YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL MENÜ

DERGİLER

Ay Seçiniz
category
66368309ebe01
0
0
6401,171,6356,117,28,27,170,98,3,144,26,4,145,113,17,6330,1,110,12
Loading....

TOPLAM ZİYARETÇİLERİMİZ

Our Visitor

2 0 7 6 6 6
Bugün : 14643
Dün : 19529
Bu ay : 79555
Geçen ay : 737322
Toplam : 23595841
IP'niz : 3.135.190.232

SON YORUMLAR

Son Yorumlar

YENİ ÇIKACAK KİTAPLARIMIZ

ÖZEL YAZILAR

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

ADİL DÜNYA YAYINEVİ

Tel-Faks:

0212 438 40 40

0543 289 81 58

0532 660 12 79

 

Numan Kurtulmuş’un ifadesiyle:

“TSK’yı tamamen sivil iradenin emrine girdirme ve bir daha darbe yapamaz hale getirme!?” girişimlerinin, ordumuzu temelinden sarsıp güdükleştirmeye ve güçsüzleştirmeye yönelik sinsi ve Siyonist projelerin pratiğe dökülmesinden ciddi kuşkular duyuluyordu. Bu tahripçi ve tehlikeli adımların; iyi niyetle, veya gaflet ve cehaletle, hatta bilinçli hıyanetle atılmış olması hiç fark etmiyordu. Çünkü “Askerimize düşmanlık, düşmanlarımıza askerlik” anlamını taşıyordu. Evet kendi ordumuza verilecek her zarar, düşmanlarımızın kâr ve yarar hanesine yazılıyordu. ABD’nin derin devleti sayılan Siyonist Yahudi odakların tam 50 yıldır “Türk ordusunu küçültme ve profesyonel askerliğe geçirme planlarının” dayatıldığını artık herkes biliyordu. İşte şimdi bu yönde alınan kararların ülkemize ve güvenliğimize neye mal olacağının çok iyi hesaplanması ve ilgililerin uyarılması gerekiyordu. Çünkü ordumuzu zayıflatmak; yurdumuzu, onurumuzu ve namusumuzu savunmasız bırakmakla aynı anlama geliyordu.

Ordumuzun Özel Konumu ve Misyonu bulunuyordu!

Hatırlayacaksınız; AKP yandaşı YENİ ŞAFAK yazarı ve yalakası Ali Bayramoğlu, güya kendisine gönderilen bir mektuptaki şikâyetleri haklı buluyor ve şunları söylüyordu:

“Türkiye’de 185 bin er; posta, kuaför, şoför gibi isimler altında sadece subaylara hizmet veriyor… 32 bin asker ise, “koruma” sıfatıyla yine kurum olarak TSK’ya değil, komutanların şahsına çalışıyor. Ayrıca 14 bin asker de lojmanları bekliyor ve subay-astsubay ailelerinin özel işlerine koşturup duruyor.. Bunların toplamı 231 bin ediyor ki; Almanya’nın tüm ordu sayısı 240 bin, İtalya’nın 190 bin, İngiltere’nin 170 bin olduğu düşünülürse, yüz binlerce askeri boş yere ve şahsi hizmetler için tuttuğumuz ortaya çıkıyor”[1] diyor ve tabi gerçekleri hem abartıyor, hem çarpıtıyor, hem de, “bu denli masraflı ve kalabalık orduya ne gerek var, bu milletin çocukları, subayların özel hizmetkârı mı?” demeye getirip halkımızı kışkırtıyordu! Ama her ne hikmetse Ali Bayramoğlu; örneğin Emniyet teşkilatında kaç bin polisin aynı özel “koruma ve lojman” hizmetlerinde çalıştırıldığını hiç gündeme getirmiyordu?!.. Oysa dünyanın her yerinde ve tarihin her döneminde, asker ve polis gibi silahlı birimlerin özel disiplin ve düzeni gereği, bazı iç hizmetlerinin kendi personeline yaptırılması gerekiyordu. Elbette TSK’nın; hantallıktan kurtarılması, Milli Savunma yanında milli kalkınmaya da katkı sağlaması, daha profesyonel ve pratik bir yapıya kavuşturulması, ayrı ve yararlı bir konuydu. Ama Ordumuzun psikolojik, teknolojik ve askeri yönden caydırıcılık rolünün zayıflatılmasının ve çeşitli bahanelerle aleyhinde kampanyalar başlatılmasının arkasında çok sinsi niyetler sırıtıyordu.

