunun değil, devletin,

b- Düzenin değil, temel düzenin,

c- Dini fikriyatı değil, dini hissiyatı,

d- “İstismar edemez ve kötüye kullanamaz” denilmiştir. Burada; “veya” yerine “ve” kullanılarak, “istismarın, açıkça kötüye kullanmak” olduğu belirtilmiştir. Oysa bugün Laiklik tamamen farklı yorumlanmaktadır. Ve her türlü istismar ve suistimale açık bulunmaktadır. Hem din istismarcıları hem devrim simsarları, bu kapalı laiklik maddesini, kendilerine uydurmaya ve baskı unsuru olarak uygulamaya çalışmaktadır.

C- Hâkimlik sistemi yanında, “Hakemlik sistemi” de oluşturulmalıdır.

Yeterli hukuk tahsili yapmış, kendi sahasında uzmanlaşmış kimselere, devlet tarafından, bugünkü avukatlık ve hâkimlik karşılığı HAKEM’lik yetkisi verilecek ve maaşları bütçeden ödenecektir. Hakemlerden birini bir taraf, ötekini diğer taraf seçmelidir. Başhakemi ise hakemler kendileri seçmelidir. Geçiş sürecinde başhakemliği bugünkü atanmış hâkimlerden birisi üstlenmelidir. Hakemlerin kararları temyiz edilebilmelidir. Hakemler aleyhine dava açılabilmelidir. “Yüce Divan” milletvekillerinden oluşmuş hakemlerden meydana gelmelidir. O zaman tüm dokunulmazlıklar kaldırılabilir. Kasıtlı, yanlı ve hukuka aykırı karar veren hakemlerin yetkilerine son verilmeli, her türlü devlet görevlerinden ve şahitlikten men edilmelidir.

Ç- Şu maddeler Anayasada yer almalıdır.

1- Faizin her türlüsü kaldırılmıştır. Devlet faizsiz kredi kurumları oluşturacaktır. Geçiş sürecinde, faizli bankacılığa ruhsat verilecek, ancak banka ve faiz batıklarına resmi teminat sağlanmayacaktır ve faiz giderleri masrafa yazılmayacaktır.

2- Vergi sadece servet ve üretimden alınacak, isteyenden üretilen mal cinsinden de vergi toplanacak, ücretten vergi alınmayacaktır.

3- Her türlü sarhoş edici içki ve uyuşturucu, bunların alım satımı ve reklamı yasaklanmıştır.

4- Ahlâki ve ailevi hayatın yozlaşmasına ve her çeşit fuhşun yaygınlaşmasına sebep olacak hiçbir yola ve yayına fırsat tanınmayacaktır.

5- Her türlü kumarın; loto, toto, piyango, kazı kazan, at yarışı gibi şans oyunlarının ve hele devlet eliyle ve garantisiyle oynanması son bulacaktır.

6- Ceza hukukunda caydırıcılık esas olacak, bu nedenle kısas (misliyle karşılık ve idam) uygulanacak, tutuklamalar dışında hapis yerine genellikle maddi külfet ve müeyyide ve ağır kamu hizmetlerinde mecburi görevlendirilme yapılacaktır.

D- “Ekseriyet sistemi yerine, ortak vekillik sistemi” getirilip uygulanmalıdır.

Temsilciler oluşmalıdır. Temsilciler konuyu tartışmalıdır. Anlaşamadıkları hususlarda ortak vekil atayıp, ortak vekil istişareden sonra karar almalıdır. Bu karar herkesi bağlamalıdır. Çünkü ortak vekillerin kararıdır. Ortak vekiller sıralama usulü ile atanmalıdır.

E- Merkez Bankası’nın parayı nasıl çıkaracağı kanunla saptanmalıdır.

TCMB hem dış bağlantılardan hem de siyasi baskılardan arındırılmalıdır. Karşılıksız para asla çıkmamalıdır. Para, sadece arz edilen emeğe avans olarak aktarılmalı ve krediler stok edilen mala tanınmalıdır. Yapılara, binalara kredilendirilme imkânı sağlanmalıdır. Altınla değiştirilebilen bir para çıkarılmalıdır. Devlet, taşınmazlar alıp satarak, para arzını dengeleyebilir olmalıdır. Devlet faiz vermemeli ve almamalıdır, özel bankaların faizli hesaplarına garanti sağlanmamalıdır.

F- Tek karar merciinin bürokrasi olduğu yerlerde, barolara, odalara ve sendikalara; sermaye odaklarına değil, vatandaşa hizmet vereni seçtirme ve hizmetliye ona göre maaş verme sistemi uygun bulunmaktadır.

Odalar Birliği, Tabipler Odası, Avukatlar Barosunun yöneticileri şeffaf ve demokratik seçimlerle belirlenmeli ve çoklu sistem getirilmelidir. Antidemokratik kuruluşlar artık tarih olmalıdır.

G- Seçim barajı %5’e indirilmeli ve partilere oylarını birbirine kullandırabilme fırsatı tanınmalıdır.

Denge nispi sistemde aranmalıdır. Partilere aldıkları oylar nispetinde Bakanlık verilmeli ve hiçbir vatandaşın oyu boşa çıkarılmamalıdır.

H- Türkiye dengeli olarak 100’e yakın İL’e bölünmeli ve yeniden yapılandırılmalıdır.

Bir ilin nüfusu bir milyondan fazla olmamalıdır. Bölge merkezlerine Valiler, merkezden atanmalıdır. Diğer illerin Valilerini halk seçmeli ve çift başlılık ortadan kaldırılmalıdır. Meclisleri de bağımsız çalışmalıdır. Cumhuriyet kanunları bütün ülkede geçerli olmalıdır. Ancak, tarihi ve turistik sebepler ve yöresel gerekliliklerle ve tabii anayasal sistemin temel esaslarına aykırı düşmemek, milli birlik ve dirliğe zarar vermemek şartıyla, İl Meclislerine Özel Kurallar getirme hakkı tanınmalıdır.

İ-  Her türlü eğitim ve öğretim serbest olmalı, ancak bütün imtihanlar devletçe yapılıp, resmi ve geçerli diplomayı devlet vermiş olmalıdır.

Halkın ne öğreneceğine değil, istediği şeyleri bilip bilmediğine bakılmalıdır. Devlet halka; “sen bunu öğren” diyebilir ama hiç kimseye “şunu öğrenmeyeceksin” diyemez.

J- Farklı din ve mezheplere bağlı bütün meşrep ve cemaatlere resmiyet kazandırılıp, mesuliyet yüklenmeli, partiler ve mesleki kuruluşlar gibi onları da yönetime katmalıdır.

Evet, bir yönetim ya “demokrasi” ya da “dikta rejimi” olacaktır. İkisinin arası sadece karmaşadır. Devleti ayakta tutmak istiyorsanız; Kuvvetler ayrımına dayalı, Meclis etkinliğine ve denetimine saygılı bir Başkanlık Sistemi uygulanmalı ve demokrasiyi tam olarak uygulamalıdır.

K- Mason Locaları ve yan kuruluşları ve bazı tarikat ve cemaat yapılanmaları gibi, dış bağlantılı ve hıyanet maksatlı tüm dernek ve oluşumlar kapatılmalı; bunların, sivil ve asker bürokratları ve siyasi kadroları etki altına alarak devleti ve milleti yönetmesine fırsat tanınmamalıdır. Böylesi karanlık odaklarla ilişkilerini sürdürenlerin ehliyetleri geri alınmalı, resmi veya devlet hizmetlerinden atılmalıdır.