TSK küçültülerek NATO’ya piyon yapılmak isteniyordu!

Ordu, ‘vatani görev’ sayılan askerlik hizmetinin süresini her yurttaş için eşitlemek istiyordu. Hükümetin ön şartı ise, “bedelli askerlik” kanunuydu. Ancak Bülent Arınç, AKP içinde etkin ve yetkin olduğu dönemde: “Türk Ordusuna kapsamlı bir sistem müdahalesi hazırlığı içinde olduklarını”, bu tartışmalar içinde ağzından kaçırıyordu ve zaten sınır birlikleriyle ile ilgili düzenlemenin de yasalaştırılması tartışılıyordu. Daha sinsi bir plana göre ise; orta vadede birçok birliğin lağvedilmesi, uzun vadede ise “sembolik ordu”ya geçilmesi hedefleniyordu. Asker ile AKP’nin, askerlik sistemi konusunda çetin bir mücadeleye giriştiği gözleniyordu. TSK ‘vatani görev’ sayılan askerlik hizmetinin her yurttaşı kapsaması için uzun süredir bir çalışma yürütüyordu. ‘Tek tip’ askerlik modelini geliştiren TSK, hükümete bu raporu sunmuştu. TSK’nın askerlik süresini eşitleme planı hayata geçerse; orduların er ve erbaş mevcudunun yaklaşık 150 bin kişi azalacağı tahmin ediliyordu. Ancak, hükümetin ön koşulu durumundaki “bedelli askerlik” düzenlemesi, ordunun öngördüğü bu sistemi baltalıyordu. Hükümet kaynakları, bedelli askerliğin çıkmasını bekleyen 100 bine yakın kişi olduğunu ileri sürüyordu. Bu rakamda bir bedelli uygulaması olursa, bir celp dönemi riske girecek; mevcudu, sadece bir celp döneminde 10 binin üzerinde azalacak olan TSK’nın ardından gelecek celp dönemlerinde de silâhaltına alınacak asker bulmakta zorlanacağı biliniyordu. O süreçte dayatmalarını TSK’ya kabul ettiremeyen Başbakan Recep T. Erdoğan, Güney Kore ziyareti öncesi, “bedelli askerliğin gündemlerinde olmadığını” açıklamak zorunda kalıyordu.

ABD; AB ve NATO’nun dayattığı planın bir sonraki aşaması, TSK’nın adım adım küçültülmesi kapsamında bazı birliklerin lağvedilmesi oluyordu. Askeri kaynaklar, bu yöndeki çalışmaların, 2002-2004 yılları arasında Genelkurmay Başkanı olan Org. Hilmi Özkök’ün döneminde başlatıldığına dikkat çekiyordu. Bu çerçevede atılacak adımların en başında, TSK’nın NATO’ya bağlı olmayan tek ordusu durumundaki Ege Ordu Komutanlığı’nın ortadan kaldırılması geliyordu. Bu plan, TSK’nın mevcut görev ve yapılanmasının bütünüyle değiştirilmesini öngörüyordu. Tartışılmaya başlanan; “profesyonel sınır birlikleri” projesinin hayata geçirilmesiyle, bu bölgelerde görev yapan askeri birliklerin sınırlardan çekilmesi gerekiyordu. Hem Jandarma’nın hem de sınır birliklerin uzun vadede idari yönden Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığına, taktik komuta yönünden ise İçişleri Bakanlığı’na bağlanması hedefleniyordu. Planın tüm aşamaları gerçekleşirse Genelkurmay, komuta yönünden sembolik bir kurum halini alıyordu. Hatta personel ve birlik sayısı iyice azaltılacak olan TSK’da rütbelerin bile azaltılacağı konuşuluyordu. Uzmanlar, “Plan bu şekilde işlerse Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturacak kişi orgeneral rütbesinde bile olamayabilir” sözleriyle, TSK’nın düşeceği durumu dile getiriyordu ve Milli Çözüm Dergimiz yıllardır bu sinsi tehlikelere dikkat çekiyordu.