Şimdi mevcut anayasaların varsayımlarını ele alalım ve neden bizzat kendilerinin sorun olduğunu sıralayalım:

a) Mevcut anayasalar ekseriyet kararlarına dayanır. Oysa ekseriyet kararı sadece azınlıkta kalanların haklarına zulüm değil, aynı zamanda istikrarsızlık kaynağıdır.

b) Mevcut anayasalar ekseriyet seçimine dayanır. Bu da yalnız çoğunluğun azınlığa hâkimiyeti ile sonuçlanmaz, çelişkiler doğurur. Laiklikle demokrasi bir arada yürümez hale gelir ve tıkanır.

c) Mevcut anayasalarda “hâkim devlet” vardır. Ekseriyetin oyu ile de gelse, iktidarda olanlar halka hükümrandır. Onlar ne kadar hak tanırlarsa, insanlar o kadar hürriyetini kullanır. Beş senede bir yapılan seçimlerle sadece efendilerini değiştirirler, kölelik devamlıdır.

d) Mevcut anayasalar merkezî yönetimi esas alır. Bu sakat yaklaşım, yalnız taşranın sömürülmesini doğurmaz, aynı zamanda işlerin sürüncemede kalmasını ve sistemin tıkanmasını sağlamaktadır.

e) Mevcut anayasalar merkezden atanmış hâkimler sistemiyle yargıyı dağıtmaktadır. Böylece Yargı bağımsızlığı lafta kalmaktadır. Savcı hâkimin yanında oturur, maaşları merkez verir, terfileri onlar yapar, ayrıca beğenilmeyen kararları da bu sefer Yargıtay’da bozulmaktadır. Yargıtay da bazen, kuvvetler ayrılığı dengesini kendi lehine bozmakta ve böylece “yargı devleti” oluşmaktadır.

f) Mevcut Anayasa bürokratik anayasadır, dokunulmazlıklar anayasasıdır, sınıflı anayasadır. Bürokrat, halkın üstünde ve sanki hata etmez sayılır. Yetkileri polisten alıp hâkime vermekle sorunların çözüleceği kanaati yaygındır ama bu da yanlıştır.

g) Mevcut Anayasa sadece hakları sayan bir anayasadır. Yani, insanlar köle sayılır, hakları sınırlıdır, sadece devlet onlara istediği hakları ihsan buyurmaktadır. Hakların nerelerden tahsil edileceği de belirsiz bırakılmıştır. “Devlet şunu yapar, bunu yapar” der ama kimin yapacağı yanıtsızdır, nasıl yapılacağı karanlıktır.

h) Mevcut Anayasa ekonomide faizli sistemi esas almıştır. Faiz enflasyonu, enflasyon işsizliği, işsizlik açlığı, açlık borcu, borç yolsuzluğu, yolsuzluk rüşveti, rüşvet baskıyı, baskı anarşiyi doğurmakta ve insanlar birbirini boğmaktadır.

i) Mevcut Anayasa “gelir vergisine” dayanan anayasadır. Bu da sömürü sermayesini güçlendiren ve tekele götüren, ekonomik ve siyasi krizler üreten bozuk bir yapılanmadır.

j) Mevcut Anayasa fuhuş serbestliğine dayanmaktadır. Her türlü cinsi ilişki, bir nevi serbest bırakılmıştır. Bu da aile müessesesini yıkmakta, genel ahlâkı yozlaştırmaktadır. Oysa bu varsayımların bizzat kendileri çözülmesi gereken sorunlardır. Yani bozuk sistem, sorunların bizzat kaynağını ve sömürü çarkının dayanağını oluşturmaktadır.

k) NATO ve AB gibi uluslararası kuruluşlara, gizli teslimiyet ve mahkûmiyet anlamına gelecek uygulamalar kaldırılarak, karşılıklı çıkar dengesine ve tam bağımsızlık ilkesine dayalı anlaşmalar yapılmalı ve buna göre yasalar konulmalıdır.

Yeni Anayasaya Geçiş Kriterleri:

1- “Ortak teklif” sistemi.

Demokratik topluluk herhangi bir konuda karar alacağı hatta kanun ve kural yapacağı zaman; önce öneriler ortaya konacak, çeşitli görüşler meydana çıkacaktır. Gruplar birer temsilci belirleyecek, bu temsilciler ortak vekil seçecek ve onun istişari kararlar alması sağlanacaktır. Taraflar bu ortak vekilin aldığı karara uymak zorunda bırakılmayacaktır. Bu da tekliflerden biri sayılacaktır. Sonra oylama yapılacak ve ekseriyetin kararı yine geçerli olacaktır. Zamanla taraflar ortak vekil kararlarına uymayı öğrenecek ve böylece adil düzene geçilmiş ve gerçek demokratik katılım gerçekleşmiş olacaktır.

2- “Ortak aday” sistemi.

Partiler adaylarını belirlerken ortak ön seçim yapılacaktır. Herkese açık olarak kendisine temsilci seçme hakkı tanınacaktır. Bir adayın seçilebilmesi için gerekli oyların en az yarısını alan aday “ortak aday” olacaktır. Daha az alanlar aldıkları oyları başka adaylara devredebilirler. Bir aday seçilmesi gereken oydan fazlasını temsil edemez. Fazlasını istediğine devredebilir. Böylece ortak adaylar belirlenmiş olur. Adaylar istedikleri partiye başvurabilirler. Parti bunları kabul ederse listesinin başında yer vermek durumundadır. Kalanları parti istediği kimselerle dolduracaktır. Bu “ortak aday sistemi” ile ekseriyet demokrasisinden, temsili sisteme geçme fırsatı doğacaktır. Böylece Silm-Barış demokrasisi zamanla olgunlaşacaktır.

3- “Sürekli ve sistemli kontrol” sistemi.

Bir görevli görevi yaparken tam yetkili sayılması lazım gelir. Gerekli kararları alıp, uygulayacak ve uygulatacak fırsat verilmelidir. Sonra bunlar merkeze gönderilir. Merkez kontrol eder, yanlışlık varsa düzeltir. Kötü niyet varsa cezalandırılma yoluna gidilir, ama baştan müdahale edilmeyecektir. Zamanla bu “merkezden görevlendirme sistemi” “yerinden görevlendirmeyle” desteklenecektir. Böylece “yerinden yönetim sistemi” ile merkezi yönetim dengesi gerçekleşecektir.

4- Bölge valilikleri ve yerel yöneticilere yetki sistemi.

Batılı güçlerce dayatılan ve Türkiye’nin parçalanmasını ve bazı bölgelerinin kontrolden çıkmasını amaçlayan “Demokratik özerklik ve federatif sistem” gibi yıkıcı ve dağıtıcı girişimlere asla prim vermeden, ülkemizdeki bürokratik hantallık ve tıkanıklığı giderecek ciddi tedbirler gereklidir. Bunun için de, Merkezi Sistemle Yerel Yönetimler dengesinin yeniden kurulması, ülkenin üniter yapısını mutlaka koruyarak, etnik köken ve mezheplere göre değil, coğrafi durumlara ve kalkınmışlık şartlarını hızlandırmaya yönelik bölgesel programların hazırlanması ve merkezce atanan yetkili bölge valileri eşgüdümünde yerel yönetimlerce birlikte kararlar alınıp uygulanması oldukça önemlidir ve artık geciktirilmemelidir. Resmi ve özel işlerde çıkan her türlü ihtilafların ilk çözümü; geçici olarak valilerin, kaymakamların ve bucak müdürlerinin yetkisine verilir. Onlara; memuru kayırmanın, mağduru sahipsiz bırakmanın, devlete ihanet olduğu öğretilir ve bunun cezası belirtilir. İşlerin aksamadan yürümesi için ne gerekiyorsa ona karar verilir. Mağdur edilenler sonradan mahkemeye giderek tazminatlarını alacak ve bunu da devlet ödeyecektir. Zulmedenler ise, cezasını devlete verecektir. Zamanla yöneticiler adil karar vermeyi öğrenecek, hakemler sistemi devreye girecek ve Adil Düzen böylece yerleşecektir. Giderek, hâkim devlet, hadim devlet haline gelecektir.

Başkanlık Sistemi: Her bakımdan güçlü, katılımcı demokrasi kültürlü, bağımsız hareket edebilme dürtülü bir ülke için; karar almada kolaylık ve hızlılık, dış politikada ağırlık ve saygınlık, yaygın kalkınmada bürokratik hantallığı çabuklaştırıcılık sebebi olacağı tarihi tecrübelerle ispatlanmıştır.

Ancak; siyasi, iktisadi ve askeri yönden bağımlı ve dış güdümlü yöneticilerin BOP gibi emperyalist projelerde ve CFR gibi Siyonist merkezlerce görev üstlenip yürüttüğü ülkelerde ise Başkanlık Sistemi, Meclisi ve Milletin temsilcilerini devre dışı bırakıp, o ülkeyi “başkan” kılıflı kendi kuklaları eliyle daha rahat ve sorunsuz yönlendirme ve demokratik denetimleri ve dengeleri kilitleme aracıdır. Adil Düzen’deki Başkanlık Sistemi, üstteki şartlar ve standartlar çerçevesinde yararlıdır ve bir ihtiyaçtır.  

5- Hakemliğe geçiş sistemi.

Bugün de hakemlik vardır ve pek çok konuda Türkiye’mizde ve farklı ülkelerde uygulanıyor. Taraflar baştan hakemliği kabul etmişlerse ondan sonra mahkeme yerine hakemlere gidiliyor. Ancak hiçbir şey yazmamışlarsa mahkemeye başvuruluyor. Sadece hiçbir şey yazmamışlarsa hakemlere gidecekleri kayda alınır ve avukatların hakemlik yapabilecekleri hükmü getirilirse, zamanla “hakemlik sistemi” yerleşir ve işler hâle gelir. Ceza davalarında da bilirkişiler taraflara seçtirilir. Biri bir bilirkişi seçer, diğeri de bir bilirkişi seçer; baş bilirkişiyi de bu ikisi seçer. Hâkim bunların raporuna dayanarak karar verir. Reddedip yeniden başka bilirkişi atamalarını da isteyebilir.

6- Yarım mesai sistemi.

Bugün bürokratlar kaçak olarak dışarıdaki işlerde çalışmaktadır. “Tam gün yasaları” ile bu sorunlar aşılmaya uğraşılmaktadır. Oysa bürokratlar eşleştirilerek, iş bölümü yapılsa; biri öğleden evvel çalışırsa, diğeri öğleden sonra çalışacak, resmi işler aksamayacaktır. Veya bir gün çalışırsa, diğer gün çalışmayacaktır. Stratejik kurumlar dışında, memurlara görevli olmadıkları bir alanda veya mekânda, işyeri kurma ve serbest iş yapma imkânı sağlanmalıdır. Böylece halkı ezen ve hayat pratiklerini bilmeyen bürokrat tipi yerine, iş hayatı içinde yoğrulmuş ve halka kolaylık sağlayan bürokrasi ortaya çıkacaktır. Kendilerine faizsiz kredi de verilecek, böylece serbest mesleğe geçişleri sağlanacaktır.

7- Mevzuat sistemi.

Kamuya ait bütün işler mevzuatla tanımlanacaktır. Görev nedir, görevli kimdir, yetkileri nelerdir, sorumlulukları nelerdir? Görevlinin hakları nelerdir? Hizmet alanlar kimlerdir? Hizmet alanların yükümlülükleri nelerdir? Bütün bunlar açıkça tanımlanacak ve görevlinin masasında halka açık olarak bulundurulacaktır. Eğer mevzuat yapılmamışsa, bu sefer görevli mevzuatı kendisi hazırlayacak, mülki amire onaylatacak, ondan sonra göreve başlayacaktır. Yani yalnız haklar değil, görevler de sayılacak ve kimin yapacağı belirlenmiş olacaktır. Böylece kimse görevinden kaytaramayacak, sorumluluğu başkasına yıkamayacaktır.

8- Çalışana faizsiz kredi sistemi.

İşveren işçiyi çalıştıracak, işçinin ücretini devlet karşılayacak; karşılığında işvereni borçlandıracaktır. İşveren bunu faizsiz borçlanacaktır. Bunları ödemesi halinde kredisi artırılacak, ödeyemediği zaman kredisi azaltılacaktır. (Cebri icra sistemi yanlıştır.) Ardından hammadde kredisi ile faizsiz sisteme geçilmiş olacaktır.

9- Sermaye vergisi dönemi

Ücretten ve gelirden değil, sermaye ve üretimden vergi alınmalıdır. Bu adil ve dengeli sistem uygulanırsa artık vergi mal makbuzları olarak alınıp satılır. Böylece hem vergi kaçakçılığı, hem de haksız vergi zorbalığı önlenmiş olacaktır.

10- Sözleşmeli “özel eşlik” sistemi

Maalesef ülkemizde giderek daha da yaygın ve tehlikeli hale gelen ve toplumun temel taşı aile yuvasını tehdit eden fuhuş batağının kurutulması şarttır. Bunun için gerekli ve yeterli tedbirlerin mutlaka alınması lazımdır. Tartıştırılıp olgunlaştırılmak üzere bu sorunun çözümüne yönelik öneriler sunulmalıdır. Başka teklif ve tavsiyeleri olanlar bu konuya katkı sağlamalıdır. Görmezden gelerek ve boş vererek değil;

Evrensel hukuk ve ahlak prensiplerine,

Tabii ve insani gereksinimlere,

Milli gelenek ve göreneklerimize,

Dini ve vicdani değerlerimize uygun, dengeli ve denetlenebilir çareler üreterek, ahlaklı ve sağlıklı bir toplum yapısını kurmak ve korumak için çaba harcanmalıdır. Bu teklif aslında; pek çok yöremizde “imam nikâhı” altında… Veya “metres, dost, sevgili, flört” gibi tanımlarla zaten fiilen yaşanan bir durumu disiplinize edip, özellikle kadın haklarını ve genel ahlakı koruma amaçlıdır. Ve yine doğal ve sosyal ihtiyaçların, doğru ve meşru yollarla karşılanmasına imkân sağlanmaktadır.

Bugünkü yasalara ve bunların kopya edilip alındığı Batı ve Bâtıl esaslara göre; diyelim evlenen bir kadın 30 yaşında, herhangi bir hastalık sonucu felç olursa veya bir kaza neticesi sakatlanır veya psikolojik rahatsızlıklara yakalanır da, çocuklarının ve kocasının ihtiyaçlarını karşılayamaz konuma düşerse, mevcut kanunlar erkeğe: “Bu kadını boşamadan yeni bir evlilik yapamazsın!” mecburiyetini dayatmaktadır. Oysa fıtri, vicdani, akli ve İslami temellere dayalı Adil Düzen anlayışı ise, o adama: “Önceki hanımını, sıcak yuvasında ve çocuklarının arasında, şefkatle barındır, ama bu mazeret ve mecburiyetlerini belgelemek suretiyle ikinci ve resmi bir evlilik fırsatı da sana tanınmıştır…” kapısını açık bırakmaktadır. Böylece hem sakat ve rahatsız olan kadın sokağa atılıp, aile sıcaklığından uzak ve perişan yaşamaktan kurtulacak, hem de erkek bu mağduriyetle yaşamak zorunda kalmayacaktır.

Görülüyor ki; batının “merkezî ve gayri insani” sisteminden, doğunun “hükümler ve yükümlülükler” sistemine geçmek için uygun çözümler bulunabilir, bulunmalıdır.

Önce iki önemli ve tarihi bir tespitte bulunalım: 1- Allah’ın yeryüzüne indirdiği ilk Anayasa “Tevrat’tır. Orada devletin kuruluşu ile ilgili hükümler vardır. 2- İlk demokratik anayasa ise “Medine Sözleşmesi” olmaktadır. İslamiyet’in etkisiyle Batı dünyası hukuk sisteminde değişiklik yapmış ve “serbest sözleşme” ilkesini kabul etmiş, böylece devletler anayasalar yapmaya başlamışlardır.

Kuvvete dayanan Bâtıl ve barbarlık düzeninde:

Birinci Varsayım: Herhangi bir şekilde oluşan bir kuvvet, ortak ihtiyaç ve amaçları yansıtan ama mutlaka seçkinlerin saltanatını sağlayan bir anayasa yaparak hukuk devletini oluşturmaktadır. Bu varsayıma göre; önce herhangi bir yolla bir toplulukta “kuvvet” meydana çıkmaktadır. Sonra bu “kuvvet” disiplinli ve ortak iradeli topluluğu oluşturmaktadır. Bunlar ise Anayasalarını yaparak Devleti kurmaktadır.

Bu varsayıma göre; anayasa ancak onu destekleyip yürüten bir kuvvet varsa anayasadır. Yoksa anayasa boş bir teoriden ve hayalden başka bir şey olmayacaktır. Bu varsayım doğru kabul edildiğinde, en güçlü oluşum “ulusal kuvvet” olmaktadır. Ulustan büyük toplulukların, dil dâhil ortak anlaşma araçları olmadığı için, güçlü topluluk oluşturamayacağı varsayılır. Ulustan küçük topluluklar da güçlü organizeler kuramayacaktır. Dolayısıyla devletler ulus seviyesinde oluşmaktadır. Uluslararası savaşlarla bölgesel ve evrensel dengeler kurulmaktadır. Hâkim olan uluslar diğer ulusları hakimiyeti altına alarak sömürüp duracaktır. Bu varsayımda halk devlete isteyerek değil, korkarak tabi olmaktadır. Bu devlette korkutanlar, yani hâkim güç vardır; bunlar yöneten odaklardır. Bir de korkan mahkûm halk vardır; bunlar da yönetilen ve güdülen sürüler konumundadır.