Ve planın son aşaması: Hilmi Özkök’lerin Genelkurmay Başkanlığı’yla ve Türk Ordusu’nun ulusal güvenlik anlayışını değiştirme çabasıyla paralel biçimde; TSK, NATO’nun yeni konseptine uygun olarak uluslararası güvenlik için çalışacak bir kuruma dönüştürülmek isteniyordu. Artık TSK, NATO ve BM güdümünde görev yapacak; Somali, Afganistan, belki İran’a karşı kullanılacaktı. NATO, nereyi hedef gösterirse Mehmetçik oraya koşacaktı! Yani, “parası olana bedelli; garibana ise Kore ve Somali” yolları açılacaktı!

Milletimiz için Ordu, hangi anlamı ve amacı taşıyordu?

Şanlı tarihler yazan ve “Nizam-ı Alem” (Yeryüzüne adalet düzeni ve huzur sistemi) ülküsü taşıyan ve bunu nice bin yıllarca başaran Aziz Milletimizin: a) Hem devlet olmaları, b) Hem medeniyete ve hâkimiyete ulaşmaları, c) Hem de devamlılık kazanmaları ve ayakta kalmalarında; 1- Kurucu, 2- Koruyucu, 3- Kurgucu özelliği taşıyan ordumuz, en temel unsur ve en hayati kurumdur. Bir devletin oluşması için en önemli öğe olan halkın “kalabalık”tan “millet”e dönüşmesi için gereken: A- Organize B- Ortak İrade C- Ve Otoriteyi sağlamak da tarih boyunca, bu kalıcı ve akılcı kurum olan ordumuzun sorumluluğu olmuştur.

Bu nedenle, Türk Ordusunu başka ülke ordularıyla kıyaslamak; demokrasi demagojileri ve küreselleşme kem-kümleriyle onun tabii ve tarihi misyonunu kısırlaştırmaya çalışmak, son yıllarda karşılaştığımız, belki de en talihsiz ve tehlikeli bir durumdur. Gafletle veya hıyanetle yapılan bu girişimler, bizzat devletimizin temeline dinamit koymakla eşit bir şuursuzluktur. Osmanlı’nın yıkılışı öncesi, özellikle İttihatçılar döneminde orduya sabataist ve masonların sızdıkları ve bu yüce kurumu, devletimiz ve dirliğimiz aleyhine kullanmaya çalıştıkları… Ve yine, Atatürk sonrası İnönü, Menderes ve devamı sürecinde, bazı üst düzey askeri bürokratların ordumuzun bizzat dinimize, Milli değerlerimize ve Milletimize muhalif tavır takındığı izlenimi veren yanlışlıkları ve haksızlıkları, maalesef doğrudur. Ancak sağlıklı bir bünyenin, organlarına sızan mikropları, vücuda zarar vermeden etkisiz hale getirmesi ve hatta bağışıklık sistemi geliştirmesi gibi; dış güçlerin ve işbirlikçi hainlerin marifetiyle, zaman zaman ordumuza sızan ve bu kutsal kurumu Milletimizin ve Devletimizin aleyhinde kullanmaya kalkışan ve bazı tahribatlar yapmayı da başaran kişilerin ve kümelenmelerin: Milli özelliğini ve asli hüviyetini asla yitirmeyen Kahraman Ordumuzun sağlam bünyesi içerisinde eritildiği ve etkisizleştirildiği de, sevinilecek ve güvenilecek bir konudur.

Asırlar sonra, aynen haber verdiği şekilde gerçekleşmesiyle Hz. Peygamberimizin mucizesi sayılan İstanbul’un Fethiyle ilgili hadislerinde: “Konstantin mutlaka feth olunacaktır. O’nun emiri; ne güzel ve örnek bir komutandır. Ve O’nun askeri; ne iyi ve bereketli bir ordu konumundadır” buyurmaları: Kahraman Türk Ordusunun şeref ve faziletinin, tarihi ve talihli zaferlere öncülük edeceğinin çok açık bir müjdesi ve garantisidir. Evet, her şeye rağmen, müjdelenen ve hasretle beklenen, Türkiye merkezli yeni barış ve bereket Medeniyetinin en önemli destek ve dayanağının yine asil Türk Ordusu olacağını haber veren Bediüzzaman şunları söylemektedir:

“Gariptir, hem çok gariptir (hayret edilir ki Dış güçler ve hain işbirlikçi şahsiyetler) yedi yüz sene boyunca İslamiyet’in ve Kur’an’ın elinde şeref şiar (Şan ve şerefle şöhret bulan), barika-asa (Şimşek gibi parlayan) bir elmas kılınç olan Türk Milletini ve Türkçülük (düşüncesini), muvakkaten (geçici bir dönem) İslamiyet’in bir kısım Şeairine (Ezan, Kur’an, İmam Hatip, başörtüsü gibi dinin simgelerine) karşı kullanmaya çalışır. Fakat (tam) muvaffak olamaz (sonunda) geri çekilmeye (mecbur kalır) (Çünkü) “Kahraman ordu, dizginini onun (masonluğun Siyonist ve sabataist hıyanet gurubunun) elinden kurtarıyor” (ve kurtaracak) diye, (hadis) rivayetlerden anlaşılıyor.[2]

Bu gün sevinerek görüyoruz ki; Ordumuz softalık ve istismarcılık niyetiyle Yüce Dinimizin yobazlaştırılmasına da, laiklik ve demokratiklik bahanesiyle devletimizin ve manevi değerlerimizin yozlaştırılmasına da karşıdır, ilmi, insani, akli ve ahlaki bir çizgiyi benimsemektedir. Aziz Türk Milletinin ve Devletinin maddi ve manevi iki güçle ayakta kalacağına inanan Üstat: “İşte;

1- Haysiyet-i askeriye (yani ordunun onuru, değeri, gücü ve kuvveti)

2- Hamiyet-i İslamiye (İslam ve iman gayreti) ve Şeriat-ı Muhammediye (Kur’an’ın bütün insanlığa getirdiği adaleti) bir terazinin iki kefesindeki Ağrı dağı ile Sübhan dağı gibi iki dengeye benzer” diyerek, ordunun önemini ve değerini ortaya koymaktadır.[3]

Yurdumuzun barbar batılılarca işgali sırasında ve mütareke yıllarında; istila kuvvetlerine şiddetle ve cesaretle karşı çıkıp direnen ve Milli Mücadeleye ve Atatürk’ün Ankara Hükümeti’ne taraftarlık gösteren[4] Anadolu hareketine karşı İngilizlerin dayatmasıyla Damat Ferit Hükümetinin, Şeyhülislam Dürrizade imzasıyla yayınladığı “Bunlar isyan etmiştir. Öldürülmeleri gerekir” fetvasını “Müslüman halkı Kuvay-ı Milliye aleyhine kışkırttığı” için kabul etmeyen, Ankara Müftüsü Rıfat Börekçinin fetvasını destekleyen ve “Zıt kavramlar yer değiştirmiştir; Zulme adalet, Cihada isyan, esarete ise hürriyet adı verilmiştir” diyerek Atatürk’ün başlattığı Milli Mücadeleyi, cihat ve hürriyet hareketi kabul eden[5] Bediüzzaman; Kahraman Türk ordusuna çok değer vermekte ve sürekli övgüyle bahsetmektedir.

“Ben bu milletin bahadır ordusunun milyonlarca efradını, eratını ve subaylarını samimiyetle seviyorum, hürmet ve haysiyetlerini, elimden geldiği kadar korumaya çalışıyorum. Ama benim garazkâr ve mason muarızlarım ise, bir tek adamı sevmek ve yüceltmek bahanesiyle, Türk ordusunun şehit olan ve hayatta bulunan milyonlarca mensubuna hıyanet ve hakaret ediyor. Bana hücum edenlerin tek bahanesi “Mustafa Kemal’e itirazım ve dost olmadığım” (iddiası)dır. Hâlbuki o beni taltif etmek (itimat ve itibar göstermek) ve bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya resmi yetkili umumi vaiz olarak göndermek üzere Ankara’ya çağırmıştır.[6] Bediüzzaman; geçmişteki, günümüzdeki ve gelecekteki milyonlarca mensubuna: “Hayran ve hayırhah olduğum bin seneden beri cengâverliğini, gaziliğini ve hakperestliğini dünyada gösteren ve ispatlayan… Kur’an’ın bayraktarlığını kılıçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir ordunun bazı kumandanlarına yanlış ve haksız bulduğum davranışları yüzünden karşı çıkmam bahane edilerek, bana bu denli hücum ve hakareti hak ediyor muyum?” diye sormakta ve aslında Atatürk’ün istismar ve suiistimal edildiğine parmak basmaktadır.[7]