Hak ve Adalet Düzeninde ise: Ortak inanç ve ihtiyaçlar etrafında anlaşanlar bir araya gelip “müşterek ve müttefik anayasa paydası” sayesinde kuvvete ve hâkimiyete ulaşmakta ve devlet olunmaktadır.

Tarih boyunca kuvvet ve zulüm düzenlerinde, anayasaları “güçlü ve hâkim olanlar” yaparken; Hak ve Adalet düzeninde ise anayasalar kuvveti oluşturmaktadır. Sonunda, anayasası olan kuvvet, devlete dönüşmüş olmaktadır. Devlet kavramı, anayasa ile kuvvet birleşmesinden meydana gelmiş bir olgu sayılmaktadır. Peygamberler insanları önce bir inancın potasında toplamışlardır. Sonra onları bir kitap-yasa etrafında organize yapmışlardır. Böylece ortaya çıkan kuvvet ile devletlerini oluşturmuşlardır.

Uzlaşarak devlet oluşturma çabalarının ilk örnekleri Mezopotamya site devletleri arasında başlamıştır. Sonra İbraniler Tevrat’ın etrafında; Hristiyanlar İncil’in etrafında; Müslümanlar ise Kur’an’ın etrafında kaynaşmışlardır. Böylece büyük uygarlıklar kurmuşlardır. Burada sorun şudur. İnsanları uzlaştıran temel unsur ne olacaktır? İnsanlar hangi dürtüler ve gereksinimlerle bir araya toplanarak ve ortak anayasa yaparak güçlenecek ve devletlerini kuracaklardır? Kimilerine göre bu ihtiyaç, ırktır. Aynı soydan gelenler birlikte yaşamak için toplanır, ortak anayasa yapılır, güçlenmeye çalışılır ve sonunda devletlerini kurmuş olurlar. Bunlar güya başka ırktan olanları aralarına almazlar, onlara tahakküme de kalkışmazlar. Oysa kuvvet varsayımına göre, gücü yetenler başka ırkları tahakkümleri altına almaya çalışırlar.

Kimilerine göre ortak payda “ırk” değil, “yurt” olmalıdır: Aynı topraklar üzerinde olanlar, güçlenmeleri ve kendilerini koruyabilmeleri için uzlaşarak ortak anayasa yaparlar ve birlikte yaşarlar. Bu anlayış yeterli değildir. Çünkü toprağın sınırını kim belirleyecek ve nasıl kabul ettirecektir? Sorusunun yanıtı verilmemiştir.

Kimilerine göre bu ortak değer din ve inançtır. Aynı inanca sahip olan kimseler bir araya gelerek birlikte anayasalarını yaparlar ve devletlerini kurarlar. Bu da yeterli olmamaktadır. Çünkü büyük dinler tüm yeryüzüne dağılmıştır. Ancak ortak paktlar ve pazarlar halinde ittifaklar kurulacaktır. Hepsini tek devlet çatısı altında toplamak imkânsızdır. Bu arada devletleri oluşturan asıl unsur, ekonomidir yahut hukuk düzenidir diyenler de vardır.

Adil Düzen’e göre ise; ortak amaçlar ve ihtiyaçlar etrafında, farklı kültür ve kökenden, toplulukların kendi iradeleriyle bir araya gelmesiyle devletin temeli atılmaktadır. Anlaşanlar bir araya gelerek ocak, bucak, il ve ülkelerini kurmaktadır. Buna “Silm-Barış ve Selamet demokrasisi” demek uygun bulunmaktadır. Daha sonra, ortak amaçlar ve ihtiyaçlar doğrultusunda küresel paktlar oluşturma imkânı doğacaktır.

Türkiye’de Mustafa Kemal’in öncülüğünde “anlaşan, uzlaşan ve asırlardır birlikte yaşayanlar” bir araya toplanıp Kuvay-ı Milliye’yi oluşturdular, geçici anayasa yaptılar, devletlerini kurdular. Mübadele (nüfus değişimi) yoluyla anlaşanları (özellikle Balkanlar ve Kafkaslardaki farklı kökenden Müslüman unsurları) bir araya getirmeyi başardılar. Mübadele dini temelde yapılmıştı, ama ülke bağımsızlığı bir istiklal savaşıyla kazanılmıştı. Böylece Ulus devleti kurdular. Ortak dil olarak Türkçeyi seçip uzlaştılar.

Kuvvet Düzeninde herhangi bir şekilde oluşmuş “güç odakları” anayasa yapmakta ve kendileri hukuk düzenine geçerek devleti kurmaktadır. “Hak Düzeni”nde ise gönüllü olarak anlaşıp uzlaşan toplum temsilcileri konsensüsle ortak bir anayasa yaparak, böylece kuvvet oluşturmakta ve sonra devletlerini kurmaktadır. Şimdi Türkiye’mizde hazır oluşmuş bir devlet vardır, ama maalesef altı oyulup yıkılmaya çalışılmaktadır. Ancak Atatürk’ten sonra Batılıları taklit eden işbirlikçiler, Hak anayasasının yerine kuvvet anayasasını oluşturmuş, buna göre baskıcı müesseseler kurmuşlardır. Şimdi bunların ıslahının zamanıdır, ancak Devlet hazırdır, ayaktadır ve buna asla dokunulmayacaktır. Bu devletin varlığı elbette lazımdır, şarttır, hayat ve hürriyetimizin sigortasıdır ve buna sahip çıkılmalıdır. Ama şartlar ve ihtiyaçlar değişmiş olduğundan anayasa yetersiz kalmaktadır. Kuvvet Düzeninden Hak Düzenine geçmek için önce biz halk olarak “Adil Düzen Anayasası”nı hazırlayacağız. Sonra bunu siyasi partilere ve sivil örgütlere anlatacağız, tartışmaya açıp olgunlaşmasını sağlayacağız. O anayasanın meclisten ve milli iradenin tercih ve tensibinden geçmesi için çabalayacağız.

Türk Savunma Hukuku

Anayasadaki temel maddelerden hiçbirini kaldıramazsınız, değiştiremezsiniz, bu yanlıştır ve yararsızdır. Çünkü o takdirde birçok devlet kurumları rahatsız olacak, kışkırtılacak ve patlama yaşanacaktır. Mesela Genelkurmay Başkanlığı’nı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlayamazsınız. Çünkü o takdirde siz, silahlı kuvvetlerin statüsünü üçüncü, dördüncü dereceye atmış olursunuz. Hâlbuki onun yerini dolduracak kurum, onun yapacağı güce sahip değildir, ülkeyi koruyamayacaktır.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Başkomutanlığını Türkiye Büyük Millet Meclisi seçmektedir ve onun bir organı yerindedir. Meclis’i başkomutanlıkta Cumhurbaşkanı temsil etmektedir. Genelkurmay Başkanı Cumhurbaşkanı adına başkomutanlık görevini yerine getirir. Millî güvenlik ve savunmayı hazırlamada Hükümet Meclis’e karşı sorumluluk yüklenir.

Maalesef ülkemizde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dört tane başı oluşmaktadır, a) Türkiye Büyük Millet Meclisi, b) Cumhurbaşkanı, c) Hükümet, d) Genelkurmay Başkanı. Bu durumda asker kimden emir alacak, kimi dinleyecek? Bu belirsizdir. Bu hususun netleşmesi gerekir.

Devlet, hukuk düzeninin korunması için vardır, hayati ve gerekli bir yapıdır. Ancak hiçbir devlet, bağımsızlık savaşı verilmeden sadece hukuk düzeni içinde kurulamayacak ve hukuk düzeni içinde korunamayacaktır. Ordu deri vazifesini yapacak, bedenin içine karışmayacak ama bedenin dışarıya karşı savunulmasını, açık ve gizli tecavüzlerin savuşturulmasını asker sağlayacaktır. Askerler devleti, askeri metotlarla kurar ve korur, sivil yönetim ise devleti hukuk düzeni içinde yaşatır ve geliştirmeye çalışır. Ordunun oluşması ve yetkileri, hukuk düzeni içinde denetlenir, ama ordu içinde özel kurallar geçerlidir; zayıflatılmış, etkisiz ve yetkisiz bırakılmış bir ordu ile Türkiye’nin bağımsızlık ve bekasını korumak imkânsızdır.