Son devrin büyük âlimlerinden Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretlerinin şu tespitleri üzerinde dikkatle durmak gerekiyordu:

“Türklük bir içtimai kavramdır. Biyolojik ve ırksal bir olay olarak değerlendirilmesi yanlıştır. Türklük sosyal bir ırktır, bu Milletin adalet ve hürriyet yolunda mücadele vermiş ve kendisini Allah’a ve insanlığa vakfetmiş kimliği” şeklinde algılanmalıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin “Dünyanın neresine giderseniz gidin, Türk demek Müslüman demektir” sözleri de bu anlamdadır. Türkler, Emeviler döneminde Müslüman ordularının Türkistan İstilası sırasında Arapları daha yakından tanımışlardı. Bu dönemde, Arapların fetih hareketine katılan ve henüz İslam ahlakını sindirememiş bulunan bazı askerlerin yağmaya girişmesi, Türklerde, Emevi yönetimine karşı düşmanca tepkileri oluşturmuştu. Bu nedenle, Emevi yönetimine karşı çıkan Ehli Beyte mensup ihtilalci şahsiyetlerin Türklere sığınması Peygamberin nesline karşı kuvvetli bir sempati doğurmuştu. Emevilere karşı isyan eden Ebu Müslim’in ordusunda henüz Müslüman olmamış çok sayıda Türklerin de yer alması bunun neticesi olmalıdır. Ehli Beyte karşı oluşan bu yakınlık, Türklerin Müslümanlığı kabulünden sonra daha da gelişmiş, bu konuda birçok destan ve menkıbenin meydana gelmesine yol açmıştır. Sonraki zamanlarda bu durum, Ehli Beyt soyunun Araplardan çok Türklere yakın olduğu kanaatini yaygınlaştırmıştır.

Meşhur Tarihçi Cahız, Horasanlılar hakkında bilgi verdikten sonra şunları yazar: “Buna göre Türkler sonradan gelip yerleştikleri (İran’daki) Horasanlı sayılmıştır ve halifelerin (Abbasilerin) pek yakın akrabaları ve dostları konumuna çıkmışlardır. Bunun neticesi Türkler, bunların hepsinin ortak değeri olan üstün meziyetlere sahip çok şerefli bir kavim olmaktadır.”[8]

Hendek savaşı sırasında, Hz. Peygamberin, ilk kazı işlerini ve şehrin müdafaasını kontrol etmek için seçtiği yer olan Seyhan denilen tepede kurdurduğu çadır, Kendi ifadesiyle “Kubbe-i Türkiye” (Türk Çadırı)[9] ismini taşıyordu.

Bu konuda, Taberi Tarihinde, Amr b. Avf’dan naklen malumat verilmektedir. Medine etrafına hendek kazılması sırasında büyük bir kaya çıkması üzerine şunlar nakledilir: “Selman hendekten çıkarak (haber vermek için) Hz. Peygamberin bulunduğu yere geldi. Bu sırada Hz. Peygamber Türk çadırını (Kubbe-i Türkiye) kurmakla meşgul idi”[10] Bugün bu yere, Hz. Peygamberin ikamet ettikleri “Kubbe-i Türkiye”nin hatırasına Zübab Camii inşa edilmiştir.[11] Hz. Peygamber Mekke’nin Fethinden sonra, burada kaldığı 15 gün müddetinde, Ebu Talip ve Hz. Hatice’nin kabirleri yakınında kurduğu “Kubbe-i Türkiye”de ikamet etmişlerdir.[12] Araplar buna “Gubba Turkıya” yani Türk Çadırı demişlerdir.[13] Bütün bunlar Hz. Peygamberin Türk kavmine ve Türk askerine olan özel ilgi ve sevgisinin bir göstergesi sayılır.