Temel Kavramlar:

Seferberlik ve savaşla ilgili kavramlar kanunla konulacaktır.

Olağanüstü hal, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halleri anayasada tanımlanmalıdır.

Seferberlik, savaşa hazırlıktır.

Seferberlik hukuk düzeninin kaldırılıp yerine askeri düzenin getirilmesidir. Orduların konuşlandığı bölgelere veya tüm ülkeye şamildir. Bize göre, ülkemiz on iki bölgeye ayrılmalı, her bölgenin merkez ilinde bir ordumuz konuşlandırılmalıdır. Her bölge için ayrı seferberlik ilan olunabilir.

Genel seferberlik bütün ülkeye şamildir. Kısmî seferberlik bölgeleri içerir. Seferberlik hâli belirlenen tarihler arasında geçerlidir. “Savaş hâli”, hiçbir sınırlama yapılmadan askeri birliğe teslimdir. Savaş hâli, hakların kısmen veya tamamen askıya alınmasını gerektirebilir. Savaş hâlinde cephe komutanının bütün emirleri kanun hükmündedir. Kararları mahkeme kararları gibidir. Savaş bitinceye kadar müdahale edilemeyecektir. Her konuda komutan yetkilidir, esirlere yapılacak muamelede de söz sahibidir. Savaş bittikten sonra, “savaş suçlusu” aramak yersizdir. Çünkü savaş zaten suçun meşrulaştığı yerdir. Ancak burada:

“Hiçbir sınırlamaya tâbi tutulmadan” tabiri “her türlü haksızlık ve ahlaksızlığa izin verilir” anlamında değildir. Evrensel savaş hukukuna mutlaka riayet edilecektir. Ve zaten bizim dinimizde ve Milli geleneğimizde savaşta bile her türlü barbarlık ve aşırılıkla ilgili yasaklar getirmiştir.

Millî Savunma; varlık ve bağımsızlık sigortasıdır!

Güvenlik ve savunma hazırlığından meclise karşı sorumlu olan hükümet, Millî Güvenlik Kurulu kararlarından yararlanarak görevini yerine getirir.

Bugünkü mevcut sistemde: Hükümet iç güvenliği sağlamakla, orduyu da savunmayı hazırlamakla yükümlü sayılmaktadır. Bu konularda da meclise karşı sorumlu tutulmaktadır. Hükümet, Ordunun başkomutanı olmadığından, emretme yetkisi bulunmamaktadır. Ama Genelkurmay Başkanı ona bağlıdır. Yani savaş ve savunmayı hazırlamakla yükümlü olan kurum amir değildir. O halde onun emrinde hazırlık yapar demektir. Millî Güvenlik Kurulu da bu emri verir demektir. Ama öbür taraftan sorumluluk hükümete aittir. Bütün bunlar çelişkidir, belirsizliktir ve giderilmesi gerekir. Savunmanın çalışmaları ve bütçeleri ayrıdır. Yasa ile düzenlenmiştir. Meclis sadece ona gelir sağlayan kaynakları belirler. Ondan sonra genel bütçede yer almaz. Planlamada asker-sivil uzlaştırılır. Bu uzlaştırmayı yapacak olan kişi ise devlet başkanıdır.

Savunma kararları güncelleştirilmeli, kararlılık içinde uygulanmalıdır.

Savunma ile ilgili çalışmaları askeri karargâhlar yapacaktır. Tüm hazırlık ve eğitim ordu tarafından yapılır ve ordu komutanlarının yetkisindedir. Savaş, seferberlik ile ordular arası veya ordularla sivil yönetim arasında çıkacak ihtilaflı kararları Devlet Başkanı giderir. Bu nedenle, Genelkurmay Başkanı’nın da doğrudan Devlet Başkanı’na bağlanması gerekir.

Silahlı Güç Kullanılması:

Savaş veya benzeri hallerde hükümet meclisten izin almalıdır.

Bugünkü sistemde, sözde Başkomutan Cumhurbaşkanıdır; hükümet meclisten onay alsa bile, Cumhurbaşkanı emir vermedikçe asker harekât yapamaz. Türkiye’de tezatlar ve çıkmazlar vardır. Örneğin 2006’da, Lübnan’a asker göndermeye Cumhurbaşkanı karşı olduğu halde gönderildi, bu yanlıştır. Hükümet savaşa veya benzer eyleme tek başına karar veremez, bunu meclisten geçirmekle yetinemez. Son kararda Devlet Başkanı’nın onayı şarttır. Meclis, isterse Cumhurbaşkanı’nı görevden alabilir, ama devlet başkanı başta kaldıkça tüm savaş yetkisi onun emrindedir. Çünkü iktidar tecezzi (parçalanma) kabul etmez. Mustafa Kemal’in kuvvetler birliği ilkesi budur. Yoksa “okullarda herkes şu kıyafeti giyecek, bunu giyemeyecek” meselesi, kuvvetler birliği ile ilişkisi olan bir şey değildir. Bu tavırlar, devlete ve askere olan güveni zedeleyecek ve zarar verecektir.

Mevcut yasada:

“Bakanlar Kurulu savaşla ilgili her türlü hazırlığı yapmak, Genelkurmay’ın talebi üzerine, imkânları onun emrine vermek” durumundadır. Burada belirsiz bir husus vardır. Hükümet mi genelkurmayın emrindedir, yoksa genelkurmay mı hükümetin emrindedir, belli değildir. Savaş veya seferberlik kararını kim verecektir? Cumhurbaşkanı mı, yoksa hükümet mi, belli değildir. Önce hükümet ile genelkurmay başkanlığı; ikisi devlet başkanına bağlı olacaktır. Savaşla ilgili kararları hükümet değil, cumhurbaşkanı almalıdır.

Başkomutanlık makamı!

Savaşta; yasama organı, (meclis) hükümet ve Cumhurbaşkanı, hiçbiri devre dışı olmayacak birlikte sorumluluk alacaklardır. Çünkü savaşın kazanılması için doğal kanunlar vardır:

a) Erken davranan savaşı kazanır. Kim tetiği erken çekerse o yaşayacak, karşı taraf yok olacaktır.

b) Birlikte hareket eden ordu galip gelip zafere ulaşacaktır. Tek kuvvet olmayan ve aynı merkezden emir almayan ordu düşman karşısında şaşıracak ve bozguna uğrayacaktır.

c) Düşmanın bilmediği ve beklemediği bir tarzda vurmak şarttır. Yeni (stratejik ve teknolojik) silahlarla vurmak lazımdır. Bu da gizlilikle ve ekonomik güçle alakalıdır.

d) Savunmada sabırlı olmak, uzun zaman dayanmak ve sebatlı davranmak sonucu belirleyecek en önemli unsurlardır. Maneviyatsız bir ordu çabuk dağılacaktır.

Bu da ordunun kendi ikmalini kendisinin yapması ile alakalıdır. Napolyon’un sözü var; “Savaş kendisini finanse etmekle kazanılır.” Savaş ortamında Hükümet birçok konuda devre dışıdır. Barışta bile askeri eğitim ve disiplin düzenine karışmamalıdır. Cumhurbaşkanı zaten başkomutandır. Peki, Meclisin durumu ne olacaktır? İşte Savaş hâli, meclisin bile cumhurbaşkanının emrine girdiği bir durum ortaya çıkarmaktadır. Aksi halde savaşın kaybedilmesi riski vardır. Uluslararası hukuk, savaşın meşruluğuna müdahale edebilir, ama savaşın şekline müdahale edemez. Savaş, vatanını ve bağımsızlığını korumak ve açık tehdit ve tehlikeleri savuşturmak için ölmek veya öldürmektir. Ötesi yoktur. Bu da vahdet-i kuvva ile olur, tek komuta ile olur.

Ordunun bir görevi de; savunma dışında, milli birlik ve dirliği sağlamak üzere anayasal düzeni korumaktır.