Aynı konuda, İzmirli de değerli bilgiler verir: “Müslim’in Sahih’inde Kadir gecesinin fazileti babında İstanbul’da olan Ebu Şeybeti Hudri’nin kardeşi Ebu Saidi Hudri’den tahriç (çıkartma) ettiği üzere, Hz. Peygamber, bir ramazan ortalarında, bir Türk çadırında itikâf[14] etmiştir. Şarih[15] Nevevi bunu küçük geçe (keçe) çadırı diye tefsir ediyor ki tamamıyla bir Türk çadırıdır.[16] İzmirli bir başka makalesinde, Hz. Peygamberin bu çadırda, Ramazan ayında “tam on gün on gece Rabbına ibadette bulunmuştur” demektedir.[17] İzmirli, “Peygamber ve Türkler” adlı makalesinde, Kazan’ın tanınmış bilgini Şehabettin Mercani’nin (Öl.H.1306) “Müstefad Ül Ahbar” adlı eserinde, İbnü’l Esir’in “Üsdü’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe”sine dayanarak, Hz. Peygamber’in Türk hakanına, Türkçe bir mektup yazmış olduğunu belirtmektedir, İzmirli o devirde Hz. Peygamberin çevresinde Türkçe bilenlerin bulunduğunu da anlatır.[18]

“Ordumuz, niye yıpratılmaya çalışılıyordu?” konusu yıllar önce gündeme taşınıp yanıtları aranıyor ve iktidara sorumlulukları hatırlatılıyordu!

Dış güçlerin, AKP hükümetinin ve özellikle CIA-MOSSAD maşası Cemaatin Kahraman Ordumuzu “layt”laştırmak ve laçkalaştırmak amacıyla, önce milli ve haysiyetli Paşaların Genelkurmay Başkanlığını önlemeye ve komuta kademesini birbirine düşürmeye yönelik girişimleri başarısız kalınca, bu sefer “ordu yapısı değiştiriliyor!?” haberleriyle ortalık karıştırılmaya çalışılıyordu. “26.08.2006 tarihli Milliyet Gazetesi, (CNN Türk-Kemal Yurteri) kaynaklı şu kışkırtıcı haberi yayınlıyordu:

“Türk Silahlı Kuvvetleri, tarihinin en büyük değişimine hazırlanıyor. Yeniden yapılandırma planına göre, iki ordu karargâhı lağvedilecek, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları, Genelkurmay çatısında birleşecek. Türk Silahlı Kuvvetlerinin kara gücü, iki ana komutanlık haline getirilecek. Genelkurmay Başkanı Özkök’ün uzun zamandır üzerinde çalıştığı plana direnen bazı generaller de tasfiye edildi ve edilecek. Kademeli olarak yaşama geçirilecek plan için bazı adımlar atılıyor. Önümüzdeki yıllarda köklü değişikliklerin yaşama geçirilmesi hesaplanıyor. Plana göre 4 orduya sahip Kara Kuvvetleri Komutanlığında; Ege Ordusu ve 3. Ordu lağvedilecek, sadece birinci ve ikinci ordular kalacak. Plan, karargâhı İstanbul’da bulunan 1. Ordu ve Karargâhı Malatya’da bulunan 2. Orduyu “Doğu ve Batı Grup Komutanlıkları” haline getiriyor. Türkiye bu iki ordunun görev sahasına bölünecek” deniyordu. Planda Genelkurmay Karargâhının yapısı tamamen değişiyor, merkezi bir karargâh kuruluyordu. Yıllara yayılan plana göre Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları Genelkurmay Başkanlığının çatısına çekilmesi, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları, halen mevcut olan taktik birimlerde yeni değişikliklerle plana tamamen uyumlu hale getirilmesi hedefleniyordu.

Kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanına bağlanması 10 yıl önce tartışmaya açılıyordu!

Böylece, Kuvvet komutanlıkları Genelkurmay Başkanı’nın yardımcıları haline geliyordu. Kuvvet komutanları yerine, birimlerden sorumlu yardımcılar bulunuyordu. Plandaki önemli bir değişiklik de, bütün kuvvetlerde ayrı ayrı bulunan, lojistik, istihbarat, plan prensipler, eğitim gibi daire başkanlıkları da iptal edilerek, bu birimlerin Genelkurmay Karargâhındaki, daire başkanlıkları tarafından tek merkezden yürütülür hale getirilecek deniyordu. Genelkurmay Plan Prensipler Başkanlığı’nın da, ikiye ayrılması, Genelkurmay‘da mali işlerden sorumlu yeni bir J. Başkanlığı da kurulması ve böylece mali yönetimin de tek elde toplanması amaçlanıyordu. Plan bu haliyle Amerikan ve İngiliz ordularının karma bir modeli olarak nitelendiriliyordu.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevinde iken üzerinde çalıştığı planı, Genelkurmaya gelince hızlandırıyordu. Genelkurmay Harekât Başkanlığı tarafından yürütülen çalışmalar sırasında bu plana, hem kuvvet komutanlıklarından, hem de Genelkurmaydan direniş geliyordu. Hatta Dönemin Harekât Başkanı Emekli Korgeneral Köksal Karabay’ın bu nedenle pasif göreve atandığı ve erken emekliliğini istemek zorunda bırakıldığı belirtiliyordu”

E. Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın, Kara Kuvvetleri Komutanlığı devir teslim töreninde kesin ve keskin bir dille yalanladığı bu, “Ordudaki değişim ve küçülme” haberleri, maalesef adım adım gerçekleştirilmeye çalışılıyor ve şu sinsi amaçları güdüyordu:

1- Orduyu karıştırmak ve kuvvet komutanlarını G. K. Başkanı’na karşı kışkırtmak

2- NATO kontrolü dışındaki Ege Ordumuzun lağvedileceğini öne sürüp dönemin yeni G.K. Başkanı aleyhinde şüpheler ve şaibeler oluşturmak ve milletçe kendisine duyulan itimat ve itibarı sarsmak

3- İleride yapılması münasip ve muhtemel değişim projelerinin, çok farklı ve aykırı biçimde ortaya döküp, yeni komuta kademesinin hayırlı ve yararlı girişimlerini, peşinen boşa çıkarmak

Malum ve mel’un (Masonik) merkezler, bu tür çıkışlarıyla; ABD, NATO, İsrail ve Yahudi Lobileri gibi dış güçlere: “Bu yeni G.K. Başkanı ve ekip arkadaşları bizim kontrolümüz dışındadır. Milli Haysiyetli amaçlar taşınmaktadır. Gerekli önlemler alınmalıdır” mesajını ulaştırmaya çalışmak… İşte bütün bu şeytani hesapları fark eden bazı komutanlar, devir teslim törenlerinde, oldukça kararlı ve tutarlı bir tavır sergiliyordu.

O süreçte Org. Yaşar Büyükanıt’tan sert ve net tepkiler geliyordu.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda düzenlenen devir teslim töreninde konuşan Orgeneral Yaşar Büyükanıt sert mesajlar veriyor, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin etkisizleştirilmeye çalışıldığını, bu çabaların son dönemde artırıldığını” söyleyerek ”Bu çabaların Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısından rahatsız olan çevreler tarafından yapıldığını” belirtip, mücadelelerinin kararlılıkla süreceğini vurguluyordu. “Son zamanlarda askerlere iğrenç saldırılar yapıldığını” hatırlatan Büyükanıt, “Bu kampanyaları sürdürenlerin kendi yarattıkları ‘iğrenç bataklıkta’ boğulacaklarını ve günü geldiğinde bu kişilerin hesap vereceklerine inandığını” hatırlatıyordu. Bu saldırıların kendilerini yıldırmayacağını belirterek ve “Rüzgâr belki küçük ateşleri söndürebilir, ama büyük ateşleri ise daha da güçlendirir. Ne Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet değiştirilebilir ne de ülke bölünebilir” diyen Büyükanıt’ın konuşması hararetle alkışlanıyordu.

Org. Başbuğ: ‘Kararsızlıklar terörü besler’ diye uyarıyordu!