Ordunun bir görevi de anayasal düzeni, yani hukuk devletini koruyup, güvenliğini garantiye almaktır. Ülkenin birliği ve milletin dirliği tehlikeye düştüğü zaman anayasal düzeni korumak da ordunun sorumluluğundadır. Ancak buna genelkurmay başkanı veya başbakan yerine Adil Düzen’deki Devlet Başkanı karar vermiş olmalıdır. Devlet demek; hukuku, güçlü ve yürürlüklü kılan kurum anlamındadır. Hukuk ise, tarafsız hakim ve hakemlerden oluşan bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı kararlarının toplamıdır. Adil yargı düzeni olmayan devlet despotlaşır, ordusu da zorbalık aracıdır. Yargının yozlaştığı, iktidarın zorbalaştığı, milli birlik ve dirliğin tehlikeye atıldığı bir durumda halkın adına ordunun vazifesi müdahale edip adil bir düzeni yeniden kurmasıdır. Nitekim geçmişte de zaman zaman bunu yapmaya çalışmıştır. Ama aynı yetki ve mesuliyeti, şahsi ihtirasları ve ideolojik saplantıları için kullanan komutanlar da çıkmıştır. Bunu önlemek için ordu-millet barışını sağlamak şarttır.

Genelkurmay barış zamanında da savaş hazırlığını hükümetle birlikte yapacaktır.

Genelkurmayın bütçesi belirlenmelidir. Bütçe harcamalarının beşte biri orduya aittir. Askerlik bedelleri orduya aittir. Gümrük gelirleri orduya aittir. Sivillerin de kullandığı bazı tesislerin korunması ve bakımı orduya verilebilir. Ordu bundan gelir temin eder. Ordu askeri mıntıkalarda askeri personelle kendi ihtiyacı olan üretimi yapabilir. Ürün onlara aittir. Uzmanlık isteyen alanlarda profesyonel askerlik sistemi geliştirilebilmelidir. Belirli yaşa kadar her vatandaşın üç senede bir on beş günü geçmemek üzere askere çağrılıp kendi sınıfında eğitim verilmesi yararlı olabilir. Gerektiğinde ilerideki günler mahzuf edilmek üzere de fazla gün de istihdam edebilir.

Dönüşüm Anayasasında Yerel Yönetim Anlayışı

Türkiye Cumhuriyeti Devleti halkımız tarafından oluşturuldu. Yani Türkiye’mizi başka ve hazır bir kuvvet kurmamış, aksine yıkılan imparatorluğun yerine, halkımız birleşmiş, savaş vermiş ve devletini kurmuştu. Anadolu halkı bin yıldır birlikte yaşarken, imparatorluk yıkılınca halk gizli Yahudi (sabataist)lerin ve dış Siyonistlerin tertip ve tahrikiyle iki gruba ayrıldı; Müslümanlar ve Hristiyanlar. Maalesef aralarında kanlı hesaplaşmalar kışkırtıldı. Vatanımız Haçlı emperyalistlerce işgal altına alındı. Ama sonunda Müslüman halkımız Mustafa Kemal’in önderliğinde toparlanıp organize olmayı başardı ve teslime yanaşmadı. Bu savaşın kazanılması için merkezi bir güç lazımdı, böylece “Hâkimiyeti Milliye, Kuvvayı Milliye” kavramları ortaya çıktı. “Vahdeti Kuvva” (Milli güçlerin birliği ve tek merkezden yönetilmesi) ilkesi benimsendi. Sonunda merkezi hükümet oluşturuldu.

Demek ki Türkiye İstiklâl Savaşı’nı, İslam’ın ve fıtratın doğal kuralları içinde, yerel ve bölgesel Kuvayı Milliyecilerin şahlanışı ve merkezi güçlere katılmasıyla kazandı. Ama sonra varlığını sürdürmek için milli ve merkezi bir otorite oluşturdu, buna ihtiyaç vardı, bu aşamada kısmen Batı modelleri örnek alındı.

Milli Mücadelenin önemli sonuçları şunlardır:

a) Türkiye; azınlıklar dışındaki isyancı Hristiyanlardan ayıklandı, saf Müslüman halklardan oluşup kaynaştı.

b) Batılıların kışkırtması ile oluşan bölücülük akımları yenilgiye uğratıldı ve güçlü bir devlet ortaya çıktı.

c) Halkımız Türkçe öğrenerek dil bakımından da tek ulus hâlini aldı.

d) Müslüman Anadolu halkı Türk kabul edilerek, iç göçler ve evlenmeler sonucu tek millet olarak güç ve ün kazandı.

Bununla beraber bugün bu tek gücün sıkıntıları vardır. Dış kışkırtmalar sonucu ülkemizde terör olayları azdırılmıştır. Ekonomik sıkıntılarımız ve dış borçlarımız artmıştır. Yargıda sıkıntılarımız ve medya sorunlarımız ortadadır. Yeni anayasa yapma ihtiyacındayız. Ama devletimizin esası olan Vahdeti Kuvva ilkesini asla bırakamayız. Çünkü bunu terk edersek devletimiz yıkılacaktır. Onun için bizim önerdiğimiz bir geçiş dönemi ilkesi vardır.

“Vahdeti Kuvva (Güçler Birliği)” ilkesi hangi prensipleri içermektedir?

a) Vahdeti Kuvva’nın birinci ayağı tek meclis sistemini içerir. Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne temsilcisidir. Millî hâkimiyet orada tecelli ve temerküz etmiştir. Bu durum kesinlikle sürdürülmelidir. Meclisin üstünde bir devlet başkanı, meclisin üstünde başka bir meclis, meclisin üstünde dışarıdan yargı denetimi, meclisin üstünde bir üniversite etkinliği söz konusu edilmemelidir. Ancak meclis de yargı denetimine girmelidir. Yoksa hukuk devleti olmamız mümkün değildir. Meclisin içinde hakemler seçilmeli, yüce divan onlardan meydana gelmelidir. Taraflar birer hakem seçmeli, başhakemi de sonradan hakemler seçmelidir. Her konu için oluşturulan yüce divanın kararları kesindir. Bu hem yargı denetimini gerçekleştirecek, hem de meclisin hâkimiyetine zarar vermeyecektir.

b) Vahdeti Kuvva’nın ikinci ayağı tek ordudur, millî silahlı kuvvetlerdir. Orduda birlik sağlanmalıdır. Bunun için Cumhurbaşkanı askerlerin de tasvibiyle seçilip ordu komutanları doğrudan ona bağlanmalıdır. Fiilen Başkomutan asker destekli devlet başkanı olmalıdır. Türkiye’nin on iki bölgesine on iki ordu yerleştirmek yararlıdır. Bu orduların askerleri o bölgeden olmayan halktan oluşmalıdır. Herkese kendi bölgesi dışındaki bir orduyu seçme hakkı tanınmalıdır. Böylece hem demokratik ordu oluşacak hem de düzenli ve disiplinli silahlı kuvvetler güç kazanacaktır.

c) Vahdeti Kuvva’nın üçüncü ayağı ise merkezi yönetimdir. Bölgelerin yönetimi merkezi olmalıdır. Orduların konuşlandığı illerin yönetiminde asker de söz sahibi yapılmalıdır. Ama taşra iller tamamen serbest siyasete bırakılmalıdır. Kendi meclisleri olmalı, kendi başkanları seçimle kazanmalıdır. Yüzde birden az büyüklükte bir bağımsız il devlet için tehlike teşkil etmesi imkânsızdır. Kaldı ki bölge merkezinde konuşlandırılan ordu muhtemel isyanları bastırmaya her zaman muktedir olacaktır.

d) Vahdeti Kuvva’nın dördüncü ayağı ise Türkçe ve Tevhidi Tedrisat prensibidir. Okullar Türkçe ders vermelidir. Ama özel okullarda, Türkçe esas olmak üzere farklı dilde öğrenim serbest olabilir. Ama imtihanlar devlet tarafından merkezi yapılmalı, diplomayı okullar değil, üniversiteler değil, devlet vermelidir. Soruları merkezi yönetim belirtmelidir.