O dönemde Orgeneral Büyükanıt’tan Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini devralan Orgeneral İlker Başbuğ da güvenlik konseptinin küreselleşme ile birlikte değiştiğini ifade ederek, “Türkiye’nin küresel düşünüp, Ulusal hareket etmek” durumunda olduğunu belirtiyordu. Türkiye’nin geniş bir tehdit yelpazesiyle karşı karşıya olduğunu kaydeden Org. Başbuğ, “Ege ve Doğu Akdeniz’deki dengelerin değiştirilme çabası ve uluslararası anlaşmalardan doğan kazanımlara zarar verecek davranışların Türkiye’nin güvenliğini etkileyebilecek simetrik riskleri oluşturduğuna” dikkat çekiyordu. “Bu gibi risklerin Türkiye’nin güçlü bir silahlı kuvvetlere sahip olmasını zaruri kıldığını” belirten Başbuğ, “Teknolojik olanaklardan yararlanarak, modüler ve esnek her ortamda görev yapabilecek bir gücün oluşturulması göz önünde bulundurulacaktır” sözleriyle Türk Silahlı Kuvvetlerin yıpratılmaya çalışıldığına ve bölücü terör örgütünün de amaçlarına ulaşmak için demokrasiyi kullandığına vurgu yaparak: “Terör örgütünün etkinliği bitirilene kadar operasyonlar sürecektir. Çünkü kararsızlıklar bölücü terör örgütlerinin umudunu besleyecektir” uyarısıyla bağlıyordu.

Sn. Büyükanıt’la, Sn. Başbuğ’un söylemleriyle eylemleri arasında rahatlatıcı bir uygunluk gözlenmese de, bu sözler gerçeklerin ifadesi oluyordu. Çünkü güçlü ve güvenilir bir ordunun, ancak toplumun inancıyla ve hayat tarzıyla barışık ve her yönüyle Milli temellere ve hedeflere bağlı bir anlayışla oluşup başarıya ulaşacağı asla inkar ve itiraz edilmez bir gerçek olarak karşımızda duruyordu!..

Biz tam 10 yıl önce bu konuları gündeme taşıdığımız ve derin kaygılarımızı paylaştığımız zaman, bizi “hayali endişelerle ve hamasi gayretkeşlikle” suçlayan AKP kurmaylarının bugün bütün o akıl almaz adımları attıklarını görünce kuşkularımız bir kat daha artıyordu! Türkiye nereye sürükleniyordu?

 


[1]16 Ekim 2010

[2] 5.Şua 3.Küçük Mesele. 3. hadise

[3] Divanı Harbi Örfi

[4] Külliyat Nesil Yay. 1. cilt Sh: 1080- Başbakanlığa mektup

[5] Bediüzzaman’ın Hayatı Yeğeni Abdurrahman Nursi Sh: 106-107 Piran Yay. İst.

[6] Emirdağ Lahikası 27. Mektup

[7] Emirdağ Lahikası 27.Mektup

[8] (Prof. Ramazan Şesen El-Cahiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri. 2.Baskı Türk Kültürü Ar. Yay. Ank. 1988 Sh:59)

[9] Kitapçı, Yeni İslam Tarihi ve Türkler, s.154

[10] Kitapçı, Prof. Dr, Zekeriya, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk Varlığı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay., İstanbul Tarihsiz, s. 58.

[11] Hamidullah, M. Çin ile İlk Devir Müslüman Ülkelerinin Temasları, İ.T.E.D. İstanbul, 1975, s. 104 nak, Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Yeni İslam Tarihi ve Türkler s.182

[12] Kitapçı, Prof. Dr, Zekeriya, age, s.196

[13] Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 34. Türk çadırları kubbe şeklinde oluyordu. Ortaçağ’da Türk çadırları sadece Türkler tarafından değil, diğer komşuları tarafından da kullanılmaktaydı. Hatta Peygamber devrinde Arabistan’da Türk çadırlarının kullanıldığına dair kayıtlara sahip bulunmaktayız. Dipnot. Prof. Dr. Ramazan Şeşen. İbn Fazlan Seyahatnamesi, s.41

[14] İtikâf: ibadetle vakit geçirme.

[15] Şarih: Bir kitabı şerh eden, bir kitaba açıklama getiren

[16] İzmirli, Prof. İsmail Hakkı, Peygamber ve Türkler, s. 1017.

[17] İzmirli, Şark Kaynaklarına Göre Müslümanlıktan Evvel Türk Kültürünün Arap Yarımadasındaki İzleri, s. 281.

[18] İzmirli, Peygamber ve Türkler, s. 1017.

0 0 votes
Değerlendirmeniz

Makale Paylaşım Sayısı: 

Yorumu Takip Et
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
Ufuk EFE

Ufuk EFE

YORUMLAR

Son Yorumlar
0
Yorumunuzu okumaktan memnuniyet duyarızx