Merkezin taşra üzerindeki denetimi etkin ve yetkin biçimde devam etmelidir. Her türlü tasarrufla ilgili merkezi yönetim bilgilendirilmelidir. Gerektiğinde müdahale edilebilir. Ancak bu izin şeklinde yürütülmelidir. Taşra görevlileri her türlü kamu işleri hakkında aldıkları kararları hemen uygulayabilmelidir. En sıradan icraatlarda bile merkezden izin veya ruhsat bekleme dönemi bitmelidir. Ancak yaptıkları bütün muameleyi merkeze bildirmeli, merkez bunları denetlemeli, Vahdeti Kuvva ilkesine aykırı bir şey görürse müdahale edilmelidir. Gerekirse, muameleyi iptal edebilmeli veya yargıya gidebilmelidir. Böylece hem merkezin denetimi devam edecek, hem de merkezin denetimi neticesinde oluşan tıkanıklık giderilecektir.

Yeni Anayasada Yargı:

Hiçbir müessesede başka bir sisteme, aniden ve birden geçilemez; dolayısıyla “hâkimlik sistemi”nden hemen “hakemlik sistemi”ne geçilemez. Öyle bir anayasa yapmalıyız ki “hakemlik sistemi”ne kendiliğinden kolayca geçilebilsin. Bunun için çok basit yollar vardır. Şöyle ki: Bugünkü hâkimlik sistemi devam edecek, 30 bin ile 50 bin arasında nüfusa sahip olan ilçelerimizde belirli ihtisas dallarında birer hâkim bulunacaktır. İstenirse idari, hukuk, ceza hâkimleri ayrı ayrı atanır. Bunların görevleri şunlar olacaktır.

a) Duruşmaları bunlar yönetecek, mahkemeye Başkanlık yapacak.

b) Bütün kayıtlar bunlar tarafından tutulacak; sekretaryaları bulunacak.

c) Hakemlerin verdiği kararları bunlar usulden ve esastan inceleyerek kabul veya reddetme yetkisi tanınacak. Ama kendileri davaya bakmayacak.

d) Verilen kararların infazı hâkimlere ait olacaktır.

e) İlçe hâkimlerinin onayladığı davalar geciktirilmeksizin uygulanacaktır. Bugünkü yüksek mahkemeler de elbette lazımdır ve kalacaktır. Kararların bozulması hâlinde tazminat söz konusu olacaktır.

Bu işlemlerin dışında dört yüksek kurul oluşturulmalıdır:

a) Savunma Yüksek Kurulu kurulmalıdır. Avukatların ve savcıların yer aldığı bu yüksek kurulda, özel ve kamu davalarına bunlar bakacaklardır. Savcılık avukatlık hâline getirilecektir. Resmi avukatlar olacak, bunlar maaşlarını devletten alacaklar. Avukatı olmayanların avukatlığını karşılıksız yapacaklar; bunu özel hukukta da yapacaklardır. Bunlar hakem de olabileceklerdir. Diğer avukatlar eskisi gibi avukatlık mesleklerine devam edeceklerdir.

b) Soruşturma Yüksek Kurulu oluşmalıdır. Soruşturma ve kovuşturma polisleri Adalet Bakanlığına bağlanacak, bunlara müdahale etme ve operasyon yürütme yetkisi tanınmayacaktır. Müdahale yetkisi özel eğitimli uzman polis teşkilatının ve jandarmanın olacaktır. Bu polisler sadece soruşturmacı olacaktır. Resmi ve özel davaların soruşturmasını bunlar yapacaklardır. Maaşlarını devletten alacaklardır. Ayrıca Özel Soruşturma Timleri oluşturulacaktır. Bunlar dışarıdan sözlü ve yazılı soruşturma yapacaklardır. Duruşmalı soruşturma ile karakol soruşturması polis tarafından yapılacaktır.

c) Bilirkişilik Yüksek Kurulu hazırlanmalıdır. Bilirkişileri hakemler atayacaktır. Birini bir hakem, diğerini diğer hakem ve baş bilirkişiyi de başhakem atayacaktır. Bu husus ceza davalarında da böyle olacaktır. Bilirkişileri hâkim atamayacaktır.

d) Hakemlik Yüksek Kurulu lazımdır. Hukuk tahsili almış, belirli alanlarda ihtisas yapıp uzmanlaşmış, devlet tarafından bu işi yapabilir diye yeterli ve yetkili sayılmış ehliyetli ve dayanışmalı Hakemler Kurulu oluşturulacaktır. Muhakeme usulü kanununda küçük değişiklikler yapılacaktır. “Sözleşmelerde aksi belirtilmemişse taraflar hakemlere gitmek zorundadırlar. Ayrıca ceza kanununda da dâhil olmak üzere bilirkişileri ehliyetliler arasından taraflar seçerler. Baş bilirkişiyi seçilen bilirkişiler tayin ederler. Hâkim onaylamazsa yüksek mahkemeye gidilebilir.”

Böylece oluşan yargı, eski sistemi bozmadan yoluna devam edecektir. Önce isteyenler hâkimlere giderler, isteyenler hakemlere giderler. Nitekim bu bugün de böyledir. Sadece taraflar belirtmemişlerse hâkimlere giderler. Değişecek yeni sistemde belirtmemişlerse hakemlere giderler. Bilirkişiler taraflarca atanmıyordu. Yeni durumda taraflar atıyor, hâkim onaylıyor. Bilirkişilere ara itiraz yapılamıyordu, şimdi yapılacaktır.

Resmi avukat ve bilirkişilerin ücretleri devletçe ödenmelidir. Bunun için bütçeden paylar ayrılmalıdır. Bilirkişiler bu payları davaların büyüklüğüne göre bölüşüp dağıtmalıdır. Kazanan ve kaybeden avukat hakemler, aynı meblağı almalıdır. Çünkü avukat ve hakem adilane karar vermek durumundadır. Sömürü sisteminden kaynaklanan ve büyük kısmı devleti hortumlamaya dayanan davaların bugünkü şekliyle devamına ama en kısa zamanda sonuçlandırılıp, devletin ve milletin hakkının geri alınmasına çalışılmalıdır. Adil Düzen’e geçildiğinde faiz, karaborsa, kumar gibi haksız ve ahlâksız davalar kendiliğinden sona erecek ve avukatlık da yeniden düzenlenip Hakemlik Sistemi ile bütünleşecektir. Çünkü hakemler aynı zamanda avukat yerindedir. Hakemlerin maaşları artık devletçe ödenmektedir. Böylece; rüşvet alma, hile yapma, adam kayırma, delilleri karartma, devleti zarara uğratma gibi haksızlık ve yanlışlıkları yapan hakemlerin ehliyetine son verilecek ve devlet hizmetinden men edilecektir.

Eski Diyanet İşleri Başkanlarından ve Cumhuriyet döneminin büyük âlimlerinden olan Ömer Nasuhi Bilmen Hoca Efendi, Kur’an ahkâmına ve İslam şeriatına göre hazırladığı meşhur “Hukuk-i İslamiye Kamusu” kitabının 1. cildindeki önsözünü şu zevata teşekkür ederek bitirmektedir:

“İstanbul Üniversitesi Rektörü muhterem Ordinaryüs Profesör Sıddık Sami Onar, böyle bir eserin tedvini (yazılması) hususunda mütevali (ısrarlı) teşviklerini ibzal (cömertçe ikram) buyurmuşlardır. İstanbul Hukuk Fakültesi muhterem Dekanı Profesör Doktor Hüseyin Nail Kubalı ve Hukuk Fakültesi Dekanı bulundukları sırada eserin tab’ı imkânını temin etmiş olan muhterem Ordinaryüs Profesör Doktor Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve Fakülte muhterem heyeti tedrisiyesi (öğretim üyeleri) de bu eserin mühmel (ihmal ve iptal edilmiş) kalmaması hususunda pek kıymetli lütuflarını diriğ etmediler (esirgemediler). O sayede eserin tab’ına başlanılmış oldu. Bu muhterem, yüksek hey’eti ilmiyeye (yüksek ve değerli ilim ekibine) samimi teşekkürlerimi arz etmeyi bir borç bilirim. Eserin bütün ciltlerinin tab’ını İkmale (tamamlayıp bitirmeye), muvaffakiyetî de atıfeti İlahiyyeden (Allah’ın ihsan ve inayetinden) beklerim.”

İşte bu zevat, Cumhuriyet tarihimizin en önemli ve etkili hukuk bilginleridir ve eserleri hâlâ temel ders kitabı olarak okutulan profesörlerdir. Ve bu yüksek bilim adamları, tamamen İslam hukukuna dayalı 8 ciltlik muhteşem bir eserin hazırlanmasına ve basılıp yayınlanmasına yardımcı olmuşlar ve bunu asla laikliğe ve cumhuriyetin temel değerlerine aykırı görmemişler, tam aksine teşvik ve tebrik etmişlerdir.

Ve hele Rektör Sıddık Sami Onar’ın bu kitabı takdim ve takdir yazısı hayret ve hayranlık vericidir:

O tarihte Türkiye’de üç üniversite var: İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Ankara Üniversitesi… İstanbul Üniversitesi’nin Rektörü Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar. Hatta bu zatın Yahudi olduğu iddia ediliyor. Yine o tarihte İstanbul müftüsü, dersiamdan ve icazetli ulemadan Erzurumlu Ömer Nasuhi Bilmen oluyor. İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi yayınları içinde, işte bu 1949 yılında İstanbul müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’in abidevî (anıtsal) eserinin birinci cildi bastırılıp yayınlanıyor. Kitabın ismi “Hukuk-i İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu”ydu. Birinci cilt büyük boy 506 sayfa. (İstanbul Matbaacılık TAO, 1949) Önsözünü Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar kaleme almış ve şu başlığı koymuştu:

“Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu’nun Temin Edeceği Büyük Faydalar.”

Bir buçuk sayfalık bu veciz önsözde şunları söylüyordu:

“Hak ve adaletin en büyük ve feyizli kaynaklarından olan İslam hukuku, asırlarca en medenî milletlerin ihtiyaçlarına cevap verdiği halde, bugün maalesef mukayeseli hukuk sahasında layık olduğu yeri alamamış bulunmaktadır. Roma hukuku kaidelerinin, zaman ve devlet şekilleri içinde geçirdiği istihale (özünü koruyarak gelişme kabiliyeti) ve hayatın zaruretlerine intibak bakımından, ilim âleminde büyük bir kıymet arz ettiği halde, İslam hukukunun; aynı olgunlaşma merhalelerini geçirmiş, hayat şartları birbirinden farklı ve ayrı ayrı medeniyetlere sahip olan Türk, Arap, İran, Hint gibi değişik İslam milletlerinin içtimaî bünyelerine uymuş ve ihtiyaçlarına cevap vermiş olmasına ve bugün de içinde adalet ve faziletin en esaslı hükümleri saklı bulunmasına rağmen; mukayeseli hukuk sahasında ve hukukun tekâmülünde bugün bir rolü bulunmaması, hukuk ilmi namına esefle karşılanması icap eder.

Bugün İslam hukuku esaslarının meydana konması, bunların ehemmiyet ve kıymetlerinin dünya hukuk âlemine ve ilim ehline sunulması bu ilmin inkişafı bakımından büyük bir hizmet olacaktır; çünkü İslam hukuku üzerinde, mukayeseli hukuk kaide ve usulleri dairesinde yapılacak tetkikler, bir taraftan bu hukukun ehemmiyetini meydana koyacak, bir taraftan da birçok meselelerde cemiyetin en âdil hareket kaidelerini bulmaya (mükemmel bir anayasa ve kanunlar yapmaya) yardım edecektir.

Mazide İslam hukukunun gelişmesinde ve hâdiselere tatbikinde büyük hizmetleri dokunmuş olan Türk hukukçularına bugün de bu hukukun zamanın kıymet hükümleri dâhilinde (İslam hukukunu) tetkik ve izahı vazifesi düşmektedir. Fakat bu mühim işe başlamak için seleflerimizin bir bahr-i bî-payan (sonsuz bir okyanus) diye tavsif ettikleri (tanımladıkları) fıkıh ilmini, İslam hukukunu bütün incelikleriyle ortaya koymak lazımdır.

Asırlar ve kıt’alar içinde, milletler ve medeniyetler arasında yayılmış muazzam bir hukuk manzumesini bugünkü nesillerin anlayabileceği bir şekilde ve toplu olarak ortaya koymak, her ilim ve hukuk adamının yapabileceği bir iş değildir. Değerli âlimimiz ve Müftümüz Ömer Nasuhi Bilmen, büyük bir bilgi ve ihatanın, yorulmak bilmez bir mesainin mahsulü olan bu kıymetli eserleriyle, bu çok güç işi başarmış bulunuyorlar. Bugünün ve yarının hukukçuları orijinal mukayeseli hukuk tetkiklerine (dikkatli araştırma ve karşılaştırmalarına), kanun vâzıları (kanun koyma kurumları) ise hazırlayacakları kanunlara temel olacak bilgi ve esasları bu değerli eserde bulacaklardır. Bu kitapla Türk hukuk edebiyatı kıymetli bir eser kazanmış bulunuyor. Üniversite böyle bir eseri neşriyatı arasında görmekle büyük bir haz ve memnuniyet duymaktadır. Eserin fazıl müellifini bu büyük başarısından dolayı tebrik ederken, bu eserleriyle biz hukukçulara yapmış oldukları kıymetli yardımlarından dolayı şükranlarımı sunmayı da bir borç sayıyorum.”

  İstanbul Üniversitesi Rektörü
Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar

        

Bu önsözdeki şu cümleyi dikkatle ve defaatle okumak lazımdır:

“Bugünün ve yarının hukukçuları orijinal mukayeseli hukuk tedkiklerine (araştırmalarına), kanun vâzıları (koyucuları) ise hazırlayacakları kanunlara (ve anayasalara) esas olacak bilgileri bu değerli eserde bulacaklardır.”

Şimdi şu sorular üzerinde kafa yorulmalıdır:

1. 1949’da İstanbul Üniversitesi böyle bir İslam hukuku (Şeriat) külliyatını (tamamı 6 cilttir) nasıl yayınlamıştır? Türkiye’nin bugün de böyle bir özgüvene ihtiyacı vardır.

2. Rektör Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar yukarıdaki önsözü nasıl yazmıştır? Şimdi yeni bir anayasa hazırlanırken ilim adamlarımızın ve aydınlarımızın, bu tutarlı ve duyarlı tavrı örnek almaları lazımdır.

3. “Geleceğin kanun koyucuları hazırlayacakları kanunlara esas olacak bilgileri bu kitaptan çıkartacaklardır” cümlesi cesaretli ve samimi bir itiraftır.[1] İşte yeni anayasa hazırlıkları, bu tarihi tavsiyelere uymak ve milletimizi tabii mecrasına kaydırmak için önemli bir fırsattır.

Kesinlikle anlaşılmıştır ki, Türkiye’deki “İslam’ı hayatın her safhasından dışlamak ve İslami olan her şeye düşmanlık yapmak” şeklindeki laiklik anlayışı ve uygulaması, özellikle Atatürk’ün şaibeli ölümünden sonra ülkemizdeki köşe başlarını tutan sabataist ve Yahudi dönmelerinin ve masonik hainlerin planlı ve ısrarlı dayatmasıdır. Asıl amaçları, Lozan’ın gizli maddeleri uyarınca, Aziz milletimizi ismen ve resmen olmasa da, fikren ve fiilen İslam’dan uzaklaştırmak ve yozlaştırmaktır. Yoksa Kur’ani kuralların ve İslam hukuku esaslarının ne denli adaletli ve toplum düzeni ve disiplini için gerekli olduğunun, elbette Yahudi bilim adamları da farkındadır ve işte bu nedenledir ki İslam hukuku esas alınarak yazılan Ahmet Cevdet Paşa’nın meşhur “MECELLE”si çok uzun yıllar İsrail’in gizli anayasası yapılmıştır.

 


[1] 15.12.2008 / Milli Gazete

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
2 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Anayasa çalışmalarının siyonistlerin büyük kürdistan(israil) planıyla alakası
http://www.euractiv.com.tr/politika-000110/article/neo-osmanl-neo-anayasa-ve-old-kurdistan-022897 bu yazıyı konuyla alakası olduğu için Sizlere okumanız için sunuyorum.Herkese selamlar, sevgiler…

Anayasa çalışmalarının siyonistlerin büyük kürdistan(israil) planıyla alakası
http://www.euractiv.com.tr/politika-000110/article/neo-osmanl-neo-anayasa-ve-old-kurdistan-022897 bu yazıyı konuyla alakası olduğu için Sizlere okumanız için sunuyorum.Herkese selamlar, sevgiler…

Picture of Abdullah AKGÜL

Abdullah AKGÜL

YORUMLAR

Son Yorumlar
2
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx
Paylaş...